“Yalnız kalmak istiyorum.”

Comments (0) #Umut, Bir Portre, Serbest Bölge

“Sparklehorse’un beyni Mark Linkous intihar etmiş, Chan Marshall alkol kullanımı nedeniyle bir dönem müziği bırakmış ya da seyircilerin kendisine gülmesi nedeniyle sahnede hüngür hüngür ağlamış, Türkiye’ye kadar gelip göremediğim Tigress gibi akustik balladlarıyla gönüllerde yer etmiş Jason Molina ise 3-4 yıl önce hastalığı nedeniyle ölmüştü. Bu kadar aksilik, bir müzik türünde bir tesadüf olarak düşünülemez.”

Hope Sandoval’ın The Telegraph’a verdiği röportajın başlığı yalnız kalmak istiyorumdu.. Röportajı okurken “galiba benim yazının başlığını da bulmuş oldum böylelikle” diye iç geçirdim. Hiç şaşırtıcı bir cümle değildi benim için. Hatta biraz düşünsem, başlık için bu anlama gelecek farklı bir kelime grubu bile seçebilirdim, ama gerek kalmadı.

Çoğumuz Hope Sandoval’ı Mazzy Star’ın minyon ve kendi halinde vokali olarak biliyoruz. Dönem insanları için kuşkusuz, bir vokalden de ötesiydi. Sahnede gözlerini kapatan, utangaç tavırlar içerisindeki bir kadındır.. Adının aksine, umutsuzluk getirir insanın aklına… Adı büyük bir tezatın ta kendisidir. Slowcore denilince aklıma gelen ilk seslerden biri, Fade Into You’daki vokal girişidir; yalnızlık ve sakinlik. Yalnız bir kadının sakinliği… Aslına bakılırsa, Slowcore benim için Hope’un ta kendisidir…

Ancak bu durumun benimle sınırlı kaldığını hiç zannetmiyorum. Hope, Slowcore ya da Sadcore (ne denirse densin) üzerine bir sohbete girişildiğinde akla gelen ilk seslerden biridir. Hope, Fade Into You gibi çıktığı dönemde binlerce kopya satmış, birçok önemli filmin ya da dizinin soundtrack’inde yer almış bir şarkının sesidir. Kırılgan Hope vokali olmasaydı, Fade Into You bu kadar etkileyici olur muydu sahi?

Slowcore ve Amerika Kırsalı

Slowcore ve Hope birlikteliği 90’lı yıllara dayanıyor. 90’larda Amerika kırsalında yaşayan bir grup genç için yaşanılan dünya bir tür tezatı  ifade ediyordu. Kırsalda doğup büyümüş, içine kapanık, sakin, yer yer depresif bir grup insan, küreselleşme çığlıkları atılan dünyaya inat, sakinlikten yanaydı. Kırsalda yaşayan gençlerin müziğe yansıması ise sakinlikten, yani kırsalın sakinliğinden başka bir şey olmayacaktı pek tabii- sinema karşılığı için bkz Amerikan bağımsızları.

Slowcore elbette akustik bir sound, düşük tempo, genellikle delay’lere bürünmüş hüzünbaz bir gitar, yer yer ambient bir tavır, minimal aranjmanlar ve kırgın lirikler vaat edecekti. Slowcore neo-liberalizm ve küreselleşme çığlıkları atılan bir 90’lar dünyasında, 70’lerin umutlarını yer yer oldukça karanlık bir tabloda barındırma çabasıydı. Bir nevi tutunabilme hikayesiydi de aynı zamanda…

Kırsalın Çelişkisi

O dönemin gençleri, hem yeniden etkilenecek hem de Folk Rock ya da Americana’dan kopamayan bir türü üreteceklerdi. Kırsalda yaşayanın büyük çelişkisi yine ortaya çıkıyor işte; modern olmak ya da olmamak. Mazzy Star 2013’te “Seasons Of Your Day”i çıkardığında Uncut’a verdiği bir röportaj var. Bu röportajın özellikle ilk bölümü, tam da modern ve geleneksel arasında kalan çelişkiyi gösteren birçok örneğe sahip.

Slowcore böyle doğdu diyebilirim. Üzerine eklenenlerle 90’lardan bugüne şöyle bir Slowcore kadrosu çıkarabilirim size. Cat PowerHope SandavolAnna Lyne WilliamsMark LinkousMark Kozelek ya da Jason Molina… Buradaki müzisyenlerin çoğunluğunda görülen bir durum var; çekingenlik ya da içe kapanıklık.

Sparklehorse’un beyni Mark Linkous intihar etmiş, Chan Marshall alkol kullanımı nedeniyle bir dönem müziği bırakmış ya da seyircilerin kendisine gülmesi nedeniyle sahnede hüngür hüngür ağlamış.  Türkiye’ye kadar gelip göremediğim Tigress gibi akustik balladlarıyla gönüllerde yer etmiş Jason Molina ise 3-4 yıl önce hastalığı nedeniyle ölmüştü. Bu kadar aksilik, bir müzik türünde bir tesadüf olarak düşünülemez.

Amerika kırsalı  90’larda böyle bir sound ve ruh hali teslim etti. İnatla, böyle bir dünya da var dedi. Bu nedenle Hope, çoğu zaman bizi şaşırtabiliyor.  Modern zamanlarda yalnızlığı övmek ya da utangaç olmak, bizler için bir tür anomali gibi bir şey adeta. Başrolünde Hope’un olduğu Mazzy Star ve Hope Sandoval and The Warm Inventions ise bu serüvenin en değerli yolculuklarından.

———————————————

Hope Sandoval ve Mazzy Star

Mazzy Star 90’lı yılların alacakaranlığında ortaya çıktı. Dünya o dönemde neo-liberalizm adlı bir eğlence bulmuştu. David Roback ve Hope Sandovalgibi iki sıradan karakter ise bu çığlıkların aksine sakin bir hayat yaşıyordu. David Roback’ın gençliği The DoorsLove ya da Velvet Underground gibi grupları dinleyerek geçmiş. Hope ise abisinin mahalledeki gangsterle yaşadığı sıkıntılar nedeniyle bıçak sırtında bir gençlik yaşamıştı. Ergenliği genelde sessiz ve içe kapanık bir şekilde geçmişti. O da Roback gibi gençliğinde The Beatles dinlemekten hayranlık duyuyordu. Yolların kesişme anını Hope bize şu şekilde anlatıyor Uncut röportajında.

İkimiz de birbirimizin yaptığı müziği seviyorduk.

Hope başka bir röportajında 90’ları efsanevi zamanlarolarak değerlendiriyor. Mazzy Star tam da böyle bir alacakaranlıkta ortaya çıkıyor. İkilinin yolları kesiştiğinde ortaya çıkan şey ise Mazzy Star’dı. Hope içine kapanık haliyle grubun duygusal tarafını, Roback ise ruhani tarafın teknik detaylarıyla ilgileniyordu. Bu iş bölümünün patlama noktası elbette Fade Into You ile olacaktı… Fade Into You, Hope’un  adını hiçbir zaman vermediği eski erkek arkadaşı hakkındaki itiraflarından oluşuyordu. Hope, bu şarkıda geçmişteki bir ilişkisinde yaşadığı hayal kırıklığını dile getirir. İlişkinin hayal ettiği gibi olmamasını samimi ve naif bir dille anlatır;

“I look to you and I see nothing

I look to you to see the truth”

“Sana bakıyorum ve hiçbir şey göremiyorum,

Oysa sana gerçeği görmek için bakıyorum.”

İlişkiye dair ne kıran, ne döken iki kıta. Ancak yine de acıtıyor.

Fade Into You’nun bulunduğu  “So Tonight That I Might See” 1993’te bir milyodan fazla kopya satarak, yılın en satılan albümleri arasında platinumsertifikasını aldı. Fade Into You birçok dizide kullanıldı. Şu an ilk sahneye çıktığı günkü utangaçlığını koruyor. Hatta arkadaşlarıyla kayıt yaparken, görüşmemeyi tercih ettiğini söylüyor, özellikle internet teknolojilerinin bu işte çok işe yaradığını da belirtiyor.

17 Yıl Sonra Çıkan Bir Albüm: Among My Swan

Hope, Mazzy Star’ın Among My Swan’den tam 17 yıl sonra bir araya gelişini, geldiğinde, “biz zaten sürekli bir şeyler kaydediyorduk” diyerek esasında fiili ve duygusal bir ayrılığın olmadığını da özetliyordu. Hatta, “Seasons of Your Day”de çalınan bazı şarkıların, grubun kurulduğu zamanlarda kaydedilen şarkıları da barındırdığı belirtiliyor.

2013’te yayınlanan Mazzy Star albümü de üzerinden yıllar geçse de aynı tadı verebildi. Halen aynı sakinlik, sessizlik mevcut… Son albümlerinde de yollarından pek sapmadan devam etmişlerdi. Albüm çıktığında birkaç majör media outlet haricinde, neredeyse tüm kanallarda 8/10’luk bir albüm yapmışlardı.

Benim durduğum yer ise bazı grupların hiç değişmemesi gerektiği üzerine. Hope bunu yıllardan bu yana gerek naifliğiyle gerekse de kendi halindeliğiyle değişmeden anlatıyor. Hope hiç değişmedi. Oysa Hope’un yola çıkarken modern ve geleneksel arasında şekillenen bir ikilemi vardı. Bu ikilem sanki halen devam ediyor. Halen Americana ya da Folk Rock etkileri var, ancak modern rock da şarkılarında önemli bir etken ve yeniyi takip etmeye çalışıyorlar.

Hope Sandoval and  the Warm Inventions

80’lerin sonu, 90’ların başı… Brit Pop’un sürekli pohpohlandığı bir dönem. Yine bir grup genç, sürekli olarak pohpohlanan Brit pop’a kıyasla daha atmosferik bir müziğe yelken açıyordu ve shoegaze olarak adlandırılan bir türü ortaya çıkarıyordu.

Jesus & Mary ChainCocteau Twins ya da My Bloody Valentine gibi grupların öncülüğünü ettiği bu tür, temel olarak 1960’ların saykoledeliğine göndermelerde bulunuyordu. Slowcore Amerika’daki büyük dönüşümün tam kırsalında Slowcore ortaya çıkarken, Büyük Britanya’nın gençleri ise daha atmosferik bir sound ile dönüşüme direniyorlardı. Farklı kıtalarda, benzer hikayeler ve ikilemler ile…

Geçmişleri belki de karbon kopya kadar birbirine benzer iki kişinin yolu, 2000’li yıllarda bir araya geldi. Bir yandan Mazzy Star ile tahmin edemeyeceği, belki de hiç istemediği bir popülürlerlik elde eden Hope, bir diğer yanda ise My Bloody Valentine’ın halen aktif üyesi Colm Ó Cíosóig. Bu ikili bir araya geldiğinde ortaya çıkan şey ise; Hope Sandoval and The Warm Inventions.

İlk albümleri Bavarian Fruit Bread’i çıkarttıklarında Amerika 11 Eylül ile sarsılıyordu. Direndikleri dönüşüm, büyük bir ikonun-ikiz kulelerin– çöküşüyle başlamıştı. Ancak o ikonun çöküşü, onları 70’lere götürmedi, sadece yüzlerce masum insanın hayatını kaybetti. Debut albüm grubu ne shoegaze’e yakınlaştırdı, ne de Slowcore’a.

Yakınlaştıkları alan folk rock oldu. 2001 yılında çıkan albüm, akustik tınıların daha ön planda olduğu, elektrikli enstrümanların neredeyse düzenlemelerde hiç yer almadığı bir albümdü. Bu albüm, tamamen geleneği seçen bir debut’tu. O kırsalda büyüyen gençlerden, 11 Eylül gibi bir faciadan sonra ise gelenekten kopmak da beklenemezdi. Yüzlerini geleneğe döndüler. Belki de geçmişe daha da bağlandılar.

İkili debut albümden sonra tam 9 yıllık bir sessizliğe girdi. Bu sessizlikteki en temel durum ise, 11 Eylül’ün yaratmış olduğu ruhsal tahribattan başka bir şey değildi. Hope bunu “etrafımızdaki bomba patlama korkusu, müziği üretmemize de engel oluyordu” diyerek açıklıyor.

Through The Devil Softly” çıktığında aldıkları tepkiler, folk olan tarzlarının, görece de olsa ambient bir tavra doğru yöneldiği üzerineydi. Ee!… Bu biraz beklenilen bir sonuçtu. Öte yandan, Colm’un arka planını ortaya çıkan ürünü de etkilemişti. Örneğin, Artık Hope’un vokalini “kendi halinde bir atmosferik hal” olarak da değerlendirebiliriz. Müzikte artık elektrik de vardı, gitarlar bazı şarkılarda elektriğe bulanmıştı. Biraz da delay’lar artmıştı. İkili ne Slowcore, ne de shoegaze yapıyordu. Tam da orta noktada buluşmuşlardı sonunda.

————————————-

Sonuç Yerine:

Slowcore’un temelinde sakinlik büyük yer tutuyor kuşkusuz. Bu sakinliğin dehlizlerinde ise kırsaldaki hayat yer alıyor. Bu yazıda, 90’larda kırsal ve müzik ilişkisini hayranı olduğum Hope üzerinden anlatmaya çalıştım. Hope Sandoval gençliğinden şu anki müzikal kariyerine kadar, bu ilişkiyi gözlemlemek çok da zor değil. Bunu bazen sahnedeki duruşuyla, bazen içe kapanıklığı ya da yalnızlığıyla, bazense Slowcore’dan asla uzaklaşamamasıyla anlayabiliriz. Kuşkusuz bu metin, Chan Mashall, Mark Linkous ya da Mark Kozelek üzerinden de yazılabilir. Bu müzisyenlerin çoğunluğunun hayatında benzer hikayeler var, ya da vardır muhtemelen. Birazcık deşildiğinde benzer kaybeden hikayeleri çıkacaktır. Lafın kısası Slowcore çoğunlukla Amerika kırsalının 90’lardaki bir fotoğrafı gibi. Bu fotoğraf ise gri, puslu ve yalnız… Her şeye rağmen umut veren Hope ise bu fotoğrafın en güzel yanı…

Not: Bu yazı hazırlanırken bu şarkı çalma listesi dinlenmiştir. Henüz kulukça düzeyinde olan slowcore listemize kulak verebilirsiniz.

Read article

Umuttan Arafa Adımlanan Köprü: Optimistic-In Limbo

Comments (0) #Umut, Serbest Bölge

“…Elbette şarkının sözleri, referansları bir çok farklı zamanı ve düzlemi ve insana dair olanı, olumsuzluğu belki de umutsuzluğu… Duraksıyorum. Bülent Somay’ın Şarkı Okuma Kitabı’nda dediği gibi burada yapmaya çalıştığım şey şarkıları en azından onları teker teker ele alıp çözümlemek ya da açıklamak değil… “

“Optimistic-

genişçe/geniş katmanlar beliriyor
bu bizim düzlemimiz
es geçilmiş kilometretaşları
adımlar alıyorsun, adımlanıyorlar
deneniyor en iyisi en iyisine
denedenedenetakıldüş -toparlanabilir mi-
yine de alçalmakta/alçalmalı

şimdi, evet, uzadı yankın nefesinle
yukarıya ama gökyüzüne değil
uzaklaşıyor yankın, bu güçlü oluşundan
bağrışın
halkalar iç içe
genişçe bir dağı içine almış çoktan

helezonik haykırışın
kapsıyor da
yine de alçalmakta
yere yakın gidiyor
sallantıda
sanki topluyor, katıyor kasırgasına
alçalmakta
hissediyorum yükseliyor
kapıyor kapılıyorum
kendi bildiği gibi sürükler
sürüklenirler
bunun neresi iyi

her şeyi yoluna sokmuş gibi gidiyor
23 saniye boyunca
Arafa* ”

Anın evvelinde yazılmıştır, çeviri değildir.

