2000 yılında Açık Radyo RTÜK tarafından 15 günlük bir kapatma cezası alır. Radyoya 15 günlük ara vermek için mikrofonun başına geçen Ömer Madra son olarak bir anons geçer; “Şimdi değerli bestecimiz Hasan Ersel’in John Cage’in 4’33” adlı eseri üzerine çeşitlemeler dinliyorsunuz.” der ve radyo kapanır. Açık Radyo Genel Yayın Yönetmeni Ömer Madra ile sessizlik ve bu ‘enteresan’ sansür süreci üzerine konuştuk.
John Cage ve 4’33” performansı sizin için ne anlam ifade ediyor?
Müzik zaten soyut bir şey, hatta dünyadaki en soyut şeylerden biri. John Cage ise 4:33 ile, soyutlamada gidilebilecek en uç noktaya ulaşmış. Sese dayalı bir durumda bundan daha ötesi olmaz zaten. Fakat bu eserin Açık Radyo olarak bizim için ayrıca çok önemli bir yeri var. Türkiye’de her zaman ilginç tuhaflıklar olabilir, hiç şaşırmazsın yani. Bizimki de bunlardan biri işte.
2000 yılında bir ceza alıyorsunuz ve John Cage’in bu soyut işini, RTÜK’ten almış olduğunuz ceza üzerinden yeniden okuyorsunuz. O dönemde neler olmuştu?
2000 yılında Açık Radyo 15 günlüğüne kapatıldı ve bu da bir edebiyat programı yüzünden oldu. 2000 Eylül’ünde “Amma Hikâye” adlı bir program vardı. (Program adını Oğuz Atay’ın meşhur “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesinin –ki gayet acıklı bir hikâyedir– son cümlesindeki o harika laftan alıyor.) Hem Türkiye’den hem dünyanın farklı coğrafyalarından yazarların farklı hikâyelerden oluşan uzun soluklu bir programımız vardı. Bir bölümde de Amerika Birleşik Devletleri’nin en önemli hikâyecilerinden Charles Bukowski’nin “Kasabanın En Güzel Kızı” adlı hikâyesini yayınlamıştık. İşin ilginç tarafı, bu hikâye radyomuzda daha önce de yayınlanmıştı. Programı Göksenin Göksel hazırlıyordu. Göksenin, öykü dünyasının en seçkin örneklerini yayınlamaya çalışıyordu: Sait Faik de yayınlıyordu, Oğuz Atayda. Afrikalı hikâyeciler de oluyordu, Fransızlar da. Senelerce devam etmiş, çok değerli bir programdı. Charles Bukowski hikâyesini ikinci kez yayınladık çünkü hikâyeyi ilk seferinde okuyan arkadaşımız Ayşen Aydemir, o ara gencecik yaşında vefat etmişti. Onun anısına bir kez daha okundu hikâye. Biz de böylesine dramatik bir olayın ardından empatiye dayanan bir eylemde bulunmuş olalım demiştik. Bir çeşit vefa borcu yani. Hikâyenin kendisi de oldukça trajik, aslına bakılırsa. Cass diye bir karakter var. Akıllı olduğu kadar vicdan sahibi bir karakterdir. Resmi sever, dansı, şarkıyı ya da çömlekçiliği sever ve “insanlar acı çekiyorsa, Cass onlar için yürekten üzülürdü. Bunun nedeni ise basitti çünkü Cass kimseye benzemezdi. Cass’in pratik zekası yoktu…” diyor Bukowski, yani muazzam bir cümle bu.
Ömer Madra, Açık Kitap’taki 4’33” göndermesini gösteriyor.
İlk yayınla ikincisi arasında kaç yıl vardı?
Dört yıl kadar olması gerek.
BİLİRKİŞİ DEĞİŞTİ, GÖRÜŞ DE DEĞİŞTİ TABİİ
O dönemde hukuki süreç nasıl işledi peki?
Programda okunan bu hikâye nedeniyle; Açık Radyo’ya genel ahlak ve Türk aile yapısına aykırı vb olduğu gerekçesiyle 15 gün kapatma cezası vermişlerdi. Ancak 9. İdare Mahkemesine biz dava açmıştık ve Açık Radyo yürütmeyi durdurma talebinde bulunmuştu. Bu da kabul edilmişti. Uluslararası çapta iletişimci akademisyenlerin de bulunduğu bilirkişi heyeti, Türk aile yapısının Charles Bukowski ile alakasının bulunmadığını, dahası genel ahlak ile alakasının da bulunmadığını belirtmişti. Bilirkişi raporu, “öyküde cinsel bir takım sözcükler yer alıyor olsa da, bunlar cinsel duyguları ortaya çıkarmak için kullanılmamış, aksine genç bir kızı intihara sürükleyen ilişkileri ortaya koymak amacına yöneliktir” şeklinde görüş belirtmişti. “Dolayısıyla, o öyküyü hiçbir şekilde genel ahlaka aykırı olarak nitelendirmek mümkün değildir,” diye bitiyordu bilirkişi mütalaası. Ancak, dediğim gibi, o süreç içinde bilirkişi de değiştirildi ve görüş de “değişti” tabii. Son tahlilde biz bu davayı kaybettik.
John Cage’in 4’33″ünüz RTÜK cezası ile ilişkilendirme biçiminiz takdire şayan. Bu fikir nasıl aklınıza geldi?
Şimdi şöyle bir RTÜK yönetmelik kuralı var: Eğer televizyonda böyle bir ceza alırsanız, kapatılmanın gerekçesi kapanmadan hemen önce ekranda yazı olarak geçer ama bu ceza radyoda olursa, kapanmadan hemen önce bu gerekçeler sözlü olarak anonsta geçmeli. Bu anons tam hatırlamamakla birlikte ceza süresince 2 sefer söyleniyor. Anons görevi de radyoda bana düşmüştü. Amma velakin, biz şöyle bir şey yaptık; yönetmeliğin gerektirdiği şeyi harfiyyen uyguladık önce: Kapatılıyoruz 15 gün süreyle kapalı kalacağız, çünkü madde gereği genel ahlak, Türk aile yapısı vesaire… yüzünden 15 gün kapalıyız dedik. Sonra da şunu ilave ettik: “Şimdi değerli bestecimiz Hasan Ersel’in -kendisi önemli bir ekonomist olmanın yanı sıra klasik müzik üzerine Açık Radyo’da dönem dönem programlar yapmıştır– John Cage’in 4’33” adlı eseri üzerine çeşitlemeler dinliyorsunuz.” diyerek yayını bu şekilde bitirdik ve 15 gün boyunca yayını bu şekilde “sessizlik senfonisi” çalarak bıraktık. Bilmiyorum John Cage’in aklına gelir miydi ancak 4’33”nün en radikal kullanımlarından biri olmalı. Biz bunu “Açık Radyo Senfoni Orkestrası” tarafından icra edilen bir senfoni olarak 15 gün boyunca uyguladık.
Sonrasında Açık Kitap olarak adlandırdığımız ansiklopedik bir yayın yamladık, 15. kuruluş yıldönümümüz vesilesiyle. Açık Kitap’ta bu süreci (kapatılma sürecini) ele aldık. Açık Kitap ansiklopedik bir içeriğe sahip olduğu için, “Amma Hikâye” başlıklı maddede olan biteni anlattık. Bunu yaparken de maddenin yer aldığı sayfalardan 4.33 sayfayı da boş bıraktık!
“HELAL OLSUN, BUNLARA KURŞUN İŞLEMEZ”
Radyo kapalıyken neler hissettiniz? Radyonun kapanışı sizin için de bir tür sessizlik olsa gerek.
Ee tabii, bizim için sarsıcı bir durumdu. Bilmem kaç yıldır, sabahın 7’sinde buraya geliyorsun, bir saat hazırlık yapıyorsun ve onca yıl sonra, elini ayağını nereye koyacağını bilemediğin derin bir sessizlik ortaya çıkıyor birdenbire. Bu John Cage’in sessizliğinden de biraz farklı. Çok sıkıcı bir dönemdi ama sonuç olarak radyoyu çok kalabalık bir şekilde sona erdirdik. Dostlarıyla, programcılarıyla ve destekçileriyle bütünleşen bir şey oldu. Eğlendik, ancak haliyle epey sıkıldık da.
Yasak sonrasında neler olmuştu peki?
