Ortaya Karışık Kafalar

Comments (0) Serbest Bölge

Keşfedildiyse kaçıncı sanat oldu oralarda? Bu dünyada ikinci ama belki başka bir dünyada birinci sanat oldu, belki de 15. sanat oldu. Belki orada daha çok sanat bulundu… Belki de hiçbir şey çıkmadı kafalarından…

Gitar teli kopardılar mı hiç? Gitar telini buldular mı? GİTARI BULDULAR MI?

Melodi ürettiler mi? Islık çaldılar mı hiç?

Konser alanı nedir biliyorlar mı? O alanlarda sadece miting mi yapılıyor acaba?

Rakı bulundu mu? Rakı varsa keyifli, efkarlı çeşit çeşit müzik de vardır oralarda.

Müzik bulunmuş olsun isterim aslında başka dünyalarda da ama black metal henüz ortalara çıkmamıştır umarım. Ya çıktıysa ve adı farklıysa? Çığlık Metal mesela, Dandik Metal ya da…

Müziğin bazen güvenilmez bir kuş türü olduğunu da hangi gün öğreneceklerdi acaba? Bir şarkıyı dinlediğin anda (ki onlar şarkı mı diyecek acaba?) hissedilecek mi farklı farklı şeyler…

Demin rakı deyince aklıma geldi aslında… Umarım başka dünyalarda Zeki Müren yoktur… O, sadece bu dünyanın sanat güneşi olarak aydınlatmıştır bizi… Zeki Müren’in bizzat bulunduğu zamanlarda, dünyanın o lokasyonlarındaki izdiham başka bir dünyada yaşanır mıydı?

Uzar da uzar bu… Uzay ne kadar genişse o sorular da o kadar çok… Sonsuz bir döngüye girmemek için bu kara delikten kaçıyorum içimden şarkı söyleyerek…

Read article

Samba, Futbol & Rock’n Roll

Comments (0) Genel, Serbest Bölge

Bütün çocuklar gibi müziği ve birçok müzisyeni çok seviyordu Jorge. João Gilberto’yu belki biraz daha fazla… Ne zaman ki Miles Davis’in müziğiyle tanıştı, insanüstü bir şey dinlediğinin farkına vardı. Ailesi doktor olmasını istiyorken o çoktan, geleceğinin merkezine müziği koymuştu. O zamanlar çok kabul görmeyen bir şey vardı aklında: Sambayı gitarla harmanlamak istiyordu.

Jorge Ben Jor

Ortaya koyduğu alışılmışın dışında tarzıyla kabul görmemek bir yana, ülkesi Brezilya’nın en saygı gören müzisyenleri arasına hızla girdi Jorge Ben. 1963’te çıkardığı ilk albümü Samba Esquema Novo’nun açılış parçası Mas, que Nada! (Hiç Yoktan İyi), yaklaşık yarım asır sonra dünya genelinde büyük bir üne kavuşmasını sağlayacaktı. Genç müzisyenin ülkesinde ismini duyurması için ise bu kadar beklemesi gerekmedi. Tabii zahmetsiz bir kariyer başlangıcı da değildi başından geçen. Jorge farklı tarzları bir potada eritmeyi seviyordu ve besteleri, kendi oluşturduğu melez ritimlerden meydana geliyordu. Tabii ki bu da Brezilya gibi geleneksel ritimlere sahip bir coğrafyada işini kolaylaştırmadı.

Jorge Ben Jor

Henüz 18 yaşında çıkardığı ilk 45’liği Mas, que Nada! yayınlandığında insanlar duyduğu şeyi yadırgamıştı. Ancak bu şaşkınlık, kısa sürede yerini beğeniye bıraktı. Büyük bir hit hâline gelen parça, daha sonra Ella Fitzgerald, Dizzy Gillespie, Oscar Peterson ve Sergio Mendes gibi dönemin ünlü müzisyenleri tarafından seslendirildi. O zamanlar Brezilya’da müzik iki yönde seyrediyordu. BBC’nin Top of the Pops’una benzer formattaki Jovem Guarda programı, rock sound’unun belirgin olduğu, Amerikan ve İngiliz etkileşimli müzisyenleri parlatıyordu. Bir yandan da sambanın hükmü sürüyordu. Ne var ki Brezilya müziği de yeni bir evreye açılmaya fazla direnemedi ve Brezilya’nın yeni dalgası Bossa Nova ilk meyvelerini verdi.

