“Gideceğim buralardan…”

Kalamış’ta o zaman bu kadar modern olmayan yat limanının herkese açık kayalıklarına gece yarısı bir grup arkadaş olarak şarap ve peynirle her zamanki gibi konumlanmıştık. Tıp son sınıftaydı Emre, kısa bir süre önce merak salmasına rağmen dev adımlarla ilerlettiği saksafonuyla gelmişti yine. 80’lerin sonuydu, Jan GarbarekJohn Surman zamanlarıydı. Ülkeye dair, bu topraklara dair, yaşadıklarımıza dair umutsuzlukların giderek boy attığı günlerdi…

 

Hep böyle olur. Üniversite biter. Hayatımız bir süre sonra kökünden değişmeye başlar; gerçeklikle tanışma; hayalleri önce biraz, sonra biraz daha, sonra artık belirsiz bir geleceğe erteleme zorunlulukları..

 

Etrafımızı çaktırmadan sarmaya başlayan “kurulu düzen”…

 

Emre’nin başka bir derdi daha vardı.. Annesi ve babası nam salmış efsane siyasilerden olduğu için “Belli” soyadından dolayı hep takip altındaydı; yıllarca süren zorluklara abisiyle bana mısın dememişlerdi asla ancak müzik ve doktorluktan oluşan nefes alanını bile ona açmayacak gibiydi kurulu düzen.. İhtisas dahi yapamayacak kadar acımasız günler… Sadece Kalamış’ın kayalıklarında saksafon çalıp, arada bir İstanbul’a düşecek isimleri takip etmek… Daralan, daralan, hepimizi çevreleyen o çember… Bunalmıştı Emre ve bu yüzden gitmek istiyordu artık bu topraklardan…

 

Gitti de. Arada sırada bir haber alabildik Emre’den… İnternetin olmadığı, telefonun, mektuplaşmanın, ama esas karşılıklı oturmanın, içmenin, muhabbetin iletişim olduğu zamanlar… Grubumuz da dağılmaya yüz tuttu; okullarımız bitmişti; işler güçler, askerlikler, ev kurmalar, evlilikler, ayrılıklar bizi bekliyordu… Dağıldık; herkes kendi yolunda, kendi labirentinin içinde…

 

Bir iş gezisi için epey zaman sonra Paris’e gittiğimde buluştuğumda gördüm Emre’yi… Bir hastanede doktor olarak çalışıyordu ama esas hedefinin yani müziğin yolunda ne çok mesafe kat etmişti. Pompediu Merkezi’nde kiraladıkları küçük bir odaya götürdü o akşam iş çıkışı beni… İki Fransız arkadaşıyla birlikte saatlerce çaldılar. Şarap, sigara ve jazz. Görünen o ki bir caz grubu olmanın eşiğindeydiler.. Oranın”ortamı”, Emre’yi istediğinin peşinde yürüme fırsatı veriyordu demek… Bizim Kalamış grubunu düşündüm; kimimiz bir şirkete girmişti, kimimiz doktor, avukat olmuş hastane, adliye yollarında ömür geçirmeye başlamıştık, hatta kimimiz baba mesleğini devam ettirip lokantacılığa başlamış, kasanın arkasına bile geçmişti! Bu da bizim buraların “ortamının” bize verdiği yürüme yollarıydı!

 

Emre, daha sonra çok iyi bir saksafon sanatçısı oldu, kurduğu gruplarla Paris caz ortamının seçkin isimlerinden biri haline geldi… İstanbul Müzik Festivali’ne bile çağrıldı, yüzlerce dinleyicinin karşısında harika konserler verdi bir zamanlar kaçarcasına gittiği bu topraklarda “konuk sanatçı” olarak… Tıpta da özgürce yürüdü; Fransa’nın en saygın kalp doktorlarından biri oldu. Hatta Türkiye’de bir ara kendisi açısından çok normal bir tavrından dolayı haber bile oldu…

 

Bu topraklara dair meraklıları dışında pek kimsenin bilmediği bir başka hikaye…

 