Yasak bittiğinde, dönüşte de, kural gereği tam aynı saatte açmak zorundaydık. Aynı şekilde bir açıklama da yapmak zorundaydık. Biz de “Nerede kalmıştık?” diyerek yayına başladık, ardından yasal açıklamamızı yaptık ve ardından da ilk iş olarak “Ayılana Gazoz, bayılana limon” şarkısını çalarak işe giriştik. “Limoncu derler adıma, kimseler gelemez yanıma” dedik yani ve böyle de devam ettik. İlginç bir ayrıntı da var o dönemden: Profesör Ayşe Buğra da – kendisi hem programcımız, hem dinleyicimiz, hem de destekçimiz– bize yıllar sonra (2006’da) bir mektup göndermişti. O mektupta, sansür sonrasında basın sansürüne dair bir sert açıklama ya da mağduriyete dair bir açıklama beklenirken, bizim ayılana gazoz, bayılana limon adlı şarkıyla başlamamızın çok hoşuna gittiği belirtiyordu. Ayşe o açılıştan daha büyük bir meydan okuma olmayacağını düşünüyordu. Ayşe’ye göre; Açık Radyo hem işini ciddi yapanlar, hem de kendilerini ciddiye almadan bu işi yapanların bir alandı. Hatta Ayşe, Açık Radyo’yu “Helal olsun, bunlara kurşun işlemez” olarak değerlendirdiğini söyleyerek bitiriyordu.
Açık Radyo olarak absürditenin sınırlarında dolaştığınız bir dönem olmuş galiba. Buna benzer durumlar yaşadınız mı peki?
Türkiye’de absürditenin sınırları her zaman yeni rekorlarla aşılabilir. Bu her alanda var. Bu, hüsran yaratabildiği kadar, aynı zamanda eğlenceli de olabilir. Şöyle garip bir durum da olmuştu mesela. O dönem RTÜK’ün başkanı sayın Nuri Kayış’tı. Kendisi kapatılmamızdan hemen önceki bu yasak sayesinde Açık Radyo’nun çok da “reklamı olduğunu” söylemişti. Absürditeden bahsettik ya, benim de bu mülakat aklıma geldi yıllardan sonra. Belki de haklıyı Nuri Bey, kim bilir?
SESSİZLERİN SESİNİ DUYURAMADIĞI BİR ORTAM OLMASI SON DERECE NORMAL
Sessizliğin politiği hakkında ne düşünüyorsunuz? Sessizlik politik bir ses mi sizce?
20 ve 21. yüzyılda demokrasi ile yönetilen ülkelerin en temel problemlerinden bir tanesi, ifade özgürlüğü. Benim zaten asıl akademik formasyonum uluslararası insan hakları üzerine. Doktora tezim de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, sonrasında yazdığım ikinci akademik kitabım da Göçmen İşçiler ve uluslararası hukuktan doğan hakları üzerine. Yani radyoculuğa başlamadan önceki hayatımın önemli bir kısmı ifade özgürlüğü ve temel insan hakları üzerineydi. Çok önemsediğim bir şey bu çünkü hukukun temeli, seslerini duyuramayan kesimlerin ses çıkarabilmelerinin can alıcı önemi üzerinedir. Maalesef medyanın hem Türkiye’de hem de çeşitli ülkelerde baskılandığı ya da medyanın oto sansür yaptığı bir ortamda, sessizlerin giderek sesini duyuramadığı bir ortam olması son derece “normal” sayılan çok anormal bir durum. Ayrıca, toplumsal anlamda bir çeşit ölüm (sivil ölüm/demokrasinin can çekişmesi vb) olarak da değerlendirilebilir.
Sessizlik/ses ikilemini toplum üzerinden okursak, şu an toplum olarak ne kadar ses çıkarıp, ne kadar çıkaramıyoruz?
Dünyanın önde gelen radyocularından, yazar, düşünür ve aktivist Amy Goodman’ı çok severiz biz: Onun “Democracy Now” adlı efsanevî bir radyosu var. Hafta içi her gün 1 saatlik savaş ve barış raporu verirler. Muazzamdır yani. İnsan hakları, hatta sadece insan hakları da değil, sivil mücadele üzerine de haber-yorum verirler. (Video olarak da var). Açık Radyo’da da yıllardan beri hafta içi her sabah erken saatte bu raporlar yayınlanır. Democracy Now, Amy Goodman ve Açık Radyo’nun birleştiği noktalardan biri de iklim yıkımı meselesi oldu. Türkiye’de yaklaşık 21 yıldan bu yana, giderek artan bir şekilde bu büyük tehdide olan ilgimizi göstermeye, herkesi iklim adaleti için mücadeleye çağırıyoruz. Gezegene fosil, petrol, doğalgaz ya da kömür ile yapılan büyük ekolojik yıkımı sürekli konu ediniyoruz. Amy Goodman da bunu giderek artan bir ilgiyle takip ediyor. Kendisi ile ile Güney Afrika’da Durban’da iklim zirvelerinden biri sırasında gerçekleştirdiğim bir söyleşide, bana bir vicdani retçi tarafından kurulan Pasifik Radyosu’ndan geldiğini bahsetti.