Kid A** albümü benim için dev bir dağ gibi görünmüştür, aşmaya cüret edilemeyecek bir dağ. Yine de iki kez en azından tırmanmaya cüret etmiş ve dinlediğim şarkılar hakkında o an hissettiklerimi yazmıştım (bir diğer cüret “Everything In Its Right Place” içindi)

Üzerine birkaç şey yazdığım Optimistic, pek de öyle adıyla müsemma bir şarkı değildir, hele ki söz konusu Radiohead olduğunda bu durum kişiyi pek şaşırtmamalı. Elbette şarkının sözleri, referansları bir çok farklı zamanı ve düzlemi ve insana dair olanı, olumsuzluğu belki de umutsuzluğu… Duraksıyorum. Bülent Somay’ın Şarkı Okuma Kitabı’nda dediği gibi burada yapmaya çalıştığım şey şarkıları en azından onları teker teker ele alıp çözümlemek ya da açıklamak değil. Daha ziyade (belki de beyhude) bir çaba ile albümdeki şarkıların sıralanışını ve (belki de zorlayarak) aralarındaki ilişkiyi irdelemek niyetindeyim.

Başlangıç: Everything In Its Right Place(?)

Albüme şöyle bir göz atan birisi için açılışta Everything In Its Right Place’i görmek herhalde “problemsiz, pürüzsüz, düzenli birtakım şeyler”i çağrıştırırdı. -Burada farazi kişimizin öyküsünü bölüp soruyorum: Düzen veyahut bilinen akışın devamı kişiyi(sanırım aynı kişiden bahsediyorum) nasıl bir tahayyüle sevk eder? Bu boşluksuz kurguda umuda yer var mıdır, umut boşluklara dolan bir şey midir veyahut bir dolgu maddesi midir?-  Sanıyorum aynı kişi Everything In Its Right Place’i ilk dinleyişinden sonra sersemleyip elleriyle şarkı isminin sonuna bir soru işareti koyacaktır. Aynı şeyi albüm bittiğinde de yapmak isteyecektir fakat bunu çoktan yapmış olduğundan tekrara gerek kalmayacağını düşünüp şunu diyecektir: “Her şey yerli yerinde mi?”

Optimistic’ten In Limbo’ya

Everything In Its Right Place’te farazi kişimizin öyküsünü anlatırken sorduğum soruların cevabını vermeye en müsait şarkı Optimistic olabilir sanmıştım. Hatta Optimistic’in 23 saniyelik outro’su bana bir şeyler yolunda gibi hissettirmişti –ta ki In Limbo’nun 8 saniyelik intro’su bitene dek. Bu iki şarkı ardı ardına çalındığında elimizde bütünleşik ve yaklaşık 30 saniyelik bir köprü oluyor. Umutla başlanan yolun arafta bitmesi.

Sonuç yerine

Optimistic ile In Limbo arasındaki peşi sıralık ilişkisinden bir umut-umutsuzluk ikilemi mi çıkarılabilir veya Radiohead iki şarkı arasında kurduğu ve bize de kurdurttuğu köprüyle bizi uyarıyor mu sorularına verebileceğim keskin ve net yanıtlarım yok. Yine de bizi arafa/boşluğa götürenin Radiohead olmadığını, onların bu iki şarkı aracılığıyla olanları veya olacakları bize gösterdiğini/hissettirdiğini söyleyebilirim.

“ve yeni gelenler bizden yana döndüler:
‘Dağa(Ârafa) giden yolu biliyorsanız eğer,
bize de gösterin’ dediler.
Vergilius yanıt verdi: ‘Belki buraları
tanıdığımızı sanıyorsunuz;
oysa biz de yolcuyuz sizin gibi.”

58-64, İkinci Kanto, Âraf, İlahi Komedya,
Dante Alighieri

_____________________________________________________________________________________
Notlar:

* Âraf’a değinmişken konuyu açmak faydalı olacak. Katolik inancına ve Dante’nin İlahi Komedya’sına göre araf “purgatory”dir. İlahi Komedya’ya göre limbo ise henüz vaftiz edilmeden ölen çocuklarla İsa’dan önce yaşamış kişilerin bulunduğu cehennemin ilk katı veyahut çemberidir. Fakat “purgatory” ve “limbo” kelimelerinin dilimizdeki karşılıklarında araf kelimesini görürüz. Yine de ben burada limbonun boşlukta kalmak, sınırda olmak manalarını kullanıyorum. Bizim de boşlukta kalma anını zaman zaman arafta kalma metaforuyla anlattığımızı varsayarsak bunun yanlış bir kullanım olmayacağına kanaat getiriyorum.

**James Doheny imzalı The Stories Behind Every Song Radiohead kitabında Kid A albümü yapılırken grubun üç elemanının da Naomi Klein’ın No Logo kitabını hali hazırda okumuş olduğu bilgisine ulaşıyoruz.  Q Magazine’den David Cavanagh’a konuşan Ed O’Brien “No Logo bana gerçek bir umut verdi.” diyor ve ekliyor “ Beni daha az yalnız hissettirdi. Kabul etmeliyim ki yazdıklarıyla insanlığa dair derin ve karamsar düşüncelerimi değiştirmeme ve aklımda mantıklı bir yere oturtmaya çalışmama yardımcı oldu. Oldukça moral vericiydi.

The Wire’dan Simon Reynolds’a konuşan Thom Yorke ise No Logohakkında “Sağ-sol ikilemi güdülen bir siyaset üzerine değil, hatta anti-kapitalistlikle de alakalı değil, bunun daha da ötesinde ve ‘kime hizmet ediyorsun?’ diye soruyor. Bu muhalefetin başka bir formu, yeni bir politika.”

Read article

Umut Işığı Altında Bir Şarkı Derlemesi

Comments (0) #Umut

“Yaşanan savaşlar, toplumsal çatışmalar, politik oyunlar, insanların kafasındaki duvarlar ve tüm bunlara karşı bir tutum sergileyen ve bu tutumlarını müzik yoluyla dışa vuran sanatçıların şarkılarından protest şarkılar ve geleceğe umutla bakan birkaç şarkı derlemesi hazırladım.”

Hayatı bir film olarak düşünüp onun için bir soundtrack albümü oluşturma fikri hep hoşuma gitmiştir. Belirli anların belirli şarkıları döner hep kafamda. Çocukken evimizde bir oda dolusu VHS film kasetleri vardı. Sabahtan akşama kadar sevdiğim bütün filmleri çevire çevire izlerdim. The Mask of Zorro’yu izleyip sırtımda battaniye ve elimde oklavayla evin içinde kötü adamları defetmeye, Mission: Imposible izleyip filmdeki Skunk Anansie – Weak parçasını açarak (soundtrack kaseti de vardı, tam kombo)  güneş gözlüğü ve jöleli saçlarla sağa sola zıplayıp uçardım. O zamanlar hep öyle karakterlere özenir ve onlar gibi olmayı umardım. Hatta dünyanın sonunun gelmesini isterdim ki o gün geldiğinde ben kurtarabileyim insanlığı. Sonra zaman geçti, ergenlik kendini belli etmiş ve evden ayrılmak, özgürlüğün tadına bakmak isterken buldum kendimi. O kadar kolay değil o işler dediler, sınavlara mesai harcadım. Sınavın tüm oturumlarına giderken de yolda benim için o dönemlerimin ve kaçışın şarkısı olan Red Hot Chili Peppers’tan Scar Tissue dinlerdim. Hem bir nevi totem hem de zihnimi boşalttığı için işe yaramış olacak ki kendimi İstanbul’da buldum. Ve şimdi bu okul yolunun sonuna doğru hızla yaklaşırken umut ettiğim şeyler ve hayattan beklentilerim de aynı hızla şekilleniyor. Müzik ise bu anlar ve daha nicelerinde kah belirgin bir şekilde kah arka planda fark ettirmeden yanımda oldu, yeri geldiğinde umutlarımı yeşertti yeri geldiğinde ise yerime oturtup düşündürttü. Tüm bu olaylar yaşanırken de arka fonda hep bir müzik çalıyordu ve çalmaya devam ediyor.

Kendi soundtrack albümüm gibi emimin aranızdan bazılarının da kendi kafasında kurguladıkları albümler vardır kendi yaşamlarına. Tıpkı bireysel albümlerimiz gibi toplumların da onlara ait birer albümleri var. Bu albümleri “umut” kavramı ışığında incelemeden önce biraz onun üstüne düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Umut kavramı çok geniş bir skalada yer alıyor. Öyle ki insanın olduğu yerde umut her zaman var olmayı başarabilmiş bu zamana kadar. En dipte olduğumuz anlarda bile bize dayanacak gücü veren şeydir umut etmek. Geleceğin bilinmezliği, o bilinmezliğin getirdiği sis perdesinin içinde yanan bir ateş gibi umut denen şey. Böyle düşündüğümüzde umut etmek sadece gelecek hakkında düş kurmak değil, harekete geçmek, protesto etmek, bir şeyleri değiştirmektir aynı zamanda. Bu bağlamda yaşanan savaşlar, toplumsal çatışmalar, politik oyunlar, insanların kafasındaki duvarlar ve tüm bunlara karşı bir tutum sergileyen ve bu tutumlarını müzik yoluyla dışa vuran sanatçıların şarkılarından protest şarkılar ve geleceğe umutla bakan birkaç şarkı derlemesi hazırladım. Birçoğu bilinen şarkılar ama ne hakkında oldukları daha az biliniyor, umarım hoşunuza gider.

Neil Young – Alabama

Alabama Neil Young’ın en politik yüklü ve ünlü şarkılarından biri. Şarkı 1972’de yayınlandığında Amerika’nın güneyinde hala yaygın olan ırkçılık ve toplumsal meselelerle ilgileniyor. Bu şarkıyla ilgili ilginç bir bilgi olarak, Lynrd Skynrd “Sweet Home Alabama” şarkısıyla Young’a karşı bir eleştiri getirir. Grubun solisti ve şarkı sözü yazarı Ronnie Van Zant şarkının Neil Young ile alakalı olan dizelerinde bahsettiği “her” Alabama eyaletidir.

https://www.youtube.com/watch?v=uD3bGEFxGC0

Dire Straits – Brothers In Arms

Brothers In Arms bir askerin savaştaki deneyimlerini ve onun diğer askerlerle oluşturduğu kardeşlik bağlarını anlatan bir şarkı. Şarkı Mark Knopfler’ın muazzam solosuyla neden çatışmalarımızı çözmek için savaşa girip diğer eli silah tutan kardeşleri öldürmek zorunda olduğumuzu sorguluyor. Şarkının ayrıca Nelson Mandela’nın 70. doğum gününde Dire Straits’in Eric Clapton ile birlikte çaldıkları çok güzel bir canlı versiyonu da var.

https://www.youtube.com/watch?v=VjZduiDfYT0

The Clash – Clampdown

Clampdown ırkçı ve ulusal stereotiplere, sonu bir yere varmayan “ölü işlerle” mücadeleye, sosyal adaptasyona ve hayatta gerçekten değeri olan bir şey yapmaya duyulan arzuya değinen bir rock protest şarkısıdır.

Pink Floyd – Dogs

Dogs köpek olarak simgelenen insanların dünyadaki yerlerini bulma çabasını, günlük yaşamın bir yarışa benzemesi ve bu yarışın içinde sıkışıp kalmanın üzüntüsünü anlatıyor. Aynı zamanda 17 dakikalık şarkıda Gilmour ve Waters’ın seslendirdiği iki ayrı karakter üzerinden kapitalizm ile ilgili bir okuma mevcut. Ayrıca bu şarkının eski bir versiyonu “You’ve Got to be Crazy” adıyla bonus şarkı olarak 2011’de yeniden düzenlenen Wish You Were Here albümünde yer alıyor.

Bob Marley – Get Up Stand Up

Get Up Stand Up dini görüşlü insanların ve herhangi bir inanışı olmayan insanların çatışmasını ele alan politik bir reggae şarkısıdır. Şarkı öbür dünya hakkında endişelenmek yerine şu an içinde yaşadığımız dünyayı iyileştirmek için çalışmamızı savunuyor.

Queen – The Show Must Go On

The Show Must Go On, Freddie Mercury’nin Aids’e yenik düşmesinden altı hafta önce 1991’de yayınlanan bir şarkı. Şarkının açık bir mesajı var: Her ne kadar kötü şeyler olursa olsun, onu bastırmalı ve pes etmemelisin. Brian May bu şarkıyı Mercury’nin iş ahlakını ve hayatının sonuna yaklaşırken bile gösterdiği azmini anlatmak için yazdı.

Foo Fighters – Walk

Walk 2011 yılında yayınlanan Wasting Light albümünün final şarkısı. Şarkı engelleri aşıp üstünden gelmek ve ikinci bir şans vermek üzerine kurulu.” I’m learning to walk again / I believe I’ve waited long enough / Where do I begin ?  sözleri umut ışığının sönmediğini anlatan somut örneklerden.

Read article

İyi Bir Şey Asla Ölmez

Comments (0) #Umut

Yaşamak istiyorsak umutla organik bir bağımız olması gerekiyor. Biz de bu nedenle, fark etmeden ummak üzerine kuruyoruz hayatlarımızı. “… olunca daha iyi olacak.” “O benim gibi olmayacak.” “Bu sefer farklı olacak…” Siz bakmayın bu cümlelerin kesinlik edasıyla söylenen gelecek zaman kipleri oluşuna, bu cümlelerle başlıyor başarı veya hayal kırıklığı hikayelerimiz.

“… Müzik buradaydı –kafamın içinde- Müziğin güzelliği budur işte, onu sizden alamazlar. Hiç müzik için böyle hissetmemiş miydiniz? Dünyada taştan olmayan ve kimsenin sizden alamayacağı şeyler vardır… Umut gibi…”

Andy, Shawshank’ta, hapishane müdürünün odasından yaptığı Mozart – Le Nozze Di Figaro yayınının ardından aldığı iki haftalık hücre hapsi cezasından sonra, iki hafta boyunca Mozart’ın onu hiç yalnız bırakmadığını anlatan bu cümleyle geri döner arkadaşlarının kahvaltı masasına.

Yaşamak istiyorsak umutla organik bir bağımız olması gerekiyor. Biz de bu nedenle, fark etmeden ummak üzerine kuruyoruz hayatlarımızı. “… olunca daha iyi olacak.” “O benim gibi olmayacak.” “Bu sefer farklı olacak…” Siz bakmayın bu cümlelerin kesinlik edasıyla söylenen gelecek zaman kipleri oluşuna, bu cümlelerle başlıyor başarı veya hayal kırıklığı hikayelerimiz.