Bossa Nova, sadece Brezilya’daki müzik dinleyicisine yeni bir şey sunmuyor, Brezilya’nın geleneksel ritimlerinin dünyada da yaygınlaşmasını sağlıyordu. Klasik gitar temelli Bossa Nova’nın kökleri, Ben Jor’ın idolü João Gilberto’ya kadar uzanıyordu. Fakat Jorge Ben Jor, müziğinde maracatu, R&B, funk ve sambanın iyi bir sentezini, Brezilya’daki kölelik geçmişi ve Afrika kültürüne bolca referans veren sözlerle bir araya getirerek bu yeni türü bambaşka bir noktaya taşımayı başardı.

Joao Gilberto

Rock’n Roll ve Bossa Nova’nın ön planda olduğu birkaç yerel festivalde sahne aldıktan sonra Brezilya’da hızla ün ve saygınlık kazanan Jorge’nin 1969’da kendi adıyla çıkardığı albümü, kültürel bir hareket olan Tropicália’nın önemli eserleri arasında yerini aldı. 60’lı yılların sonlarında yaygınlaşan bu hareket, bünyesinde tiyatro, şiir ve müzik gibi sanat formlarını barındırıyordu. Popüler ve avant-garde’ın bileşimi olarak karakterize edilen Tropicália, geleneksel Brezilya müziğiyle yabancı tarzların etkileşiminin bir sonucu olarak literatürde yerini aldı.

50 yılı aşkın kariyerine 30’a yakın albüm sığdıran Jorge Ben, müziğinde Brezilya ve Afrika kültürünün yanı sıra, Brezilyalı bir müzisyenden beklenmeyecek şekilde futbol tutkusuna da bolca yer veriyordu! İyi bir Flamengo taraftarı olan Ben Jor’un futbolu konu alan bestelerinden en bilineni, Flamengo efsanesi olan Zico’yu anlattığı Camisa 10 da Gávea (Gávea’nın 10 numarası). Şarkıda Zico’nun futboluna dair her ayrıntıya özenle değinirken, onun dünyanın en iyisi olmamasına rağmen neden bu kadar özel olduğunu anlatıyor. Şarkının sözlerini Zico’nun okuduğu şöyle bir video da mevcut:

Brezilyalı müzisyen, bu parçadan da anlaşılacağı üzere Dünya Kupaları tarihinin en unutulmaz takımlarından, 1982’nin kaybeden Brezilyası’nın milyonlarca hayranından biriydi. Ancak Camisa 10 da Gávea, onun bu takım hakkındaki tek eseri değildi. Falcao’ya adadığı ve yine onun adını verdiği şarkısında, takımın golcüsüne İtalyan tribünleri tarafından verilen “Roma’nın sekizinci kralı” unvanıyla sesleniyordu:

Biz de çoğu Avrupalı gibi Jorge Ben Jor’u futbol sayesinde tanıyoruz. Futbol üzerine yazılmamış olsa da yukarıda bahsi geçen ilk hit parçası Mas, que Nada!, 2006 Dünya Kupası’nda Sergio Mendes & Black Eyed Peas cover’ıyla bütün dünyada yankılandı ve birçok Avrupa ülkesinde doğumundan 43 yıl sonra hit oldu. Aynı zamanda Brezilya Milli Futbol Takımı ile özdeşleşen Joga Bonito’nun (Tr. “güzel oyna”) sembolü… Amerika’da en çok çalınan Portekizce şarkı olarak bilinen bu beste, aynı zamanda Brezilya’nın da en çok cover’lanan şarkılarından. Yine Dünya Kupaları esnasında ‘ismi bilinmese de kendisi bilinen şarkılar’ kabîlinden Umbabarauma da yine bir Jorge Ben Jor bestesi:

73 yaşındaki müzisyen 10 yılı aşkın bir süredir yeni albüm yapmıyor. Nadiren kendini gösterdiği konserlerinde şanslı kalabalıklarla buluşuyor. Biz de gözümüzü ne zaman Brezilya futboluna çevirsek farkında olmadan onun müziğini izliyoruz.

