The Art of Noises” ses, teknoloji, elektrik ve makinenin ilk defa iç içe girdiği bir alandır. Yakın bir gelecekte ise gitar elektrikle buluşacaktı. Bu buluşma sonrasında ise, neredeyse her müzik aleti bu dönüşümden nasibini alacaktı. Müzik ve elektrik ise adeta iç içe girecekti. Rock müziğin temelinin sanayi devrimine dayandığını söylemek, çok da abes kaçmaz artık: yani makinenin sesine.
İletişim 101 ya da türevi derslerde verilen birkaç ‘klişe’ ders örneği vardır. İlki 1800’lü yıllarda ilk defa makine sesi duyanların tepkileri… İlk kez makine sesi duyan insan korkar, ürperir. İkincisi ise genellikle sinema salonundan gelir. Olaylar, kocaman bir trenin, beyaz perdeden renksiz olarak yavaş yavaş seyircinin üzerine gelmesiyle başlar. Treni hareket halinde görünce salondakiler telaşlanır. Heyecanlanır. En sonunda ise salonu terk eder. Oldukça şaşırtıcı iki hikâye, hele günümüzden bakıldığında çok daha şaşırtıcı. 2000’li yıllarda modern birey makinenin sesine öyle aşinadır ki, aksine gündelik hayatta ses seviyesinin azalması çoğu zaman korkutucu gelir. Daha tanıdık bir örnek ise ebeveynlerden geliyor.
Ebeveynler çocuklarına, genellikle şu şekilde öğütler verir: “Aman tenha sokaklara gitme.” Tenha sokaklar sessizliktir aslında. Tenha sokaklar, yani insanın sayıca az olduğu, makine sesinin sadece uzaklardan yankılanarak geldiği mekânlardır. Sessizlik artık korkutucudur! Korku verendir. Bir başka örnek ise korku filmlerinden gelebilir. Eğer postmodern bir korku filmi izlenmiyorsa, korku filmleri genellikle sessizlik üzerine kuruludur. Gerilim genellikle sessizlik ile vurgulanır. Sessizlik ürkütücüdür. Sessizlik güvensizliktir çünkü sessizlik demek, makineden uzaklaşmak demektir.
Çünkü sessizlik demek üretim ilişkilerinden uzaklaşmak demektir ve bu elbette sistem için ‘korkutucudur’. Çünkü sessizlik doğaya dönüşü de imgeler, doğaya dönen birey üretim ilişkilerinden de uzaklaşır yani sistemden uzaklaşır. Tam da bu nedenle sistem, iktidar araçlarıyla sessizliği negatif anlamlarla donatır çünkü bireyin sistemden uzaklaşması, sistem için toplumda huzursuzluk olarak adlandırılır. Bu girizgah, kafamda birkaç soruyu da doğurmaktadır; Sessizlik nedir? Mutlak bir sessizlikten bahsedebilir miyiz? Modern zamanlarda, ses-sessizlik ikilisi nasıl dönüşür?
SESSİZLİK MÜMKÜN MÜ?
Önce sessizlik üzerine düşünelim. Nedir sessizlik? Ses insandan önce, hatta kültürden önce var olan bir mefhumdu. Çünkü ses harekete dair bir durumdu. Yani ses aksiyonla ilişkilidir, eylem gerekir, gerektirir. Dolayısıyla evrende fiziksel sınırlar içerisinde hareket eden/ettirilen her nesnenin/canlının sesi çıkar. Eğer hareket sesin ortaya çıkmasına neden oluyorsa, hareketsizlik ve sessizlik arasında da nedensel bir ilişki kurabilir miyiz? Çünkü derdimiz sessizliği aramak, bulmak. Pek kurabileceğimizi düşünmüyorum. Bu ilişkilendirme insan merkezli bir düşünce yapısının ürünüdür. Bu yaklaşım insan kulağını tartışmanın merkezine koyar ve gerisini sınır dışı bırakır, tartışmanın sınırı ise insan fiziksel ve biyolojik sınırlardır. Dolayısıyla duyma olarak adlandırdığımız şey, insanın duyabildiği seslerdir. İnsan merkezcidir ve harekete dayalıdır. Peki insanın duyamadığı sesler… Onlar halen çevremizde duruyor.