BENİM HALA UMUDUM VAR – MAZHAR ALANSON
Benim hâla umudum var, isyan etsem de istediğim kadar
İnat etsem bile birakmazlar sahibim var
Benim hâla umudum var, seviyorlar bazen soruyorlar
Hayran hayran seyret ister katıl ister vazgeç
Güzel günler bizi bekler eyvallah dersin olur biter …

Umudun “hala” var olması, içinde bulunan vaziyetin negatifliğini bize anlatan bir olgu. “Üstesinden gelemeyeceğini düşünsen de, gelebilirsin!” Demenin kısaltılmış hali. Tamam kabul etmek gerekir çok fazla düş kırıklıklarıyla karşılaşıyoruz. Umudumuzun kalmadığını hissettiğimiz çok an oluyor ancak bu ruh halini, neden umut etmemiz gerektiğini hatırlamak için kullanmamız gerekiyor. Aslında yumurta mı tavuktan yoksa tavukların yumurtadan doğaya gelmesi meselesindeki destek kim tarafından sağlanıyor hikayesi bu.

Umudu güzelce sarıp sarmalayıp, uzak tutumamız gereken diğer mevzu Godot veya “Umut Müzik”i kurtarıp Vatoz Müzik haline getirecek Firuze’yi beklemek. Havuzda topuklara sıkılan bir ortamda Firuze gelmez ama yine de inatla beklerseniz sonu intihar olur ki onu bile doğru düzgün beceremezsiniz. Bunlar kara mizahla hatırlatmak için yazılıyor ama “enseyi karartmamak” ile kastedilen bu değildir. Umut edin, mucize beklemeyin.

GÜZEL GÜNLER GÖRECEĞİZ – NAZIM HİKMET RAN

Hani şimdi bizim soframıza 
Haftada bir et gelir 
Ve 
Çocuklarımız işten eve
Sapsarı iskelet gelir

Hani şimdi biz
İnanın güzel günler göreceğiz çocuklar
Güneşli günler göreceğiz
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar 
Işıklı maviliklere süreceğiz …

Benim yazdığım Nazım Hikmet Ran’ın umududur. İstersen yerden bir çöp alarak tüm ülkenin tertemiz olacağını hayal et, istersen iğneyle kuyu kazabileceğini düşün. Bir emek harca ki senin “hala umudun olsun”.  Benim yazdığım; İstiklal Caddesi’nin asla tükenmeyeceğine inanmaktır, bilmektir.

Umudunuzu sürekli arttıracak güzellikler yaşayacağınız bir yıl olmasını dilerim.

“… Unutma Red, umut iyi bir şeydir. Belki de en iyi şeydir. İyi bir şey asla ölmez. 

Bu mektubun sana ulaşmasını istiyorum. Umarım seni bulur. 

Dostun, Andy.”

Read article

Yeni Bir Toplum Umudu: RPI

Comments (0) #Umut, Serbest Bölge

“İlginç bir şekilde İtalya’da progressive rock, o kadar gelişmiş, o kadar yoğun bir dinleyici topluluğuna sahiptir ki, bu akımı doğuran İngiliz grupları bile oradaki zenginlik, müzikal yaratıcılık ve kalite karşısında şok geçirirler.”
“Bana neler oluyor bilmiyorum/Birşeyler arıyorum/ ama ne, bilmiyorum/Yalnızım, sadece adımlarımın sesi/Ama sislerin arasından güneş doğuyor/gün başlıyor, her zamanki gibi…” *

Yaşanan günlerin derin sıkıntısının “çözümü” olarak toplumu kökünden değiştirecek bir şeyler yaratma hayaline, umuduna dair müziğe yansımış çok örnek var geçmişte. Her ülkenin müziğine nüfus etmiş şarkılar, gruplar, sözler…

Ama bana göre bunun en belirgin ortaya çıktığı yer, İtalya. Ve umudun müzikal formu olarak progressif rock. Öylesine derinden işlemiş ki, bir alt tür olarak, Rock Progressivo Italiano (RPI) olarak kendi kendini yaratmış.

İlginç bir şekilde İtalya’da progressive rock, o kadar gelişmiş, o kadar yoğun bir dinleyici topluluğuna sahiptir ki, bu akımı doğuran İngiliz grupları bile oradaki zenginlik, müzikal yaratıcılık ve kalite karşısında şok geçirirler.

Hatta derler ki, İtalya’da bugün piyasa müziği yapan herhangi bir sıradan pop müzisyeninin bile geçmişinde muhakkak bir prog-rock denemesi vardır!

Niye?

Mümkün olduğu kadar kısa bir arka plan anlatma denemesi yapayım.

İtalya, tarihsel olarak Katolik merkezi, malum. Vatikan orada. Dini bütün bir toplum.

Ama İtalya, tam da bu nedenle, etki tepkiyi doğurur, solu hareketin en güçlü olduğu yerlerdendir.

Bizim gençliğimizde İtalyan Komünist Partisi, seçimlerde %35 filan oy alırdı.Ve mesela Fransa’daki FKP gibi “Avro-Komünist” de değildi;  Sovyetler’e yakındı epey. Kızıl Tugaylar orada doğmuştur mesela. Gramsci‘nin memleketidir. Hala İtalya’da işçi hareketi güçlüdür. Bugün hala bazı kasabalarda belediyeler Komünistlerin elindedir. (Futboldan pay biçin: Livorno diye bir takım var mesela!)

Bunun Prog-Rock ile alakası ne diyeceksiniz….

68 hareketinin devamı olarak, 70’lerde İtalya’da başlayan özgürleşme hareketinin motoru, İtalya’daki sol hareketlerdi.

Değişim isteyen, muhafazakar (Katolik) İtalya toplumunun kalıplarını kırmaya çalışan gençliğin yarattığı karşı kültürün müzikteki yansıması da prog rock oldu.

“Sol” içerikli sözler, yeni bir dil, yeni bir müzik; derin, senfonik, şiirsel, sanatsal, kendiliğinden, doğaçlama…

Adeta İtalya’nın yeni rönesansı…

Yeni bir toplum kurma umudu; hayalin müziğe yansıması…

İşte gelişen bu karşı kültür, hiçbir rock geleneği olmayan bu ülkede sadece prog-rock değil, diğer rock akımlarında adeta bir patlama yarattı. Hatta öyle bir patlama ki, 70’lerin sonunda, mesela İngiltere ve ABD’de prog-rock’da düşüş başlarken, İtalya’da hala günde 5-10 yepyeni (ve hepsi birbirinden  güzel) prog rock grubunun albümü yayınlanıyordu. Prog rock, adeta bir “virüs” gibi yayıldı. Öyle ki prog-rock albümü yapmayan herhangi bir İtalyan müzisyeni dinleyiciler adeta meşe odunu ile dövecek hale geldiler!

Fırsat ve para buldukça eşimle birlikte her yıl gitmeye çalıştığımız, ufak kasabalarda bile düzenlenen o müthiş müzik festivallerinin doğduğu dönem, bu yıllar. Prog-rock, bu ücretsiz, yaratıcı müzik yeteneği olan herkese açık kasaba müzik festivalleriyle ülke içinde daha da yayıldı, seveni çoğaldı.

Alkışı asla esirgemeyen seyirciyi buldukça, daha iyisini yapmaya çalışan genç gruplar, adeta usta işi müzikler yapmaya, kendilerini aşmaya başladılar. Öyle ki, İngiliz prog-rock grupları sık sık İtalya’ya gelmeye, boynuz kulağı geçermiş, İtalyanlardan ilham almaya başladılar!  Büyük para gerektirmeyen ama müthiş yoğun parçalar içeren albümler birbiri ardından plakçılarda yerini aldı. Bunlar, hiç öyle milyon dolarlık projeler filan değil, tam tersine, tamamen emek, beste, maharet, özgünlük bve yaratıcılık içeren parçalarla dolu, karşılıksız, tamamen müzik sevgisiyle yapılmış albümlerdi..

O dönemde ortaya çıkan (ve çoğu tek albüm yapıp kaybolan) o kadar çok grup varki, çoğunun ismini ezbere bilmek mümkün değil. Ben diyeyim 400, siz deyin 1.000..  Tam bir hazine… Aralarından bazıları uluslararası planda da ünlü oldu elbette… PFMLe Orme gibi…

Ancak İtalyan Prog Rock’unun 3 Babası sayılan PFM, Banco ve Le Ormedışında kocaman ve geniş akan bir prog-rock nehri var ki,  o nehirde her gün yeni bir “balık”, yakalayabilirsiniz. Hepsi de müthiş lezzetli üstelik.. Şu sıralarda 70’lerin mirası olarak kalan o inanılmaz günlerden, tek albüm yapıp sonra dağılmış ve unutulmuş grup çıkarmak çok moda… Üstelik geçmiyor da bu moda.. Nasıl bir verimli dönemse artık, insan takip etmeye başladıktan sonra kafayı yiyor adeta… Arkadaş, bu kadar çok grup mu olur, bu kadar güzel prog rock mu olur gerçekten!

RPI’nin yani İtalyan prog rock’unun ayırt edici özelliği, esasında duyguları uyandıran romantik bir temel üzerinde barok elementlerle süslenmiş, bazen opera, operet etkisiyle klasik müziğe kaçan, bazen değişik enstrümanlarla güçlendirilen senfonik yapısı. Bu yapı, dinleyenlerin hayal gücünü serbest bırakmaları için imkan yaratıyor. Korkma, her şeyi hayal edebilirsin, müziğin gücüyle gidemediğin her yer gidebilir, düşünemediğin her şeyi düşünebilirsin…

Caz’dan, folk müzik’ten, hard rock’tan taşınan ezgilerle zenginleştirilen senfonik müziğe eşlik eden İtalyanca sözler, ilk başta bana garip ve değişik gelse de artık alıştım. Hatta gayet de doğal geliyor. İtalya prog-rock’un farkını, PFM’den Franco Mussida şu laflarla gayet güzel özetlemiş:

“Progressif, temel olarak 3 elementin birleşimden oluşuyor: Şarkı,  jazz müziğinden ilham alan doğaçlama ve klasik stil beste…  Her ülkede bunların değişik karışımlarıyla bir kokteyl yapılıyor.. Mesela İngiltere’de, rock ve blues etkisi ağırlık taşıyor, bizde ise klasik gelenek ağırlık taşıyor. Respighi, Puccini, Mascagni ve daha çağdaş klasik bestecilerin mirasını, müziklerini bizim kokteyle taşıyoruz bu da İtalya Progressive Rock’un özgünlüğü oluyor”

Peki RPI, bitti mi? Şimdi sadece 70’lerin 80’lerin gruplarını keşfetmekle mi vakit geçiriyoruz?

Bir kere, 2000’li yıllar boyunca adeta bir “arkeoloji çalışması” yapıldı ve bütün o kaybolan albümler, gruplar (Japonya’da) yeniden üretildi, yayınlandı. Bağımsız plak şirketleri BTF, Mellowve Black Widow bu işte epey ileri gittiler ve çok hayırlı işler yaptılar. Bunlar sayesinde günümüz gençliği de Prog Rock ile tanıştı, sevdi ve takipçisi oldu. Dinleyicisi artınca, yani talep de olunca, arz da olmaya başladı doğal olarak ve RPI yeniden patladı! Hem eskiler dinleniyor, hem de yeni gruplar çıkıyor ortaya….

Eskiden albümlere ulaşmak çok zaman alırdı;  Türkiye’ye gelmesi aylar sürerdi. Yavuz Abi’nin (Aydar’ın) Stüdyo FM’ini beklerdik ki yeni albüm orada çalınır diye.. (O da büyük gururla, en kıytırık grupların yeni albümlerine bile tüm programı ayırırdı bazen, Eee, getirtti ya yurtdışından!)

Şimdi müziğe ulaşmak çok kolay. İnternet var, Soundcloud var, Spotify var, myspace var, bandcamp var, yüzbin tane farklı site var… Ben burada sadece birkaç tane sevdiğim RPI müziklerinin linkini vereyim.. Seven ve isteyen daha nicesine ulaşır bu internet deryasında… Çok fazla parça, albüm, grup var aslında yazılacak, dinlenecek.. Bunlar meraklısı için başlangıç olsun…

Evet, bitireyim artık…

Mehmet Şenol

Bir albüm: PFM‘nin Stati Di Immaginazione albümü

* Bir şarkıImpressionidi Settembre

Yine PFM’den 1972 tarihli ilk albümlerinden müthiş bir şarkı. Kayıt TV’den, senfonik zenginliğe dikkat… Sözler de müthiş: “Bana neler oluyor bilmiyorum/Birşeyler arıyorum/ ama ne, bilmiyorum/Yalnızım, sadece adımlarımın sesi/Ama sislerin arasından güneş doğuyor/gün başlıyor, her zamanki gibi…”

(Bu arada, bu parçayı bu yıl “O Ses İtalya”da biri söylemiş. Yarattığı etkiye lütfen dikkat…  Bu parça ölür mü hiç?)

Bir grup: Museo Rosenbach

Museo Rosenbach’un taa 1973’de yaptığı ilk albüm Zarathustra‘yı 2012’de Zarathustra Live In Studio olarak yeniden yayınladılar.  Bu grup 70’lerde “sağcı” diye epey zılgıt yemiş; adamlar o dönemin koyu sol atmosferinde “renklerini” belli etmedikleri için epey suçlanmışlar.. “Zarathustra”,Nietzsche’nin Zerdüşt’ü yani, bir tür “üstinsanı” ya, ondan. Ama sonra temize çıkmışlar.  (Bizim Barış Manço gibi.. Cem Karaca’nın yanında “sağ”da kalırdı, kızılırdı. Oysa ki rahmetlinin işi sadece müzikti)

Bu grup unutulmuştu ama sonradan yeniden keşfedildi ve o albümün pırıltısı ortaya çıktı.  Yaklaşık 21 dakika süren 5 bölümden oluşan açılış parçası, Genesis’in ilk dönemlerini anımsatıyor.

Bir klasik: Le Orme

🙂

Benim çok sevdiğim bu grubun 7. Albümü Smogmagica’dan güzel bir parça (Amico diieri) ve video.. RAI’de yayınlanmış.. Yıl 1975.  Le Orme, bu albümü Los Angeles’da yapmış.. Biraz fazla “melodik” olunca fanları çok kızmışlar, geri adım attılar diye… Parçayı dinleyen, altında da “daha prog rock” olan 1. Albümlerini de linkinden fanların haklı olup olmadıklarına karar verebilir 

Bu da aynı parçanın daha “çağdaş”, 1997 versiyonu (mızıka filan eklenmiş)

Bu arada bu parça, Los Angeles’da çölden esen sonbahar rüzgarlarını anlatırken, bir zamanlar çölü aşarak denize ulaşan öncülerin özgürlük hayallerini ve günümüzdeki gerçeklikle olan uyuşmazlığını anlatıyor:“Sonbahar rüzgarı/Geçmişin Arkadaşı/ Bugün kimse takmıyor/Senin yükselen sesini…”

Le Orme’nin 1971 tarihli ilk albümü: Collage

Bir başka klasik: Banco

Yukarda yazmıştım RPI’nın “3 Büyükler”i diye..  Le Orme ve PFM ile birlikte diğeri bu grup. Banco’nun tam açılımı, Banco del Mutuo Soccorso(Ortak Yardım Bankası demek). Nocenzi biraderlerin (teke düştüler gerçi ama) piyano motifli, caz esintili bu prog-rock grubunun 1972 tarihli Darwinalbümlerinin linki altta. Bu albümden sonra 90’larda tekrar bir araya gelip neredeyse tür değiştirdiler, hafif şarkılarla çok popüler oldular. Phil Collins’li Genesis gibi… Şimdilerde tekrar eski malzemelerle titreyip kendilerine geldiler. İtalya’da bizim Moğollar statüsündeler… Ama “ses”leri Francesco Di Giacomo’yu 2014 yılı başında trafik kazasında kaybettiler.