Atahan Altınordu
Socrates Dergi Editörü

Read article

Bir Placebo Etkisi

Comments (0) Konser

The Rasmus, HIM, Evanescence, Hypnogaja, Slipknot, Metallica, Iron Maiden, Children of Bodom’ dan Pink Floyd, Queen, Led Zeppelin, Deep Purple’lara uzanan bir yıldızlar geçidiydi adeta. Odam tam bir dergi yığını, duvarları posterden gözükmeyecek haldeydi. Çantamdaki rozetlerden bahsetmiyorum bile…

 

 

İşte tam o zamanlar, bir Placebo konser afişiyle karşıma çıktı ve bedenimdeki tüm hücreler “kızım, senin buna gitmem lazım.” Şeklinde zıplıyordu. Ancak kulaklığımdan dinleyebildiğim bir grubu, canlı olarak tecrübelemek, algı sınırlarımı aşan bir şeydi benim için. Daha İngilizce bilmezken tüm sözlerini, çevirilerini ezberlemiş, Lastfm adımı bile “Asthray Heart” koymuştum. Hala ergenlik isyanımı herkesin burnuna sokmakla ilgileniyormuşum…

 

Aldım biletimi, bir şekilde ailemi ikna edip en önden de yerimi ayarladım. Saatlerce beklenen Kuruçeşme Arena sırasının ardından o büyük an gelmiş, müzik başlamıştı. Her yanımı çevreleyen hoparlörlerin yarattığı titreşimi bire bir kalp atışımda hissettiğimi ve “bu müzik bana fazla mı geldi, acaba kalp krizi mi geçiriyorum?” diyecek kadar büyük bir şokla karşı karşıya olduğumu hatırlıyorum. Bir yandan da heyecanım, bunu sorgulamayacak kadar fazlaydı.

 

Sahneye Brian Molko geldiği an, onu tüm mimiklerine kadar incelemenin ardından, kalp krizi düşüncelerini tabii ki bir kenara bırakmıştım. Gözlerimi kapatıp müziği içimde, damarlarımda hissetmenin hazzıyla şarkılara deli gibi eşlik ettim. Bir yandan da takibim sürüyordu; ben kendimi kaybederken o ne yapıyor, nasıl söylüyor acaba?

 

 

Boğazım acıyor ve nefesim tükenmiş olsa da sesim kısılsın ve yarın konuşamayacak noktaya ulaşayım gibi bir çabam vardı. Belki de soyut şekilde yaşadığım bu coşkuyu yansıtabilecek tek somutluk o ses kısıklığı gibi geliyordur. Morarana kadar şarkı söylemem gerekliydi bu nedenle…

 

Türkiye’deki kitlesinden övgüyle bahsettiği o ana geldiğimizde, sanki bire bir benden söz ediyormuş ve beni anlamış gibi bir mutluluk yaşadım. Brian Molko, gelip tüm şarkılarını bana söylemiş ve karşılıklı bir iletişim içindeymişiz gibi muazzam bir coşku ve bolca doyumsuzluk içinde, müzik ve biranın sarhoşluğuyla ayrıldım konserden.

 

Bu hazza, bir gün karşımda en efsane müzisyenlerle, gruplarla karşılaştığımda bile ulaşabilir miyim bilmiyorum ancak bu tecrübesiz duyguyu, hiçbir tecrübeme değişemedim henüz. Bu noktada “ilk” kavramını sorguluyorum ve sanırım yenik düşüyorum. Tartışılmaz bir heyecan sunuyor insana, ilk olacağının bilincinde ve hevesindesin. “Son” dediğimizde, bir sürü tecrübe ve son olduğundan bir haberlik bizi bekliyor gibi. Tecrübesizliğin getirdiği afallama, şok, bilinmezlik… her ne derseniz, o “tek”liği sunan başka ne olur bilinmez. Yani ilk konserimin bende adına yakışır bir “Placebo etkisi” yarattığını kesinlikle söyleyebilirim.

 

 

Tabii bu heyecandan bahsetmişken şunu da irdelemeden olmaz. Şimdilerde yaşanan “ilk”ler ile benimki denk düşer mi? Bilgisayarıma müzikleri indirip, dinleyebilmek için bile saatlerimi harcadığım, bu kadarcık bir temasın bile bir mesele olduğu zamanlardı aslında. Bir de genellikle Limewire üzerinden bulup indirilen müziklerin, virüslü olma durumuyla karşılaşıp büyük bir hayal kırıklığı ve panikle virüsü bilgisayardan hızlıca temizleme telaşı var tabii. Bu çırpınışın sinir bozucu boyutlara ulaşabileceğini söyledikten sonra, albüm CD’lerini alabilmenin mutluluğundan da bahsetmeden olmaz. Tek masrafımız olan kantin giderlerine göre şekillenmiş harçlığımızı, bu uğurda bir güzel hiç ederdik. İşler böyle olunca o yaşlarımız bizi şarkı değil de albüm dinleme kültürüyle tanıştırmıştı ilk olarak. Tüm şarkıları sırasına kadar öğrenip dinlerdik. İçlerinden en sevdiklerimiz, hiç sevmediklerimiz, olmasa da olurlarımızı belirlerdik.