Bundan tam 65 yıl önce Türkiye’nin güneyinde, kebabı ve sıcaklığı ile ünlü bir ilinde birer yıl arayla iki çocuk doğdu… Birinin adı Setrak, diğerinin adı Eril’di.. Birbirlerini tanımayan bu iki gencin yolu St. Joseph Koleji’nde kesişti. 1970’li yılların hemen başıydı; tüm dünya 68’in etkisi ve gençliğin sınırsız yaratıcılığıyla sarsılıyor, depremin artçı şokları İstanbul’a, Kadıköy’ün göbeğine ulaşıyordu. Mesela 1972. Bugün artık bir hayal gibi olan geçmiş: Her yıl düzenlenen müzik yarışması nedeniyle her lisede sürekli grupların kurulduğu, plakların peynir ekmek gibi satıldığı, müzik dergilerinin en çok satanlar arasında yer aldığı, sözlerinden bestelerine herkesin kendisini sürekli geliştirdiği, yaratıcılığa açıldığı günler… St. Joseph’i o yılki yarışmada temsil edecek (üstelik hem beste, hem de icra dalında birinci olacak) okul “orkestrası”nın, bugün hala devam etmekte olan Asia Minor efsanesinin tohumlarını atacağını kim tahmin edebilirdi?

 

İşte o lise grubunun 3 genci SetrakEril ve Can da, okul bittiğinde doğdukları toprakları arkalarında bırakıp okumak için göç ettiler. Setrak ve Eril Paris’e, Can da güney Fransa’daki Grenoble’e…

 

 

Birinin adı Setrak, diğerinin adı Eril’di..

 

 

 

Bir yandan üniversite okurken, diğer yandan da müzikle daha çok uğraşmaya başladılar. Setrak ve Eril, “Layla” isimli bir grup kurdular. O dönem Eric Clapton’un meşhur Laila şarkısına mı referans vermişler yoksa Fars mitolojisindeki karakteri kendilerine isim olarak seçmişler bilinmez ama giderek doğup büyüdükleri toprağın müzikleri ile progressive rock’u birleştirmeye yöneldiler. Can da Grenoble’dan Paris’e gelip gruba katılınca daha da hızlandılar, 1975 yılında kendileri için çok çok büyük bir adım atıp Layla olarak Paris Festivali kapsamında 3 gece üst üste salonda çaldılar. Ertesi yıl, Can (Kozlu) kendi yoluna gitmek üzere aralarından ayrılınca, Jean Philippe Bottier’i aralarına alarak isimlerini Layla’dan Asia Minor Process’e çevirdiler. “Asia Minor”, herkes bilir, şu an yaşadığımız toprakların Anadolu isminden önce kullanılan adıydı. Bu ismi seçerek, hem köklerine atıfta bulunmayı hem de yaptıkları müziğe nereden ilham aldıklarını göstermeyi amaçlıyorlardı. (1977’de bugün de hala grubun üyesi olan Beltrami’nin önerisiyle isimlerinden “Process”i attılar.)

 

 

 

Setrak’ın sesindeki “hüzünlü” doğu esintisi, Eril’in Camel’daki ezgileri andıran güçlü flütüyle birleşince, zaten sağlam prog rock yapısı, yepyeni bir derinliğe ulaşmaya başladı. Artık bir albüm çıkarma kıvamına gelmişlerdi. Verdikleri konserlerle giderek tanınan Asia Minor, nihayet 1979’da ilk albümlerini, kendi “marka”larıyla piyasaya çıkardılar. Crossing The Lineadını taşıyan bu mükemmel bir prog rock albümü, ne yazık ki, olanaksızlık nedeniyle fazla tanıtımı yapılamadığı için o dönemde sınırlı ilgi gördü. Ancak gerek besteleri, gerekse de melodik yapısıyla zamana o kadar iyi direndi ki, bugün dünya Prog Rock çevrelerinde bilinen, dinlenen ve artık değeri çok iyi bilinen bir albüm oldu.

 

 

 

İlk albümleri Crossing The Line’den çok güzel bir parça: Mahzun Gözler. 8 dakikayı aşan bu müthiş parça, progressive rock’da Türkçe sözün nasıl güzel durabileceğini de gösteriyor.. Sözlerdeki güzelliğe dikkat:

 

 

 

 

“Sessiz gecenin sokaklarında/ Arar durmadan bu sevgiliyi/Şehrin karanlıklarında/ Mutsuz yollarında/Mahzun gözlerin/Bitkin ve halsizdir/Haykırır durur adını her gece/Sevgi denince aklına her an o gelir/Kara sevdası/Sevgilisi..”