Darwin albümü:

Rahmetli Francesco Di Giacomo’nun sesi, Vittorio Nocenzi’nin piyanosu…

Banco’nun 7 dakikalık çok güzel bir konser kaydı 750,000 Anni Fa L’amore:

Read article

Sunuş: Umut

Comments (0) #Umut

“Ülkenin umuda bakış açısı, sadece müzik değil hangi konu olursa olsun Polyannacılık seviyesinde kaldı bugüne kadar. Umut, hiçbir zaman normal bir şeymiş gibi algılanmadı.”

Tıpkı muadili birçok mesele gibi, bu dijital dergiyi doğuran şey de umuttu. İnsanoğlunun dert diye yakındığı şeyin ardında umut yatar. Bizim de dert ettiğimiz şey, hatta bizi bir araya getiren şey de, “iyi müziğe” dair umutlarımızdı.

Ülkenin umuda bakış açısı, sadece müzik değil hangi konu olursa olsun Polyannacılık seviyesinde kaldı bugüne kadar. Umut, hiçbir zaman normal bir şeymiş gibi algılanmadı. Geleneklerinde kadercilik olan toplum için sadece dayatma olan bu kavram, nabza göre şerbetçilerin elinde oyuncak oldu. Yani insanı kirleten yine insanın kendisi oldu.

Türkiye siyasi tarihinden, kültürüne varana kadar her aşamada umudu için direnen insanların aykırı kabul edilmesi de, başka bir tuhaflık olarak önümüze sıkça servis edildi. Bir gün akla düşen, yüzü gülümseten, içi ısıtan o düşünce insanın yüzünde sert bir mizaca dönüştü. Çünkü, siz konuştuğunuz anda, karşınızdaki gözlerini kaçırıyorsa, sizi yok sayıyorsa varoluş acısı başlar; ve acı güldürmez!

Biz de bu sayıda mizacı sertleşmiş, aynı şeyleri söylemekten gına gelmiş ama daha dirayetli bir şekilde müziğe dair umutlarımızı yazdık. Konu bu sayıyla sabit mi? Hayır!

Daha yeni başladık.

Read article

İsmet

Comments (0) #Umut

“Benim değinmek istediğim nokta konunun bilinç altında yaşananlar. Yeniden bir soru sormam gerekiyor. Jakuzi hiç olmasaydı, Peygamber Vitesi devam etseydi aynı “başarıyı” elde edebilir miydi? Nihil Piraye, Sanduka’nın izinde ikinci bir albüm çıkartsaydı şu an benzer bir bilinirliği elde eder miydi? Cevabı hepimiz biliyoruz. Hayır! Peki bu, Sanduka ya da Peygamber Vitesi kötü, sıradan, dinlenilmez olduğu için mi? Kesinlikle hayır!”

Umudun Yarattığı Kaygı

Umut, insanın kendi kendine vadettiği birtakım hayallerden ibaret. O hayalleri süsleyen iyi temennilerin ardına saklanmış kaygı öylesine kamufle olmuş ki, hayal edenin onu görmesi pek mümkün değil

Zaman kavramı içinde bildiğimiz şeyler sadece düne dair. Dün bildiğimiz şeyler kadarını biliyoruz. Bugün ise, dünkü deneyimlerin ışığında hayatımızı idame ettiriyoruz. Yarın mı? Yarın, hepimiz için koca bir bilinmez. Yarının, bilinmezin bir diğer adı da Umut!

İsmet’in Umudu!

Yıl 1927. Dünyaya gözlerini açan bir çocuğa İsmet adını koydular. O İsmet, zamanı geldiğinde, Türkiye henüz modern müzik akımlarıyla tanışmamış, hâlâ Bizans döneminden süregelen kendi müziğini yaşatırken çok büyük işler yapacaktı. 2017’ye veda ettiğimiz zaman diliminde de bir adam çıkıp, “Türkiye’nin en önemli cazcılarından, ilk caz orkestra şeflerinden biri” ünvanıyla onu takdim edecekti.

Türkiye’de müzik tarzı faşizmi var. Mesela, Beatles sever birine anında “hippi bu” diyerek onu başkalaştıranlarla, arabesk dinleyene “kıro” diye sınıflandırmalara bölen insanlarla dolu bu ülke. Rahmetli babam geldi aklıma. Kaset rafının üst sıralarında Ümit Besen, alt raflarında ise Michael Bolton ve Elton John kasetleri vardı. Toplumun bakış açısını baz aldığımda, babamın sosyal statüsü beni epey düşündürdü.

Velhasıl, müziğe “müzik” gözüyle değil, hitap ettiği kitle ve yarattığı kültür olarak bakılan bir ortamda, 78’lerde Amerika’daki dünyaca ünlü, “World Music” kavramının yaratıldığı yerlerden biri olan Creative Music Studio’da, dönemin önemli müzisyenlerine ders vermiş İsmet Sıral, tabi ki kendi ülkesinde bilinmeyecekti. Bu ülke, 300 küsür yıl boyunca kendi kültürünün yapı taşları olan Bach’ları bugünlere taşıyabilen ülkeler gibi, kendi ülkesinin önemli isimlerini 50-60 yıl ötesine bile taşıyamadı. Hatta yakın tarihten bir örnek vermek gerekirse; Mozart’ın 239 yıldır saklı tutulan bir eserini, Avusturya Tutti Mozart orkestrası ile sahneye taşıma onuruna erişen Şefika Kutluer’in ülke çapındaki bilinirliği ne yazık ki, bir elin on parmağı kadar bile değil. Düşününki, bu isimleri biliyor olmak ya da caz, klasik müzik gibi türleri dinliyor olmak bile, “entel” olarak nitelendirilmenize neden oluyor. Not düşmek gerekirse, buradaki “entel” tatlı bir hakaret, dışlama içeriyor. Gerek siyasi gerekse kültürel olarak, bizden olmayan diye nitelendirilen her şey, aslında “bizim” gibi gösterilen ama esasında “bize dayatılan” şeyler ile ilgili…

Sıral’ın biyografisi internette çok detaylı olmamakla birlikte bulunabilir. Araştırmacılığınıza güvenerek detaya girmiyorum. Fakat, hayatı ile ilgili şu kesite girmek istiyorum. Yıl 1987. Marmaris’te büyük bir umut ile yaşamını sürdüren Sıral, aynı yerde intihar ediyor. Yıllarca, tüm emeğini, aklını heba ettiği bir umudu vardı; o da Marmaris Turunç’ta satın aldığı arazinin üzerine bir müzik okulu inşa etmek. Sağlığı bozulup, yaşamını sürdürebileceği kadar gelire sahip olamayan Sıral, Turunç’taki araziyi satıyor. Ardından da bunalıma girip hayatına son veriyor.

Müziği üreten cenah için “umut,” aklındaki ve elindeki yetenek kadar değerli. Müzisyenlerin, sadece müzik ile hayatlarını sürdürmeleri bu ülke için epey zor. Kerem Görsev’in denk geldiğim birkaç röportajında -o ya da bu sebepten hiç fark etmez,- sıkça gözlemlediğim rahat yaşadığına dair ibarelere gerçekten seviniyorum. Keşke tüm müzisyenler aynı koşullarda yaşıyor olsa. Çünkü, iyi müziği üretmek için zamana ve çok çalışmaya ihtiyaç var. Mevcut koşullarda günlük yaşantısını sürdürme telaşından heba olan bir sürü müzisyen var.

Bir ülkenin “sanat üretmesi” neden önemli biliyor musunuz? O sokakta “kıro” ya da “entel” diye aşağıladığınız adam/kadın ile iletişim kurabilin, empati yapın; özetle insan olun diye önemli. Size dolaylı yolardan da olsa satılan “ah o liseli” sapkınlığı yerine, İlhan Mimarloğlu’nun herhangi bir eseri satılsaydı bugün siyasi, kültürel veya tamamen birey bazında arzu ettiğiniz hayatı yaşıyor ya da az da olsa hissediyor olurdunuz. Kültür, iyi ya da kötü hayatın tetikleyicisidir. Bu benim iddiam değil. Dünya üzerindeki örnekleri açıkça gözlemlenebilir.

Sıral, işte bu yüzden önemli bir örnek. Yaşadığı dönem itibariyle, hayal ettiği kazancı elde edebilseydi bugün yıllara dayanan köklü bir müzik okulundan bahsediyor olabilirdik. O okul var olsaydı belki de bu aralar 30. yılını kutluyor olacaktık. 30 yılda yetiştirdiği, ülke kültürüne kazandırdığı sayısız Kerem Görsev’lerden, Ferit Odman’lardan bahsediyor olabilirdik. Sıral, müzisyen olarak elde edemediği o parayı başka işlerde, başka şeyler yaparak da elde edebilirdi ama o zaman kendisinden bahsedebilir miydik emin olamıyorum. Şu an bile onun müzisyenliğinden daha çok, müzik okulu-umut-intihar temalı bir sansasyonel bir durum üzerinden tahliller yapıyoruz. Yazık!

Hazzın Yarattığı İllüzyon

Yakın dönem içerisinde, ülkenin koşullarına bakarak müziği icra etme fikri hakkında kendi içimde çokça tartışmalar yaşadım. Bu konuyla ilgili birkaç müzisyen arkadaşımla yaptığımız konuşmalarda verilen ortak mesaj hep aynıydı. “Ortama kızıp bırakmak neden?”, “üretime devam etmek gerekir” diye eleştiriler aldık sürekli. Müziğe devam etmek ya da etmemek bir tercih meselesi değil. Müzik, bir yerden sonra yemek yemek, uyumak gibi hayatın akışı içerisinde “normal” bir şeye evriliyor; olması gerektiği gibi.

Aklımda bazı merak ettiğim sorular var. Kutay Soyocak‘ı ilk Peygamber Vitesi‘nde tanıdık. Sonra da Jakuzi‘de farklı bir formatta müzik yaparken gördük. Bu durum hep merak uyandırdı bende. İki müzik tarzı arasında uçurumlar var. Soyocak’ın Peygamber Vitesi’inden Jakuzi’ye geçişi bir isyan mıydı? Yoksa geçmişten gelen bir arzu muydu? Yoksa her şey akışında mı gelişti? Müzik tarzı birbirinden çok farklı ama kimilerince Jakuzi, Peygamber Vitesi’nden daha başarılı. Elbette şunu değerlendirebiliriz. Peygamber Vitesi, özellikle ikinci albümü itibariyle kolay dinlenebilir ve anlaşılabilir değildi. Zira bu gerçek anlamda bir başarı kıstası değil. Jakuzi ise, sokaktaki 10 kişiden 8’ine kendini dinletebilir. Sahne duruşundan, sözlerine kadar tamamıyla bir proje grubudur Jakuzi ve bu alanda da, hedeflediği nokta itibariyle de istediğini almıştır. Konuyu bağlayacağım noktaya birazdan geleceğim.

Şimdi odağınızı Nihil Piraye‘ye çeviriyorum. Nihil Piraye’nin “Sanduka”sı ile “Değildir” serisi arasındaki muazzam farklılığın da bir açıklaması muhakkak vardır. Grubunun belki de hatırlamak istemediği “Sanduka”, elbette beklenti ve beğeni karşılamayabilir ama üretim kaynağındaki isimler aynı ama ortaya koydukları eserler çok farklı. Başka bir örnekle; Sakin’den Onurr’a geçiş arasındaki sertlik de bir yumrukla tuz buz olmaz değil mi?

Ne demek istediğimi anladığınızı tahmin ediyorum. Daha idealist ve özgün ama dinleyici tarafından ilgisiz karşılanan gruplar ya da isimler, dinleyicinin profiline uygun alanlara kayarak bilinirliklerini arttırmıştır. Yıllara dayanan dinleyici özlemi, onca emek, çaba, harcanan para bir kez bile geçtim maddi kısmını, manevi olarak bile geri dönüş sağlamıyordu. Şimdi ise her şey tersine dönmüş vaziyette.

Hayatlarını müzikle idame ettirmeye çalışan müzisyenlerin esasında çok fazla tercih şansları yok. Askeriyede ya da belediyelerin orkestralarında konservatuar mezunu olan, resmi olarak da müzisyenliğini kanıtlayan insanlara da pek tercih şansı sunulmuyor. Dinleyicinin ve güç sahiplerinin kolundan, yakasından çekiştirerek bir yere sıkıştırdığı bu insanlar “bir şey olmaya zorlanıyor.” Onlar bugün senden Jakuzi olmanı isteyecek, yarın da başka bir şey olmanı. Onların istediği kişi oldu diye, Jakuzi’yi gömmek değil mesele; bu işin kolay yolu olur. Dergiden Ali abi’nin (Ali Örnekal) dediği gibi; “arada dayağı yiyen müzisyen”, “sebep olanlar geride duruyor” yorumu olayın net olarak özetidir.

Tektipleştirilen Müzisyenler

Sadece müzik için değil, herhangi bir şey için insanları tektipleştirerek, günün koşullarına uyarlamaya zorlamak tam anlamıyla haksızlık. Bugün çıkıp bu yazı üzerine Jakuzi ya da Nihil Piraye, “bu bizim tercihimiz”, “yazdıkların saçmalık” diyecek belki de. Bu gerçekten öyle de olabilir; olmayabilir de. Lakin, kendi bilinçaltına dâhi itiraf edemedikleri şeyler olabilir. Benim, senin ve onun gibi…

Benim değinmek istediğim nokta konunun bilinç altında yaşananlar. Yeniden bir soru sormam gerekiyor. Jakuzi hiç olmasaydı, Peygamber Vitesi devam etseydi aynı “başarıyı” elde edebilir miydi? Nihil Piraye, Sanduka’nın izinde ikinci bir albüm çıkartsaydı şu an benzer bir bilinirliği elde eder miydi? Cevabı hepimiz biliyoruz. Hayır! Peki bu, Sanduka ya da Peygamber Vitesi kötü, sıradan, dinlenilmez olduğu için mi? Kesinlikle hayır!

İşte burada; müzisyen kanadında, haz temelli bir tercih yapmaya teşvik ediliyorsun. Peygamber Vitesi olarak devam ettiğinde yok olacaksın. Mevcut dinleyici kitlesi ile o müziği var etme şansın yok. Jakuzi olarak devam edersen Babylon’da kapalı gişe yapıyorsun. Eğer istenen gerçekten Jakuzi olmaksa hiç problem değil, fakat istenen Peygamber Vitesi olmaksa, “yok olmaktan korktuğun için” Jakuzi olarak devam ediyorsan o illüzyonun bir parçası oluyorsun.

Bazen insanlara istediğini vermek yerine, insanlara istediğin şeyi anlatmaya direnmek gerekiyor. Fakat kimseyi de “sen neden idealist değilsin” diye yargılamak da haddimize değil. Bu tercihin iki yakası var. İsmet Sıral olup intihar etmek zorunda kalmak ya da Jakuzi olup kapalı gişe yapmak. Sert bir kıyas olduğunun farkındayım. Örneği çarpıcı hâle getirmek için bu kıyası yaptım.

Örneklemelerimin saflığını size temin ederim. Sadece müzisyenin tercih yapma psikolojisini sorguluyorum. Jakuzi veya Nihil Piraye güncel dünya şartlarına göre doğru olanı yapıyor olabilirler. Bu yazıda bu isimlere yönelik bir eleştirim yok açıkçası. Benim derdim bu karmaşayı yaratan -gerçekten- varsa şayet sektörün ve o sektörün müzisyen ve dinleyici dışındaki kalan kesimin kendisiyle; üreten ile dinleyen arasındaki köprüyü kuran menajerler, organizatörler, müzik yazarları, müzik blogları, gazeteler, radyolar, şahsına münhasır önem arz edilmiş abiler/ablalar ile…

Dünya, güzel şeyler yaşamak hayaliyle, “umut” üzerinde yüzen bir şey. Ve maalesef dünya, Victor Jara hissiyatıyla hareket etmek için kaygan bir zemin. 73’te gitar çaldığı için elleri kırılan, ıslık çaldığı için dili kesilen adamın cesareti çoğumuzda yok. Evet, belki direnişe sebep olan konu farklı. Bu kadar çetin bir kavga içinde değiliz ama her ne arzu ediyorsak geleceğe dair; hepsinin özünde “umut” var. Bir plazada, haftanın 5-6 günü çalışarak hayatın içinde “umut” ettiğin müzik ile erimek mi, yoksa istemediğin bir müziği üretme pahasına, bile bile o müzikle erimek mi?

İsmet Sıral, Kutay Soyocak, Victor Jara ya da Berk Sivrikaya… Hangisi olursanız olun. Müzik bir umudu temsil eder. Umut ise bir kaygıyı. Kaygı ise uçsuz bucaksız, ne olduğu ya da olacağı belli olmayan bir akıl ormanını. Yarını!

Akıl ormanlarında kaybolmak zorunda olmadan müzik yapmak mı?

Belki,
Bir gün.

*Görseller: İsmet Sıral (Ercan Demirel – Ironhand Records)

Read article

Sesin Dönüşümü: “Tenha Sokaklara Gitme Sakın”

Comments (0) Serbest Bölge, Sessizlik

The Art of Noises” ses, teknoloji, elektrik ve makinenin ilk defa iç içe girdiği bir alandır. Yakın bir gelecekte ise gitar elektrikle buluşacaktı. Bu buluşma sonrasında ise, neredeyse her müzik aleti bu dönüşümden nasibini alacaktı. Müzik ve elektrik ise adeta iç içe girecekti. Rock müziğin temelinin sanayi devrimine dayandığını söylemek, çok da abes kaçmaz artık: yani makinenin sesine.

İletişim 101 ya da türevi derslerde verilen birkaç ‘klişe’ ders örneği vardır. İlki 1800’lü yıllarda ilk defa makine sesi duyanların tepkileri… İlk kez makine sesi duyan insan korkar, ürperir. İkincisi ise genellikle sinema salonundan gelir. Olaylar, kocaman bir trenin, beyaz perdeden renksiz olarak yavaş yavaş seyircinin üzerine gelmesiyle başlar. Treni hareket halinde görünce salondakiler telaşlanır. Heyecanlanır. En sonunda ise salonu terk eder. Oldukça şaşırtıcı iki hikâye, hele günümüzden bakıldığında çok daha şaşırtıcı. 2000’li yıllarda modern birey makinenin sesine öyle aşinadır ki, aksine gündelik hayatta ses seviyesinin azalması çoğu zaman korkutucu gelir. Daha tanıdık bir örnek ise ebeveynlerden geliyor.


Ebeveynler çocuklarına, genellikle şu şekilde öğütler verir: “Aman tenha sokaklara gitme.” Tenha sokaklar sessizliktir aslında. Tenha sokaklar, yani insanın sayıca az olduğu, makine sesinin sadece uzaklardan yankılanarak geldiği mekânlardır. Sessizlik artık korkutucudur! Korku verendir. Bir başka örnek ise korku filmlerinden gelebilir. Eğer postmodern bir korku filmi izlenmiyorsa, korku filmleri genellikle sessizlik üzerine kuruludur. Gerilim genellikle sessizlik ile vurgulanır. Sessizlik ürkütücüdür. Sessizlik güvensizliktir çünkü sessizlik demek, makineden uzaklaşmak demektir.

Çünkü sessizlik demek üretim ilişkilerinden uzaklaşmak demektir ve bu elbette sistem için ‘korkutucudur’. Çünkü sessizlik doğaya dönüşü de imgeler, doğaya dönen birey üretim ilişkilerinden de uzaklaşır yani sistemden uzaklaşır. Tam da bu nedenle sistem, iktidar araçlarıyla sessizliği negatif anlamlarla donatır çünkü bireyin sistemden uzaklaşması, sistem için toplumda huzursuzluk olarak adlandırılır. Bu girizgah, kafamda birkaç soruyu da doğurmaktadır; Sessizlik nedir? Mutlak bir sessizlikten bahsedebilir miyiz? Modern zamanlarda, ses-sessizlik ikilisi nasıl dönüşür?

SESSİZLİK MÜMKÜN MÜ?

Önce sessizlik üzerine düşünelim. Nedir sessizlik? Ses insandan önce, hatta kültürden önce var olan bir mefhumdu. Çünkü ses harekete dair bir durumdu. Yani ses aksiyonla ilişkilidir, eylem gerekir, gerektirir. Dolayısıyla evrende fiziksel sınırlar içerisinde hareket eden/ettirilen her nesnenin/canlının sesi çıkar. Eğer hareket sesin ortaya çıkmasına neden oluyorsa, hareketsizlik ve sessizlik arasında da nedensel bir ilişki kurabilir miyiz? Çünkü derdimiz sessizliği aramak, bulmak. Pek kurabileceğimizi düşünmüyorum. Bu ilişkilendirme insan merkezli bir düşünce yapısının ürünüdür. Bu yaklaşım insan kulağını tartışmanın merkezine koyar ve gerisini sınır dışı bırakır, tartışmanın sınırı ise insan fiziksel ve biyolojik sınırlardır. Dolayısıyla duyma olarak adlandırdığımız şey, insanın duyabildiği seslerdir. İnsan merkezcidir ve harekete dayalıdır. Peki insanın duyamadığı sesler… Onlar halen çevremizde duruyor.

Bu nedenle ses fikri, bir tür toplumsallığa da işaret eder çünkü toplumsallık harekete dairdir. Toplumsallık ses çıkarır. Dolayısıyla ses ya da sessizlik, insanın ona atfettiği, aksiyona dayalı toplumsal pratikler bütünüdür. Bakın, makinelerle olan ilişkimiz, yani metalin sesi ile olan ilişkimiz çok uzun bir geçmişe dayanmaz. 150 yıllık bir geçmişten söz ediyoruz şurada.- yani sanayi devrimi- Hayatta kalabilmek için kırsaldan ya da özünden uzaklaşmaya zorlanan birey, yani yerinden yurdundan edilen insan, şehirlere göç etmeye başlar. Çünkü makine belirgindir artık gündelik hayatta, hatta makine belirleyici hallerden birine dönüşmüştür. Makinenin pratikleri gündelik hayata nüfuz etmeye başlamıştır. Sonuç olarak şehre göç eden bireye ise tek bir ses hakkı kalmıştır ki; o da genellikle makineden oluşan sese, yani modernitenin sesine mahkûmiyettir. Arabanın motor sesi, fabrikanın sesi, çamaşır makinesi sesi ve dahası… Gürültü ya da ses?

MAKİNEDEN ÇIKAN YENİ ÇAĞIN SESİ

Makineleşen toplumun sesle olan ilişkisi de makineye dair bir hal almaya başlamıştır.  1913 yılında yaptığı deneysel işle, belki de elektronik müziğin temelini atan Luigi Russolo, makinelerin gürültüsüne- gürültüyü negatif bir konatasyonla değil, olumlu bir okuma olarak görür.- yoğunlaşmıştı. Russolo çağın seslerinin artık makineden çıktığına inanıyordu ve makinenin derin bir ses aralığı sunacağını düşünüyordu. Yani ‘gürültüden’ sanat üretimine girişti. “The Art of Noises” ses, teknoloji, elektrik ve makinenin ilk defa iç içe girdiği bir alandır. Yakın bir gelecekte ise gitar elektrikle buluşacaktı. Bu buluşma sonrasında ise, neredeyse her müzik aleti bu dönüşümden nasibini alacaktı. Müzik ve elektrik ise adeta iç içe girecekti. Rock müziğin temelinin sanayi devrimine dayandığını söylemek, çok da abes kaçmaz artık: yani makinenin sesine.

ARTIK OLMAYAN BİR SES: “YAZIYOOOOOR, YAZIYOOOOOR…”

İngilizce’de çok sevdiğim bir terim var: “Soundscape”. Özellikle antropologlar, müzikologlar ve sosyologlar bu terim üzerine çok çalışır. Soundscape’i herhangi bir kaynağa bağımlı kalmadan şu şekilde tanımlayabilirim: Zaman ve mekân ekseninde ortaya çıkan seslerin, insan kulağından geçerek oluşturduğu zihinsel karşılık. Zaman ve mekân eksenlerinde ortaya çıkan sesler ise şunu ifade eder: 60’ların Türkiye’sinde çoğunluğun aşina olduğu, ancak şu an duymamızın imkansız olduğu sokakta gazete satan çocukların “Yazıyooor, Yazıyooor” diye bağırışlarıdır… Şu an o sesler yok. Bu seslerin yok oluşu, toplumsal dönüşümlerle doğrudan temas halindedir. Başka bir deyişle, her dönemin farklı politik, ekonomik ve teknolojik üretim ilişkileri vardır ve bu üretim ilişkileri sesler üretir. Günümüzde ya da geçmişte yapılan müzikal işleri, bu sosyal etkileşimlerden ayrı olarak okumak gerçekten oldukça hatalı bir yorumlama olacaktır. Bu sıradan bir albüm kritiğinde bile geçerlidir üstelik.

Günümüze baktığımızda ise; “sessizlik” makine sesinin anti-tezi değildir çünkü ses kavramı makineden bağımsızdır. Ses vardır ancak sessizlik ise şu anki şartlar itibariyle bir tür imkânsızlıktır. Ancak soundscape meselesi üzerinden düşündüğümüzde, yine de bir sessizlik tanımı yapabiliriz sanki. Modern zamanlarda sessizlik çoğu zaman modern şehirden uzaklaşmaktır biraz da. Bu bazen ‘korkutucu’ tenha bir sokak, bazense doğanın yapısal belirli hallerine kavuşmaktır. Sessizlik çoğu zaman modern şehirden uzaklaşmaya işaret eder, yani doğaya dönüştür. Doğanın seslerini bir tür sessizlik olarak düşünürüz ama doğanın sesi-yani sessizlik- ise sistem için bir tür ötekidir. Sessizlik üzerinden korku mitini üreten sistem, bireyi modern sınırlar içerisinde hapsetmeye çalışır ve belirlenen sesleri duyarız çünkü sessizlik korkutucudur, tehlikedir, güvensizliktir çünkü makineden uzaklaşmak korkutucudur.

Read article

Ömer Madra: “Medya sessizleştirilenlerin Sesi Olmak Zorundadır”

Comments (0) Röportajlar, Sessizlik

2000 yılında Açık Radyo RTÜK tarafından 15 günlük bir kapatma cezası alır. Radyoya 15 günlük ara vermek için mikrofonun başına geçen Ömer Madra son olarak bir anons geçer; “Şimdi değerli bestecimiz Hasan Ersel’in John Cage’in 4’33” adlı eseri üzerine çeşitlemeler dinliyorsunuz.” der ve radyo kapanır. Açık Radyo​ Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra ile sessizlik ve bu ‘enteresan’ sansür süreci üzerine konuştuk.

John Cage ve 4’33” performansı sizin için ne anlam ifade ediyor? 
Müzik zaten soyut bir şey, hatta dünyadaki en soyut şeylerden biri. John Cage ise 4:33 ile, soyutlamada gidilebilecek en uç noktaya ulaşmış. Sese dayalı bir durumda bundan daha ötesi olmaz zaten. Fakat bu eserin Açık Radyo olarak bizim için ayrıca çok önemli bir yeri var. Türkiye’de her zaman ilginç tuhaflıklar olabilir, hiç şaşırmazsın yani. Bizimki de bunlardan biri işte.

2000 yılında bir ceza alıyorsunuz ve John Cage’in bu soyut işini, RTÜK’ten almış olduğunuz ceza üzerinden yeniden okuyorsunuz. O dönemde neler olmuştu?
2000 yılında Açık Radyo 15 günlüğüne kapatıldı ve bu da bir edebiyat programı yüzünden oldu. 2000 Eylül’ünde “Amma Hikâye” adlı bir program vardı. (Program adını Oğuz Atay’ın meşhur “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesinin –ki gayet acıklı bir hikâyedir– son cümlesindeki o harika laftan alıyor.) Hem Türkiye’den hem dünyanın farklı coğrafyalarından yazarların farklı hikâyelerden oluşan uzun soluklu bir programımız vardı. Bir bölümde de Amerika Birleşik Devletleri’nin en önemli hikâyecilerinden Charles Bukowski’nin “Kasabanın En Güzel Kızı” adlı hikâyesini yayınlamıştık. İşin ilginç tarafı, bu hikâye radyomuzda daha önce de yayınlanmıştı. Programı Göksenin Göksel hazırlıyordu. Göksenin, öykü dünyasının en seçkin örneklerini yayınlamaya çalışıyordu: Sait Faik de yayınlıyordu, Oğuz Atayda. Afrikalı hikâyeciler de oluyordu, Fransızlar da. Senelerce devam etmiş, çok değerli bir programdı. Charles Bukowski hikâyesini ikinci kez yayınladık çünkü hikâyeyi ilk seferinde okuyan arkadaşımız Ayşen Aydemir, o ara gencecik yaşında vefat etmişti. Onun anısına bir kez daha okundu hikâye. Biz de böylesine dramatik bir olayın ardından empatiye dayanan bir eylemde bulunmuş olalım demiştik. Bir çeşit vefa borcu yani. Hikâyenin kendisi de oldukça trajik, aslına bakılırsa. Cass diye bir karakter var. Akıllı olduğu kadar vicdan sahibi bir karakterdir. Resmi sever, dansı, şarkıyı ya da çömlekçiliği sever ve “insanlar acı çekiyorsa, Cass onlar için yürekten üzülürdü. Bunun nedeni ise basitti çünkü Cass kimseye benzemezdi. Cass’in pratik zekası yoktu…” diyor Bukowski, yani muazzam bir cümle bu.

Ömer Madra, Açık Kitap’taki 4’33” göndermesini gösteriyor.

İlk yayınla ikincisi arasında kaç yıl vardı?
Dört yıl kadar olması gerek.

