Harun Tekin: Peyote Sayesinde “Sokak”la Tanıştık.

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!, Röportajlar

 Mor ve Ötesi, Türkiye’nin gündemine 2004’te çıkardığı Dünya Yalan Söylüyor albümüyle oturdu. Fakat onların “ünlü” oldukları güne kadar çok seven bir kitlesi de çoktan oluşmuştu. Grubun patlamasını, yolu Peyote’ye düşenler haklı bir gururla “Biz zaten dinliyorduk” şeklinde karşıladı. Peki o yıllarda neler yaşamışlardı? Peyote serüvenini anlatması için Harun Tekin ile buluştuk, o da “Hakan Abi”den Replikas’a, son 20 yıla ait düşüncelerini bizlerle paylaştı.

 Ayın konusunun hakkını verip, ilk Peyote sorusuyla başlayalım o halde… Siz galiba 97’de çalmaya başlıyorsunuz Peyote’de? 

Peyote’de biz 99’da kesin olarak çalıyorduk. 2000’de de çalıyorduk. Yani benim tahminim; 1998-2000.

 O dönemin sosyal koşulları düşünüldüğünde Peyote nasıl bir mekandı? Bize biraz İstiklal’in o dönemdeki gece hayatını ve Peyote’sini anlatabilir misin? 

İstiklal’in o dönemi renkli ve zengindi. Şimdiki dönemine göre de, ondan on yıl önceki haline göre de renkli ve zengindi.

 Alman Lisesi çıkışlı olduğunuzu biliyoruz. O dönem zaten İstiklal’de yaşıyorsunuz değil mi? 

Biraz öyle. Oraları biliyorduk. Ama biz hiç “sokak çocuğu” sayılmazdık. “Hayatımız Beyoğlu’nda geçti zaten” durumu varsa da, hemen hemen Peyote ile başlıyor aslında. Eski Peyote’yi hatırlayan ya da giden var mı aranızda?

 Hatırlıyoruz tabii. 

Ben de hatırladığımı söyleyeceğim. Şu an oturduğumuz cafe’den biraz daha uzun. (Not: Cafenin terasında toplam 15 – 20 kişinin oturabileceği bir büyükük söz konusu) Biraz daha aşağıya doğru. Hani 70-80 kişi alırdı herhalde.

Peyote’de Üzerimize Dj Düştü

 O kadar bir yerdi gerçekten. Zaten sahnenin önünden de dar girişi başlıyordu. 

Girişte bar vardı. Dar bir giriş. Sonra basamakla çıkılan bir bölüm vardı diye hatırlıyorum. Basamaktan sonra, 50 kişinin sığacağı bir yer olsa gerekti. Sonra da sahne. Sahnenin arkasında taş duvarların içinde DJ kabini vardı. DJ kabini şu yüzden önemli; bir keresinde oradan bizim üstümüze DJ düşmüştü.

 Kim olduğunu hatırlıyor musun? 

Hasan.

 Hasan mı? Ah be deli Hasan. Onu da hatırlamış olduk bu vesileyle. 

Evet, Hasan düştü. İranlı bir arkadaşımızdır Hasan. Ara verdiğimizde çalardı. O sırada çok içmiş olabilir, sahneye bir şey düştü; Hasan! Peyote’nin bir de elektrik problemi vardı. Vokal mikrofonundan elektrik çarpardı. Hatta onunla ilgili Murat Ertel’le hep iddiamız olurdu. O, muhakkak bir elektrik çarpıyor ve yer gök mavi oluyor derdi. bense yeşil görürdüm. Şarkıcıya elektrik çarpınca, böyle gözünün önüne gelen ilk rengin ne olduğu konusunda bir tartışmamız vardı. Onu bir geyiğe de çevirmiştik, iddialaşıyorduk. En son bunu 2015 yılında Meksika’nın bir beldesinde de konuştuk. O hala mavi diyor , ben de yeşil diyorum. Hiçbir şekilde şimdiki mekanlarla kıyaslanmayacak kadar mütevazı bir yerdi Peyote. Kitlesi de o 60-70 kişilik bir yer için 150-200 müdavim arasından, hemen hemen aynı 40 kişi sürekli oradaydı gibi hatırlıyorum. Belki daha geniştir ama bir şekilde komünitesi olan bir yerdi, o kadar çok birbirini tanıyan insan oluyordu ki orada…

Peyote’yi En İyi Replikas İfade Eder

 Kimler vardı peki şu anda hepimizin tanıyor olabileceği? 

Replikas tayfasını hatırlıyorum. Onları orada izlediğimde, Replikas’ın Türkiye’de çok meşhur ve popüler olacağından emin olmuştum. Öyle olmadı belki tam anlamıyla ancak her zaman inanılmaz bir grup oldular, sadece öyle bir yola gitmediler. Orada çok acayip cover’lar yaptıkları dönemdi. “Taş Var Köpek Yok”lar gibi mesela… Bence Peyote’yi en iyi ifade edecek şey biz değiliz, Replikas aslında. Biz zaten popüler yerlere alternatif, alternatif yerlere popüler kaçıyorduk; hep öyle oldu.

 Çevresinde neler vardı eski mekanın? 

Orada otoparkçı Yaşar vardı onu hatırlıyorum. Mesela arabayla bütün İstiklal Caddesi etrafındaki yollardan, nerelerden nerelere varılabileceğini, nereden Tünel’e çıkılır, nereden Cihangir‘e çıkılır, Taksim Meydanı’na en kolay nasıl çıkılır, arabayı hangi köşeye bırakırsan otoparkçı çizmez, hangi otoparkçıya bırakmak iyidir gibi pratik bilgilerin, hepsini orada çok hızlı biçimde öğrenmiştim. Kendi taşımacılığımızı ve kendi rodiliğimizi kendimiz yaptığımız için sürekli bir şeyler taşımak gerekiyordu. Dükkanın çok yakınına kadar araba gelebiliyordu. Tam dükkanın karşısına denk gelebilecek şekilde bir değnekçinin işlettiği otopark vardı, o bizim için çok kilit bir yerdi mesela.

 Peyote’de çaldığınız zamanlardan kalan başka anılarınız var mı? 

Peyote’de neler olmuştu? Bir keresinde, Kerem bir zile vurdu ve zil benim yanımdan düşmeye başladı. Dikine bir şekilde bir kızın kafasına çarptı. Bir şey olmadı ama çok korkmuştuk o gün. Düzce’deki ikinci büyük deprem olduğu sırada biz soundcheck yapıyorduk, onu hatırlıyorum. 12 Kasım’da, akşam üstü saatlerinde deprem olmuştu ve biz o sırada soundcheck yapıyorduk. Bir anda bütün duvarlar sallanmaya başladı, gerçekten çok acayip bir andı benim için. Bir şey daha vardı… 2000 yılı Süper Kupa Finali. 25 Ağustos 2000, mesela onu da orada izlemiştik. Maç gösterimi değil de, orada Alparslan meğer maç izliyormuş da, biz de orada izliyoruz gibi düşünebilirsiniz… Replikas deyince, daha sonra sinema yazarı olan Yeşim Tabak, Engin Ertan gibi bir tayfa vardı; Şafak (Çatalbaş) tanıştırmıştı beni onlarla. Yeşim’in ablaları Zeynep ve Ayşe, Suphi, Ayhan vardı. Arada oraya hiç gelmeyecek tipler de gelirdi turistik aktivite gibi. Onlara bakardık kim bunlar diye. Peyote’de çalmak da zor ve yorucu bir etkinlikti biraz. Biz niye 4’te falan çıkıyorduk mekandan onu hatırlamaya çalışıyorum. 4 civarı bitiyordu işimiz. Herhalde uzun uzun çalıyorduk. Toplanma filan derken…

 Bar sahnesi için normal saat aslında… 

Normal herhalde, evet.

 Kemancı’da, Captain Hook’ta  da öyleydiniz. 2.5 saat sürüyordu herhalde sahnede kaldığınız süre. 

Arayla beraber 2.5 oluyordur. Kulisi yoktu galiba Peyote’nin. Kulis diye bir şey olmasa şaşırır mıydım? Hayır. Olmaması normal zaten.

Volkan Gitarın Tellerini Kopardı

 Siz eşyaları direkt sahneye mi koyuyordunuz acaba? Case’leri mesela… 

Güzel sorular. Böyle sahnenin tam önünde bir tane basamak gibi bir şey vardı, ondan da faydalanıyorduk galiba. Vay be… Sahnenin köşesine koyuyorduk herhalde, evet. Bir keresinde, Volkan Gürkan çıkıp bir şarkıda benim gitarı çalmıştı. Benim gitarımı aldı, bir şarkıda üç tel kopardı ve kanlar içinde indi. Böyle eli kan olmuş, gitar kan olmuş, üç tel kopmuş… Ben aylardır çalıyorum hiç tel koparmamışım üstelik; Volkan mahvetti ortalığı ama çok güzel bir andı doğrusu.

 Helal olsun Volkan’a. 

Evet, helal olsun hakikaten.

 Peki kuruluş yıllarınız içinde bakıldığında ya da bağımsızken diye düzeltelim; Peyote sizin için önemli bir mekandı. Size ve müziğinize neler kattı o kültür, o insanlar? 

Bir kere bizim dayanıklılığımızı artırmıştır tahminen çünkü güzel bir mekan ama böyle iyi bir duyum yoktu, yani kendini rahat rahat duyarak değil zorlukla duyarak çaldığın bir yerdi sonuçta. Sonra çok iyi müzik zevki olan bir seyirciyle iletişim kurmayı öğrenmeye çalışmak… Ayrıca birbirinden değerli insanlarla, müzisyenlerle tanışmak… Zen, Replikas ve Mor ve Ötesi periyodik çalıyor yani, hiç fena değil aslına dönüp bakınca… Peyote, bizim gerçekten sokakla, “gerçek hayatla” diyeyim tanışmamızı sağlayan bir yerdi. Yani çeşit çeşit insanla tanışmaktan bahsediyorum… Mesela şöyle söyleyeyim; 97-98 civarında ben neredeyse içki bile içmiyordum yani. Böyle bir bira, o da belki… Sigara zaten yok. Mümkünse bitki çayı… Hani sesimize iyi bakalım. 4 litre su içmemiz lazım günde gibi kafalardaydım.

 Peki ya şimdi? 

Yok, şimdi değil. 98-99’dan itibaren yavaş yavaş geçti onlar.

 Peyote’nin kötü huyları… 

Evet.

 Siz muhtemelen üniversite zamanlarında Peyote’de çalmaya başlıyorsunuz. 

Aynen öyle.

 Daha çok kimler gelirdi, ziyaret ederdi? Hani kitlesi birazcık orta sınıf mı diyebiliriz yoksa orta sınıf üretici kitle mi? 

Herhalde öyle. Bizim yaşlarda insanlar da gelirdi.

 Üniversite kitlesi mi gelirdi? 

Hatırladığım kadarıyla gelirdi. Atacağım kafadan ancak şunu hatırlayabiliyorum; sanki gizli bahçe crowd’unu andıran da bir hali vardı. Gizli Bahçe’nin de dönemleri vardır aslına bakarsan, fakat Peyote, Gizli Bahçe’nin o yıllarında rastladığın insanlara rastlayabilme ihtimalin olan bir yerdi gibime geliyor.

 Aslında üniversite festivalleriyle aynı yerde Peyote dinleyicisi de. 

Ama üniversite festivalleri dediğin şey o kadar kalabalık bir şey ki… Gerçekten küçük bir yerden bahsediyoruz ve evet 20-30 yaş arası %90 herhalde.

 Hakan Abi ile diyaloğunuz oldu mu, müziğinize dair öneride bulunur muydu? 

Tabii. Çok severdim, dünya saçması bir şekilde gitti ama çok güzel izler bıraktı bende. Çok düzgün biriydi, bir yanı melekti ama aynı zamanda çok sert ve köşeli bir adamdı da. Hakan çok hakiki biriydi, ışıklar içinde yatsın. Müzik konuşurduk, başka şeyler de konuşurduk ama malum, hafıza rekreatif bir şey. Dolayısıyla, “bize hep şöyle derdi” gibi bir şey diyemem ama onu hep dikkatle dinlediğimi hatırlıyorum. Şunu hatırladım; az önce söyledim ya biz popüler sahne için alternatif, alternatif sahne için popüler kalırdık diye… Bizle ilgili, hani biraz daha façanız bozuk olsa, müzikal olarak daha seksi algılanacaksınız gibi özetleyebileceğim bir cümle kurulurdu. Aynı bu cümle değil ama bu anlamda. Biraz fazla mı temiz çocuklarsınız acaba gibi de özetlenebilecek bir şey. Biz orada biraz steril kalıyorduk hakikaten.

 Onda Alman Lisesi çıkışlı olmanın etkisi olabilir mi? 

Mutlaka olur! Olmaz, olur mu?

Peyote’de Nasıl Çalmaya Başladığımızı Hatırlamıyorum

 90’ların sonunda çalmanız için Peyote’den mi size öneri geldi, yoksa siz mi “biz çalalım” dediniz? 

