Sessizliğin Cezası

Comments (0) Sessizlik

Ben bu sessizliği kıran her ismi kısa yazımda anamam, çünkü bu işe emek veren çok fazla insan var. İzninizle birinden bahsetmek istiyorum, umarım ilerleyen zamanlarda daha fazlasını anlatabilirim. O isim çoğunuzun aklına gelmiştir: Ceza. Yani “Cartel 1 numara en büyük / Cehennemden çıkan çılgın Türk” diye ortalığı kasıp kavurduğu sırada henüz 18 yaşında olan Üsküdarlı yetenek.

Bundan 56 yıl önce 30 Ekim 1961’de Türkiye ile Almanya arasında “İşgücü Alımı Anlaşması” imzalanmış ve 450 Türkiye vatandaşından oluşan ilk grubun gurbet serüveni başlamıştı. Bugün Almanya’da 3 jenerasyondan oluşan, İbni Haldun’un “Coğrafya kaderdir” tespitinden yola çıkarsak, kaderi hem Anadolu’da hem de Almanya’da çizilen 3 milyon Türk yaşıyor. Almanya, Türkiye, gurbet kelimelerinin aynı cümlede kullanılmasına alışığız. Hemen arkasından gelen Türk asıllı Alman bakan/sporcu/iş insanı/sanatçı ve benzerlerine de… Oradan buraya gelen, buradan oraya giden bir sürü değere de…

Gurbetçi misafirleri olanların 80 ve 90’lı yıllarda özellikle yaz aylarında muhakkak bir rapçi ya da graffitici ya da b-boy/b-girl kuzeni ile geçirdiği tatillerden anıları vardır. Benim gibi çocukluğunun büyük kısmı 90’lara denk gelen kesimdenseniz şu an gözünüzün önünden geçenleri tahmin edebiliyorum. O yılların müzikal anlamda zihninizde canlandırdıklarına biraz daha dikkatle yoğunlaşırsanız, zevkiniz ne olursa olsun Cartel’in şarkıları da kulaklarınızda çınlıyordur.

Kadim uygarlıkların üzerine kurulu topraklarda yaşadığımız için oldukça zengin bir müzikal tarihe sahibiz. Fakat bir radyo istasyonu kurup, her yılı Türkçe şarkılarla doldurmak istesek Türkçe rap kısımlarında derin bir sessizlik olurdu. Bu demek değil ki Türkçe rap müzik yapan yoktu, ama 90’lı yılları başlangıç olarak alırsak çoğu yıl sessiz, bazı yıllar da derin bir sessizlik içinde geçerdi. Önceki yıllardan bahsetmiyorum bile.

İLK KIPIRTILAR

Kıpırtılar yok muydu? Evet, sadece kıpırtılar vardı. Beşiktaş’ın şu an Vodafone Park adıyla tekrar inşa ettiği, eskiden İnönü Stadı ismiyle kullanılan yerde Cartel’in verdiği ünlü konser ve 1995-96’daki canlılık bir kıvılcımdı. 90’ların sonuyla birlikte, Cartel gibi toplama bir oluşumdan tarzları çok farklı isim ve gruplar ortaya çıkmaya başladı. Kimi hala müzik yapmaya devam eden Türkçe rap müzisyenleri böylece piyasanın temellerini attı.

Ben bu sessizliği kıran her ismi kısa yazımda anamam, çünkü bu işe emek veren çok fazla insan var. İzninizle birinden bahsetmek istiyorum, umarım ilerleyen zamanlarda daha fazlasını anlatabilirim. O isim çoğunuzun aklına gelmiştir: Ceza. Yani “Cartel 1 numara en büyük / Cehennemden çıkan çılgın Türk” diye ortalığı kasıp kavurduğu sırada henüz 18 yaşında olan Üsküdarlı yetenek.

ALAY ETMEKTEN SAYGI DUYMAYA

İnsanların, “He rap müzik mi hani şu a a ye ye” diye elleriyle tuhaf hareketler yapıp, yüzlerde müstehzi bir ifadeyle Almanya’daki amcasının oğlundan, Hollanda’daki dayısının kızından bahsederek “Onlar da böyle dans ediyorlar” hareketleriyle breakdance’ı anlatmaya çalıştığı yıllar…

Sessizlikte hareketlenip ses çıkararak, çok etkili olmasa da “Burada bir şey var” dedirtebilirsiniz, fakat imkansızlıklar içinde o sessizliği kırıp “Artık burada bu sesi de duyacaksınız” demek bambaşka şeylerdir. Meslek lisesinden mezun olup elektrik işçiliği yaparken, değil rap şarkılar kaydedecek stüdyo, bilgisayar programlarına bile ulaşım neredeyse yokken, sağdan soldan toplanan plaklarla değirmene su taşıyarak onu çalıştırmak, bir de üstüne sıfırdan değirmen inşa etmek, gençler aracılığıyla evlere girip ebeveynlere belki de o güne kadar benzerlerini bile hiç duymadıkları ezgiler dinletmek, o sessizliği unutturmak…

BU GÜRÜLTÜ İYİ OLDU

Evet, bir sürü insanın bunda emeği var. O yıllarda duvarlara graffiti çizdiği için terörle mücadeleden yargılananlar, bugün belediyeler tarafından “Buraları da renklendirir misiniz” sıcaklığıyla ağırlanıyor. Sokakta breakdance yaptığı için dayak yiyenler şimdi reklamlarda, festivallerde boy gösteriyor. Müzik marketlerde, internetteki platformlarda Türkçe rap kategorisi varsa işte o ilk emekleyenlerin emeği hatırlanıyor.

Ben özellikle Ceza’yı andım. Sezen Aksu’yla şarkı yaptığında da, Mercan Dede’yle konser verdiğinde de, Vinnie Paz ile takıldığında da, televizyonda klipleri döndüğünde de, dergilere kapak olduğunda da, Youtube’da milyonlarca kere izlendiğinde de aklımda hep “Bu kadar çabalamasaydı sırasıyla walkmanim, sonra discmanim, sonra mp3 çalarımda sessizlik olacaktı” düşüncesi beliriyor. Yine Jedi Mind Tricks, Cypress Hill, Eminem, Wu Tang, Dr Dre, Lunatic, Arsenik, IAM ve daha nicelerini dinlerdik, ama az önce de dedim ya, iş Türkçeye gelince bir sessizlik olurdu. Bu sessizliği bitirenlere, bir de çocukluğuma denk geldiği için Ceza ile arkadaşlarına özellikle teşekkür ediyorum.

Bu arada, başta demem gerekirdi, merhaba!

Read article

Neden 4:otuzüç?

Comments (0) Sessizlik

J.R.R. Tolkien, ünlü Yüzüklerin Efendisi serisinin geçtiği coğrafik dünya Orta Dünya’nın nasıl yaratıldığını , ölümünden sonra oğlunun yayına hazırladığı çekmecesinde sakladığı notlarında anlatır…

O notlara göre- ki Silmarillion adıyla yayınlanmıştır- Tanrı, yani Eru, yarattığı canlılarla ilk kez “müziğin temalarını oluşturarak” konuşur

Evet, çünkü henüz söz yoktur, dil yoktur. O büyük sessizliğe gelebilecek tek şey, yalnızca müziktir… Eğer doğruysa Büyük Patlama da zaten müzik ile başlamıştır. Bize göre düşünce de o müzikten, Tolkien’in deyimiyle Ulu Müzik’ten yola çıkar.

Ve işte biz de geriye dönüyoruz ve aradan geçen yüzbin yıllar içerisinde kaybolan o düşünceye bağlanmaya çalışıyoruz. .. (Belki de o yüzden sessizlik ile başlıyoruz!)

Tıpkı Illuvatar’ın düşüncelerini “anlattığı” zamanlara döner gibi…

Müziğin ulaştığı hiçbir yer boşluk değildir artık. Ve bizler, bir avuç insan da bu boşluktan gerçekten çok bunaldık. Şöyle diyelim, içinde doğduğumuz zamana ya küfür edecektik ya da ona bir anlam katmaya çalışacaktık.. Birincisini sürekli yapmak çok bıktırıcı olduğu için bu sefer İkinciyi seçtik. Başarılı oluruz, olmayız bilemiyoruz ama önemli olan dinlemek, paylaşmak ve ciddi ciddi dünyanın en büyük meselesi müzikmiş gibi eleştiren, sorgulayan bir bakış açısına sahip insanlar gibi ortalıkta dolaşmak. Belki gizli bir tatmin duygusu. Gerçekten bilemiyoruz; bunların hepsi yolda olur illa ki, biz yola çıktık ve galiba epey uzun bir süre devam etmek için de acaip bir enerjimiz var… İddiamız ve enerjimiz…

Silmarillion’a dönelim tekrar: “Derinliklerde ve yücelerde işitilmenin ötesine geçip uyum içinde örülerek sonsuz sayıda çeşitlenen melodilerden oluşan” o sesin ve yankısının peşindeyiz artık.

Biliyoruz ki, müzik ve müziğin yankısı Boşluk’a hep ulaşır ve orası artık hiçbir zaman boş olmaz…

Hani süreki oradan buradan çıkıp duran kafaları elimizdeki çekiçle yerine geri itmeye çalışan bir lunapark oyunu var ya….

Elimizde kalem, oyuna oturduk. Hoşbulduk.
4:otuzüç

Read article

Nadas

Comments (0) Sessizlik

Nesilden midir bilinmez, bizden önceki kuşaklara oranla ve reklamlara aldırış etmeden, ‘daha az isteyen’ insanlar olduğumuzu düşünüyorum. İçinde bulunduğun kitle çok küçük, ama kendini daha sade anlatmak isteyen bir kaç iyi adamdan birisin. Karmaşık sohbetlerden yoruluyorsun, kalabalık sokaktan kaçıyorsun. Afili kol saatlerin, eşyaların yok. Bunu bir akımın takipçisi olarak değil, sadelik için yapıyorsun. Her şeyin daha sade olmasını bekliyorsun. Belki olanı biteni kontrol etme manyaklığın, belki minimal yaşamak isteğin buna sebep ama; “sessizleşin çocuklar, sessizliğe ihtiyaç var.”

Şartlanmalar, önce bizi bizlikten çıkartan, sonra bize dönmemize yardımcı olacak yanlışlarımız oluyor genelde. Sessizlik ise bazı zamanlarda da son çare. Dağılmış bir çevre, karmaşık bir ülke, o ülkenin mutsuz insanları, o ülkenin mutlu insanları, o şehrin hayvanları, sessizliğe ihtiyaç duyuyor. Müziği, hayatın yansıması olarak düşündüğünde müzikteki sessizliğin de hayatında durup derin nefes aldığın alanlar olduğunu görüyorsun.

Bir yere not aldığında bazen o notu unutman gerekir. Unutmuyorsan da hemen unut. Hemen hayatına dahil edersen hiç bir sonuca ulaşamayacağın o cümle, 2 ay sonra hayatının kilidini açabiliyor. Toprak bile işlendikten sonra “birazcık dinlensin, büyüsün yeşersin” (F. D. – Nadas) diye Nadas’a bırakılıyor. Örnekler çoğaltılır, siz yeter ki kendinize yüklenmeyin.

Sessizliğin çağrıştırdığı onlarca konu arasında, bir kaç Türkçe şarkıya referans vermeye hazırlanırken, Hilmi Tezgör’ün kaleme aldığı The Doorsanektodunu da unutamadığım için paylaşmak istedim.

The End

Bir keresinde “The End”i çalarken dört dakika boyunca susmuştu grup. Salonda tansiyon giderek yükselmiş, kalabalık patlamak üzereyken şarkı kaldığı yerden devam etmişti. “Hangi ana kadar susacağımı çok iyi biliyorum” diyordu Morrison. “İnsanlar heyecanlanıyor, korkuyor. İnsanlar korkmayı sever.” (Hilmi Tezgör – Şarkıdaki Şiir, 20. Yüzyılda Popüler Müziğin Edebi Yüzü)
Bu cümleler ayrıca, The Doors belgeselindeki The End performansının yarattığı sessiz kaosu ve sonraki büyük karmaşayı bize hatırlatıyor. Yukarıdaki sessizlik, diğer sessizlik referanslarımızdan belki biraz daha farklı olarak, alınacak keyfi arttıran, “an”a olan odağımızı zirveye yaklaştıran bir sessizlikti ve bence Morrison bunu çok güzel yapabiliyordu.

“Sakinleşin Çocuklar Sakinliğe İhtiyaç Var”

Derin EsmerMor Ve Ötesi’nin 21 sene önce yayımlanan Şehiralbümündeki, sözlerin ve müziğin doğaçlama yazıldığı Sessizlik şarkısını böyle açıyor. Bu sözlerdeki bakış açısının örnekleriyle tüm dünyada, sürekli karşılaşıyoruz. Bu topraklarda ise Athena yıllar sonra “Ses Etme” ile gelerek, hem şahane klibiyle hem de sözleriyle destekliyor bunca yıllık arkadaşlarını.

MOR VE ÖTESİ – SESSİZLİK

Sakinleşin çocuklar sakinliğe ihtiyaç var
Sokakta yangın var umutsuz suratlar
Bulutlar köşe bucak saklanmış
Sise boğulmuşuz
Kömürden
Sinmiş insanlar
Bekleşip duruyorlar
Reklamlar, panolar, dükkkanlar, insanlar
Dökülüyor yapraklar, sessiz düşüyorlar
Umutlanmaz suratlar
Köpekler bile sinmiş
Sinmiş insanlar, bekleşip duruyorlar
Reklamlar, panolar, dükkanlar, insanlar
Bana bir kutu sevgi al bir kutu umut ve neşe al
Alabilir misin, ne duruyorsun?
Sakinleşin çocuklar
Sakinliğe ihtiyaç var
Sessizleşin çocuklar
Sakinleşin insanlar


ATHENA – SES ETME

Kovalıyorsun kendi kendini
Hayat buysa ben yokum der gibi
Dönüyorsun hep aynı yere
Yeni baştan başlıyormuş gibi…


Sessiz

Özellikle son albümlerindeki, canlı performanslarındaki gelişimi beğenip takip ettiğim, hakkında çoğunlukla; “sadece popüler müzik yapıyor” yanılgısına kapıldığımız Gökhan Türkmen de; “konuşmak isteyip konuşmadığımız / konuşamadığımız“ 2016 yılında albümü kaydettikten sonra, mevcut durumlar nedeniyle albümünün adını Sessiz koyuyor. Albümün tanıtımı niteliğindeki “Vay Halimize” şarkısı, darbe girişimini yaşayacağımız gecenin gündüzünde paylaşılıyor. Karmaşıklıklar üzerine yeni karmaşıklıklarla yüzleşen ülkeye, dünyaya yeni albümünü; “Gökhan Türkmen, savaş, şiddet, çevre kirliliği, ırkçılık gibi dünyanın yaşadığı kaosu ve bu kaos ortamından yorulan, bunalan insanların duygularına tercüman oluyor” sözleriyle açıyordu.

Sessizliğin tepki olduğunu, hatta bir projenin bazı yerlerindeki en önemli hamle olduğunu düşünüyorum. Şarkı sözü yazarken tüm sözleri yarım saatte bitirdiğim de oldu, haftalarca bekledikten sonra bir cümlenin geldiği de… Tam olarak bahsettiğim bu hamlesizlik hamlesi aslında.

Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi’sinden, Mor Ve Ötesi’nin, Ceza’nın Sessizlik’ine, Feridun Düzağaç’ın Nadas’ından, The Doors’un suskunluğuna ve John Cage’in 4’33’’üne, anlatılan hayatlar hep aynı kişinin hikayesi gibi. Sessizlik bana göre çoğu zaman, atılacak en büyük adım. Sessizlik ortak birleştirenlerin en büyüğü. Emin ol bu sebeple “dört otuz üç” hepimize iyi geliyor.

Read article

Bir Şarkı Okuma Denemesi: Enjoy the Silence

Comments (0) Sessizlik

“Yeminler ediliyor, bozulmaları için. Duygular güçlü, kelimeler önemsiz.”

Sessizlik etrafta herhangi bir maddeden veya cisimden ses dalgalarının yayılmaması mı sadece? Böyle düşünüldüğünde mutlak sessizlik insan kulağına korkutucu geliyor. Garip bir ikileme sahibiz insanlar olarak.  Çok da samimi olmadığınız insanlarla aynı ortamda konuşacak bir konu bulamadığınızda oluşan sessizlik sizi rahatsız ederken, şehrin gürültüsünden, işin stresinden veya zor geçen günlerden kaçmak için; sessizliğe ve sakinliğe koşmak geliyor genellikle insanın içinden. Sessizlik, hem huzur veren hem de kaçınılan.

Bazı sesler de sessizliğin içinde barınıyor aslına bakılırsa. Huzur bulmaksa eğer aradığımız, birçok farklı şekillerde bulabilir insan aradığını. Kimine bir gitar tınısı, kimine küçük bir fısıltı, kimine kıyıya vuran dalgalar… Aranılan “o an” için kafamızı dağıtan, huzur veren sesler; tadını çıkardığımız sessizliğin bir parçası haline gelir bir anda. Tıpkı o anlar gibi, bazı şarkılar da sessizliğin keyfine varmak için birer araç olurlar. O şarkılardan biri de Enjoy the Silence.

1990, Haziran’ında yayınlanmasından bu yana, sayısız remix’i yapılan, Tori Amos’tan Lacuna Coil’e, Nada Surf’ten Breaking Benjamin’e kadar bir çok cover’ı da bulunan Depeche Mode şarkısı Enjoy the Silence, kelimelerin anlamsızlığını insanın içine işleyen sözcüklerle anlatan modern müzik tarihinin en bilinen şarkılardan. Parçanın hüzünlü ama huzur veren bir auraya sahip müziği de şarkının bu denli başarılı olmasının nedenlerinden biri, samimi ve gerçek.

Martin Lee Gore, Enjoy the Silence’ı ilk bestelediğinde şarkı sadece piyanodan oluşuyordu. 1982-1995 yılları arasında grubun klavyecisi olan Alan Wilder şarkıya ritm ekleme fikrini ortaya atınca, Gore ilk başta bu durumdan rahatsız oluyor. Sonra oluşan ritmin ve akorların üstüne, şu an dinlediğimiz riffleri yazıyor. Sonrası ise bilindik bir hikaye… Gore adeta grubun geleceğini değiştirmişti.  Şarkının bulunduğu Violator albümü grubun uluslararası sahnede jet hızıyla kendini göstermesine olanak verdi.

“Tüm istediklerim, tüm ihtiyacım olanlar burada, kollarımda. Kelimeler çok gereksiz, sadece zarar verebilirler.”

Şarkının sözlerine dair birkaç farklı okuma mevcut. Bunlardan en çok öne çıkanlar romantizm ve uyuşturucu üzerinden yapılan yorumlar. Alternatif olarak klibin üzerinden de yapılan sembolik bir yorum da mevcut. Yapılan çoğu yorumlarda genel itibariyle şarkıdaki karakter çevresinde yaşanan olaylara kaotik bir pencereden bakıyor ve acı çekiyor, bu durumlar da kaçmak için bir ihtiyaç doğuruyor. Romantik okumaya göre ilk bölümde karakter kaçış için sevdiği kişiyle birlikte “sessiz bir an” içinde olma ihtiyacı duyuyor. Nakarat kısmında ise küçük kıza olan sevgisini itiraf ediyor ve kızın, onun kaçışı olduğunu kabul ediyor. Sonrasında o kusursuz kaçış anını, kusurlu kelimelerle bozmanın gereksizliğinden bahsediyor. İkinci bölümde ise karakterimiz ilişkilerinin getirdiği hislerden, zevklerden ve acılardan bile keyif almak dururken, birbirlerine bozulabilen yeminler etmenin anlamsızlığından yakınıyor.

Uyuşturucu üzerinden yapılan okumada ise, ilk bölüm karakterin küçük kızına, kaçmak için kendine uyuşturucu enjekte etmesine ihtiyacı olduğunu itiraf etmesiyle başlıyor. Nakarata gelindiğinde bütün ihtiyacının kollarının içindeki uyuşturucular olduğunu ve kelimelerin onun uyuşmuş kafasını bozabileceğini söylüyor. Devamında ise bir yeminin bozulması anlatılıyor. Karakterin uyuşturucuya dair hisleri çok yoğun fakat zevk vermesine rağmen bastırması gereken acı hissi geçmiyor ve o anki uyuşukluğu kelimeleri anlamsız ve unutulabilir kılıyor.

“Kelimeler şiddet gibi, sessizliği bozuyor. İçine dalıp giriyorlar, benim küçük dünyamın.”

Şarkıyı dinledikten sonra kelimeler olmasaydı ne olurdu acaba düşünüyorum bazen. Bizi bu kadar üzen, acıtan ve zarar veren, bir yandan da mutlu eden, heyecanlandıran sözler mi kalıcı beynimizde yoksa onların hisettirdiği duyguları mı hatırlıyoruz her şey geride kaldığında ? Sessizliğe gömülsek birbirimizden bu kadar ayrılabilir miydik ? Kelimeler olmasa dünya şu anki halinden daha iyi olur muydu ? Şarkının klibinde Dave Gahan’ı başında tacı, sırtında pelerini ve elinde plaj sandalyesi ile sessizliği ararken görürüz. İstediği her şeye sahip olan bir kralın tek başına, sessizliği ve huzuru araması az önceki soruların cevaplarını bir nebze olsun yanıtlıyor sanırım. Kelimelerin kendi anlamlarının dışında, altında gizlenen ve belki de olmayan anlamlar aramakla geçen zamanın sonunda aramamız gerekenin belki de sessizlik olduğu sonucuna varabilmek, gürültülü koşuşturmacamızın içinde bize lazım olan bir cevap. Enjoy the Silence ise bize doğru soruyu sordurarak hayatlarımıza küçük bir dokunuş yapıyor.

“Sessizliğin tadını çıkar…”

Read article

Kişisel Bir Ses Hikâyesi

Comments (0) Serbest Bölge, Sessizlik

Şaşkınlıkla “bu nedir?” dediğimi hatırlıyorum. Gülerek, “Manowar!” -ki biz o zamanlar menovır derdik- dedi. Hayatımı değiştirdiğini bilmeyerek “Kings of Metal, Metalin Kralları” diye de ekledi.

“Sessizliğe inanlardan yanayım. Bu konuda saatlerce konuşabilirim” diyor G. Bernard Shaw. Nerede söylediğini bilmiyorum. Bir arkadaşımdan duydum, iyi durur diye yazdım çünkü kişisel bir sessizliğin bitişi hikayesini anlatacağım.

Benim gibi 70’lerin ikinci yarısında doğan ve o yıllardaki yoğun gürültünün üzerine 1980 darbesiyle gelen travma içinde çocukluğunu geçirmiş kuşağın ortak özelliğidir sessizlik. Aslında bünyemizdeki bu sessizlik, çocuk olarak ülkedeki sessizliğin bize yansımasıdır. Darbe travmasının etkisiyle orta sınıf ailelerimizin sürekli olarak tekrarladığı, “aman okulda çok konuşma, sokakta dikkatli ol” ikazları ile gelen, evde de otomatik olarak gerekmediği sürece konuşmayan sessiz kalan çocuklar olarak büyüdük.

80’lerin sonuna gelinmeye başladığında, ülkedeki sessizlik alt perdeden de olsa yavaş yavaş gerilemiş, kontrollü ve baskı altında da olsa yeniden bazı sesler duyulmaya başlamıştı. İşte, ülkedeki bu kıpırdanma bizim kuşağın ve haliyle benim de çocukluktan kurtulup ergenliğe adım attığım günlere denk geldi. Çocukluğum boyunca sessiz kalmanın tembihlendiği bünyem, ergenliğin getirdiği isyanla birleşince kendi içinde bir kaos yaşamaya başladı. Hayatım çok renksiz ve çok sessizdi; bütün bunlara ek olarak sıkılmayı da keşfetmiştim. Sıkılıyordum, her şey aşırı tekdüzeydi. Bir eksiklik vardı sanki ama var mıydı, onu bile bilmiyordum, nedir anlamıyordum.

İşte bu sıkılma günlerinin biri, o hiç istemeden aileyle birlikte yapılan misafirlik aktivitesi hayatımın bütün akışını tamamıyle değiştirecekti. Pek fazla ortak yönümüz olmayan ev sahibinin oğlunun gereksiz şovlarına katlanıp, ne zaman eve gideriz acaba diye düşünürken çocuk sıkıldığımı mı anladı, yoksa tamamen tesadüf mü bilemiyorum ama “Sana çok acayip bir şey dinleteceğim” demesi ve teybin “play” tuşuna basmasıyla hayatımın tüm sessizliği son buldu. İlk şarkının introsundaki motorsiklet sesi, hayatımdan bir daha eksilmeyecek gürültünün habercisi gibiydi. Bugün artık tarif etmekte zorlandığım motor gibi gitarlar, şimşek çaktıran davullar, çığlık çığlığa bir vokal… O güne kadar hayatımda hiç böyle bir şey duymamıştım. Tamam, “Heavy Metal” diye bir şeyin varlığından haberdardım. Ayda bir kere aldığım ve belki de dünyada başka bir hayatın olduğunu hatırlatan Blue Jean dergisinin son 2-3 sayfasında gördüğüm uzun saçlı, acayip görünüşlü adamlardan biliyordum böyle bir şeyin olduğunu ama neydi, neye benzerdi hiç şahit olmamıştım. Şaşkınlıkla “bu nedir?” dediğimi hatırlıyorum. Gülerek, “Manowar!” -ki biz o zamanlar menovır derdik- dedi. Hayatımı değiştirdiğini bilmeyerek “Kings of Metal, Metalin Kralları” diye de ekledi.

Burada bir durup dönemden biraz bahsetmek gerekirse. İnternet diye bir şeyi zihnimizde kuramadığımız, müziğe zor ulaşılan yıllardı. Dünyada çıkmış bir albümü, kısmetiniz varsa o yıl içinde dinlerdiniz, yoksa kim bilir ne zaman çıkardı karşınıza. O da tabi haberiniz olursa. Dünyadaki popüler müzikle bağımızı ayda bir çıkan Blue Jean dergisiyle, Ömer Karacan’ın Number One’ı ve Erhan Konuk’un Pop Saati programlarıyla da TRT sayesinde kuruyorduk. 80’lerin pop müziği yavaş yavaş geçmişte kalırken 90’ların başıyla birlikte yeni tarzlarla tanışmaya başlıyorduk. Techno denen müziği duyuyorduk ilk defa. Hani Asidçi misin, Metalci mi sorusundaki Asid yani.Technotronic ya da Snap! gibi isimler ortalıkta dolanıyordu. Aynı dönemde MC Hammer ve Vanillia Ice gibi isimler sayesinde ilk kez Rap’le New Kids On The Block’la da boyband kavramıyla tanışıyorduk. Bu müziklerin tamamına kulak kabartmayı denesem de kısa süreli ilgiler dışında alakam sabun köpüğü gibi kayboluyordu. Türkiyedeki müzik ise 80’leri önceki 10 yıla göre sessiz geçirmişti. 90’ların başıyla birlikte ilk özel televizyonun açılması TRTde kendilerine yer bulamayan arabesk sanatçılarını birden hayatımıza sokmuştu. Pop müzik ise henüz hala Sezen AksuMFÖBarış Manço gibi sanatçılar arasında nispeten kısıtlı bir dönem geçiriyor ancak Aşkın Nur Yengi’nin Sevgili albümü bir kaç sene sonra yaşanacak büyük patlamanın haberini veriyordu sanki…

İşte kısaca böyle bir müzikal ortam içindeyken hem heavy metal diye bir şeyle tanışmış, hem de bunu herhangi bir şekilde değil, krallarıyla tanımıştım. Bu krallık meselesini de bir süre ciddi ciddi heavy metal’in en önemli grubu falan seviyesinde ciddiye almıştım. İlk şarkı (Wheels of Fire) bitene kadar beynimin her kıvrımından farklı düşünceler geçmeye başlamıştı. Hani karanlık bir evin, elektrik düğmesine basmışsın gibi, her yer birden ışıl ışıl oluverdi. Yüzümdeki aptallaşmayı gören çocuğun, “ben arkadaştan çekerim” diye kaseti bana vermesi de dünyamdaki sessizliğe temelli son veren hareket oldu. Albümü kaç gün kesintisiz dinlediğimi bilmiyorum. Tek kasetle metalci oluveriştim.  Bakırköyden alınan bir metal tişört, harçlıkları kasetlere yatırmalar, lisede başka sınıftan çocukların metalciymişsin bizimle takılsana demesiyle kendi halinde okula gidip gelirken birden kendimi 90lar Taksim’inde buluşum… Neyse çok uzattım, o günler de başka yazının konusu olsun da…. Yalnız olm Ozzy sahnede civciv eziyormuş lan…

Read article

4’33’’ ve Bir Hikaye

Comments (0) Röportajlar, Sessizlik

Fernweh’in Ötesi:
Farazi Bir Oradalık -1-

29 Ağustos Cuma günü saat akşam 8’i biraz geçe yerimi aldığım Maverick Konser Salonu dünyanın yeni merkezinin kuzeyinde, Woodstock’ta bulunuyordu.

Bu tür salonlar soyut bir sınırla iki parçaya bölünürler. Eserler icra edildikçe ve seyirciler koltuklarına gömüldükçe bu sınır güçlenir. Şükür ki John Cage bu tür ayrımların insanı değil. Müzik üretiminin yegane paydaşlarının müzisyenler ve geleneksel enstrümanlar olmadığını dolayısıyla da bu alanın parsellenip tekelleştirilemeyeceğini savunur.

Bu yüzden buradayım ve işte David Tudor piyanonun başına geçiyor.

__________________________________________________________________________________

Bilgilendirme:

Bir tür “sessizlik” performansı olarak bilinen 4’33’’ ilk kez 1952 yazında sahneye konmuştur. Üç bölümden oluşan bu eserde herhangi bir nota çalınmaz.