BİLİRKİŞİ DEĞİŞTİ, GÖRÜŞ DE DEĞİŞTİ TABİİ

O dönemde hukuki süreç nasıl işledi peki?
Programda okunan bu hikâye nedeniyle;  Açık Radyo’ya genel ahlak ve Türk aile yapısına aykırı vb olduğu gerekçesiyle 15 gün kapatma cezası vermişlerdi. Ancak 9. İdare Mahkemesine biz dava açmıştık ve Açık Radyo yürütmeyi durdurma talebinde bulunmuştu. Bu da kabul edilmişti. Uluslararası çapta iletişimci akademisyenlerin de bulunduğu bilirkişi heyeti, Türk aile yapısının Charles Bukowski ile alakasının bulunmadığını, dahası genel ahlak ile alakasının da bulunmadığını belirtmişti. Bilirkişi raporu, “öyküde cinsel bir takım sözcükler yer alıyor olsa da, bunlar cinsel duyguları ortaya çıkarmak için kullanılmamış, aksine genç bir kızı intihara sürükleyen ilişkileri ortaya koymak amacına yöneliktir” şeklinde görüş belirtmişti. “Dolayısıyla, o öyküyü hiçbir şekilde genel ahlaka aykırı olarak nitelendirmek mümkün değildir,”  diye bitiyordu bilirkişi mütalaası. Ancak, dediğim gibi, o süreç içinde bilirkişi de değiştirildi ve görüş de “değişti” tabii. Son tahlilde biz bu davayı kaybettik.

 John Cage’in 4’33″ünüz RTÜK cezası ile ilişkilendirme biçiminiz takdire şayan. Bu fikir nasıl aklınıza geldi?

Şimdi şöyle bir RTÜK yönetmelik kuralı var: Eğer televizyonda böyle bir ceza alırsanız, kapatılmanın gerekçesi kapanmadan hemen önce ekranda yazı olarak geçer ama bu ceza radyoda olursa, kapanmadan hemen önce bu gerekçeler sözlü olarak anonsta geçmeli. Bu anons tam hatırlamamakla birlikte ceza süresince 2 sefer söyleniyor. Anons görevi de radyoda bana düşmüştü. Amma velakin, biz şöyle bir şey yaptık; yönetmeliğin gerektirdiği şeyi harfiyyen uyguladık önce: Kapatılıyoruz 15 gün süreyle kapalı kalacağız, çünkü madde gereği genel ahlak, Türk aile yapısı vesaire… yüzünden 15 gün kapalıyız dedik. Sonra da şunu ilave ettik: “Şimdi değerli bestecimiz Hasan Ersel’in -kendisi önemli bir ekonomist olmanın yanı sıra klasik müzik üzerine Açık Radyo’da dönem dönem programlar yapmıştır– John Cage’in 4’33” adlı eseri üzerine çeşitlemeler dinliyorsunuz.” diyerek yayını bu şekilde bitirdik ve 15 gün boyunca yayını bu şekilde “sessizlik senfonisi” çalarak bıraktık. Bilmiyorum John Cage’in aklına gelir miydi ancak 4’33”nün en radikal kullanımlarından biri olmalı. Biz bunu “Açık Radyo Senfoni Orkestrası” tarafından icra edilen bir senfoni olarak 15 gün boyunca uyguladık.

Sonrasında Açık Kitap olarak adlandırdığımız ansiklopedik bir yayın yamladık, 15. kuruluş yıldönümümüz vesilesiyle. Açık Kitap’ta bu süreci (kapatılma sürecini) ele aldık. Açık Kitap ansiklopedik bir içeriğe sahip olduğu için, “Amma Hikâye” başlıklı maddede olan biteni anlattık. Bunu yaparken de maddenin yer aldığı sayfalardan 4.33 sayfayı da boş bıraktık!

“HELAL OLSUN, BUNLARA KURŞUN İŞLEMEZ”

Radyo kapalıyken neler hissettiniz? Radyonun kapanışı sizin için de bir tür sessizlik olsa gerek.

Ee tabii, bizim için sarsıcı bir durumdu. Bilmem kaç yıldır, sabahın 7’sinde buraya geliyorsun, bir saat hazırlık yapıyorsun ve onca yıl sonra, elini ayağını nereye koyacağını bilemediğin derin bir sessizlik ortaya çıkıyor birdenbire. Bu John Cage’in sessizliğinden de biraz farklı. Çok sıkıcı bir dönemdi ama sonuç olarak radyoyu çok kalabalık bir şekilde sona erdirdik. Dostlarıyla, programcılarıyla ve destekçileriyle bütünleşen bir şey oldu. Eğlendik, ancak haliyle epey sıkıldık da.

Yasak sonrasında neler olmuştu peki?

Yasak bittiğinde, dönüşte de, kural gereği tam aynı saatte açmak zorundaydık. Aynı şekilde bir açıklama da yapmak zorundaydık. Biz de “Nerede kalmıştık?” diyerek yayına başladık, ardından yasal açıklamamızı yaptık ve ardından da ilk iş olarak “Ayılana Gazoz, bayılana limon” şarkısını çalarak işe giriştik. “Limoncu derler adıma, kimseler gelemez yanıma” dedik yani ve böyle de devam ettik. İlginç bir ayrıntı da var o dönemden: Profesör Ayşe Buğra da – kendisi hem programcımız, hem dinleyicimiz, hem de destekçimiz– bize yıllar sonra (2006’da) bir mektup göndermişti. O mektupta, sansür sonrasında basın sansürüne dair bir sert açıklama ya da mağduriyete dair bir açıklama beklenirken, bizim ayılana gazoz, bayılana limon adlı şarkıyla başlamamızın çok hoşuna gittiği belirtiyordu. Ayşe o açılıştan daha büyük bir meydan okuma olmayacağını düşünüyordu. Ayşe’ye göre; Açık Radyo hem işini ciddi yapanlar, hem de kendilerini ciddiye almadan bu işi yapanların bir alandı.  Hatta Ayşe, Açık Radyo’yu “Helal olsun, bunlara kurşun işlemez” olarak değerlendirdiğini söyleyerek bitiriyordu.

Açık Radyo olarak absürditenin sınırlarında dolaştığınız bir dönem olmuş galiba. Buna benzer durumlar yaşadınız mı peki?

Türkiye’de absürditenin sınırları her zaman yeni rekorlarla aşılabilir. Bu her alanda var. Bu, hüsran yaratabildiği kadar, aynı zamanda eğlenceli de olabilir. Şöyle garip bir durum da olmuştu mesela. O dönem RTÜK’ün başkanı sayın Nuri Kayış’tı. Kendisi kapatılmamızdan hemen önceki bu yasak sayesinde Açık Radyo’nun çok da “reklamı olduğunu” söylemişti. Absürditeden bahsettik ya, benim de bu mülakat aklıma geldi yıllardan sonra. Belki de haklıyı Nuri Bey, kim bilir?

SESSİZLERİN SESİNİ DUYURAMADIĞI BİR ORTAM OLMASI SON DERECE NORMAL

Sessizliğin politiği hakkında ne düşünüyorsunuz? Sessizlik politik bir ses mi sizce?

20 ve 21. yüzyılda demokrasi ile yönetilen ülkelerin en temel problemlerinden bir tanesi, ifade özgürlüğü. Benim zaten asıl akademik formasyonum uluslararası insan hakları üzerine. Doktora tezim de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, sonrasında yazdığım ikinci akademik kitabım da Göçmen İşçiler ve uluslararası hukuktan doğan hakları üzerine. Yani radyoculuğa başlamadan önceki hayatımın önemli bir kısmı ifade özgürlüğü ve temel insan hakları üzerineydi. Çok önemsediğim bir şey bu çünkü hukukun temeli, seslerini duyuramayan kesimlerin ses çıkarabilmelerinin can alıcı önemi üzerinedir. Maalesef medyanın hem Türkiye’de hem de çeşitli ülkelerde baskılandığı ya da medyanın oto sansür yaptığı bir ortamda, sessizlerin giderek sesini duyuramadığı bir ortam olması son derece “normal” sayılan çok anormal bir durum. Ayrıca, toplumsal anlamda bir çeşit ölüm (sivil ölüm/demokrasinin can çekişmesi vb) olarak da değerlendirilebilir.

Sessizlik/ses ikilemini toplum üzerinden okursak, şu an toplum olarak ne kadar ses çıkarıp, ne kadar çıkaramıyoruz?

Dünyanın önde gelen radyocularından, yazar, düşünür ve aktivist Amy Goodman’ı çok severiz biz: Onun “Democracy Now” adlı efsanevî bir radyosu var. Hafta içi her gün 1 saatlik savaş ve barış raporu verirler. Muazzamdır yani. İnsan hakları, hatta sadece insan hakları da değil, sivil mücadele üzerine de haber-yorum verirler. (Video olarak da var). Açık Radyo’da da yıllardan beri hafta içi her sabah erken saatte bu raporlar yayınlanır. Democracy Now, Amy Goodman ve Açık Radyo’nun birleştiği noktalardan biri de iklim yıkımı meselesi oldu. Türkiye’de yaklaşık 21 yıldan bu yana, giderek artan bir şekilde bu büyük tehdide olan ilgimizi göstermeye, herkesi iklim adaleti için mücadeleye çağırıyoruz. Gezegene fosil, petrol, doğalgaz ya da kömür ile yapılan büyük ekolojik yıkımı sürekli konu ediniyoruz. Amy Goodman da bunu giderek artan bir ilgiyle takip ediyor. Kendisi ile ile Güney Afrika’da Durban’da iklim zirvelerinden biri sırasında gerçekleştirdiğim bir söyleşide, bana bir vicdani retçi tarafından kurulan Pasifik Radyosu’ndan geldiğini bahsetti.

Amy Goodman

Benim Açık Radyo için mülakat yaptığım düşünürlere, aktivistlere, yazarlara genellikle son  olarak sorduğum bir soru var: “Sizce dünya nereye gidiyor?”. Amy’den aldığımız cevap şu oldu: “Sessizlerin sesi olmadan olmaz. Sessizliği yok etmek gerekir” dedi ve  Gandhi’ye atfedilen meşhur sözü hatırlattı. “Önce sizi görmezden gelirler, sonra dalga geçerler, sonra saldırmaya başlarlar, sonunda siz kazanırsınız” diyor. Yani, efsanevi radyocu, yayıncı Amy Goodman’ın tabiriyle medya sessizleştirilenlerin sesi olmak zorundadır… Dünyanın gidişatını ancak bu yolla mücadeleye girerek etkileyebileceğimizi söylüyor yani. Bence sessizlik ve ses arasındaki bağlantı da bu şekilde olmalı.Dünyanın mevcut haline, yani adaletsizliğinden çürümüşlüğüne kadar her konuda muhakkak ses çıkarmalıyız. İlla slogan atmaya falan gerek yok ancak ses çıkarmaya gerek var. İşte bu noktada, dünyanın önde gelen düşünür ve aktivistlerinden Noam Chomsky’nin dediği gibi medyanın rolü hayatîdir. Ne olduğunu bilmeden eleştiremezsin, ses çıkaramazsın.

MİLLİYET GİBİ GAZETELERİ OKUYARAK, DÜNYADA OLUP BİTENİ ANLAYAMAZSIN

Toplumsal sessizlik üretilmesinde medya sansürü oldukça önemli bir araç kuşkusuz. Peki bu ilişkiyi kıracak alternatif durumlar üretilemez mi?

Chomsky 1967’den bu yana aydınların yani entelektüellerin de dünyadaki servet ve gelir dağılımı adaletsizliğini gidermekte büyük bir toplumsal görevi olduğunu dile getiriyor. Ben de o konudaki makalesini ilk okuduğum yıldan bu yana –ki sanırım 50 yılı geçmiştir—bu mesele kulağıma küpe olmuştur. Burada aydınların, entelektüellerin büyük sorumluluğu var çünkü aydın ya da entelektüel dediğin kişi belli ayrıcalıklardan yararlanan, iyi okullarda okumuş, iyi kötü bir yabancı dile sahip olan, bir sürü kitap vb okumuş kişilerdir. Ee bunun bedelini topluma ödemek zorundalar. Konuşmak ve durmadan konuşmak, sesini yükseltmek, dik durmak gerekiyor.

Önceden Abdi İpekçi gibi önemli editörlere sahip olan Milliyet gibi gazeteleri şu an okuyarak, dünyada olup biteni anlayamazsın çünkü bence sessizliğe katkıda bulunuyorlar. Bu çok önemli. Ses çıkarmak, en az nefes alış verişimiz kadar önemli. Kadınların seslerini ya da LGBTİ hareketini, susturmaya çalıştılar ve çalışıyorlar ama susturamıyorlar işte. Daha geçen gün, tüm engellemelere rağmen büyük bir yürüyüş gerçekleştirdiler.

BEN DÜNYADA THE BEATLES’I İLK KEŞFEDENLERDENİM.

Biraz geçmişe gidelim. 1990’larda medyada hak arayışının en kritik süreçlerinden biri “Radyomu İstiyorum” eylemiydi. Binlerce kişi siyah kurdeleleri arabalarına takarak kitlesel bir tepkide bulunmuştu. Sonucunda ise özel yayıncılığın Türkiye’de önü açılmıştı. O dönemde insanlar neden böylesine kitlesel bir tepkide bulunmuştu?

Özel radyolar birçok ülkede problemliydi. İtalya’da da böyleydi, İngiltere’de de böyleydi. Dünyada özel radyoculuk pratiği Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi bir halde değildi. Korsan radyolar kuruldu. Ben gençliğimde Radio Luxembourg dinlerdim mesela. Müthiş bir merakım vardı. A.M.’den dinlenebiliyordu. O radyo İngiliz radyosuydu ancak İngiltere’de kamu radyosu BBC olduğu için onlar Luksemburg’dan yayın yapardı. Parazitli bir yayını olurdu. Hatta o radyoda “Love Me Do” diye bir şarkı dinlemiştim. Bizim gençlikte arkadaşlarımız arasında yaptığımız listelerimiz olurdu. O şarkıyı listemin birincisi sırasına koymuştum. Daha The Beatles meşhur bile değildi yani. Hatta NME dergisinde bile sonradan birinci sıraya çıkmıştı. Ben dünyada The Beatles’ı ilk keşfedenlerden biriyim yani (Gülüşmeler) Böyle A.M. radyolar dinlemekten hoşlanırdık. Bu sorunun başını kaçırdık galiba (Gülüşmeler)

Özel radyo yayını isteme furyası sadece Türkiye’de değil, diğer ülkelerde de çok fazla oldu. Mesela İtalya’da da oldu. Burada Tansu Çiller bunu fırsat bildi ve kendisi de arabasına siyah kurdele taktı. Bu eylemi biraz kullandığını söyleyebilirim ancak bütün politikacılar bu gibi toplumsal durumları kullanır zaten. Ben ise bu eylem nihayete varırsa, gençlik hayalim olan disk jokeyliği bir radyoda yaparım diye düşündüm çünkü The Beatles’ı keşfettiğimde, TRT’ye gidip disk jokeylik yapabilir miyim diye sormuştum, onlar da kibarca olamayacağımı bahsetmişti. 17 yaşlarındaydık galiba (gülüşmeler).

İKLİM AÇISINDAN DA SIKINTILIYIZ

Toplumlarda demokrasi en temel ihtiyaçtır ve protesto da bunun en doğal yoludur. Bu yüzden otoriter rejimler fevkalade kötü. Otoriter rejimlerde susturulursun çünkü. İnsanlar kazanılmış özgürlüklerini bırakmak istemeyecektir. Ancak bu aralar toplumlar otoriter rejimlere topluca geçme niyetinde. Amerika Birleşik Devletleri’nde de bu böyle. Polonya’da da böyle, Macaristan’da da böyle. Özellikle Brexit’le birlikte İngiltere de bu yöne kayabilir. Esas itibariyle kamusal olanın muhakkak yeniden döndürülmesi gerekiyor. Özgürlük talebi kadar doğal hiçbir şey  olamaz çünkü arkasında yatan ciddi bir toplumsal talep var. Özel radyo talebi de böyleydi. Şimdi neo liberalizm çağındayız.

O günler ile bugünü kıyasladığımızda kamuoyunun durumunu nasıl görüyorsunuz? Daha mı sessiz yoksa tepkili mi? 
Şu anda tabii çok zorlu bir dönemden geçtiğimiz konusunda hiç şüphe yok. Ciddi bir hak hukuk problemimiz var. Bu konuda ülke olarak çok gerilemiş bir dönemdeyiz yani anayasa işlemiyor neredeyse. Dünyada da bir geriye dönüş dalgası var ama öte yandan da bir yerlerden ciddi mücadele sesleri geliyor. Mesela İngiltere’de İşçi Partisi “Labour’s Manifesto” adında muazzam bir manifesto yayınladı. Onlar kamusal alan üzerinden çok ciddi bir hikâye kuruyorlar. Müşterekler üzerine kuruyorlar yani. Öte yandan, büyümemeyi hedefleyen kooperatif hareketler de var. Buradaki sorun şu; zaman. Zamanımız çok dar artık. İklim açısından da sıkıntılıyız, nükleer savaş da her an çıkabilir yani. Trump gibi politikacılarla nereye gideceğini bilemediğimiz bir yoldayız. Dolayısıyla geçmiş ya da günümüz karşılaştırmasından ziyade; ne yapacaksak, şimdi yapmalıyız.  Bir tarafında çöp bir dünya var, bir tarafında ise mücadele var. Gökkuşağını iğne deliğinden geçirme durumu yani.

Read article

Bülent Somay: “Direnmek eğlenceli bir şeydir.”

Comments (0) Röportajlar, Sessizlik

Her ne kadar akademik kimliği daha görünür olsa da, 80’lerin kült grubu Mozaik’in gitaristi Bülent Somay ile ilk söyleyişimizi yaptık. Somay şu an Belçika’da yaşıyor. Ülkede yaşanılan süreçler, onu da Türkiye’den uzaklaştırmış. Biz de bu uzaklaşma eylemini, biraz daha geliştirmek istedik. Bülent Somay ile sessizlik ve Mozaik hakkında güzel bir sohbet gerçekleştirdik.

İnsan kulağını merkeze koyduğumuzda ilk duyduğumuz sesler anne karnında başlıyor. Buna bağlı olarak mutlak sessizliğin kırılımı da anne karnında başlıyor diyebilir miyiz?

Sessizlik problemli bir şey çünkü insanların duyma yetisi son derece sınırlı. Yani bir kere etrafında katı, sıvı ya da gaz bir ortam istiyor, boşluk yok. Mesela anne karnında biz katı ve sıvı üzerinden duyuyoruz, yani amniyotik sıvı içindeyiz, ama aynı zamanda kemik iletiminden geliyor bir ses, annenin kalp sesini sürekli duyuyoruz. Dışarıdan gelen sesleri çok filtre edilmiş olarak duyuyoruz. Dolayısıyla ilk duyduğumuz şey aslında tempo. Her şeye belirli bir tempoyla başlıyoruz. Görme yetimiz ise bundan farklı olarak aşırı iyi. İnsanlık neredeyse bütün duyusal evrenini görme üzerine kuruyor. Beynin üçte birinden fazlası zaten görmeye ayrılmış. Arkada koskoca oksipital lob var. Bir de aradaki yolda mutlaka görme ile ilgili şeyler… Duyma yetimiz temporal loblara sıkışmış, yani beynin iki yanına. Dolayısıyla duyma odaklı bir varoluş değil bizimki, görme odaklı bir varoluş. Ama insan olurken esas olarak kaybettiğimiz yeti koku alma yetisi. O nerdeyse ciddi bir şekilde kalmamış ya da genellikle negatif çağrışımlarıyla var. Yani biz iyi kokulardan değil, kötü kokulardan konuşuyoruz. Onlar bizi ilgilendiriyor.

HOMO SAPIENS’IN DUYMA YETİSİNDEN VAZGEÇME LÜKSÜ YOK

Kültürümüz kokuyu kötü bir şey olarak algılıyor. Doğal kokularımızı bir sürü yapay yolla, yok etmeye çalışıyoruz. Parfümler icat ediyoruz, kapatıyoruz. Duyma bu ikisinin ortasında duruyor. Yani Homo Sapiens’in duyma yetisinden vazgeçme lüksü yok. Çünkü gece yaşayan, gece gören hayvanlar değiliz. Duyma yetimizi saklı tutmalıyız. Duymanın sanatla ilişkisine gittiğimizde, anne karnında ne yaptıysak, ilk duyduğumuz o. Yani tempo. Mümkün olduğunca ses çıkaran şeylerin üzerinde vurarak ya da ayaklarımıza yere vurarak, kendi bedenimize vurarak belli tempolar üretiyoruz. Bu tempoları iletişim aracı olarak da kullanabiliyoruz. İlk temsili durumlar ses temsilleri. Hayvan seslerini takip etmek, av seslerini takip etmek. Dolayısıyla taklitle kurduğumuz ilişkide de ses üzerinden bir iletişim var. Eş zamanlı olarak mağara duvarlarına da resimler çizmeye başlıyoruz. Mim yapıyoruz, ama bunu yine ses üzerinden yani tempo üzerinden kullanıyoruz. Dolayısıyla sesle ilişkimiz, doğmadan önce olan ilişkimiz neyse ondan başlıyor. Yani bu teorik olarak filogenesis ile ontogenesis’in paralelliği olarak açıklanır, türün türeyişi ile bireyin türeyişi her zaman birbirine belli bir paralellik arz eder. Sen bir birey olarak türün nasıl evrilmişse, o evrim aşamalarından geçersin. Dolayısıyla tür de birey nasıl evriliyorsa öyle evriliyor. Yani önce tempoyla başlıyor işe, ondan sonra ses renkleri ya da vesairelere denk geliyor.

Bülent Somay

O zaman anne karnını biraz da sessizlik nedeniyle özlüyor olabilir miyiz?

Bir açıdan evet, bir açıdan hayır. Doğum sırasında yaklaşık 100 çeşit nedenle travmatize oluyoruz. Alışık olmadığımız bir ışıkla, gürültüyle ya da çevre ısısıyla karşılaşıyoruz. Sıvının içinden gaz bir ortama geçiyoruz. Bütün bunlar travma. Yani bir de daracık bir yerden, sıkıntıyla geçmeyi de katarsan büyük travma ama son derece gürültülü bir ortama doğuyoruz. Doğum evi ne kadar sessiz olursa olsun, gürültülü bir mekandır. Yani annenin karnında son derece filtrelenmiş iyice baslaşmış sesler duyduğun bir ortamdan, birdenbire korkunç tiz bir ortama çıkıyorsun ve tabii ki rahme geri dönüş fantezilerinde elbette o sessizliğe geri dönüş fantezileri de var. Yani sesin duyuları zorlamayan düzenli bir tempo olarak ortama geri dönüş fantezilerimizden bir tanesi. Karanlığa dönüş fantezisi de var, bu ikisi paralel muhtemelen. Yani mağara yaşamında adımından tut, çoğu şeye baktığında karanlığa dönme isteği mevcut. Uyumak için karanlığa ihtiyaç duyarız. Bilinç dışımızın ortaya çıkması için yine bir karanlığa ihtiyacımız var. Esas olarak bizden karanlık istiyor, sessizlik istiyor.

“MUTLAK SESSİZLİK HİÇBİR ZAMAN MÜMKÜN DEĞİL”

Ses ve sessizlik arasında nasıl bir ilişki var? Yine modern anlamda ikili bir zıtlık mı söz konusu?

Ses ve sessizlik tam bir ikili zıtlık olamaz çünkü mutlak sessizlik yok. Yani herhangi bir yerde, boşluk dışında mutlak bir sessizlikten bahsedemeyiz. Bizim ses dalgaları olarak algıladığımız şey, ışık dalgasına benzemiyor. ikisine de dalga diyoruz ama ışık ikili bir yapı, yani hem dalga hem partikül olduğu bir yapı. Işık, kendi yayılımı için hem kendi partikülü, hem de partikülün oluşturduğu dalga ile var. Sesin öyle bir özelliği yok. İlla başka bir maddenin içerisinde olması lazım. Uzaya çıktığınız anda sessizlik olması lazım, gerçi bu da mümkün değil. Önce boşluğun içerisinde, boşluk olmayan bir şey yaratman lazım, o da kendi sesindir. Dolayısıyla mutlak sessizlik hiçbir zaman mümkün değil. Ortamın sesi hep var. Doğal ortamın sesi, ki ona doğanın sesi diyelim, gece oldu karanlık oldu mağaran, ama dışarıdan bir sürü ses geliyor. Yağmur yağar, su akar, hayvanların sesi gelir. Sessizliğin karşısında ilk olarak konumlayacağımız sesler; doğal seslerdir. Bir de kendi seslerimiz var ama kendi seslerimizin doğal seslerden ayrılması için bir adım atmamız lazım, dili icat etmemiz lazım. Doğa sesinden farklı olarak, sesimizin anlam taşıyor olması gerek. Doğa seslerinin kendilerinden başka bir anlam yok. Yağmur sesi, yağmurun yağışını anlatır. O sesten türeyen dil ortaya çıktığı zaman yeni bir şeyle karşı karşıya kalıyoruz çünkü ses artık kendisinin dışında bir anlam taşıyor. Ve bu ancak, dil ile anlamlı. Dolayısıyla dil ile ses başka bir şeye dönüşüyor.

Sizce bu ilişkide müzik üçüncü bir seçenek mi?

Anne karnında duyduğumuz anne kalbi temposuyla başlayan, av yapanların kütüklere ya da kendi göğüslerine vurarak çıkardıkları ses ya da ayaklarını yere vurarak çıkardıkları seslerde de bir fark var çünkü ses kendinin dışında edindiği bir anlamı ifade ediyor. Bir de aletlerden ses çıkarıyoruz ki, doğal olanlardan çok farklı. Her gece ambulans sesleri, siren sesleri duyuyorsun ve bunlar gök gürültüsünden farklı bir yerde senin için. Ambulans sesi ya da siren sesi çok modern bir probleme işaret ediyor. Türkiye’de son zamanlarda siren sesi duyduğunda, “Ay, bana mı geliyorlar” diye korkabilirsin ya da “Ne oldu, yine kimi vurdular” diye düşünebilirsin. Burada gördüğün gibi anlam katmanları devreye giriyor. Çünkü başka insanların davranışları hakkında fikir yürütmeye başlıyoruz. Halbuki gök gürültüsü böyle değil. İnsanların çıkardığı seslere bir anlam yükleme problemi var. Türkiye’de değilim ancak burada polis sesinden ya da ambulans sesinden gerilmediğimi zannetme. Bir yeri mi patlattılar diye düşünmeye başlıyorsun. Ama sürekli olarak sese, sesin kendisinden öteye giderek bir anlam vererek devam ediyorum.

Evrenin sessizliği makalenizin ilk paragrafında, sessizliği göz ve kulakla birlikte işliyorsunuz. Yani sesi anlatırken, ses kadar kulağa da yoğunlaşıyorsunuz. Göz ve kulağın birlikteliği neden önemli?

Freud’un en önemli özelliklerinden biri şuydu; o hazzı hiçbir zaman kendi başına tanımlamadı. Hep o rahatsız edici uyaranın yokluğu olarak tanımladı. Cinsel hazzı nasıl tanımlarsın, bedendeki o gerginliği arttırır, arttırır, arttırır, sonra serbest bırakırsın. Gerginliği ne kadar arttırırsan, aldığın haz da o kadar fazla gibi görünür. Freud buna lust ve unlust diyor. Türkçesi yok, çünkü Türkçede hazzın tersi bir kelime olarak yok. Türkçede nahaz diye bir kelime yok. Dolayısıyla biz bunu tam oturtamıyoruz dile. Huzuru da bir şekilde bir şeyin yokluğu olarak, anksiyetenin yokluğu olarak tanımlarız. O zaman hangi seslerin anksiyete yarattığına bakarız. En aşırı anksiyete yaratan sesler belli bir dalga boyunun altında, kulağın bile duymayacağı depremin sesidir. Biz depremi duymadan anksiyete başlar. Depremi bir noktadan sonra duymaya başlıyorsun, 99 yılında anksiyete, sesi duymadan önce başlıyor, yani senin duyabileceğin tizliğe çıkmamışken henüz. Kemik üzerinden vücut algılamaya başlıyor ve bu çok ağır bir anksiyete.  Dolayısıyla doğadan gelen bir takım seslere karşı anksiyetimiz var ve bu sağ kalabilmek için gerekli. Duyacaksın ki kendini koruyacaksın. Gerçi deprem bir anksiyete değil, bildiğin korku. Ona anksiyete dememiz için, dışarıdan bir uyarı yokken de korku dememiz lazım, yani içeriden gelen bir duyguyla uyarana da anksiyete diyebilmeliyiz.

“GÜRÜLTÜ HER ZAMAN İYİDİR”

Huzur arıyoruz, korkunun anksiyetinin olmadığı bir ortam arıyoruz. Peki korku dışarıdan değil de, içeriden geliyorsa? O zaman sessizlik tehlikeli bir şey de olmaya başlıyor. Mesela bazılarımız sessizlik sevmez. Neden çünkü sessizlikte içe döner, fazla düşünmeye başlarsın, anksiyeten artar. Bu ruhsal durumla çok alakalı. Ben sevmeyenlerdenim. Sessizlik beni rahatsız eder çünkü içerideki anksiyete problemi başlar. Gürültü her zaman iyidir, çünkü %99 nedeni bilirsin, açıklarsın ve paçayı kurtarırsın. Anksiyetenin nedeni bilmezsin, bilmediğin için huzursuzluk verir. Dolayısıyla sessizlik huzur arayışına pek katılmıyorum, bazen sessizlik tam tersi huzuru kaçıran bir şey de olabilir. Korku filmlerini düşün, gerilim müziği gelir gelir ve birden kesilir, sen birden “ne oluyor yahu” demeye başlarsın. Sireni de biz icat ettik, ama ondan korkuyoruz artık. Başka bir şeye işaret ediyor çünkü.

Mozaik grubu nasıl kuruldu?

Mozaik’in kuruluşunda ben yoktum. Mozaik 83’te kurulduğunda Kanada’daydım. 83 Mayıs’ta ilk konserleri verdiler galiba. Ben o sıra halen Montreal’deydim. Temmuz ya da Ağustos gibi döndüm Türkiye’ye. İkinci konserde vardım. (Mozaik hakkında detaylı bilgi edinmek isteyenler, topluluğun resmi sayfasını ziyaret edebilir. )

Mozaik grubu. Bülent Somay Soldan ikinci sırada.