Valla hatırlamıyorum.

 Artık öyle değil işleyiş. 

Öneri Peyote’den mi geliyor şimdi?

 Hayır. Gruplar demolarını dinletiyor/gönderiyor, Peyote ruhuna uygunsa çalıyor müzisyenler. Gerçi ben çalarken öyleydi. Şimdi tam nasıl ben de emin değilim. Bunu araştırayım. 

Tabii canım, biz de gitmişizdir herhalde. Çünkü neden desinler ki? Mor ve Ötesi lütfen gelsin çalsın diye…

 Belki tanıdıktır? Aslında o sırada Mor ve Ötesi ismi var çünkü. 

Yani…

 Onlardan gelmiştir öneri deyip, konuyu kilitliyoruz. 

Nasıl olmuştu ya? ’97 ile 2001 arası diyelim… Bizim Gül Kendine çıkana kadar nispeten periyodik çaldığımız birkaç yer var. Onlardan en önemlileri Peyote ile Captain Hook fakat bunlar olurken,  Mojo’da da çok çaldık. Kemancı’da da keza…

 Peki mekanlar arasında bir kitle farkı var mıydı? 

Vardı. Bir 10 kişi hep vardı, fakat Kemancı kitlesiyle Peyote kitlesi arasında aslında pek de alaka yoktu…

 Kemancı kitlesi nasıldı? 

Biraz daha yüksek yaş ortalaması, biraz daha klasik rock seven bir ekip diyebilirim belki. Genelleme yapmak pahasına söylüyorum, Mojo’da daha bluesy ve R&B bir kitle vardı.

 O zaman Peyote için daha experimental diyebiliriz belki. 

E tabii, kesinlikle deriz.

 Ama müzik tarihi içerisinde, Türkiye’deki müziğin gelişimi açısından baktığımızda yaptıkları iş bayağı deneysel kalıyor. Bana biraz Hacienda’yı andırıyor. 

Çok küçük ama tabi onun için. Fakat etkisi çok büyük.

 Şu anki mekan belki onun için daha uygun olabilir. Oraya daha yakın olabilir. 

Evet. Captain Hook mesela o spesifik örneğe daha yakın olabilir çünkü biraz daha kitlesel bir şey. Hakikaten 350-400 kişi olurdu. Belki balık istifi ama yani orada tepelerde gezenler vardı, birbirinin kafasında şişe kıranlar vardı…

 Captain Hook daha punk bir mekandı doğru. 

Daha sertti orası. Burak bir defa sahnede bası bırakıp bira almaya gitmiş. Bakıyorum bir şey eksik, ne oluyor derken Burak’ın sahnede olmadığını fark ettim. Bira gelmeyince bara gitmiş. O tavır da punktı mesela. Captain Hook sahnesinin etrafında kafes vardı… Peyote’ye dönersek, salaş ve süper cool bir trendsetter diyebiliriz, orayı tercüme etmek gerekirse illa. Var olmuş olduğu için, var olduğu için mutlu olunacak, ucundan gurur duyulacak, emeği geçenlere bin teşekkür edilecek bir yer. Bizim yerimiz neticede…

Replikas Bizden Daha Popüler Olur Diye Bekliyordum

 Murat Ertel ile ilişkiniz nasıldı o dönem müzikal direktör olarak o vardı? 

Çok büyük bir yakınlığımız yoktu ama hoş bir muhabbetimiz vardı karşılaşınca filan. Benim oradan hatırladığım arkadaşlıklarım daha çok Replikas tayfası ile. Gökçe, Barkın ondan sonra Selçuk. Orçun keza.

 O dönemde diyaloglarınız nasıldı? Mesela Replikas ekibiyle nasıldı? Selçuk sizi dinlemeye gelirdi Kemancı’ya… 

Ben hepsini çok severdim. Ben mesela bizim kuşakta “vay be, ne güzel grup” diye Replikas’ı dinlerdim, hatta onları da ilk kez Peyote’de dinledim. Bence önemli olan kısım, tam olması gereken zamanda tanışmak. Ama dediğim gibi, o çok enteresan bir şey… Şuna da inanıyorum. ’98 – ’99 civarında Türkiye’den, dünyadan müzik eleştirmenlerini bir araya getirsen ve onlara Replikas ve Mor ve Ötesi’ni izletsen bunların hangisi daha avantgarde bir yere gider, hangisi daha popüler yere gider diye sorsalard, kesin Replikas daha popüler yere gider, öbürleri alternatif kalır derlerdi bence. Benim hissim yüzde yüz böyleydi yani. Bu da hayat.