 

Tüm bunları düşününce, daha büyük bir “giz” barındırıyordu hayranlıklar. Görmek, konuşmak bir yana dinlemek için bile kendi çapımızda bir mücadelemiz vardı. Şimdi en ulaşılmazlara bile pek uzak sayılmayız, öyle hissetmiyoruz. Bir postere bakıp hayallere uzanmak bir yana, gitmediğimiz konserleri canlı olarak takip etmek hatta bireysel irtibatlar kurmak bile çok olağan. Ulan dinlediğimiz müziği, söyleyene karşı çatır çatır eleştirebiliyoruz şimdi. Bunları düşünmeme sebep çok fazla bir yaş almışlık değil, değişimin inanılmaz bir hızı var ve biz hiç fark etmeden her birine ayak uyduruyoruz, alışıyoruz. Geleni değil de geçmişi yadırgıyoruz…

 

Bir de bireysel evrilişime göz atıyorum. O zamanlar dinlediğim müzikleri ikiye ayırabilirim; hala her dinleyişte aynı duyguları uyandırabilenler ve o zamanın telaşıyla dinlenip, şimdilerde pek bir şey ifade etmeyenler… Hepsini buluşturabildiğim tek bir nokta var; duyumsadığımda yüzümde oluşan tebessüm. Müzik, insana her zaman neler hissederek dinlendiğini bir şekilde anımsatıyor. Placebo’nun Gezi Parkı döneminde çıkarttığı Rob the Bank şarkısı ve klibi de içimde yıllar sonra aynı sıcaklığı yaratmıştır. (Brian Molko, yine beni anlamış ve bana uzaklardan göz kırpıyor.) Ablamın “kızım eskiden gece gündüz bunları dinlerdik.” diye açtığı müziklere verdiğim tepki nasılsa, bu şarkıya denk geldiğimde de aynı toy ve saf hisler canlanmıştır içimde. Belki de daha fazlası…

 

Artık öyle sert ve yüksek müzikler dinleyemiyorum, tercih etmiyorum belki de. O zamanlar isyanımı dışa vurmakla meşgulken, şimdilerde ruhumda hissedebileceğim ritimlerle ilgileniyorum. Sentez müzikler özellikle. Farklı tınıların bir araya gelmesi çok cezbedici geliyor ve değişik kültürleri ayrımsadığım bir müzikte, kendi ruhumu yakalamanın ayrı bir hazzı var benim için…

 

Hani sayfalarca yazı yazdıktan sonra geri dönüp baktığınızda sayfaların çoğu yırtılıp atılır, üstü karalanır. İçsel bir “ben bu kadar çirkin bir yazı mı yazdım? Gerçekten mi?” kavgası çıkagelir ya… Aslında bu güncel zihnimizin daha iyi bir aşamaya geldiğinin şahane bir kanıtıdır. İki gün, iki ay ya da iki yıl önceki düşüncelerimize bakıp, bir güzel alay edip, daha iyisi için hazır olduğumuz muhteşem bir yüzleşmedir. Müziğin de böyle evreleri var. Ruhumuz ve kulağımız her zaman bir başkasını ve çoğunlukla daha iyisini talep ediyor…

 

Müzik, tını, nota bunlar şüphesiz ki sonsuz şeyler. Uzaya kadar yolu var. O yol, bireyselliği de aynı sonsuzlukta barındırıyor. Beni en güzel anıma döndüren bir ses, bir başkasını en acısına döndürebiliyor ve bu seslerin durmaksızın yenilerini keşfetmek, ayrı dönemlerde ayrı tatlar alabilmek muazzam. Siz de umarım bu yazıyı kendi tecrübelerinize dönerek okursunuz ve bizimle paylaşırsınız. Bekliyorum, heyecanla!

 

 

 

Read article