Mozaik ile 12 Eylül sonrası üretilen sessizliği de kırıyordunuz. O dönemde müzik yapmak nasıl bir duyguydu?

Ben Mozaik’in ilk konserinde olmadığım için –Ölümden Önce Hayat Vardır-, o saf, beste yapılmayan, dünyanın dört bir yanından çoğu direniş şarkısının olduğu, farklı dillerde şarkı söylediğimiz döneme tam yetişemedim. İkinci konser “An Meselesi”dir. Onda mesela karışıktır şarkılar. Kendi bestelerimiz de vardır, enternasyonal şarkılar da vardır. O yüzden o saf halini ben yaşamadım. Ama Ekim 1983’de bir konser daha vermişlerdi, ben o konserde izleyiciydim. Dolayısıyla ortamı hatırlıyorum. Dediğin doğru, Mozaik tam da sessizliğe karşı bir şey. Neden? Çünkü şenlik. Çalınan hiçbir şarkı ağıt değil. Çoğunluğu  gayet şenlikli şarkılar. 1985’te Mozaik’teydim artık. Akıntıya Karşı’nın ilk sayısı çıktı. Mesela tam da bu his üzerine, Muhalif Söylemin Şenliklenmesi diye bir yazı yazmıştım. Yani yapmakta olduğumu, teorize etmek gibi bir şey. Ama yani tekrar söyleyeyim, ortada bir sessizlik var. Ses ve sessizlik ikilemi her zaman problemli bir noktaya göndermede bulunur. 83’te ortada bir ses var. Sürekli bir sızlanma sesi var. Ses çıkarmıyor değiliz, halimizden şikayet ediyoruz. Tamam, yurt dışına gidebilmiş insanlar radikal bir ses çıkarabiliyorlar ama onları duymuyoruz biz içeride, Türkiye’de olanlar bir şikayet, bir sızlanma halinde. Daha sonra bizim bir albümde kullandığımız Thomas Stearns Eliot şiiri vardır. 1988’de “Çok Alametler Belirdi”nin son kısmında  şiirler okunur, enstrümantaldir parça ama orada T. S Eliot’ın The Hollow Man’den sözler vardır.

“This is the way world ends
This is the world ends
Not with a bang, with a whimper

“Böyle biter dünya, bir patlamayla değil, bir sızlanmayla.”

Sızlanma çok önemli bir kavram aslında. 1982-1983 yıllarında direnebilenler dışında, ki bunlar ya hapishanede ya da yurt dışındaydılar. Direnebilenler dışında çıkardığımız temel ses sızlanmaydı ve Mozak’in güzel yanı o sızlanmayı gümbürtüye çevirmesiydi. Böyle sızlanarak olmayacak, hadi hep beraber sokağa çıkıp, meclis binasını ele geçirelim değil, zaten ne Mozaik’teki insanlar böyle bir liderlik vasfına sahip, ne de öyle bir liderliğe sahip olsak da, insanlar bizim çağrımıza kulak verebilecek cesarete sahip. Yani karşıdakiler fazla güçlü. Fakat, haydi her şeye rağmen sesimizi çıkarıyoruz. Ve ağıt yakmıyoruz “oy anam anam” diye. Şarkı söylüyoruz, direniş şarkıları söylüyoruz ve bunları neşeli şarkılar; yahu çünkü direnmek eğlenceli bir şeydir.

MOZAİK NEREDEN BESLENİYORDU?

Celil Oker ile bir sohbetimizde, üniversite yıllarında Mozaik performanslarını inanılmaz bir heyecanla beklediğini söylemişti. Celil Oker konserleri “İyi insanların bir arada yaşayabileceği, farklı etnisiteden toplanmış şarkıların enternasyonel bir bağlamda dinleyicilerle buluşması” olarak tanımlamıştı. Siz sahneden ne görüyor, duyuyor ve hissediyordunuz?

1984-85 konserleri biraz kaotiktir. Bir yandan kendi bestelerimizi yapmaya çalışıyoruz. Müzisyeniz haliyle, fakat bir yandan da ilk konserin de yarattığı o enternasyonel “Macarca da söyleriz, Rusça da söyleriz, İngilizce de söyleriz, Fransızca da söyleriz, bütün bu ülkelerin şarkıları bizimdir” hissinden de vazgeçmek istemiyoruz ama maalesef şöyle bir sorun, hem enternasyonal yanımız hem de besteci yanımız bir arada olmuyor. Yapmaya çalışırsan biraz kaos oluyor. Bir anda Türkçe, Jazzımtırak esintili bir şarkı geliyor ya da enstrümantal bir şarkı geliyor. Hemen arkasından Latin Amerika şarkısı geliyor. Seyircinin birazcık dünyası şaşmıştı o konserlerde. “Ya abi nereden, nereye gidiyorsunuz” tepkileri de olurdu. Celil’in kastı ilk konserlerdir.

Mozaik’in müziği şu an Türkiye’de yapılan çoğu işten daha ileride. Kuruluş aşamasında kimlerden/gruplardan etkilendiniz? Pink Floyd etkisi bazı şarkılarda çok belirgin mesela…

Mozaik’in Mozaik olmasının nedeni müzikal çeşitlilik olsa gerek. Herkes farklı yerlerden müzik dinlemeyi severdi. Serdar Ateşer biraz farklıydı. Serdar müthiş bir Pink Floyd’cu değildir laf aramızda. O daha çok 80’ler rockını öne çıkaran biriydi. Yani 70 sonlarından başlayan türü severdi. Pink Floyd biraz daha erken dönemdi. Tabii ki, Pink Floyd’u hepimiz dinliyorduk. Ortak yerlerden biri belki. Synthesizer kullanma konusunda, Pink Floyd’a daha yakındık mesela. Queen gibi “Synthesizer yok” anlayışında değildik. Eee tabii, Brian May gibi bir gitaristimiz olsa, belki diyebilirdik ama… Adam 4 synthesizer gücünde, biz ne yapalım. Ben mesela çok daha karışık bir yerden geliyorum. Bakacak olursan 70’lerde müzikle ilişkim Latin Amerika şarkıları, ancak bunun yanında Bob Dylan, Leonard Cohen gibi biraz daha entelektüel folk rock diyelim, rock bile değil yani. Folk Ballad daha uygun olabilir; ama gizli gizli senfonik rock ile çok yakın bir ilişkim vardır. Onu pek yüksek sesle söylemezdim o dönemlerde. Özellikle Yes ve biraz da Jethro Tull. Benim için bunlar birbirine karışmıştı. Ayşe Tütüncü desen, biraz Jazz dinlerdi, rock ile çok da ilişkisi yoktur. Zaten klasikçi, Erik SatieBahar Ayini bestecisi İgor Stravinsky dinlerken, yeni yeni kuzey jazzı da dinlemeye başlamış. Onda da bu etkileri görüyoruz. Saruhan mesela müthiş bir pop jazz meraklısıydı. Bütün bunlar birbirine karışmıştı aslında. Dolayısıyla etki nedir diye soruyorsanız, valla yok etki.

 “FİKRET KIZILOK BENİ ÇOK ÜZMÜŞTÜ”

Kasım konserinde dinleyiciler arasındaydım. Hatta Fikret Kızılok da vardı konserde. O zamanlarda doğrudan demokrasi çocukları olduğumuz için, her konser sonunda söyleyişiler yapardık. Yaptığımız müzik üzerine konuşurduk. Kızılok kaldı o konuşmaya ve benim kendisiyle ilgili bütün olumlu anılarımın canına okuyan bir şey yaptı. Sanıyorum Ezel Akay’dı sahnede, ekipmanları toplamaktaydı. Kızılok, Ezel’e “Hey George” diye seslendi. Kimse ilgilenmedi. Yine “Hey George” dedi. Herkes döndü baktı. “Bakın, George deyince cevap vermiyorsunuz” dedi. Sahnedekiler “ Evet, yani” dediler. O ise “Kendi dilinde yapmak lazım” dedi. Yani orada yapılmaya çalışılan şeyi tamamen kaçırmış. Kızılok’tan beklemezdim böyle bir cümleyi. Zaten gitarla yapılmaz, bağlamayla yapılmalı müzik diyen bir solcu kitlesi vardır. Onlardan bekliyorsunuz bu gibi cümleleri ama Kızılok zaten gitar çalan, batılı armoniler kullanan birisi. Ondan hiç böyle bir şey beklemezdim.

Mesela İngilizce Rock şarkılarından oluşan bir konser nedeniyle böyle tepki verilirse, o daha anlamlı gelebilir: “Kardeşim insanlar hapishanede, idamlar oluyor. Siz oturmuş orada rock takılıyorsunuz.” Hayır, o eleştiriyi de çok ciddiye almam aslında. Kişi kendisini bu şekilde ifade ediyorsa, bu şekilde ifade ediyordur. Herkes aynı şeyi yapmak zorunda değil. Kızılıok’un ne anlatmak istediğini anlıyorum, ama o da değil orada olan. Dolayısıyla Kasım’daki konserden yani sessizliğin üstüne gelen konserdir. 1984’teki “An Meselesi” konseri ise artık Mozaik’in belirli bir seyirci kitlesinin oluştuğu, seyircilerin Mozaik’ten neler duyacağını artık anladığı etkinliktir. Bu bir yenilikti. Ancak Türkiye’nin en değerli müzisyenlerinden birinin söylediği cümlelere üzülüyorsunuz. Yani bir de, bunu “Niye Türkçe söylemiyorsunuz arkadaşlar?” diyerek sorsa ve tartışılsa problem değil ama aşağılayıcı bir tonda söylemesi beni çok üzmüştür.

ODTÜ’NÜN DEVRİMCİ AHLAK ZABITASI

Aynı dönemde ODTÜ’de Yeni Türkü, Boğaziçi’nde ise Mozaik ortaya çıkıyor. Adı konulmamış bir rekabet var sanki. Mozaik daha Batı temelli bir müzik yaparken, Yeni Türkü daha alaturka bir müziğe yöneliyor. Üniversite habitusunun müziğinizdeki etkisi neydi? Mesela Pink Floyd etkisi bu nedenle Mozaik’in eserlerinde var?

Kuşkusuz var. Biz 70’lerde Boğaziçi’nin Tiyatro ekibiydik. Birkaç sefer ODTÜ’ye tiyatro festivaline gitmiştik. ODTÜ’ye gittiğimizde kendimizi yabancı gibi hissederdik çünkü orası tamamen sol bir grubun öğrenci hayatına işaret eder. Bunda tabii bir sorun yok. Fakat o sol grup, kendi adına yaptığı iç muhafazakarlıklarda müthiş bir egemenlik sağlıyordu. DAZ (Devrimci Ahlak Zabıtası) kelimesini biliyorsunuzdur, el ele tutuşan arkadaşların DAZ görevlilerinden fırça yemişliği vardır, “Bırakın elleri” diye. Eee bu da bana bir şey söylüyor. Yani ODTÜ bir açıdan daha radikal ama bir açıdan da daha muhafazakar bir yer. Boğaziçi o radikalliğe hiç ulaşmadı, her zaman daha gevşek bir yer oldu. Yaşam tarzı açısından ise hiçbir zaman muhafazakar olmadı. Hangisini tercih edersin dersen, tabii ikisinin iyi yanlarını tercih ederim. Öyle bir ihtimal de yok. ODTÜ radikalizmini Boğaziçi yaşam tarzı genişliği üzerine oturtamıyorsun. Türkiye’de solun zaten en büyük problemlerinden bir bu. Radikalleştikçe, muhafazakârlaşıyor. Şu anda da en radikal konuşanlar, en muhafazakârlar.

Bob Dylan ve Leonard Cohen’e tutkunuzu biliyoruz. Bu sanatçıların sizin konotasyonları neler ifade ediyor?

Bu “Şarkı Okuma Kitabında” anlattığım hikaye. Benim için müzik her zaman songwriter müziğiydi. Sözler ve müzik her zaman bir aradaydı. Enstrümantal besteler de yaptım. Enstrümantal müzik dinlemem ya da yapmam değil. Ama ben şarkı yazarlarını dinleyerek büyüdüm. Şarkı benim için her zaman bir miktar şiirdir. O yüzden Türk popunu asla dinleyemem. Yani en iyi olduğu zaman da dinleyemiyorum. Mesela bir sürü insan Tarkan ötekilerden farklı der. Çocuk aslında popun kalitelisini yapıyor derler. Yani haklıdırlar herhalde çünkü bunu söyleyenler, tanıdığım müzik zevkine güvendiğim insanlar. Ama mümkün değil, ben “muck muck öptüm seni” sözleriyle giden bir şarkıyı baştan kaybediyorum. Belki de çocuk, çok iyi şeyler yapıyor müzikal anlamda, riffler buluyor, insanın kulağına takılan iç temposunu harekete geçiren güzel şeyler buluyor ama  o söz beni huzursuz ettiği zaman gerisi rahatlatamıyor. Serdar Ortaçları hiç saymıyorum zaten. Amerikan ya da İngiliz popu da aynı şekilde. Ben Whitney Houstondinleyemiyorum ki, mümkün değil. Çocukluğumda İngilizce bilmediğim için ABBA dinlerdim, 14-15 yaşına gelene kadar yani. İngilizce anlamaya başladığım anda bitti, çünkü benim için her zaman sözün anlamı önemli; ama bu şu da demek değil, harika şiirlerden yapılan berbat besteler vardır. Onlar da benim için son derece itici. Ben hep altın dengeyi yakalamayı ararım. Yani sayısı çok da olmayan müzisyenlerden bahsediyorum. Eee Leonard Cohen bunlardan biri. Basit bir müzik, kompleks bir müzik değil ama iyi bir basit müzik. Bob Dylan öyleydi. Peter Gabriel öyleydi 80’ler boyunca ve 90’larda. Police zamanında Sting de öyleydi, gerçi o sonra cılkını biraz çıkardı. Tersini örnekleyeyim. U2’yu hiçbir zaman sevmedim çünkü her zaman sözüm ona radikal sözleri vardır, ancak çok monoton ve sanki hep aynı şarkının farklı versiyonlarını çalıyormuş gibi şarkıları vardı. Ben U2’nun bir tane şarkı yaptığını, diğer albümlerini ondan türettiğini düşünürüm. Sıkıcıdır benim için ama bunlar solcuymuş da, insan hakları mücadelesine destek veriyormuş da. Peki, tamam, O zaman şiir yazsın. Bir tarafa taviz vermekten yana da değilim. Çok harika sözlerle kötü bir müzik yapabilirsin.

Şarkı Okuma Kitabı’nızda, “Hala tatminkar bir cevap veremediğim” dediğiniz Victor Jara’nın “ Niçin Şarkı söylüyorsun?” sorusunun cevabı aradan geçen yıllardan sonra sizi tatmin edecek şekilde güncellendi mi? Veyahut ne olursa daha tatminkar bir cevabınız olurdu?

Tabii ki hayır, bu soruya cevap vermemek gerekir. Bu soruya cevap verirsem ben ölmüşüm demektir. Tam da bu nedenle müzikle ilişkim kavgalıdır.

Read article