Cartel’e kadarki süreçte Almanya’da büyümek nasıldı? Hip hop kültürünün bu sürece dahil olması nasıl gerçekleşti?

Ben 1973’te doğdum. 1969’da birçok insan gibi annem ve babam da Türkiye’den buraya geldiler ve yerleştiler. O zaman hayat bugünkü gibi değildi. Çünkü ülkede bu sayıda Türk ya da yabancı insan olması çok da konu değildi. Amaç hedefli bir yaşamdı onlarınki. Birkaç yıl kalıp, para biriktirip geri dönme planlarıyla gelince tabii ki ona göre de bir yaşam şekli oluşuyor. Sonuçta biz burda doğduk, okullara başladık, normal hayata daha çok dahil olduk. 20 sene sonrasında 90’lı yılların başında ırkçı saldırılar çoğalmaya başladı. Tatsızlaşmaya başladı durum. Misafir işçi durumu, gelenler kalmaya başlayınca ırkçılıkla karşılaştı. 1993 yılında ilk kez Türklerin evleri kundaklandı, ateşe verildi, ölenler oldu. Bu, buradaki yaşama ilk büyük darbe gibiydi. Cartel 1994’te biraraya geldi ama bunlar yaşandığı için değil, tamamen sanatsal açıdan bir araya gelindi. O zaman 16-20 yaşlarındaydık, hip hop buraya ilk dalgayla gelince çok benimsedik. Bir yandan burada kabul edilmemişler gibi yaşamamızdan dolayı bizi çekti, bir yandan da müziğin tarzı, ritim, bas ağırlıklı, mesajlı olması bizi ve yasam seklimizi çok iyi yansıtıyordu. Hip hop’un yayılımına bakıldığı zaman Almanya’da hep yabancı kökenli insanları ağırlıklı görürüz. Yabancı insanlar hemen buna sahip cikip kendi müziği gibi ele alabildi. Cartel’de o dönem yaşananların ırkçılığa tepki ve öfkesi de var. Ama onlar yaşanmamış olsa Cartel’i yine ortaya çıkaracaktık. O dönem belli oldu ki bizim burdaki insanlarımız hip hop, rap, r&b, soul, funk gibi siyahi kökten gelen müziklere kendini daha yakın hissediyor, o müzikleri daha iyi anlıyor.Public Enemy, N.W.A, LL Cool J, EPMD dinlerdik. İkinci adım olarak “Bu niye Türkçe sözlü olmasın?” fikri oluştu ama beraber değil. Ben Berlin’de yalnızdım. Nürnberg’de meğer Karakan grubu bu işi bir süredir yapıyormuş. Sahnelere çıkıyormuş. Kiel şehrinden DCP, breakdance grubu olarak zurnalı müzikler üzerinde dans ediyormuş. Bu iki taraflı, hibrid, kültür sentezi yeni bir şey olarak ortaya çıktı. Zamanlama olarak aynı zamanda yapmışız bunu, birbirimizden habersiz olarak. Tesadüfe inanmıyorum ama tesadüf gibi de oldu.

O zaman kayıtlarımı gerçekleştirmek istediğim stüdyoda “Karakan diye bir grup var.” dediler, Demo kasetleri vardı o zaman, “Bu arkadaşlar da senin yapmak istediklerini yapıyorlar.” dediler. Karakan’la tanışınca, onlar da  televizyonda breakdance grubunu görmüş, tanımıyorlarmış ama bulduk onları DCP, sonra biraraya geldik. Ortak fikir var, aynı zamanda benzer işler yapmak istiyoruz, o zaman bir compilation olsun, dedik. Çünkü Türkçe sözlü rap diye bir şey de yok. Ama burada birkaç genç bu fikrin peşinde. Compilation olsun dedik, o yüzden Cartel, “cartelleşme”, birleşme anlamında. Eknomide de kullanılan bir deyim bu. Süreç böyle başladı yani.

Müziğe başladığınız zamanlara dönelim. Çevrenizin tepkisi nasıldı?