Her tekrarı özgünlük içerir çünkü ancak o an orada o sırayla veya karmaşayla çıkmış tüm sesler sadece o an orada olmuştur. Diğer tüm 4’33’’ performansları için bu durum geçerlidir. 4’33’’ bu yönüyle aynı zamanda John Cage’in de arkadaşı olan Robert Rauschenberg’in White Paintings eserine benzer. White Paintings adlı eser, üç parça boş kanvasın yan yana gelmesiyle oluşur ve ziyaretçilerinin gölgelerinin boş kanvasların üstüne düşmesiyle göstermek istediğini gösterir. Her deneyimi özgündür. John Cage, 1951 yılında meydana getirilen bu eserden etkilendiğini söylemiştir.

__________________________________________________________________________________

Farazi Bir Oradalık -2-

David Tudor, Cage’in Water Music’iyle açılışını yaptığı konserde sanırım Avrupalı ve adını henüz duymadığım bir müzisyenden eserler ile yine daha önce duymadığım melodilere sahip yenilikçi birkaç eser daha çalıyor. Tudor’un vücut hareketlerinden mi bilinmez sıradaki eserin beni şaşırtacağına dair bir his var içimde. Buraya bunun için geldim. Çevremdekilerin duyamayacağı bir sesle, “Hadi”, diyorum, “başlasın”

Piyanonun başındaki Tudor, notaları açıp piyanonun kapağını kapatıyor, bir yandan da elinde tuttuğu kronometresini  başlatıyor. Birkaç saniye sonra kendinden emin biçimde nota sayfalarını çeviriyor. Tedirginleşiyorum, kulaklarımda bir çınlama yok. Başka sesler de duyabiliyorum bu sırada, o soyut sınırın içinde olduğum tarafını, seyircilerin çıkarttıkları sesleri işitiyorum. Acaba inanmadığım o sınır, ötesini duyamayacağım kadar kalınlaşmış mıydı?

__________________________________________________________________________________

Bir Başka Bilgilendirme:

John Cage, sessizliğin mümkün olmadığını, zaten 4’33’’ adlı performansta da sessizlik deneyimini yaşatmayı amaçlamadığını söylüyor. Performansı tamamlayan, seyircinin sesi veya kendi içinde o an ne sesi duyduğudur. Cage; ilk bölümde dışarıdaki rüzgarın, ikinci bölümde çatıya düşen yağmur damlalarının ve üçüncü bölümde ise insanların konuşmalarının ve kalkıp gitmelerinin çıkardığı seslerden bahsediyor.

__________________________________________________________________________________

Farazi Bir Oradalık -3-

Kısa korku. Tudor’un kronometresine basıp piyanonun kapağını açmasıyla kendime geliyorum. Kuruntularım bir süreliğine kulağımı tıkadı. Şimdi çoktan başlamış bir konserin ilk kısmını kaçırdığımı fark ediyorum. İkinci kısım aynı ciddiyetle ve ilkinden daha uzun süreceğini taahhüt edercesine başlıyor. Nota sayfaları çevriliyor.

Salondan yükselen homurtuları duyuyorum fakat gözümü sahneden alamıyorum. Sahne ile seyirciler arasındaki o sınırın nasıl yıkıldığına tanık oluyor ve inanın bu yıkımın şiddetli sesini duyuyorum.

__________________________________________________________________________________

Bir Bilgilendirme Daha:

John Cage 1940’lı yılların ikinci yarısında Zen Budizmi ile tanışır. Genel olarak felsefe okumaları yaptığı bu dönemde Zen ile; insanın evren ve diğer insanlarla arasındaki mesafeyi, insanların kendi aralarındaki düzen ilişkilerine gereğinden fazla önem vererek gerçeği kaçırmaları ve ikiliklerden oluşan tezatları (iyilik-kötülük gibi) düşüncenin yaratması gibi fikirlere sahip olur.

Bu düşüncelerin sanat alanındaki yansıması ise sanatçı olan ve olmayan ayrımının ortadan kalkmasıdır. Zaten John Cage bu fikirlere sahip olmazdan yıllar evvel tellerine çeşitli nesneler sıkıştırarak yaptığı “hazırlanmış piyano” ile enstrümanlar arası ayrımın da hükümsüzlüğüne ve aslolanın ses olduğuna kanaat getirmiştir.

Zen ve 4’33’’ arasındaki ilişkiye dönecek olursak “zazen” kelimesiyle karşılaşırız. Zazen, bir tür meditasyon biçimidir. John Cage hiç meditasyon yapmadığını fakat bunu çalışmalarında uyguladığını söylemiştir. Bu yüzden 4’33’’ hem bir meditasyon hem de seyircisiyle bütünleşen bir performanstır.

__________________________________________________________________________________

Farazi Bir Oradalık -4-

Kronometre bir kez daha çalıştı. Bu bir kez daha durdu demek. Nota sayfaları çevrildi, piyanonun kapağı açılıp kapandı ve seyirciler salonu terk etmeye başladı demek. Sesini duyduğum yıkımın enkazını ve ardında oluşturduğu toz bulutunu düşlerken öksürüyorum ve artık ağzımı kapatma nezaketinde bulunmuyorum. Çünkü şu an buranın bir parçasıyım ve sesim de benim bir parçam.
Ses gizlenemez.

__________________________________________________________________________________

Notlar:
David Tudor o dönem John Cage ile beraber performanslar düzenlemiş bir piyanist ve John Cage’in arkadaşıdır. 4’33’’ ilk kez sahnelendiğinde piyanonun başındaki kişidir.
-Bilgilendirme kısımlarının yazımında 2011 yılında Pan Yayıncılık’tan çıkan, Semih Fırıncıoğlu’nun çevirip yayına hazırladığı “John Cage: Seçme Yazılar” adlı kitaptan yararlanılmıştır.

Read article

Kayıp Albüm, Yitik Zamanlar…

Comments (0) Sessizlik

“Gittin mi oraya” diye sordum…
Güldü, “E, herhalde. Niye burada ev kiraladık oğlum…” diye cevap verdi…

Yıllarca birlikte dergiler çıkardığımız, sevdiğimiz müzikleri dergi gecelemelerinde sabahlara kadar dinleyip tartıştığımız, grup ve şarkı isimlerini derginin künyesine “katkıda bulunanlar” listesine eklediğimiz zamanlardan kalmaydı arkadaşım…. Aradan 20 yıl geçtikten sonra çok uzaklarda, Los Angeles’ın efsanevi “kasabası” Malibu’daki evinde bir akşam yemeğinde eşlerimizle buluşmuştuk…

Neden Malibu’da yaşamayı seçtiğini elbette çok iyi anlıyordum.

Çünkü 90’lardaki dergi gecelemelerinde çalan şarkıların, çok sevdiğimiz grupların çoğunun yolu oradan geçmişti… Pasifik Okyanusu’nun ‘sörf’lük dev dalgalarının dağın tepesinden seyredildiği, kuru otların arasında yılan gibi kıvranarak adeta terkedilmiş ahşap evlerin birbirlerinden çok uzakta kurulduğu, sessizliğin ve ‘modern’ yaşamdan uzakta izole bir hayatın hüküm sürdüğü tepelerden…

Sadece orası mı?

70’lerde zirveye ulaşan yaratıcılığın, rock’un o güzel günlerinin, her biri rock tarihinin coğrafi zihin haritasında küçük bayraklarla işaretlenmiş yerler, mekanlar, isimler… Topanga Canyon… Venice Beach… Lourel Canyon… Whisky a Go Go… Troubadour…

Mesela Topanga Vadisi, Neil Young’un 1970 tarihli ‘After the Gold Rush’ albümünün ortaya çıktığı yerdi.. Graham Nash, meşhur ‘Our House’u Laurel Vadisi için yazmıştı, o sıralarda da Joni Mitchell’la Lookour Dağı’nda yaşıyordu… Jim Morrison, Manzarek’e yazdığı şiiri oradan 30 km uzaklıktaki Venice Beach’deki evinde okumuştu.. Hatta efsaneye göre daha tıfıl Bob Dylan, gittiği Otis Redding konserinde, cesaret edip ‘Just Like a Woman’ın şarkı sözlerini verip “ya bu çok uzun” cevabını yine oradaki efsanevi “Whisky a Go Go”da almıştı… Daha ‘Crazy Horse’, “çılgın at” olmadan önce, Rockets iken, bir saati bulan jam session’larını oradaki vadilerin birinin arasında saklanmış bir evde yapıyorlardı (Zaten Neil Young ile de orada, o evde tanışıp Down by the River’ı çalmışlardı)… Mookie Blaylockgibi garip isimli bir grup, isimlerini Pearl Jam’e çevirdiklerini Troubadour’un o küçük 400 kişilik salonunda ilan etmişlerdi. ( Neil Young da ilk solo konserini bu salonda vermişti). Greatful DeadDoors, The Eagles, Beach Boys, Metallica... Hepsi “La La Land”den üremişti… Çok kabaca “California yaşam tarzı” diyebileceğimiz o esrarlı dünya, birbiri ardından çıkan onlarca olağanüstü rock albümüne damgasını vurdu. Uyuşturucunun yol açtığı “karanlık” zeka, kıyamete yol açan parçalanmış aynanın yansıttığı envai çeşit fantaziye, duru- görüye ve gerçeküstü imgelere ev sahipliği yaptı. Neil Young’un o dönemini simgeleyen “Ditch Triology” albümleri (“Time Fades Away”, “On The Beach” ve “Tonight’s The Night”), tam da o Malibu patlamasını simgeler. (Ditch Triology ile ilgili daha ayrıntılı bir yazımı okumak isteyen meraklılar bu linke tıklayabilir) Ayrıca aynı şekilde Josn Didion’un kitapları, David Crosby’un “If I Could Only Remember My Name” albümündeki paranoya düzeyi, yine de ulaşılan tümü inanılmaz derin müzik kalitesini gölgeleyemez hala…

Rock’un sınırsız coğrafik haritasında yerini almış ,-o çok eski arkadaşıma Gittin mi oraya” diye sorduğum ve “ee, herhalde oğlum” cevabını aldığım- mekana geliyorum şimdi…

Okyanusa bakan birçok vadinin arasında yer aldığını bildiğimiz bir yerdi Indigo Ranch. Plakların, cd’lerin arkasını en ince ayrıntılarına kadar okuma alışkanlığına sahip bizler için o efsanevi kayıt stüdyosu, tüm sohbetlerimizde ‘ölmeden önce yapılması gereken 100 şey’ listeleri gibi, kendi “bucket list”imizde hep en üst sıralarda olurdu…

Barrymore yolunda, 3 yıl önce göçüp giden Richard Kaplan’ın tutkuyla inşa ettiği bu kayıt stüdyosundan birçok isim gelip geçti. Neil YoungNick Cave and the Bad SeedsNeil DiamondOlivia Newton JohnJeff LorberKornSepulturaLimp Bizkit

Indigo Ranch’ın yerinde şimdilerde bir yıkıntı var.. 10 yıl önce geçirdiği bir yangında kül olmuş ama hala onun anısını yaşamaya çalışan insanların kurduğu ve yazıştığı gruplar var, eski çalışanlar, ziyaret edenler, yolu oradan geçenler, meraklılar, stüdyoyu kullanan sanatçılar, grup üyeleri…

41 YIL ÖNCE BİR GECE…

Bu biraz uzun girizgahtan sonra, bugünden tam 41 yıl önceye geri dönüyor ve ıssızlığın ortasındaki Indigo Ranch’n kapısından sessizce süzülüyorum… 11 Ağustos 1976 akşamı… Gün boyu yakıcı güneşin ardından herkes Los Angeles’a eğlenceye akarken, bomboş kalan kayıt stüdyosuna 3 tane adam giriyor. Çok fena “dumanlanmış” durumdaki bu “şahıs”lardan birisi akustik gitarıyla kayıt odasına oturuyor… Diğeri konsülün başına geçiyor… O gecenin tek şahidi olan arkadaşları da elinde birası, ağzınında sigarası ile dünyanın en özel konserlerinden birine şahit oluyor. O gece sabaha kadar sürüyor.. O “kafayla” tam 10 tane şarkıyı, oracıkta, o an söylüyor ve kayıt ediyorlar. Gecenin bir vaktinde kayıt bitiyor, elektrikler kapatılıyor ve herbiri bir kenara kıvrılıp uyuya kalıyor.

Sabah stüdyoya gelenler, sessizce bu 3 gece nöbetçisinin üzerini örtüyor ve işlerine başlıyorlar…

O geceyi, David’le birlikte orada geçirdik ve 9 tane şarkı söyledim. Bir teybi tamamen doldurduk. Sonra da o teybe Otostopçu (Hitchhiker) adını vermiştim. Çok dumanlıydım o gece, sesim tamamen başka diyarlardan geliyordu.. Arkadaşım aktör David Stockwell de benimleydi o gece. Bir odada oturduk, arka arkaya şarkıları sıraladım, sadece biraz esrar, bira veya kola için ara verdik. David (Briggs) o çok sevdiği konsolunun başındaydı...”

1994 yılında yayınlanan Special Deluxe adını verdiği anılarında Neil Young, o geceyi böyle anlatıyordu.

Neil Young’un anılarını okurken, içimden “keşke bu kayıt ortaya çıksa, 70 lerin havasını, ruhunu, ortamını sesini çok özleyenlere biraz ferahlık verse” dediğimi çok iyi anımıyorum.

Bugün, yani 1 Aralık 2017 günü Neil Young, yayınlanmış veya yayınlanmamış bütün müzik arşivini, üstelik bir süre ücretsiz olarak herkese açacağını açıkladı.. Üstelik yeni albümü (“The Visitor”) ile birlikte…

Aralarında 11 Ağustos 1976 akşamı yapılan o kayıt da var… Daha doğrusu o kaydı, bir süpriz yapıp daha önce albüm olarak yayınladı!

Sade. Basit. Duru. Samimi. Hiç bir artistik hareket yok. Kayıt icadı, stüdyo numaraları yok. Adeta tarih öncesi. Tamamen bestesinin ve sözünün gücüne inanan, kafası bir dumanlı olsa da kendinden emin yaratıcı ve özgür bir ruh, sessizliğin ve ıssızlığın ortasında, hiçbir beklentiyi-hesabı kafasının bir yerinde tutmadan, sadece o an için dökülüyor. O dönemi harika anlatan albüm kapağından yayılan kahverengi gün batımı da, işte tam da o “saf” günleri çağrıştırıyor.

Şarkılardan tek tek bahsetmeye hiç gerek yok, dinlemek yeterli.

Bugün artık sessiz bir yer bulmak mümkün değil. Hemen tüm kayıt stüdyoları, şehrin merkezinde dev plazaların içinde, büyük paralar yatırılarak yaratılmış yapay ses kesici ortamlarda… Doğanın içinde, sessizliğin ortasında, en yakın “ses”e yüzlerce metre uzaklıkta bir kayıt stüdyosu yok artık… yaratıcılığı teşvik eden doğal ortamlar da yok. Müthiş aletlerle, gerçeğini çok “aşan”, kendisi olmayan müzikler çıkıyor. Adeta stüdyo harikası isimler, gruplar ortalıkta kol geziyor.

Sahici olanın, bu kakafonik gürültünün içinde aslında saf, masum ve sessiz olanın peşindeyiz hep. O yüzden Hitchhiker’ı dinlemek, yorgun ruhuma bugünlerde iyi geliyor.

Mehmet Şenol

Meraklısına notlar:

  • Tüm albümü dinlemek için: https://youtu.be/r5ejjM0Uv-s
  • O akşam stüdyoda olanlardan David Briggs, Neil Young ile 1969’da Topanga Kanyon’dakarşılaşmışlar ilk olarak. Young otostop çekerken arabasına almış ve ondan sonra Briggs ölene kadar birlikte çalışmışlar. Albümün isminin “hitchhiker” olmasına binaen 
  •  Neil Young, boşandıktan sonra yine Los Angeles’a geri dönüp Malibu civarına yerleşti.
  •  Dün çıkan yeni albümü The Visitors’u yine Malibu’da, ama artık rahmetli olan Indigo Ranch’ın yerini alan Shangri-La Stüdyolarında kaydetmiş…
  •   Yeni albümünde, Amerika’da yaşayan bir Kanadalı olarak Trump’a doğrudan dalmış.. Albümün Error! Hyperlink reference not valid.(“Already Great”) şöyle diyor: “No wall, no hate, no fascist U.S.A.”
  •   Topanga Canyon’a 10 dakikalık arabayla çıkışı sanal deneyimlemek için: https://youtu.be/QrfS-naHYO8
  • Crazy Horse’un yerine Promise of The Real’ı geçirmeye çalışması hiç iyi değil… Şu konser performansını canlı izleyen gözlerin sahibi olarak tartışmaya kapalı bir konu bu

Read article

Sessizlik Nedir?

Comments (0) Sessizlik

Sessizlik nedir?

Klavyenin, odanın, sokağın gürültüsünü veya arkada çalan fon müziğini saymazsak, müziği yazarak anlatmak da kısmen sessiz bir eylem aslında. Bir sesi, sessizce yazmak da farklı değil. Müzik, her zaman tartışmaya açık bir konu olarak masada duruyor. Müziği üretenler, dinleyenler, pazarlayanlar ve satanlar arasında “doğru müzik” üzerine, hissi ve pragmatist yaklaşımlar daima bir çarpışma konusu olarak odak noktamızda duruyor. O sessizce yazılan, gürültü yaratan müzik yazılarının temelinde de bu kaotik ortamı düzene sokma, iyi niyetle çerçevelenmiş bir fotoğrafın etrafında farkındalık yaratma arzusu var.

Geçtiğimiz senelerde yazdığım yazıların birinde tartışmaya açtığım bir cümle kurmuştum.

“…çoğunluğu tenzih ediyorum ama bazı insanların, henüz birey olamamışken deli gibi sosyalizmi savunması ne tuhaf değil mi?” (Bir Baba Indie, Kolektivizm ve Çatışmacı Ruh, Şubat 2016) “

Bu konuyu ses/sessizlik meselesine de evirtebiliriz belki. İyi müziği dinlemek için müzikolog olmaya gerek olmadığı gibi iyi müziği dinlememek için bu kadar sorumsuz olmaya da hakkımızın yok. O yüzden olayın köklerine dönmek gerek. Kişisel gelişim gurularının dilinden düşürmediği “sevgi nedir” sorusunu, “sessizlik nedir” sorusuyla konuyu “farkındalık” vurgusuyla sabitliyorum.

Konuşmak

Biraz kendimize dönelim. Dış dünyanın gürültüsünü kesmek, çeşitli yalıtım araçlarıyla mümkün. Fakat iç dünyamız için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. İnsanoğlu geveze bir akla sahip. Bu gevezelik sadece aklın derin sularında can bulurken, çoğu zaman dışarıya yansımıyor. İnsanın ağzından dökülmesi gereken cümlelerin yerinde sadece nefes alış verişi var. Yani nefes sesini saymazsak tam bir sessizlik.

İnsanlar çoğu zaman konuşmaktan imtina ediyorlar. Halbuki insanlar konuşsalar ve konuşulanları dinleseler, zihinlerinde saklanan düşüncelerin freni boşalmış kamyonun kasasında sağa sola savrulmalarına engel olurlardı. Zamanın kıymetini bilmek, doğru anda, doğru yerde, doğru şeyleri yapmakla vuku bulabilir. Bu yüzden, Hayyam’ın akılla yaptığı konuşmalar gibi, içten içe deliriyoruz. Kapı kilitli, dışarısı sessiz.

Akıl sessizleştikçe berraklaşır. Bu yüzden “konuşmak” aklın sessizliği için en iyi yalıtım malzemesidir. Dünyada olup bitenlerden, hatta müzikten bile bahsetmiyorum. Kendimiz ile ilgili bildiğimiz en iyi şey arzularımız, hayallerimiz ya da dert ettiklerimiz değil mi? Aklımızı kalabalıklaştıran ve konuşmadığımız müddetçe bizi ürkütmekten başka bir işe yaramayan bunları dışarıya taşımak gerekir.

Konuşan yoksa, dinleyen de yoktur. Konuşmadığımız gibi dinlemiyoruz da. Az bir rüzgarın itelemesiyle, uçurumun ucunda sandığımız aklımızın aşağıya düşeceğinden eminiz. Zira konuşmak, bizi uçurumdan aşağı itecek rüzgardan ziyade, ağacın gölgesinde serinletme işlevindedir. Akıl, elinden tutup, uçurumun kenarına şekerle kandırılıp getirilen ufak bir çocuk sadece. İçsel gürültünün yarattığı, dışsal sessizlik aynı zamanda zamana sıkılmış bir kurşun gibi. Ortaçgil, Değirmenler’de şöyle anlatıyor bu durumu:

zaman düşer
ellerimden yere
oradan tahta boşa
saatler çalışır izinsiz
hep bir sonraya

Halbuki bir şeyleri konuşabilsek, bir saniye sonra gülümseyebilirdik. Konuşmadığımız için 3-5 yıl, belki de bir ömür gülümsemeyi bekliyoruz. Hep zarar, hep ziyan ve gürültü…

John Cage’in, 4:33’ünün yarattığı müzikal sessizlik, bize Raymond Carver edasıyla şunu fısıldadı: “Lütfen sessiz olur musun, lütfen!”

Biraz dinlediğimiz ya da dinlediğimizi sandığımız müziğin sesini kısalım ve şu müzik meselesini konuşalım istiyoruz. Bir şey bildiğimiz yok esasında. Sadece konuyu tartışarak doğruyu bulma telaşımız var.

Sahiden biraz konuşabilir miyiz?

Read article

Frokedal: “At least, The Album is Trying To Be Hopeful.”

Comments (0) #Göç ve Müzik, Genel, Röportajlar



How was the music scene in Norway at 60’s or 70’s?

Frokedal : Norwegian jazz was internationally acclaimed in the late 60s. There was also a strong folk scene with Norwegian lyrics in this period and popular music was on the rise: In the early 60s a big wave of young bands were covering – or pursuing a sound similar to – The Shadows.  A lot of the lyrics were in Norwegian, but gradually as rock music became more popular more of the lyrics would be in english as well.

How do you describe Frokedal’s music to us? A few hints to Turkish listeners…

Melodic and minimalistic pop songs inspired by traditional music, 60s folk music and a little bit of rock ‘n roll. Before your solo career, you had played with bands such as “I Was A King” and “Harrys Gym”. But now you are in your own way. What kind of things changed in your way of making music? I think the sound is the biggest change. Harrys Gym played big indie pop, with a full drum kit and sequencer (computer tracks) combined with two synth rigs and myself playing on a double guitar amp. It felt like the idea that “more is more” was spreading around us and I guess I got a little sick of everything sounding very big and produced. For my solo project I wanted to focus on the core of the songs and put less stuff around it. I wanted to write pop songs that you could play anywhere and not depend too much on the equipment to communicate with an audience. So I ended up recording the music with two violin players from the traditional music scene, a keyboard player and a standing percussionist on two drums, velvet-underground style. I still play in I Was a King, and we are making a new album later this year.

What pushed you to make the change?

I am not from the traditional music scene myself, but one of my “hobbies” was playing playing traditional music from the Nordic countries and cajun/old time music from USA with my friends. And it started to inspire my own songwriting as well. I had been thinking about doing something more folk inspired on my own for a long time when Harrys Gym split up. And suddenly I had the right excuse to do it.

Anne Lise Frokedal

How did you feel yourself while recording your debut album -”Hold on Dreamer”?

It was actually a pretty easy album to make. I was used to fighting very hard for my ideas in the band, and suddenly it was just up to me to make all the decisions. I was still worried that I would be too easily influenced by other people’s opinions, so I didn’t ask anyone for advice along the way and I produced the album myself. And I made some rules for the recording so I wouldn’t get lost: Use few, important sounds in each song. Record the basics live in the studio so it doesn’t get too perfect. Try removing something instead of adding another layer to the music if something feels missing.

Although “Hold on dreamer” stands out as an album at the intersection of indie pop, folk rock and electronical sounds, it gives its attention to folk rock. How the album sound was shaped during the recording sessions?

The main parts for the songs (with the exception of Kid & Eclips that are based on beats) was recorded live in the studio with all of the musicians playing at the same time. I guess also the way we are using the violin as a key instrument for carrying the melodies, the chords and adding rhythm is important for the “folkiness” of the album as well. And since they are traditional musicians they don’t play in a sweet classical style, the expression is a bit rawer and more “rock” I would say. Also the many minimalistic drum parts, a result of stripping the drum kit down to only a snare and a floor tom, probably add to the folky feel with its tribal simplicity.

You worked with Jimmy Robertson in mixing process of “Hold on Dreamer”. Why did you choose Jimmy Roberson as the mix engineer?

I had worked with Jimmy before with other projects and he was the first engineer that made me feel at home in a studio. Communicating about music can be difficult. Some people use metaphorical terms and other people prefer to describe everything through technical terms. Jimmy understands both of these languages, but like me he is intuitive and we have a similar taste. In short: It is very easy and rewarding for me to work with him – and he makes my music better.

The sound of “Hold on Dreamer” is so ethereal for me. This clearly feel in songs such Eclipse, Demented Times and Cherry Trees. Can we say that these songs reflect your ‘dark side’? How do you describe your melancholic side?

I think you are right about these songs representing my melancholic side, and I did at times let that side loose on this album: The tendeny of brooding on whatever problems we’re facing rather than celebrating the good things that happen. But the album is hopeful too, or at least it is trying to be. “Demented Times” is actually about admiring someone who is the opposite. People who worry little and seem to find happiness wherever they go are very impressive to me.

Anne Lise Frøkedal

How were the listener reactions for your debut “Hold on Dreamer”?

A few people have told me how Hold On Dreamer has been the glue that held them together through difficult days. I totally know that feeling of needing a certain song or album to be able to breathe, some of my greatest experiences as a listener have been like that. So that is probably the nicest thing anyone can say about my music. Some people like electric guitars, but find it hard to deal with the violin sounds, some find it strange that there is hardly any bass on the album, but I guess that is what you will get when radically changing your music.

What means 60’s and 70’s for you?

60s is beat music, the folk scene, great songwriting and dancing hippies. The 70s gave us glamrock, some really great synthesizers and my favourite album, John Cale’s Paris 1919.

Anne Lise Frøkedal

Many of the critics identify your vocal with 60’s and 70’s cult female singers such as Nico or Joni Mitchell. Do you agree this?

I think they are both amazing singers, so I take that as a huge compliment. I don’t think I sound like any of them, but perhaps my voice is somewhere in the middle?

You just released your new single, called ‘Believe’. At this song, you have more electronic arrangements if I compare it to your previous releases. Will the new songs sound like this?

The new album has more variation in mood and energy. More anger and more hope. Except from using a full drumkit on a few more songs, the band is still the same people and the same instruments. But there are a couple of “rock” songs with fuzz guitar that have an itensity that I was longing to explore after making Hold On Dreamer.

Read article

TÖZ Trio’nun Yeni Albümü ‘TÖZ’ Tüm Dijital Platformlarda!

Comments (0) Albüm, Bizim Sahneler, Genel, Güncel, Kritikler

“Fizik formülü mü bu anlamıyorsun?”

2016 yılında kurdukları trio hakkında konuşmak üzere toplanan ekip üyeleri Tamer Temel, Ercüment Orkut ve Cem Aksel arasında geçen konuşmadan bu cümle. Diyaloğun tamamı ise şu şekilde:

Tamer Temel: “Hiç anlamıyorum ki ben bu müziği, hiç takip edemiyorum ki!”

Cem Aksel: “Fizik formülü mü bu anlamıyorsun? Ya da anladığın müzikten anladığın şey ne?”

Ercüment Orkut: “Zaten anlamamış oluyorsun, aslında konu o.”

Yılların tartışması. Sübjektif kısımları ve albüm değerlendirmesini işin uzmanlarına (yanlış olmasın; gerekli eğitime ve yeterliliğe sahip, gerçek müzik eleştirmenlerine yani) bırakarak yalnızca edindiğimiz bilgileri aktaralım. “Çok güzel albüm olmuş ama ya, oh!” demeden geçmeyerek tabii… Bir de çok büyük bir teşekkür etmek gerekiyor bana kalırsa; ellere, nefeslere sağlık. Ana akımın, tek-tipleşmenin savunulduğu ve sabit fikirlerin yüzdüğü piyasalara aldırmaksızın, özgürce, böyle çalışmalarla sonraki nesillere de ışık tutulduğu, örnek olunduğu, çok da karamsarlığa gerek olmadığı gösterildiği için teşekkür etmek lazım.

TÖZ Trio’yu takip ettiğimizde (edelim), caz ve çağdaş klasik müziğin kesiştiği performanslar sergileyen bir oluşum olduklarını okuyoruz kendilerinden. 2017 Aralık ayında İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik İleri Araştırmaları Merkezi (MİAM) stüdyolarında seyircili albüm kayıtları gerçekleştikten sonra caz ile farklı türleri bir araya getiren Berlin çıkışlı eklektik festival XJAZZ’in dördüncüsünde yer alan ekiplerdendi TÖZ. Bir yıl dolmadan, A.K. Müzik etiketiyle 28 Kasım Çarşamba günü albümlerini yayınlayan üçlü, 29 Kasım Perşembe akşamı Yapı Kredi Kültür Sanat ve Bahçeşehir Üniversitesi/BAUART’ın ortak projesi olan ‘Ender Sesler’ konserlerinin ikincisinde albüm lansmanını gerçekleştirdi.

Albüm bir bütünlük konseptiyle, parçalar bir bütünü temsil ediyormuşçasına, durmaksızın çalınıyor. Besteler Tamer Temel’e ait. Parçalar arasında yer alan interlüdler ise bir parçadan diğerine geçiş yahut ‘birinden bir diğerine varmak’ amacıyla gerçekleşen solo veya kolektif doğaçlamalar. Dolayısıyla her konserde dinleyiciye farklı bir deneyim sunarak içinde bulunan ana özgünlük veriyor. İki albüm daha geleceğini duydum, birinin tüm besteleri Ercüment Orkut’a, diğerininse tüm besteleri Cem Aksel’e ait olacakmış.

Üzerinden çok da geçmeden tanıtmış olalım ve zevkinize sunalım. Her birini ayrı ayrı sevdiğimiz; Türkiye’nin, Türkiye caz sahnesinin sahip olduğu en iyi müzisyenlerden üçü karşınızda. Tenor ve soprano saksafonda Tamer Temel, piyanoda Ercüment Orkut ve davulda Cem Aksel kalıpları kırarak harika bir müzikle içimize su serpiyor.

Keyifli dinlemeler olsun!

 

 

 

Read article