Amy Goodman
Benim Açık Radyo için mülakat yaptığım düşünürlere, aktivistlere, yazarlara genellikle son olarak sorduğum bir soru var: “Sizce dünya nereye gidiyor?”. Amy’den aldığımız cevap şu oldu: “Sessizlerin sesi olmadan olmaz. Sessizliği yok etmek gerekir” dedi ve Gandhi’ye atfedilen meşhur sözü hatırlattı. “Önce sizi görmezden gelirler, sonra dalga geçerler, sonra saldırmaya başlarlar, sonunda siz kazanırsınız” diyor. Yani, efsanevi radyocu, yayıncı Amy Goodman’ın tabiriyle medya sessizleştirilenlerin sesi olmak zorundadır… Dünyanın gidişatını ancak bu yolla mücadeleye girerek etkileyebileceğimizi söylüyor yani. Bence sessizlik ve ses arasındaki bağlantı da bu şekilde olmalı.Dünyanın mevcut haline, yani adaletsizliğinden çürümüşlüğüne kadar her konuda muhakkak ses çıkarmalıyız. İlla slogan atmaya falan gerek yok ancak ses çıkarmaya gerek var. İşte bu noktada, dünyanın önde gelen düşünür ve aktivistlerinden Noam Chomsky’nin dediği gibi medyanın rolü hayatîdir. Ne olduğunu bilmeden eleştiremezsin, ses çıkaramazsın.
MİLLİYET GİBİ GAZETELERİ OKUYARAK, DÜNYADA OLUP BİTENİ ANLAYAMAZSIN
Toplumsal sessizlik üretilmesinde medya sansürü oldukça önemli bir araç kuşkusuz. Peki bu ilişkiyi kıracak alternatif durumlar üretilemez mi?
Chomsky 1967’den bu yana aydınların yani entelektüellerin de dünyadaki servet ve gelir dağılımı adaletsizliğini gidermekte büyük bir toplumsal görevi olduğunu dile getiriyor. Ben de o konudaki makalesini ilk okuduğum yıldan bu yana –ki sanırım 50 yılı geçmiştir—bu mesele kulağıma küpe olmuştur. Burada aydınların, entelektüellerin büyük sorumluluğu var çünkü aydın ya da entelektüel dediğin kişi belli ayrıcalıklardan yararlanan, iyi okullarda okumuş, iyi kötü bir yabancı dile sahip olan, bir sürü kitap vb okumuş kişilerdir. Ee bunun bedelini topluma ödemek zorundalar. Konuşmak ve durmadan konuşmak, sesini yükseltmek, dik durmak gerekiyor.
Önceden Abdi İpekçi gibi önemli editörlere sahip olan Milliyet gibi gazeteleri şu an okuyarak, dünyada olup biteni anlayamazsın çünkü bence sessizliğe katkıda bulunuyorlar. Bu çok önemli. Ses çıkarmak, en az nefes alış verişimiz kadar önemli. Kadınların seslerini ya da LGBTİ hareketini, susturmaya çalıştılar ve çalışıyorlar ama susturamıyorlar işte. Daha geçen gün, tüm engellemelere rağmen büyük bir yürüyüş gerçekleştirdiler.
BEN DÜNYADA THE BEATLES’I İLK KEŞFEDENLERDENİM.
Biraz geçmişe gidelim. 1990’larda medyada hak arayışının en kritik süreçlerinden biri “Radyomu İstiyorum” eylemiydi. Binlerce kişi siyah kurdeleleri arabalarına takarak kitlesel bir tepkide bulunmuştu. Sonucunda ise özel yayıncılığın Türkiye’de önü açılmıştı. O dönemde insanlar neden böylesine kitlesel bir tepkide bulunmuştu?
Özel radyolar birçok ülkede problemliydi. İtalya’da da böyleydi, İngiltere’de de böyleydi. Dünyada özel radyoculuk pratiği Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi bir halde değildi. Korsan radyolar kuruldu. Ben gençliğimde Radio Luxembourg dinlerdim mesela. Müthiş bir merakım vardı. A.M.’den dinlenebiliyordu. O radyo İngiliz radyosuydu ancak İngiltere’de kamu radyosu BBC olduğu için onlar Luksemburg’dan yayın yapardı. Parazitli bir yayını olurdu. Hatta o radyoda “Love Me Do” diye bir şarkı dinlemiştim. Bizim gençlikte arkadaşlarımız arasında yaptığımız listelerimiz olurdu. O şarkıyı listemin birincisi sırasına koymuştum. Daha The Beatles meşhur bile değildi yani. Hatta NME dergisinde bile sonradan birinci sıraya çıkmıştı. Ben dünyada The Beatles’ı ilk keşfedenlerden biriyim yani (Gülüşmeler) Böyle A.M. radyolar dinlemekten hoşlanırdık. Bu sorunun başını kaçırdık galiba (Gülüşmeler)
Özel radyo yayını isteme furyası sadece Türkiye’de değil, diğer ülkelerde de çok fazla oldu. Mesela İtalya’da da oldu. Burada Tansu Çiller bunu fırsat bildi ve kendisi de arabasına siyah kurdele taktı. Bu eylemi biraz kullandığını söyleyebilirim ancak bütün politikacılar bu gibi toplumsal durumları kullanır zaten. Ben ise bu eylem nihayete varırsa, gençlik hayalim olan disk jokeyliği bir radyoda yaparım diye düşündüm çünkü The Beatles’ı keşfettiğimde, TRT’ye gidip disk jokeylik yapabilir miyim diye sormuştum, onlar da kibarca olamayacağımı bahsetmişti. 17 yaşlarındaydık galiba (gülüşmeler).
İKLİM AÇISINDAN DA SIKINTILIYIZ
Toplumlarda demokrasi en temel ihtiyaçtır ve protesto da bunun en doğal yoludur. Bu yüzden otoriter rejimler fevkalade kötü. Otoriter rejimlerde susturulursun çünkü. İnsanlar kazanılmış özgürlüklerini bırakmak istemeyecektir. Ancak bu aralar toplumlar otoriter rejimlere topluca geçme niyetinde. Amerika Birleşik Devletleri’nde de bu böyle. Polonya’da da böyle, Macaristan’da da böyle. Özellikle Brexit’le birlikte İngiltere de bu yöne kayabilir. Esas itibariyle kamusal olanın muhakkak yeniden döndürülmesi gerekiyor. Özgürlük talebi kadar doğal hiçbir şey olamaz çünkü arkasında yatan ciddi bir toplumsal talep var. Özel radyo talebi de böyleydi. Şimdi neo liberalizm çağındayız.
O günler ile bugünü kıyasladığımızda kamuoyunun durumunu nasıl görüyorsunuz? Daha mı sessiz yoksa tepkili mi?
Şu anda tabii çok zorlu bir dönemden geçtiğimiz konusunda hiç şüphe yok. Ciddi bir hak hukuk problemimiz var. Bu konuda ülke olarak çok gerilemiş bir dönemdeyiz yani anayasa işlemiyor neredeyse. Dünyada da bir geriye dönüş dalgası var ama öte yandan da bir yerlerden ciddi mücadele sesleri geliyor. Mesela İngiltere’de İşçi Partisi “Labour’s Manifesto” adında muazzam bir manifesto yayınladı. Onlar kamusal alan üzerinden çok ciddi bir hikâye kuruyorlar. Müşterekler üzerine kuruyorlar yani. Öte yandan, büyümemeyi hedefleyen kooperatif hareketler de var. Buradaki sorun şu; zaman. Zamanımız çok dar artık. İklim açısından da sıkıntılıyız, nükleer savaş da her an çıkabilir yani. Trump gibi politikacılarla nereye gideceğini bilemediğimiz bir yoldayız. Dolayısıyla geçmiş ya da günümüz karşılaştırmasından ziyade; ne yapacaksak, şimdi yapmalıyız. Bir tarafında çöp bir dünya var, bir tarafında ise mücadele var. Gökkuşağını iğne deliğinden geçirme durumu yani.