 Konserler nasıl geçiyordu peki, cover mı çalıyordunuz, beste ağırlıklı mı? 

Beste ağırlıklı çalmaya çalışıyorduk tabi ama beste sayısı… Yani nasıl diyeyim, hep yüzde 50-50 gibi bir oran tutturmaya çalışıyorduk.

 Şu an hiç çalmadığınız, albümlerinizde olmayan coverlar oluyor muydu? 

O dönem çaldığımız coverları, 2002’den sonra hiç çalmadık zaten. Onlar da nelerdi? Acayip bir listeydi gerçekten. Mesela Stereophonics’in debut’u çıkmadan, Local Boy In The Photograph diye bir şarkısını çalıyorduk. Onu da Q dergisinden çıkan bir cd vardı. O CD’de bulmuştuk ve bunu hemen çalalım dedik. Hatta Captain Hook’a İngiliz bir çocuk gelmiş tesadüfen, onların “toprağıymış” galiba. “Ya nasıl olur, Stereophonics’in daha albümü çıkmadan İstanbullu grup bu şarkıyı çalar diye şaşırmıştır…

Ayrıca çeşitli zamanlarda Radiohead’den The Bends albümünün yarıya yakınını çalabiliyorduk. The Bends çaldık, High And Dry, Fake Plastic Trees çaldık, Sulk çaldık, Nice Dream, Black Star çaldık. Bunların 2-3 tanesi, her listede oluyordu muhakkak. Sonra ilk albümlerinden Anyone Can Play Guitar, Creep…. Suede çalardık. Coming Up albümünden Trash, Beautiful Ones çalardık, Filmstar hep çalardık. Dog Man Star albümünden We Are The Pigs. So Young, epey Suede, bolca Manics. Everything Must Go’nun hemen hepsini çalabiliyorduk.

 Sweet Dreams de cover’lardınız… 

Onu da şundan çalardık; zaten bestelerimizi kimse bimiyor ve seçtiğimiz coverlar da aman aman tanınmış şeyler değil. Bir iki tane milletin bildiği bir şey olsun kategorisinde Sweet Dreams’i çalardık ama yine de bilmeyenin pek anlamayacağı hale getirmiştik şarkıyı. Led Zeppelin’den Rock n’ Roll çalardık, onu Burak söylerdi. Pulp’tan Disco 2000 çalardık. Blur kesin çalardık, Song 2 ve Beetlebum.

 Song 2’nun zirve yaptığı dönem tabi… 

Çıktığı sıralar olması lazım zaten. Rialto diye bir grup çıkmıştı mesela, tam bir one hit wonder. Tam bir marş… Monday Morning 5.19; sonra Placebo, Supergrass. Bu arada farketmişsinizdir, %50 beste dedik – hepsi Türkçe. Coverların da hepsi İngilizce. Ve bu İngilizce cover’lar setin popüler kısmını oluşturuyor. Başka bir atmosfer yani… Zaten Türkçe rock yapılır mı tartışması vardı daha 4-5 yıl öncesine kadar…

 Kanat Atkaya’yla yaptığınız 20. yıl ropörtajında Dünya Yalan Söylüyor albümü ile son bir şansımızı deneme kararı aldık. Olmasaydı bırakacaktık gibi bir cümlen var. Bugünden bakınca bir grubun Peyote’ye her Cuma çıkması şu an için imkansız, bunu yapabilen gruba piyasanın en iyi gruplarından biri deriz. O dönem Peyote’de her Cuma çalıyordunuz. Peyote gibi, Captain Hook gibi, Kemancı gibi mekanlarda çalan bir grup için 2004’e kadar neden bir umutsuzluk vardı? 

Şöyle bir durum vardı. Bunun sürdürülebilir olması zordu, o çaldığımız mekanlar ve çalma sayılarımız anlamlı bir gelir üretmediği gibi, üretemeyeceği de garantiydi. Haftada bir Peyote’de çalarak ya da haftada bir Peyote’de, bir Captain Hook’ta çalarak müzik hayatını sürdürmek diye bir şey olamazdı. Başka bir şey yapmadan müzik yapmak zordur. Mainstream’e geçiş hikayesi, Peyote yıllarından değil. 2001’de Gül Kendine çıktıktan sonraki aşamada ortaya çıktı zaten. Üniversite bitti, üçüncü albüm çıktı. 25-30bin CD satıldı ama o dönemde yer gök “ya n’olur Mor ve Ötesi gelsin ve çalsın” diye inlemiyordu. Ondan kaynaklı bir şey. Şu anda da mesela; Peyote’de bir grup her Cuma çalıyor olsa ve bana sorsalar n’apalım diye,  “aman abi devam, mutlaka iyi olacak” gibi bir cümle kuramam, aksine “işiniz çok zor derim” hatta.

 Üçüncü Yeniler ile ilgili ne düşünüyorsun? 

Onun adı öyle olmaz bir kere. Fakat ne olabilir, onu da bilemiyorum.Sebebi de şu: 2. Yeni diye bir şeyi aşacak olan şeyin adı, 3. Yeni olamaz. Şarkı yazarlığı alanından onu aşabilecek bir şey elbette bir gün gelebilir. Bu da benim için mutlu edici olur. Bu tayfanın, kuşak olarak da böyle bir potansiyelleri var bence.  Şu ana kadar gördüklerimiz arasında en iyi söz yazan kuşak bence. Kuşak olarak düşünün, bizim dönemimizde olan bütün grupları düşünün. Bizim zamanı düşününce, kafan yanar tabii karşılaşacağın bazı sözlerle ilgili. Edebi bir tür olarak şarkıyı, çok güzel yerlere taşıdılar. Ancak başka sorunları var. Kısaca, 3. Yeni ismi bence ufuksuz bir isim. Yeni, 2. Yeni. Fakat 3. Yeni, yeni olmaz ki!

 Dördüncü Yeni, Beşinci Yeni de gelebilir mi? 

Hayır gelemez, öyle bir şey değil o yani. Öyle olmuyor o. 2. Yeni derken, Türkçe’nin bütün imkan ve repertuarını geliştiren bir takım kişilerden bahsediliyor. Turgut Uyar’ı, İlhan Berk’i çıkardığın zaman, onların yaptığı bazı şeyler yapılmamış oluyor. Öyle bir seviyeye ulaşma ihtimalimiz var mı? Var. Henüz ulaştık mı? Hayır. Ulaşmış olsak da, adı bu olur muydu? Hayır. Ama çok iyiler bence. Hepsinin çeşit çeşit 50-60 tane dönemi tarif eden dizesi var .“Mutsuzum ama keyfim yerinde…”

 Replikas’ın sözleri, şu ankilerden çok daha iyi değil mi? 

Tabii, fakat kuşak diyorum sürekli. O sıra yayınlanan şeylerden seçeceksen bir tane tesadüfen seçelim isterseniz. Hepsi Replikas ayarında mıydı? Ama şimdi genel olarak söz yazımında çıta daha yukarıda bence.

 Peki o dönemin bağımsız sahnesi nasıldı? Peyote’de çalan, Captain Hook’ta çalan, Kemancı’da çalan. Nasıl bir enerjileri vardı, şu anki sahneyle karşılaştırdığınızda. Bir yandan Dasdas da olduğu için yorumunuz, gözleminiz daha iyi olabilir bizim için. 

Demin söylediklerimle çelişecek şimdi ama mesela sinemadan örnek vereyim; gişe filmi denilen şeyle sanat filmi denilen şey arasında geniş bir alan var. Bunları ne anlattığı anlaşılan genel tarifler olarak ele alalım. Bu ara bölge, ikisinden de uzak olan bir alan olabileceği gibi, ikisinden izler de taşıyabilecek bir yer. Bence bütün yaratıcı aktivitelerde en ilgi çekici alan burası aslında. Bu ara alanın genişliği, her iki uçtaki alanların da kalitesini çok etkileyen bir şey. Türkiye’nin de popüler sanat tarihine baktığınız zaman buralar daraldığnda olay çirkinleşip, daha doğrusu zorlaştığında, o zaman sana diyorlar ki “abi bu mu? Yoksa bu mu? Sanat mı, popülerlik mi?” Bu alan genişlediğinde ise genel olarak daha üretken ve biraz daha kolay üretilen dönemler oluyor. O zamanları, biraz daha bu ara bölgenin geniş olduğu bir zaman olarak hatırlıyorum. ‘Popüler olan illa kötü olmak zorunda değil, olmayan da popüler değil diye illa iyi değil işte…’ Bu cümle öyle dönemlerde daha rahat kurulabilir. Ortadaki geniş alan, hem kitle kültürünü hem de dünya umurunda olmayanı daha iyi işler yapmaya zorluyor çünkü.

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir