Celil Oker ile Cennetten Bir Röportaj: “Dünyada Yalnız Değiliz”

Comments (0) Genel, Röportajlar

Geçmişe bakındığımda, belki de bu zamana kadar yaptığım röportajlar içerisinde en değerlisi, en farklısı, en anlamlısı Celil Hoca ile yaptığım bu röportaj olsa gerek. Celil Oker ile bir kış günü santralistanbul’daki ufak odasında bu röportajı yapmıştım. Kendisine şarkılar dinlettim. Şarkılar arkadan akarken, kendisi santralistanbul’daki küçük, loş ve soğuk odasında, yaktığı uzun kırmızı Marlborosu ve vazgeçemediği Nescafe’si ile sorularıma cevap vermişti. Bir polisiyecinin müzik ile imtihanı tam da burada.

 Bu şarkıdan başlayalım hocam, romanlarınızda müzik ne kadar yer tutuyor? Yazma süreciniz olarak da düşünebilirsiniz. 

Benim bir çalışma playlist’im var. Bu çalışma playlist’imin kökeni de, benim lisedeki sınıf arkadaşlarımdan bir tanesi. Yıllar önce lise zamanlarında dinlediğimiz müzikleri topladı ve bütün sınıfa dağıttı. O cd’nin üzerine ben de sağdan soldan bulduklarımı ekledim ve Spotify hayatıma girmeden önce evde çalışırken ve uzun yoldayken o şarkıları dinliyordum. People Are Strange onlardan bir tanesi. The Doors çok sıklıkla dinlediğim gruplardan bir tanesi zaten. Kitaplarımda da kahramanım bir yerden bir yere giderken sıklıkla bir şeyler dinliyor ve ne dinlediğini de genellikle söylüyorum okurlara. The Doors’un “Take It As It Comes”ın sözleri de kitabımın bir yerinde var. İngilizce olarak yer vermiştim çünkü şarkı sözleri o sıradaki duruma çok denk düşüyordu. Bunu neden yapıyorum? Şunun için yapıyorum; müzik de bir insanın kim olduğunu gösteren şeylerden birisi. Dolayısıyla benim kahramanıma “şu yaştadır”, “şudur budur” gibi ukalalıklar etmek yerine,  müziği ya da farklı şeyleri onun nasıl bir insan olduğunu, hangi kuşaktan olduğunu veya değerlerini hangi kuşak çerçevesinde oluşturduğunu göstermek için kullandığı söyleyebilirim.

 Biraz önce lise yıllarınızdan bahsettiğinizde, müziği sizin kuşak için birleştirici bir unsurmuş gibi algıladım. Peki daha spesifik olarak lisedeki arkadaşlarınız ne dinlerdi? Sanki sizin için müzik daha komünal bir şeymiş… 

Komünal bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Misal bizim lise’nin “Echoes” diye bir grubu vardı. Bazıları halen müzikle uğraşıyor hatta. Müzik gerçekten yatılı bir lisede, genç insanların birbirlerini buldukları, üzerinde bir mütabakat sağladıkları önemli alanlardan bir tanesi. Biz de buldukça konserlere giderdik. O sırada müzik şu an olduğu gibi erişilebilir bir şey değildi. Yurt dışından gelen “Long Play”lerin peşinde koşturur, takas ederdik. Jimmy Hendrix o zamanlardan benim favorimdir. Onun gibi birkaç grup hepimizin hayatına işlemiştir.

 

 Bob Dylan ve meşhur kalın sesi? 

Bob Dylan’ı çok severim. Ondaki gezgin hâl var ya, o benim için müthiş bir şeydir. Hikâye anlatmak demeyeyim de, bir durumu, daha doğrusu bir çağın, dönemin durumunu hem sesinin özel tınısıyla hem de gitar ağırlıklı, hatta akustik gitar ağırlıklı, hem de sözleriyle benim için son derece değerli abilerden biridir. Demek ki ona biraz daha takılayım ve derinleşeyim.

 Nedense Bob Dylan’ı özellikle polisiye filmlerin arka planında yer alması gerekirmiş gibi düşünürüm. Hatta Remzi Ünal’ın sesini kitaplarınızda Bob Dylan’a benzetmişliğim çoktur. Polisiyenin müziği sizce nedir? 

Haklısın. Benim zihnimde daha çok 60’lı yılların polisiye filmlerinde arka planda bas ağırlıklı bir melodi vardır. Arka plan ise Beyoğlu’nun gece hayatıdır; neonlar yanar. Zaten biraz sonra da gece kulübüne ya da bara gireceklerdir. Orada bir şeyler olacaktır. Ancak 70’li yıllarda ise çoğunun arkasında sözünü ettiğin türden jazz tınılarının olduğunu biliyorum.

 Ben bu şarkıyı ne zaman dinlesem, sanki Türkiye’de yapılmış zannederim. Özellikle şarkının son kısımları. Remzi Ünal’ın Türkiye’den şarkılarla yolu ne kadar kesişiyor? 

İlk 4-5 kitapta ağır Moğollar dinliyordum. Sonra Moğollar’ın yeni bir cd’si çıktı. Son değil de, sondan bir önceki olması gerek. Çok da gerek yoktu ama Remzi’ye çok da sevmedim bu albümü diye yorum yaptırdım. (Gülüyor) Bu da Naim Dilmener’in dikkatini çekmiş, hatta bir yazısında buna değinmiş. Anlaşılan o da, o albüm konusunda hemfikirmiş. Şimdi MoğollarErkin Koray ya da Cem Karaca benim için lise yıllarımın temel arka plan sesini oluşturan insanlardır. Barış Manço’yu çok sevmezdim ancak Moğollar ve Cem Karaca sevdiğim insanlardı. Aşağı yukarı tüm albümleri vardır bunların. O insanların sesleri, arka plandaki enstrümanistlerin musikileri beni bayağı heyecanlandırır. Hatta şunu söylemem gerekir; şu hayatta çok heyecanlandığım, heyecandan gözlerimin dolduğu anlardan bir tanesi Cem Karaca’nın ölmesinin ardından Ekşi Sözlük’te yazılanlardı. Oradakilerin yaşlarını bilmiyorum, ancak benim yaşımda da olsalar, benden daha genç de olsalar, hatta günümüzün genci de olsalar, o insanların Türkiye’nin aurasına kattıklarına sundukları vefa korkunç bir şeydi. Beni çok heyecanlandırdı. Yavaş yavaş o kuşak da gidiyor. O yorumları yazanlara teşekkür ederim.

 Biraz önce dediğim gibi bu şarkıyı Türkiye’de yapılmış zannederim. Siz de yabancı polisiye romanlarını okurken, “bir dakika, bu karakter yanlış bir ülkede yaşıyor” dediğiniz oldu mu? 

Ee var tabii. Jakob Arjouni’nin bir Türk dedektifi var. Hasan Kayankaya olması gerek. Almanya’da çalışıyor, 1-2 macerası da Almanya’daki göçmen Türkler arasında yaşanan birkaç vakaya dayanıyor. Mesela o adam, bir Alman olmasına rağmen, buralı bir karakter. Aynı bağlamda, Petros Markaris’den de bahsetmemek haksızlık olur. Markaris de Büyükada doğumlu bir Rum. Sonra ailesi Yunanistan’a gitmiş, gayet iyi Türkçe biliyor ve o da farklı bir etnik kökene ait olmasına rağmen, şuraya gelse bizden en ufak bir farkı olmayan muazzam bir adam. Ee onun komiser bir şeyi vardı, şu an adını unuttum, o da mesela ailesi ile ilişkileri, kızı, kızının damadı ile ilişkileri çerçevesinde devlet komiseridir. Aynı bizim orta yaşın üzerindeki durmuş oturmuş bir polis gibi. Gerçi şimdi polis denince bizim aklımıza başka şeyler geliyor da, o eski zamanlarının babacan polisleri vardır ya, onun gibi bir vatandaş. Bu ikisini söylemek isterim.

 Bu şarkıyı şu sebeple dinletiyorum hocam. Tim, Jeff Buckley’nin babası. Neredeyse ikisi de aynı yaşta hayata gözlerini yumuyor. Özellikle Jeff’in tüm şarkılarının ana çıkış noktası; babasına duyduğu özlem, onun kaybedişinin getirdiği sancılar ve biraz da erken ölümüne dair nefret. Kendini yalnız bıraktığını düşünüyor. Jeff’in ilham perisi maalesef ölen babası ve onun eserleri, sizin de hatırladığım kadarıyla “Kramponlu Ceset” adlı kitabınızda benzer bir durum olmuştu. Amatör bir takımın maçını izlerken mahalli bir stadyumda, hikâyenin başlangıcını da yapmıştım demiştiniz… Bir şarkı ile yola çıktığınız hikâyeniz oldu mu hiç?  

Bir şey söyleyebilirim. Sumru (Ağıryürüyen) ve Bülent’in (Somay) “Mozaik” diye bir grupları vardır. Mozaik miydi o grubun adı ya? Neyse, işte o grubun Boğaziçi Üniversitesi’nde bir konseri olacaktı ve o konseri beklerken çok ciddi söylüyorum, o konsere gideceğim, o konsere şahit olacağım, hayatım değişecek duygularıyla bekledim. Bu bir daha başıma gelmedi, çünkü onların niyetlerini biliyordum, hangi şarkılarla uğraştıklarını biliyordum ve bunu halen unutmam. Bu türden başka bir şey gelmedi başıma. O sırada bir üretimim yoktu ama gündelik hayatı da kendimizin bir üretimi olarak görürsek… O konseri yaşadıktan sonra daha iyi insan olacağım, daha motive olacağım vesaire diye hislerim ve bekletilerim olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Üstelik bunun da belirli ölçülerde gerçekleştiğini düşünüyorum.

 Son soru o zaman, ‘o’ konser nasıldı hocam? 

O konser bizim gibi insanların enternasyonel bağlamda bir sürü ülkeden toplanmış ve bir sürü etnisiteden toplanmış şarkıların toplanmasıydı. Bu dünyada yalnız değiliz hissi vardı o konserde. Benim gibi insanlar vardı. Dünya’nın hepsi hırt insanlardan dolu olmadığını gösteren bir konserdi. Ortak duygular, ortak duyarlılıklar vardı. O bir yana hem Sumru’nun sesi hem de müziğin kendisi, politik ve sosyal anlamını bir kenara bırakırsak, o da acayip bir şeydi benim için.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir