Heavy metalin her türünde olduğu gibi başında Black Sabbath’ın adının yazdığı, 70’lerin psychedelik rock’ını doom metalle harmanlamış bol riff’li bu tarz, startı 90’larda Kaliforniya’da yapsa da 2000 sonrası Amerikan Heavy metalinin “Djent” adlı tarzın peşinde gitmesiyle birlikte kalbi Avrupa’da da atmaya başladı. Bu kalp atışı kendisine Avrupa’da bir kabe yaratmakta da geç kalmadı haliyle. 2012 yılında Berlin ve Londra’da Desertfest adıyla üç günlük bir festival başladı ve dünyanın dört bir yanından bu türün grupları dinleyicileriyle buluştu. Festivale 2014’te Antwerb, 2016’da da Atina ayakları eklenerek bu yıla kadar gelindi. Biz de festivalin Berlin ayağının bir gününe eşim ve bir arkadaşımla gitmeye karar vererek, erkenden biletlerimizi aldık. Ve işte sonunda 5 Mayıs’ta Berlin’deyiz!
“Bir tek biz mi geldik?”
Türkiye’de kazandığımız alışkanlığımızla festival alanının kapıları açılmadan bir saat evvel konserin yapılacağı Arena Berlin’in önünde olduk ama atladığımız bir konu vardı: Almanya’dayız ve tabii ki bizim dışımızda fazla bir kalabalık yok. Çünkü kapının saat 14.00’te açılacağını bilen Almanlar, o saatte geliyor salona. Her neyse, yaklaşık bir saat bekledikten ve “Acaba sadece biz mi geldik?” endişelerinin ardından kapının önü dolmaya başladı. Kapıların açılmasıyla birlikte artık içerideydik.
Konserin yapılacağı Arena Berlin, Spree nehri kıyısında 1920’lerde otobüs garajı, daha sonraki yıllarda da Naziler tarafından cephanelik olarak da kullanılmış olan koca bir hangar. İçeride ne varmış ne yokmuş diye şöyle bir tur atarken, küçük sahneden gitar sesleri gelmeye başladı. Hmm tam da programda yazan saatte…
İsveç dolaylarına yolculuk
High Reeper, taa Amerikalardan gelip sahneye çıkmıştı. Albümleri çıkalı henüz birkaç ay olmuş, dumanı üstünde. 70’lerin klasik Heavy metalini doom ve stoner sound’la harmanlayan yepyeni bir grup. Enerjik sound’larını seyirciye kolayca aktardılar. İleride bu tarzın adının geçtiği yerlerde onları sıkça duyacağımız kesin.
Akabinde yine küçük sahnedeyiz. Fransız Doom metal dörtlüsü “The Necromancers”de sıra. İlk albümleri Servants of the Salem Girl’ü 2017’de yayınlayan grup, bu tarzla ilgili pek çok sitede yılın en iyileri listesinde kendisine yer buldu. Karanlık ve tekinsiz bir sound, şeytan, cadılar ve büyücülerle dolu sözler… Dört genç adamın doom metal gibi bir türe bu kadar iyi bir albüm verdikten sonra sahnede de kendilerinden emin çalışı, hele ki vokalistlerinin üstün performansı gerçekten takdir edilesiydi. Saatlerce övebilirim, gerçekten…
The Necromancers’dan sonra İsveç seyahatimiz başladı. Önce ana sahnede Dead Lord’u izledik. Thin Lizzy ve Kiss’in 70’lerdeki sound’una bir selam gibiler hatta bir ara Detroit Rock City’nin solosunu çalarak Kiss’e saygılarını da sundular. Dead Lord’dan sonra istikamet yine küçük sahne! Bu kez İsveçli dört kadından kurulu MaidaVale sahnede. Neo falan değil gerçek anlamda Psychedelic rock. Jefferson Airplane’den reankarne olmuş gibiler… Çok sevilen ilk albümlerinden hiç parça çalmayıp, sadece yeni çıkan ikinci albümlerine yönelmeleri negatif haneye yazılsa da vokalistlerinin sevimli deli dansları bunu göz ardı etmemizi sağladı.
Bira molası ve güneşin tatlı yüzü
Festival hızla akıyordu ama hala İsveç sınırları içindeydik. Bu sefer Horisont sahneye geldi. 10 dakikalık Odyssey adlı şarkılarıyla efsanevi bir giriş yaptılar. Şimdi de sıra 70’lerin progresif rock’ını proto metalle buluşturmakta! Karşımızda biraz UFO, biraz Rush var. Büyüleyici bir performas. Çok daha yukarılarda bir yerlerde olmalılar kesinlikle… Horisont’un ardından sırasıyla King Buffalo ve Elder sahne alacak. İkisini de biraz sıkıcı bulduğumuz ve yorulduğumuz için altın rengi biralar eşliğinde nehir kenarında biraz yaymaya gidiyoruz. Almanya sanki bizi selamlar gibi, mevsim normallerinin ötesinde bir güneş tatlı tatlı içimizi ısıtıyor.
Merhaba Graveyard
Ve geri dönüyoruz. Sahnede Lucifer var. En önemli özellikleri, Nicke Andersson’un Entombed’dan yıllar sonra yine davula geçmesi… Festivalde sahneye çıkan tüm İsveçlilerin müzik yapmasında izleri bulunan efsanevi Nicke, ne Entombed’la ne Hellacopters’la, ne de Imperial State Electric’le izleyebildiğim Nicke Andersson. Grup nasıldı çok takip edemedim ama sahnede Nicke’yi görmek başlıbaşına bir keyifti.
Ve sıra günün headliner’ı, Graveyard’da… Stoner rock’ı blues’la buluşturan sound’ları, vokalist Joakim Nilsson’un o çatlak, hırpalanmış sesiyle yer yer sakince, yer yer çığlık çığlığa söylediği şarkılar… The Siren, Uncomfortably Numb gibi ballad’lara, Hisingen Blues gibi bir klasiğe seyircinin katılımı… Konser tek kelimeyle muhteşemdi. 75 dakikalık kesintisiz performans, az diyalog, bol thank you ile son bulan üst düzey bir konser deneyimi sağladı bize. Orada olmak için harcadığımız tüm zaman ve enerjiye değen harika bir gün sonu. Kulağımızda Joakim’in sesi ve o cümleler…
Where is the future? There is no past
Only the present and will it last?