13-14 yaşlarında fazlasıyla merak saldım müziğe. Ufak bir keyboard almak istedim ama çok büyük bir şeydi benim için. Aslında tipik bir müziğe heves gibi başlıyor hikaye ama farklı yol olarak 3 ay sonra heves geçince bir kenara atılmadı. Daha iyi keyboard alma peşine düştüm mesela sonra. Sonra mikser lazım, şu lazım, bu lazım, onları nasıl alabilirim… Evden çalışıyordum bir de o zamanlar. Böyle ritim ve müzik hevesi hep vardı ve bir noktada ‘ben de yapabilirim’ yaşıma gelmiş oldum. Sonuçta 17-18 yaşında, İngilizce rapli, 4 şarkılı ilk demomu yapmıştım. Hala da duruyor. O kadar da değişmemiş. Demek içinde bir konsept varsa nasıl bir şey yapmak istediğini biliyorsa yolunu buluyor insan. Bir hobi, heves gibi görünen bir şey gittikçe büyüdü. Üniversitede siyaset okumaya başlamıştım, aynı zamanda Kiss FMradyosunda ilk sunuculuk, DJ’lik denemeleri sürüyordu. 18-21 yaş arası, yaptığım müzik ve tarzla ilk defa dışarıdaki dünyayla buluşma dönemi gibiydi. Kiss FM’e gidip gelmemle, DJ’liği daha iyi tanımamla, müzik, prodüksiyon, sunuculuk, mikrofon bunların hepsine daha yakın olmuş oldum. Ondan sonra “Türkçe sözlü rap olsa acayip olur.” fikriyle ilk şarkılarımı yazmaya başladım. 92’de Kiss FM’e başladım, 1994’te Cartel görüşmesi, Cartel başlangıcı oldu. İlk defa evimin dışında başka stüdyoda yaptığım kayıtlar Cartel kayıtları oldu. Çok amatör, çok genç… Böyle oldu, Cartel’e kadar giden bir yolun baslangıcı.

En büyük zorluklar nelerdi? Cartel Türkiye’de bilinmeye başladığında bu zorluklar ne derece değişti? &Türkiye müzik tarihinde önemli bir kapı Cartel. O zaman Türkiye’de bu işin ilerleyebileceğini tahmin ediyor muydunuz?