Bu nedenle ses fikri, bir tür toplumsallığa da işaret eder çünkü toplumsallık harekete dairdir. Toplumsallık ses çıkarır. Dolayısıyla ses ya da sessizlik, insanın ona atfettiği, aksiyona dayalı toplumsal pratikler bütünüdür. Bakın, makinelerle olan ilişkimiz, yani metalin sesi ile olan ilişkimiz çok uzun bir geçmişe dayanmaz. 150 yıllık bir geçmişten söz ediyoruz şurada.- yani sanayi devrimi- Hayatta kalabilmek için kırsaldan ya da özünden uzaklaşmaya zorlanan birey, yani yerinden yurdundan edilen insan, şehirlere göç etmeye başlar. Çünkü makine belirgindir artık gündelik hayatta, hatta makine belirleyici hallerden birine dönüşmüştür. Makinenin pratikleri gündelik hayata nüfuz etmeye başlamıştır. Sonuç olarak şehre göç eden bireye ise tek bir ses hakkı kalmıştır ki; o da genellikle makineden oluşan sese, yani modernitenin sesine mahkûmiyettir. Arabanın motor sesi, fabrikanın sesi, çamaşır makinesi sesi ve dahası… Gürültü ya da ses?
MAKİNEDEN ÇIKAN YENİ ÇAĞIN SESİ
Makineleşen toplumun sesle olan ilişkisi de makineye dair bir hal almaya başlamıştır. 1913 yılında yaptığı deneysel işle, belki de elektronik müziğin temelini atan Luigi Russolo, makinelerin gürültüsüne- gürültüyü negatif bir konatasyonla değil, olumlu bir okuma olarak görür.- yoğunlaşmıştı. Russolo çağın seslerinin artık makineden çıktığına inanıyordu ve makinenin derin bir ses aralığı sunacağını düşünüyordu. Yani ‘gürültüden’ sanat üretimine girişti. “The Art of Noises” ses, teknoloji, elektrik ve makinenin ilk defa iç içe girdiği bir alandır. Yakın bir gelecekte ise gitar elektrikle buluşacaktı. Bu buluşma sonrasında ise, neredeyse her müzik aleti bu dönüşümden nasibini alacaktı. Müzik ve elektrik ise adeta iç içe girecekti. Rock müziğin temelinin sanayi devrimine dayandığını söylemek, çok da abes kaçmaz artık: yani makinenin sesine.
ARTIK OLMAYAN BİR SES: “YAZIYOOOOOR, YAZIYOOOOOR…”
İngilizce’de çok sevdiğim bir terim var: “Soundscape”. Özellikle antropologlar, müzikologlar ve sosyologlar bu terim üzerine çok çalışır. Soundscape’i herhangi bir kaynağa bağımlı kalmadan şu şekilde tanımlayabilirim: Zaman ve mekân ekseninde ortaya çıkan seslerin, insan kulağından geçerek oluşturduğu zihinsel karşılık. Zaman ve mekân eksenlerinde ortaya çıkan sesler ise şunu ifade eder: 60’ların Türkiye’sinde çoğunluğun aşina olduğu, ancak şu an duymamızın imkansız olduğu sokakta gazete satan çocukların “Yazıyooor, Yazıyooor” diye bağırışlarıdır… Şu an o sesler yok. Bu seslerin yok oluşu, toplumsal dönüşümlerle doğrudan temas halindedir. Başka bir deyişle, her dönemin farklı politik, ekonomik ve teknolojik üretim ilişkileri vardır ve bu üretim ilişkileri sesler üretir. Günümüzde ya da geçmişte yapılan müzikal işleri, bu sosyal etkileşimlerden ayrı olarak okumak gerçekten oldukça hatalı bir yorumlama olacaktır. Bu sıradan bir albüm kritiğinde bile geçerlidir üstelik.
Günümüze baktığımızda ise; “sessizlik” makine sesinin anti-tezi değildir çünkü ses kavramı makineden bağımsızdır. Ses vardır ancak sessizlik ise şu anki şartlar itibariyle bir tür imkânsızlıktır. Ancak soundscape meselesi üzerinden düşündüğümüzde, yine de bir sessizlik tanımı yapabiliriz sanki. Modern zamanlarda sessizlik çoğu zaman modern şehirden uzaklaşmaktır biraz da. Bu bazen ‘korkutucu’ tenha bir sokak, bazense doğanın yapısal belirli hallerine kavuşmaktır. Sessizlik çoğu zaman modern şehirden uzaklaşmaya işaret eder, yani doğaya dönüştür. Doğanın seslerini bir tür sessizlik olarak düşünürüz ama doğanın sesi-yani sessizlik- ise sistem için bir tür ötekidir. Sessizlik üzerinden korku mitini üreten sistem, bireyi modern sınırlar içerisinde hapsetmeye çalışır ve belirlenen sesleri duyarız çünkü sessizlik korkutucudur, tehlikedir, güvensizliktir çünkü makineden uzaklaşmak korkutucudur.