 

 

 

Bu albümü 2 yıl sonra bir diğer müthiş çalışma, Between Flesh and Divinetakip etti. Bu albüm de, dinleyen herkesin tartışmasız kabul ettiği gibi, gerçek bir başyapıt olduğu için hiç unutulmadı. Hatta yıllar sonra 1991, 1993, 2006 ve 2016 yıllarında Avrupa’da ve Japonya’da tekrar basılarak daha çok izleyiciye ulaştı. Bugün prog-rock la ilgilenen herkesin bilgisayarının bir köşesinde, pikabının yanında bu 2 albüm durur.

 

 

 

En sevdiğim, durup durup dinlediğim uzun (7:45) bir Asia Minor parçası. İkinci albümlerinden.. Müzikal yapısı çok sağlam, her enstrüman müthiş kullanılıyor. Melodik yapı mükemmel. Camel bile bu kadarını yapamazdı. Setrak’ın İngilizcesi, söyleyişi çok naif, çok güzel.

 

 

 

Asia Minor, 1982 yılında dağıldı. Dağılmalarına rağmen 1988’de, prodüktörlüğünü Alan Parsons’un yaptığı (Yani şu bildiğimiz meşhur Alan Persons Project’in esas adamı, Pink Floyd’un ses mühendisi Alan Parsons!) bir 3. albüm, “Landscape Pictures in Rock” adıyla yayınlandı. Asia Minor’un kısa süren ömründe Alan Parsons gibi bir efsane tarafından keşfedilmesi elbette imkansız değildi. Ancak yıllar içinde Asia Minor ile Alan Parsons arasında “şehir efsanesi” haline gelen bu esrarengiz ilişkinin ve o toplama albümün aslını yıllar sonra Eril Tekeli şu cümlelerle anlatıyor:

 

 

“1988 yılında CD olarak kimin tarafından çıkarıldığını bilmediğimiz, Asia Minor albümü olarak piyasaya çıkarılan, “Landcape Pictures in Rock” isimli albümün arkasında prodüktör olarak Alan Parsons ismi geçiyor. Bu bizim Crossing The Line albümünün, kayıt stüdyosunda, o zaman bizim editörlüğümüzü yapan Lido-Mélodies ve tarafımızdan yapılan ve sadece film, reklam vs türü şeylerde kullanılabilinmesi için sözlü bölümlerin çıkartılarak enstrümantal bölümlerin birleştirilmesiyle oluşturulan bir çalışma. Kim bunu CD olarak piyasaya çıkardı ve albüm kapağının arkasına Alan Parsons adını prodüktör olarak yazdı bilemiyoruz.”

 

 

Alan Parsons beşinci albümü “The Turn of a Friendly Card”ın kayıtlarını 1979 yılının sonundan 1980 yılının ortalarına kadar, Paris’te, Acousti Studio’da gerçekleştirdi. O yıllarda konser menejerliğimizi Joseph Cohen-Solal isminde bir Fransız arkadaşımız yapmaktaydı. Joseph, Studio Acousti’de Alan Parsons albüm kayıtlarını yaparken teknik yardımcı olarak görev aldı. 33lük albümün poşetinin arka yüzünde teşekkür edilenler arasında onun da ismi yazılıdır… O dönem bizim birinci albümümüz “Crossing The Line” Fransa’da piyasaya çıkmıştı, ikinci albüm çalışmalarına başlamıştık. Joseph, Alan Parsons’a, bizim “Crossing The Line” albümünü dinletmiş , etkilenen Alan Parsons bizimle tanışmak istemiş… Acousti Stüdyo’da Alan Parsons’la bir görüşmemiz oldu. Sohbet esnasında albümümüzü çok beğendiğini, çok sıkı bir çalışmanın sonucu olduğunun belli olduğunu söyleyip, ‘bir albüme dünyaları sığdırmışsınız, tebrik ederim’ şeklinde bir yorumda bulundu. Bu arada yapmakta olduğu kendi albümünden de ham kayıtlar dinletip izlenimlerimizi almıştı. Bu hoş sohbet sonunda kendisine teşekkür ettik , birbirimize başarılar dileyip ayrıldık. Alan Parsons’la ilgili bütün Asia Minor hikayesi bundan ibarettir.”