Çok normal dışı zorluklar yoktu. Farklı olmak, Almanya’da yaşayan Türk insanı olup iki kültürle büyümek gibi yaygın şeyler vardı hayatımızda. Müzik yapmak açısından o zaman her şey daha zordu, teknik olarak stüdyoya ihtiyacın vardı. Şimdi tek bilgisayarla bile çok iyi müzikler yapılıyor. O zaman öyle değildi tabii ama herkes için geçerli zorluklar bunlar. Bizde çok da zorluk yoktu çünkü yaptığımız müzik, olmayan bir müzikti. Türkçe sözlü, konuşulan, vokalli, daha önce duyulmamış bir müzik ve sunum tarzı… Bunların hepsi o kadar yeniydi ki ve tabii Türkçe olması da değişikti. Türkiye’de tanınmıyordu o yıllarda rap. Öyle bir şey yoktu, hele Türkçesi hiç yoktu. Yeni bir şey yapan, yeni bir kapı açan kişi, ya çok kötü batabilir bununla ya da çok yükselebilir. Ama bizim amacımız ne paraydı ne star olmak. Biz buradaki ulaştığımız kültürle, özdeki kültürün yeni bir insan tarzı, düşünce şekli, yeni özgürlükçü bakış açısı yaratmasıyla müzik hevesi içindeydik. Sevdiğimiz müziği yaptık aslında sadece. Bir plan ya da bu böyle olunca tutacak falan gibi bir şey hiç yoktu. Ben hep derim, Cartel albümü 5000 tane satsaydı biz mutlu olacaktık, belki ikinciyi yapalım diyecektik, belki 7000 satacaktık. Gözümüz hiçbir yerde değildi, belki de bu doğallık var projenin içinde. Tanınmaya başlamamız da bir günden öbür güne oldu zaten. Bilmediğimiz bir ülkede bir de… O yıllar Türkye’ye yaz tatiline, aile ziyaretine gidiyorduk. Birden müzikten dolayı bambaşka açıdan gördük öz ülkemizi. Bunlar tabii kazanç bizim için. Bir şey tuttuğu zaman, çok insan tanıdığı zaman otomatik olarak değişik bir hal alıyor. Ama zorluk var ya da yok gibi bir konu değildi bu. Birçok insandan çok önce gidilmemiş yola adım atmıştık o zaman bunu fark etmeden. Şimdilerde mesela bir reklam ajansı şefi “Siz hiç farkında değilsiniz, farkında olmadığınızın da farkındayız.” dedi. Cartel, Türkiye’de sadece bir müzik değil, bir sosyolojik değişim, yeni bakış açısı, özgüven. Bağırıp çağırıp o şekilde ortaya çıkmak falan da Türkiye’de yoktu. Aynı giyinmişiz hepimiz, üniforma gibi, bizim için normaldi, hip hop’u öyle tanıdık, hip hop öyleydi. Kültürlerin birleşimi doğru bir şekilde bağlandığı zaman yeni kapılar yeni düşünce şekilleri açabiliyor, hiçbir tarafa saygısız olmadan. Bence Türkçe lisan olarak da rap’e çok uygun. O yüzden sanatsal bir kapı açıldı ve bugüne kadar devam ediyor. Zor yılları oldu, değişen zamanları oldu. Ama Hip Hop / Rap hala var ve birçok insan bununla zamanını geçirmeye çalışıyor ve bu güzel bir şey. Saçma sapan bir şey de yapılabilir, burada sanat yapılmaya çalışılıyor. Bir şey yazılmaya çalışılıyor, düşünmeye çalışılıyor, kafiye aranıyor. Bunlar kötü şeyler değil. Biz bunların hiçbirini planlı yapmadık, hiç hesapta yoktu. Hatta Cartel albümü bittiği an Türkiye’ye gelip ne bileyim Unkapanı’na gidip “Böyle bir albüm var, tutar mı?” deseydik kimse tutar demezdi. Çünkü “Bu ne ya bağrıp çağıran bir sürü genç insan.” gibi bakılırdı. O yüzden ne biz bilebilirdik ne başkası. Burada insandan insana olması gereken bir şey oldu, bizden de büyük oldu… Biz de daha sonrasında birkaç seneyi ne yaşadığımızı anlamakla geçirdik. Yani ne oldu, neden oldu, bu ne demek, sorumluluğu nerede gibi düsünceler, anlamamız sürdü.

İnönü Stadyumu’nda konser veren sayılı gruplardan birisi Cartel. Cartel kurulduğunda da “bir numara”ydı, hala bir numara. Bu sizce nasıl oldu?

Stadyum konseri Türkiye’deki tanınmışlığın ve başarının zirvesindeyken gerçekleşen ve bizi de çok aşan bir şey. Bu müziği bu insanlar kabul etmez derken konser vermek ve yağmurlu bir günde oraya 40.000 kişi gelmesi tabii büyük bir olay ve büyüklüğünü çok yıllar sonrasında anlayabildiğimiz bir olay. O zaman tabii her şeyin güzel gitmesi, güzel olması için koşturuluyordu, meşguldük. Ama inanılmaz bir şeydi, inanılmaz bir anı. Bu müzik tarzını Türkiye’de var eden büyük bir adım. Ben bir hediye gibi görüyorum onu. Orada hiçbirimiz star olmak için bulunmuyordu. Çok gençtik ve öncesinde bir pop kariyerimiz olmadı ki bu tutmadı bunu yapalım diyelim. Sadece olduğu gibi, gençlerden gelen, Almanya’dan bir enerji gibi düşünmek lazım, kılıfı da hip hop. Bu işin bugüne kadar, 25 sene sonrasına kadar bilinip, sayılıp, unutulmaması mucize tabii, bunu hiç böyle düşünmedik. İstersen Amerika’da Beyonce’yle şarkı yap, tutmayabilir. En güzel stüdyoda yap, yine tutmayabilir. Çünkü olay o değil. Olay doğallık, gerçekçilik, samimiyet, tutku, sevgi, müzik… Bunlar olunca oluyor. Planlı bir şekilde, en iyi prodüktörden en iyi altyapıyı alayım da hit olsun diye olmuyor. Bu işin güzelliği ve mucizesi de orada. Tabii ki zaman geçti ve konu kapandı. Yani Cartel’im diye uyanmıyorum her sabah. Öyle bir şey yok. Seçilmiş gibiydik ama, bunu diyebilirim. Cartel’in başından ortasına sonuna arkada bir para, bir gizli medya gücü falan yoktu. Gerçekten de insanlardan gelen bir enerjiyle kendi yolunu buldu, aldı gitti. Bugüne kadar bu kadar yankı yapacağını kimse bilemezdi. En azından pozitif olarak, geçmişimle yaşıyorum. Nereye gitsem fark etmiyor, kiminle karşılaşsam mutlaka neşesi artıyor görünce. Hatta “95 Cartel dile gelir sana…” direkt söylüyorlar ve bu insanlara güzel bir anı vermiş demek oluyor. Olumlu, yapıcı bir şey bu. Şükretmek lazım. Çok şey bırakmıyor insanlar dünyayı terk ederken. Dünyaya bıraktığım şey bari olumlu, pozitif olsun, ona seviniyorum.