 

 

 

Grubun 1980’li yılların başındaki bir kaç TV performansını bulup biraraya getiren siteleri de var. Mozaik programından alınan bu kayıtarın hala duruyor olması büyük şans.

 

 

 

1982’den sonraki çalışmaları için bölük pörçük bilgiler var… Grup üyeleri albüm yapmasalar da birbirlerinden hiç kopmamışlar. Eril Tekeli’nin felsefe eğitimi aldığı anlaşılıyor. Paul Feyerabend’in metodolojisinin epistomolijisi isimli bir makalesi yayınlanmış. Sonra Türkiye’ye, doğduğu topraklara, Adana’ya dönüp “Paralel” isimli progressive rock yapan bir grup kurmuş; bir çok konser vermişler özellikle Adana’da. Grup Paralel hala çok güzel işlere imza atmaya devam ediyor. Gençlerin yanı sıra Adana’nın çok verimli rock çevresinin ünlü isimlerini bir zamanlar bir araya getiren Sıfırbir’den Sina Somay’ın da Paralel’de olması grubu daha da mükemmel kılıyor:

 

 

 

Grup Paralel’in güzel video klibiyle, Fırtına

 

 

 

 

Eril Tekeli’nin Asia Minor’üne selam gönderdiği harika bir enstrümental bestesi Oldfriend

 

 

 

 

Setrak Bakırel’in de müzikten kopmadığını Duvar filminden biliyoruz. Yılmaz Güney’in hapisten kaçtıktan sonra Fransa’da tamamladığı Cannes ödüllü Duvar filminin müziklerinde (Ozan Garip Şahin ile birlikte) Setrak Bakırel imzası var.

 

 

 

 

 

Yazıyı bir iki güzel haber ile bitirmeliyim:

 

2014 yılında yeniden biraraya gelme kararı alan grup üyeleri, aradan yıllar geçse de birbirlerinden hala kopmadıkları için genellikle Paris’te yılda en az 1 konser veriyor… İnternet çağında dinleyici sayıları daha da arttı. Asia Minor albümleri adeta yeniden keşfedildi. Dünyanın dört bir yanından hala albümlerini dinleyen insanlar onları daha sık bir araya gelip yeni bir albüm yapmaları için “zorluyor”. Son konser duyurularında “yeni albüm” filan demişler ama emin olamadım; görmeden inanmam ☺

 

 

Güzel haberin ikincisi, Asia Minor’u canlı canlı dinlemek isteyenlerin şu sıralarda Schengen için başvuru yapmaları lazım. Çünkü 2018’in 5 Mayıs’ında Kuzey İspanya’daki küçük bir Bask kasabası olan Peralta’da düzenlenen bir festival kapsamında (Festival Minnuendö 2018) bir konser vereceklerini anons ettiler. Umarız yine ertelenmez bu konser; çünkü geçen yılki Paris konserleri duyuru yapmalarına rağmen iptal edilmişti.

 

 

Grup geçmişten bu yana fotoğraflarını biraraya getirdikleri fotoğraflarından oluşan küçük bir video da hazırlamışlar bu konser için:

 

 

 

 

Aşağıda stüdyoda çektirdikleri son hallerinin çok fiyakalı bir fotoğrafı var.

 

 

(soldan sağa) Setrak Bakırel, Evelyne Kandel (bas gitar çalıyor konuk olarak konserlerde) Lionel Beltrami, Eril Tekeli ve Robert Kempler (Birkaç ay önce gruptan ayrıldı ve yerini Michel Rousseau aldı) fişek gibiler…65 yaşındalar, yolun yarısı!

 

 

Evet, bu topraklardan bazen böyle güzel şeyler de çıkıyor. Çıkması için de bazen göç etmek iyi oluyor. Özlem artıyor, toprağın değeri daha iyi anlaşılıyor..