Diasporada yaşamış /yaşayan biri olarak bir farkındalık müziği yaptığınızı düşünüyor musunuz? Buna bağlı olarak müziğinizde eğitici/mesaj verici bir taraf var diyebilir miyiz?

Kesinlikle diasporada yaşamanın, yurt dışında olmanın müziğe inanılmaz etkisi var. Kendi özünü, geldiğin yeri unutmayıp, sağlam tutan başka ırklar, ülkeler ve kültürler daha olumlu karşılanabiliyor. Daha verimli bir alışveriş oluyor. Bizde olanı başka ortam ve kültürün içinde olarak bize gitmeyeni de görüyorsun, ama bize çok şey kazandırabilecek bakış açıları da olabiliyor. Onları zaten otomatikman “Aaa böylesi de mantıklı, bize de zıt düşmüyor, bizi zayıf düşüren bir yönü yok.” diye düşünebiliyoruz. Mesela, daha disiplinli olmak Türkiye’ye zarar vermeyen bir şey. Ama bunu düşünerek yapmıyorsun, otomatik oluyor. Sadıksan geldiğin yere zaten sağlıklı bir birleşim ve karakter oluşuyor ve müziğine de yansıyor bu. Burada dinlenen müzik de farklı biraz, bu da seni etkiliyor. Ama Türkiye’deki müziği de biliyorsun, böyle yeni bir şey ortaya çıkıyor. Bu eğitici de olabilir, eğlenceli de olabilir. Orası çok önemli değil belki ama kesinlikle müzik başka bir şekil alıyor. Bunu anlatması zor biraz. Çünkü mix’te, sound’un duruşunda bile bir Avrupa kulağı oluyor bazen. Bu ara Türkiye’de de belki dünyanın en iyi prodüktörleri var bana göre. Hatta belki en iyi müzisyenler, sesler… Bu anlamda hiç bir eksiğimiz yok. Bazen, dönem dönem sanki Türkiye’de vizyon eksikliği oluyor. Stüdyoda her şey mümkün, sesler var, müzisyenler canavar gibi çalıyor ama nereye koşmak istedikleri belli değil. Ama tabii bu Türkiye’nin durumuyla, kafasıyla, şu anki yaşananlarla alakalı. Dönem dönem değişecek şeyler bunlar. Burada da o heyecan yok. Yani kısacası sen neysen, nasıl hissediyorsan ve müziğinde, resminde, çektiğin filmde kendini yansıtabiliyorsan en büyük başarabileceğin şey o. Yani kendini anlatabilmek.  Türkiye’de biraz da hızlı bir karar verme süreci oluyor. “Sevmedim, kötü!” ya da “Çok sevdim!” falan, çok aşırı notlar veriliyor çok hızlı. Bazı şeylere bazen not verilmesi zor çünkü zamana ihtiyacı var. Sonra anlaşılıyor ki o şey zamanının çok önündeymiş aslında, anlamamışız. Sanat çok önemli bir sey, daha çok olsun. Çünkü insan kendisini ifade edebildikçe, gösterebildikçe sağlıklı bir yola girebiliyor. O yüzden kesinlikle, benim müziğimde yıllar içinde daha da netleşti bu. Şu an mesela müzik yapıyorum, evet çok çıkarmıyorum ortaya çünkü aralık ayından sonra yeni şeyler çıkacak. Zamanımı daha çok oraya ayıracağım. Beğenirsin beğenmezsin, zevk meselesi bu durum sanatın her dalında var. Ben şimdi gelip Türkiye’de yaşasam temelli, bir iki sene sonra oradaki ortam gibi bir müzik tarzına girerim ve aslında o kadar şey kazandıramayabilirm belki ortama. Bu farklılık zaten işi ilginç yapan.

Alman ve diğer etnik gruplardan rapçiler ile aranız nasıl?

Doğrusu biz aktif bir grup değliz, Cartel eskide kaldı ama fikri hala yaşıyor. O yüzden çoktan, uzun yıllardan beri beraber öyle bir hip hop ortamı içinde değiliz. Türkiye’deki bazı rapçileri tanıyoruz tabii ki bağlantımız var ve hepsiyle iyi geçiniyoruz. Bir sıkıntı yok. Alman rapçilerle de bi sıkıntı yok ama şu an öyle bir ortamın içinde de değiliz hiçbirimiz.


Sizin için rap müzik hangi temel parçalardan oluşur (beat, lirik, içerik, featler vs.)? Sizce aralarında bir önem sırası var mı?

Rap müziğini baska müziklerden çok ayrı tutmuyorum. Yolun başında yıllar önce öyleydi. Ama artık rap’i tartışmaya anlatmaya da gerek yok bana göre. Başka tarzlarla mesafe koymaya da gerek yok. Hip hop artık daha büyük bundan, yani biz ayrıyız deyip popçulara saldırmak çok gereksiz çünkü kendisi için var olan bir müzik artık Rap. Popçu ya da rapçi fark etmeden, eğer müzik ya da sanatçı samimiyetsizse, yani fake olup sana bir şey gagalamak istiyorsa, sen de bilinçli olarak bazı tepkiler uyandırmak istiyorsa planlı bir şekilde, o zaman çok net dersin ki hoşuma gitmiyor çünkü samimi değil, gerçekçi değil. Ben onun dışında hiçbir müzik türü ayrımı yapmıyorum, popla hiçbir sıkıntım yok. Çünkü pop denildiği zaman ve bu şikayet olarak denildiği zaman kastedilen aslında “fake” yani yapay bi durum olması, müziği kullanıp şöhret ve bununla başarı gibi bir şey… O zaman tamam, ben de bunu beğenmiyorum. Ama pop sadece popüler demek ve popüler demek çok insanın beğendiği bir şey demek. Bir pop şarkısını çok iyi yapmak, çok iş gerektiriyor stüdyoda, kayıtta, bestede… Bu gerçek bir iş ve çaba gerektiren bir iş. Hip hop da aynısı. Orada da iki dakikada bir şey yazarsın, söylersin falan, bir iki sefer tutar belki ama ondan sonra iki dakikada yazdığın yetmiyor. O da bir iş. Her yaptığın müzik aslında eğer çok iyi yapmak istiyorsan bir iş, bir sancı, bir çaba, gecelere kadar mix’in tepesinde high head frekansları düzeltme çabası. Yani böyle bir şey benim için ve ben bunu seviyorum. Yani laboratuvar gibi görüp, orada doğru hissettiğini, doğru yaptığını belki yıllar sonra birçok insan dinleyip, zevk alınca anlıyorsun. O yüzden beat, lirik… bunun bir listesi yok. Ben bütününe bakmaya çalışıyorum ama bu zevk meselesi. Ben onu sıralayamam. Yani şarkı da söylüyorum şimdi biraz daha ağırlıklı. Ama şarkıcı olduğumdan değil, melodinin ve altyapının bunu istediğini hissettiğim zaman bunu yapıyorum. Birçok rapçi bunu yapıyor artık zaten. Yani Ezhel de, Yener de… “Ben MC’yim, ben melodi söylemem.” yanlış bence. Yeni, şu an yaptığım şarkılar arasında gerçekten old school hip hop kokan 2 şarkı da olacak. Ben de özlemişim, onu da seviyorum. Yani bunun niye sıralaması olmuyor? Çünkü mesela bir altyapı olur, o kadar detaylı ve güzeldir ki ona giden vokal 2-3 kelimelik bir şey olur ve hep tekrarlarsın onu ve odur belki. O zaman, o şarkı atmosfer ağırlıklı tutar mesela. Ama başka altyapı olur, belli ki vokal ister, dolu dolu konuş ister. Prodüktör ya da müziği yapan her kimse bunu anlayıp, dozunu iyi ayarlayabiliyorsa odur hoşuma giden doğru olan. Hip hop ya da başka şey, kalıptan çıkması lazım. Yani kalıp gibi bakıp işte “50 Cent gibi olsun.” değil de, o elindeki altyapı tam ne istiyor onu anlamak lazım. Gerisi üzerinde çalışmak, birçok şarkı yapmak, hatta birçok şarkıyı boşuna yapmak çünkü ders şarkısıymış o demek ki, daha iyisini yapabilmek için. Sonrası böyle devam ediyor.

Kadın rapçilerden Azize-A bir röportajda “Ben, ‘Türk müyüz, yoksa Alman mı?’ sorusunu yok etmeye, bizlerin çok kültürlü ve kozmopolit insanlar olduğumuzu duyurmaya çalışıyorum. Artık iki sandalye arasında sıkışıp kalmış kimseler olmadığımızı, o iki sandalye arasında kendimize ait ‘bir üçüncü sandalye’miz olduğunu göstermek istiyorum…” diyor. Sizce bu “üçüncü sandalye” oluşturma fikri mümkün mü? Öyleyse bunu başarabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Azize-A doğru demiş. Bu çok belli oldu. İlk geldiğimizde buraya bir anavatan özlemiyle yaşadık, burada sıkıntılar vardı ama anavatanmızda da yerimiz vardı. Yıllar geçti, bir şeyler değişti, gelişti. Ve oraya gittiğimiz zaman oradan da farklı olduğumuzu gördük. Ne kadar sadık ya da ne kadar Türk kültürüyle yaşasak bile Almanya’da, Türkiye’nin de bir gidişatı, bir yolu, bir değişimi var. Her gün orası da bir yere doğru gidiyor. İyi ya da kötü fark etmez, bir değişim, gelişim ve devamlılık var. Sen onu yaşamıyorsun, görmüyorsun. Sen buradaki değişime de tam uyum sağlayamıyorsun, çünkü Alman değilsin ve olmak istemiyorsun da. Kendin olduğun gibi yaşamak istiyorsun. Bu yıllar içinde Almanya’da yaşayan Türkler birbirini anlar. Çünkü yaşam ve duruş şeklimizde bir Almanyalılık var ve bu kötü bir şey değil. Hatta genelde iyi şeyleri alıyoruz buradan. Türkiye’de tabii ki kabul ediliyoruz, ben bir dışlanmışlık falan hissetmiyorum ama tam da uyum sağlayamıyoruz. Evet yani, herkesin farklılığı belli oluyor. Bu yuva, vatan dedigimiz aslında içimizde olan bir şey ve o yüzden ben Almanya’da yaşayan Türkler’e kendimi yakın hissediyorum, çünkü onların durumlarını biliyorum, ben de bunun içindeyim. Bu millet belki 3 milyondur, 5 milyon da olabilir, çünkü gelip giden de çok… Bunlara ait bir kimlik arayışı var ortada ve bu çok ciddi. Neden? E ben burada doğdum, kreşe bile burada gittim. Tabii ki Türkiye’denim, unutmamışım belli ki ama başka bir kişilik de oluşuyor. Bu kötü bir şey değil ama yeni bir şey. Ve bu yeni kişiliğin kendisine göre bir hikayesi olmalı. Bu müzikte de görülür, yani her türlü anlaşılır ve paralel dünya gibi bir şeydir bu. Üçüncü bir kişilik… Gerçekten bizim bunu yapmamız lazım, bizim bunu kurmamız lazım yoksa bu çocuklar çok sıkıntıda. O iki sandalye arasında kalma durumu çok doğru. Tam gücünle iş yapamıyorsun çünkü hangi dünyaya yapacaksın? İkili yani, 2 lisan var, 2 kültürün farkılıkları var. Evet, içinde belki mutlu yaşıyorsun ama aslında enerji alıyor bu senden. Bunun olmaması için kendimizi bu ikilemle kabul etmemiz lazım, olay bu.