Her Derde Deva Bir Bahar

Comments (0) Albüm, Bizim Sahneler, Genel, Serbest Bölge

Sıradan bir çarşambayı perşembeye bağlayan bir gece olmasını beklediğim o gece hiç de umduğum gibi bir gece olmadı, umduğumdan çok daha fazlasını bulmuştum çünkü. Ertesi gün için heyecanla Can Kazaz’dan “Sürsün Bahar tüm dijital platformlarda!” haberini beklerken tam uyumaya yeltendiğim anda bir baktım ki beklediğim haber erken gelmiş, albüm 00.00’da dijital platformlarda yayınlanmış. Sabahı bekleyemezdim tabi ve yarım saatlik yolculuk başladı.

Sürsün Bahar’ın ilk saniyeleri… Kemanın girişiyle kalp ritmimin hızlandığını fark ettim. Ardından Can Kazaz’ın huzurlu sesini duyunca bir sakinlik çöktü yavaştan. Hüznün ve sevdiğiniz birinin kaybının bu denli güzel anlatılabileceğini ummamıştım. Bu duygunun ‘“Sürsün bahar sen gelirsin diye…” şeklinde ifade edilmesi de başka bir muazzamlık boyutu.

Hüzne dair düşüncelere dalmışken Keşke Uyuyabilsem‘in girişindeki gitarı duymamla şimdiki durak neresi acaba diye düşündüm ve albümü dinlemeye başlamadan önceki yorgunluğum aklıma geldi. Şarkıyla haftalardır savaştığım şeyin “içimin bağırtısı” olduğuna karar verdim. Sonunda bulmuştum bunun ne olduğunu. Zihnin freni zaten yok 🙂 Uyumak ne mümkün!

Keşke Uyuyabilsem‘in şöyle bir önemi de var albümün ilk klibi bu şarkıya geldi. Klipte uyuyan insanların muhtemel olarak kendi sükunetlerini sağladıkları için uyuduğu düşünülebilir ama niyeyse benim aklıma ilk gelen şey “dertlerinden kaçabilen” insanlar bunlar oldu. Belki yanlış ama alımlama farkı işte 🙂 Tabii klip başlarken görmeyi beklediğim bir şey vardı: Bir Ben Kalsam beyaz kupası. Hasan Kuyucu’nun çektiği klipin başlarında Can Kazaz’ı çay bardağıyla görünce sanırım beyaz kupaya elveda denmiş diye düşündüm ama sonra ufukta o güzel kupa göründü. Bir Ben Kalsam’dan beri beyaz kupalarla tuhaf bir bağ kurmaya başlamıştım, o yüzden onu görmek beni mutlu etti.

Uyuyamıyorsak dertlenmenin zamanı geldi ve Sürekli Dert başladı. Gitar sesine eşlik eden klarnet sesi aşamadığımız dertlere dair duyguyu sonuna kadar veriyor. “Nasılsın?” sorusuna dürüstlükle “yorgunum” demenin ardından gelen yadırgama bu ara çok sık başıma gelen bir durum. O yüzden hislerime tercüman daha iyi bir şarkı olamazdı. Yorgunluğunuzun üstüne, kendinizle yaptığınız hesaplaşmada “Kim getirdi beni bu hale? / Bu halim niye?” diye sorduğunuzda bulamadığınız cevabın sıkıntısına dair Sürekli Dert.

Ardından Barış Demirel’in trompetiyle eşlik ettiği şarkı Değil mi? geliyor ve sorgulamaya devam edeceğimiz bir başka şarkının sinyali veriliyor. Bu şarkıda yaylıların kullanılmış olması şarkının güzelliğine güzellik katmış, onlar olmasaydı eksik kalırmış. (Can Kazaz’ın diğer albümlerine göre yaylı kullanımın fazla olduğu bir albüm ve iyi ki de öyle olmuş) Taşıdığımız yüklerin ağırlığına dair bir haykırış Değil mi?. Özellikle trompetin eşliği bu isyanı güzel dile getirmiş ve Can Kazaz’ın huzurlu sesi bu haykırışı sakinlikle bütünleştirmiş.

Serüven devam ederken kalabalık bir şarkı Duyar Mısın? beliriyor. Chromas Choir, şarkıya eşlik edince sorulan sorular, umulan hayaller birdenbire çoğalıyor. Albümün bu kısmına kadar yorgunluk, hüzün ve dert gibi duraklara uğradım ama umudun eksilmesine dair bir yola hiç sapmadım çünkü ışıktan medet umarken karanlıkta batsak da umut hep var.

Umudun bitmediğinin habercisi güvercin değil de Leylek olabilir mesela 🙂 Yola çıkmanın heyecanını ve huzurunu hissettiğim bir şarkı oldu Leylek. Bir bilinmeze doğru uçup gidiyor da olunabilir ama “Şimdi yola çıksam yetişir miyim leyleklere?” sorusunun cevabı da gitme serüvenine atılmadan bilinmez. Şarkıdaki gitara kardeş yan flüt sesi umut etmeye dair inancı teşvik edercesine cıvıldıyor gibi. Ormanın içinde minik bir sincapla karşılaşmış gibi mutluluk ve huzur hissediyor insan bu şarkıda.

Sincapla karşılaştıktan sonra güneş vuruyor sanki yüzüme gecenin kör karanlığında ve bir esinti hissediyorum. (Hayır odamın camı açık değil) Fark ediyorum ki Begoa Ensemble etkisi. Yaylıların gücü adına dedirten cinsten bir güzellikle Güneş ve Rüzgar başlıyor. İnsanların doğaya yıkıcı etkisinin hissedildiği şarkıda bu sefer kendimizle değil doğayla yüz yüze geliyoruz. Hürmetin kuruşla ölçüldüğü bir düzende, güneş ve rüzgarın yetebileceğinin fark edilmesinin umudunu taşıyarak başka bir durağa doğru yol alıyoruz.

Bir durak ki en çok gitmeyi istediğim… Sen Diye şarkısının yeni albümde olacağını duyduğumda hem çok mutlu olmuş hem de endişelenmiştim çünkü şarkının hali hazırdaki kaydını çok seviyordum ve değişikliğe uğrayacak olması beni korkutmuştu. Tabii sonuç, endişelenmeme gerek olmadığını gösterdi. Yollar ve Su albümünün bağlamına uymadığı için o albüme koyulmayan bu şarkı iyi ki beklemiş belki de. İnat etmenin en güzel hali olarak düşündüğüm bir şarkı Sen Diye. Geride bırakılanlar ve zamanın da değiştirmeye gücünün yetmediği duygularla boğuşurken akla düşene dair Sen Diye. Kavuşamayanların kavuşması ümidiyle son durağa yaklaşıyorum.

Yirmi Yedi ıslıkla başlıyor, sanki yarım saatlik maceramın bitişini hatırlatır gibi. Sakin başlayan şarkıda “aleve doğru yürümeyle” yükseliş yaklaşıyor ve nakaratta yolculuğun da yavaş yavaş sonuna gelmenin etkisiyle “ciğer kalmıyor”. Sonra Can Kazaz’ın tekrar sükunete bürünen sesiyle yanmaya devam ederken serüvenin sonu geliyor. Yanan tohumlar, sürsün bahar deyip filizleniyor.

Ben Sizden Kaçtım albümünden sonraki albümün daha geç geleceğini düşünmüştüm ama Sürsün Bahar iyi ki erken geldi. Can Kazaz şarkılarında genel olarak hissedilen doğa teması bu albümde daha da yoğun. Bunda özellikle yaylıların kullanımının etkisi olduğunu düşünüyorum. Hüzünlendiğinizde de mutluluk ve umut inancınızı yitirmediğiniz bir albüm Sürsün Bahar. Duyguların harmanlandığı bu şarkılar müziğin gücünü bir kez daha kanıtlıyor.

Peki bu güzel albümde kimler neler yapmış derseniz; söz, müzik ve düzenleme Can Kazaz’a; mix ve mastering Barış Büyük’e ait. Albümde Can Kazaz’a eşlik eden isimler ise Barış Demirel, Begoa Ensemble ve Chromas Choir. Albüm, ayrıca Can Kazaz’ın bir müzik şirketi etiketiyle (Universal Music) yayınlanan ilk albümü. Sürsün Bahar’ı dijital platformlarda ve müzik marketlerde bulmanız mümkün. İyi dinlemeler.

Read article

Sessizlik Nedir?

Comments (0) Sessizlik

Sessizlik nedir?

Klavyenin, odanın, sokağın gürültüsünü veya arkada çalan fon müziğini saymazsak, müziği yazarak anlatmak da kısmen sessiz bir eylem aslında. Bir sesi, sessizce yazmak da farklı değil. Müzik, her zaman tartışmaya açık bir konu olarak masada duruyor. Müziği üretenler, dinleyenler, pazarlayanlar ve satanlar arasında “doğru müzik” üzerine, hissi ve pragmatist yaklaşımlar daima bir çarpışma konusu olarak odak noktamızda duruyor. O sessizce yazılan, gürültü yaratan müzik yazılarının temelinde de bu kaotik ortamı düzene sokma, iyi niyetle çerçevelenmiş bir fotoğrafın etrafında farkındalık yaratma arzusu var.

Geçtiğimiz senelerde yazdığım yazıların birinde tartışmaya açtığım bir cümle kurmuştum.

“…çoğunluğu tenzih ediyorum ama bazı insanların, henüz birey olamamışken deli gibi sosyalizmi savunması ne tuhaf değil mi?” (Bir Baba Indie, Kolektivizm ve Çatışmacı Ruh, Şubat 2016) “

Bu konuyu ses/sessizlik meselesine de evirtebiliriz belki. İyi müziği dinlemek için müzikolog olmaya gerek olmadığı gibi iyi müziği dinlememek için bu kadar sorumsuz olmaya da hakkımızın yok. O yüzden olayın köklerine dönmek gerek. Kişisel gelişim gurularının dilinden düşürmediği “sevgi nedir” sorusunu, “sessizlik nedir” sorusuyla konuyu “farkındalık” vurgusuyla sabitliyorum.

Konuşmak

Biraz kendimize dönelim. Dış dünyanın gürültüsünü kesmek, çeşitli yalıtım araçlarıyla mümkün. Fakat iç dünyamız için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. İnsanoğlu geveze bir akla sahip. Bu gevezelik sadece aklın derin sularında can bulurken, çoğu zaman dışarıya yansımıyor. İnsanın ağzından dökülmesi gereken cümlelerin yerinde sadece nefes alış verişi var. Yani nefes sesini saymazsak tam bir sessizlik.

İnsanlar çoğu zaman konuşmaktan imtina ediyorlar. Halbuki insanlar konuşsalar ve konuşulanları dinleseler, zihinlerinde saklanan düşüncelerin freni boşalmış kamyonun kasasında sağa sola savrulmalarına engel olurlardı. Zamanın kıymetini bilmek, doğru anda, doğru yerde, doğru şeyleri yapmakla vuku bulabilir. Bu yüzden, Hayyam’ın akılla yaptığı konuşmalar gibi, içten içe deliriyoruz. Kapı kilitli, dışarısı sessiz.

Akıl sessizleştikçe berraklaşır. Bu yüzden “konuşmak” aklın sessizliği için en iyi yalıtım malzemesidir. Dünyada olup bitenlerden, hatta müzikten bile bahsetmiyorum. Kendimiz ile ilgili bildiğimiz en iyi şey arzularımız, hayallerimiz ya da dert ettiklerimiz değil mi? Aklımızı kalabalıklaştıran ve konuşmadığımız müddetçe bizi ürkütmekten başka bir işe yaramayan bunları dışarıya taşımak gerekir.

Konuşan yoksa, dinleyen de yoktur. Konuşmadığımız gibi dinlemiyoruz da. Az bir rüzgarın itelemesiyle, uçurumun ucunda sandığımız aklımızın aşağıya düşeceğinden eminiz. Zira konuşmak, bizi uçurumdan aşağı itecek rüzgardan ziyade, ağacın gölgesinde serinletme işlevindedir. Akıl, elinden tutup, uçurumun kenarına şekerle kandırılıp getirilen ufak bir çocuk sadece. İçsel gürültünün yarattığı, dışsal sessizlik aynı zamanda zamana sıkılmış bir kurşun gibi. Ortaçgil, Değirmenler’de şöyle anlatıyor bu durumu:

zaman düşer
ellerimden yere
oradan tahta boşa
saatler çalışır izinsiz
hep bir sonraya

Halbuki bir şeyleri konuşabilsek, bir saniye sonra gülümseyebilirdik. Konuşmadığımız için 3-5 yıl, belki de bir ömür gülümsemeyi bekliyoruz. Hep zarar, hep ziyan ve gürültü…

John Cage’in, 4:33’ünün yarattığı müzikal sessizlik, bize Raymond Carver edasıyla şunu fısıldadı: “Lütfen sessiz olur musun, lütfen!”

Biraz dinlediğimiz ya da dinlediğimizi sandığımız müziğin sesini kısalım ve şu müzik meselesini konuşalım istiyoruz. Bir şey bildiğimiz yok esasında. Sadece konuyu tartışarak doğruyu bulma telaşımız var.

Sahiden biraz konuşabilir miyiz?

Read article

Bir vasatlığın armonikası

Comments (0) Dünyadan, Genel, Güncel

Bu resmin sahibini bilmiyorum

“İnsan kendini öğrendi.”

“Sonra başını kaldırdı ve diğer insanlara baktı.”

“Evet.”

“İnsan paradan önce harcamayı öğrendi.”

“Sonra harcayacağı bir şey kalmadı ve diğer insanlara baktı.”

“Evet.”

“Diğerleri ne yapıyorsa o da aynısını yapmaya başladı.”

“Yani kendini harcadı.”

“Evet.”

“Ve insanın başına kendisinin getirdiği en büyük felaket olan…”

“Heba…”

“Dönemi başladı.”

Piç / Hakan Günday

Şunu hep düşündüm: Çok fazla sevdiğimiz, değer verdiğimiz ve hayatımıza olumlu yönde etkisi olan insanların kötülük yaptığını öğrensek ne yaparız? Yani hayatımıza anlam katan ama hiç tanımadığımız bir şair katil olsa mesela? Ya da insan hakları konusunda düşüncelerimizi şekillendirmiş biri, tecavüzden hapse girse?

Dünya görüşünü hepimizin tahmin edebildiği Ağaçkakan şöyle diyor: “Atsız’ın Ruh Adam’ı gibi hem de, nefret etsem dahi!”

Alakasız not: Ağaçkakan’ı bugüne kadar duymuş ancak dinleyememişler için öneri.

Çok sorulu bir yazı olacak ancak bu soruların cevaplarını içermeyecek. Yani ince bir çizgi. Ben, hip-hop kültürünü hep bir adım önde tuttum hayatımda. Dinlediğim insanların bana çok fazla şey kattığını hissettim. Bunu savundum. Yeni nesil şair dedim hepsine, ki hala buna katılıyorum. Ama artık savunmayacağım.

Bir soru daha var kafamda: Gerçekten iyi sanat yapan ve 100 sene sonra bile hayran kazanan farklı isimler neden yaşadıkları dönemde değer görmezler? Sadece insanların değer bilmemezliği ile açıklanabilir mi bu durum?

Jack London’ın Martin Eden’ini okuduktan ve 1 saat tavana baktıktan sonra kitabın hikayesini duyduğumda dumura uğramıştım. Öğrendim ki, London parasız kaldığı dönemde, sadece para kazanmak için yazmış kitabı.

Muhtemelen tüm bu soruların cevabı benim bilmediğim felsefi görüşlerde vardır. Ama son dönemde rap dünyasında yaşanan vasat altı tartışmaları bugün yaşadığımız ve virüsten sonra değişecek diye umut ettiğimiz dünyayla yüzde yüz ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Kaotik ve sadece çıkar içeren. Genel müzik piyasası gibi de mesela. Hiçbir şey anlatmayan ama takip edince havalı olunan müzik siteleri, sadece reklamla yürüyen piyasalar, devcileyin bir böcek…

Son tartışmaların içeriğine asla girmeyeceğim. Elle tutulur bir yanı yok çünkü. Bu insanlar bu hale nasıl gelebiliyor, yaşamadığım için de bilemiyorum. Kafamda tek bir soru daha peydah oluyor: Gerçekten ellerinde tüm bu kültürü, karantina döneminde insanlara ufak bir “umut” olabilme şansları varken, eve girip deli gibi üretebilecekken, üretemese bile oturup silkelenmek yerine, nasıl daha da kötü hale gidebiliyorlar? Türkiye diye mi?

Artık rap popüler kültür değil, popülerizmin ta kendisi. Maalesef. Ve ben, bundan nefret ettiğimi bir kez daha anladım. Çünkü tüm dünyada, “diss” diye bir gerçek olsa da, kavgalar edilse de, tweetlerde küfürler savrulsa da, belki de içinde olduğumdan, bu insanların “kaliteli” olduğunu düşünemeyeceğim. Tek düşündüğüm, güzel bir olayı ellerine yüzlerine bulaştırmayı başaran bir avuç insan olacak. Ki dünya son 50 senede bu konuda master yaptı. Bunu deme sebebim ahkam kesmek değil, virüsmüş, insanlar ölüyormuş, sanat camiası kan alıyormuş, insanlara umut olabilmekmiş, bir şeyler değişsinmiş, umurlarında değil. Ya da pardon. Belki umurlarında. Ama o kapasite yok.

#Susamam yayınlandığında, herkes çok sevinmişti. 1-2 kişinin gayretleri dışında, bir kez daha o noktaya gelinemeyecek. O projede bile ayrılmayı başarmıştı insanlar.

Sevdiğimiz, bizi etkileyen ve savunduğumuz insanların, aslında savunduğumuz dünya görüşüne ters yaşadıklarını kabullenmemiz gerekiyor. Khontkar bir cinsiyetçi ve bunu normalleştirdiği için çok suçlu. Sansar Salvo binlerce gencin geceleri umut dolmasına yardımcı olmuş bir MC, ama ünü kaldıramayacak kadar zayıf. Şehinşah, şarkılarında yansıttığını özel hayatında yapamayacak kadar aciz. Gerisi de önemsiz zaten.

Khontkar bir cinsiyetçi

Bundan 1 sene önce, işler çığrından çıkmaya başladığı zaman, “bırakınız takılsınlar” moduna girmiştim. Çünkü bu olaylar sadece Türkiye ile sınırlı değil. Her yerde üst düzey vasatlaşma mevcut. Karar da dinleyiciye kalıyordu. Ama artık o çizgi de aşıldı. Artık bir magazini var bu olayın. Nesilleri değiştirme durumları var. 5 sene önce, bırakın hip-hop değiştirsin nesilleri diyecek kadar koyu bir taraftardım. Bugün öyle olamıyorum çünkü eski ramazanlar yok artık.

O kadar boşluktayız ki, sanat takipçi sayısına göre belirleniyor sanki. Kabul edilmesi lazım, artık müzik sektörünün vasatları biziz. O “asi” çocuklar olmaktan çoktan çıkıldı. Yani aslında bundan 10 sene önce Ceza, “Bizi Amerika’dakilerle karıştırıyorlar ancak hata yapıyorlar. Biz farklıyız” demişti. Artık değiliz.

Sanırım bu adamlara rahatlıkla “sanatçı” diyebilmek için biraz daha beklemek gerekecek. Çünkü eskiden vasat disslerle yapmaya çalıştıklarını, artık kaldıramadıkları piyasanın içinde, “tweet” ile yapmaya başladılar ve bu çok iğrenç görünüyor.

Bir önerim var. Bu öneri, bu yazıyı yazmamın da amacı aslında. Sadece bağımsız isimlere yönelin. Tek derdi, birilerine muhtaç olmadan, kalmaya çalışmadan müzik yapmaya çalışan insanlara.

Da Poet ve Kayra

Mesela Da Poet ve Kayra. Nuhado Records isminde, sıfırdan bir oluşumla karşımıza çıktılar. Bazı kişisel gelişim kitapları gibi tanıtımlarla var olmaya çalışan ve hakikaten yapamadıklarıyla komik durumuna düşen ancak eleştirdikleri olguların hepsini tekrarlayan oluşumlar gibi (Bkz: M.O.B) davranmamaya çalışıyorlar. Dünya bağımsız müziğe bir yerde dönecek. Böyle gidebilemez. Bu sokaktan gelen ancak kendilerini asla geliştirememişler, şirketler ve haber sitelerinin pohpohlamasıyla ya çakılacaklar ya da bizi haksız çıkaracaklar.

Ve bu insanlar, -tam da virüsten sonra değişmeyeceğini düşündüğüm dünyada- bir canlı yayında mis gibi kitaplar önerirken, müzik, müzik kültürü muhabbeti yaparken arada 30 kez, “bize destek verin” demek zorunda bırakılıyorlar. İşte tam da bu yüzden kafamda soru işaretleri çok fazla.

Yaptıkları müziğin kalitesini bir yana bırakarak, değişmemeyi yeğleyen insanları, haber sitelerini, yani direnenleri tercih edin. Tam bu noktaya geldiyseniz, yazının başındaki soruları daha da anlamlı bulabilirsiniz. Biraz sorgulamak gerekiyor. Bu kötü insanları desteklemeye devam etmeli miyiz?

Ya da şöyle bir artistik soru ile bitirelim: Sanatçı olmaya devam etmek mi? Yoksa sanatçı olmaya devam etmeye çalışmak için, sanattan vazgeçmek mi?

Yazan: Alperen Delibaş

 

 

Read article

Kolektif Mix: Sevmek İstiyorum “calling edition”

Comments (0) Genel

Korhan Futacı sevgisiyle karantinaya devam ediyoruz.

Futacı, karantinanın başından itibaren her güne bir video / bir şarkı konseptiyle tüm karanlık ruhunu bizim de kafamıza kafamıza çarptı. Korhan Bey’in Instagram hesabından çılgıncasına takip edebilirsiniz bu deli işini. Bu işi aslaaaa es geçmeyeceğim aslaaaaa. (Kendime not: Bunun hakkında yazacağım.)

Karantinadan bıktık artık derken, kaşla göz arasında @callingmag ile ortak bir de şarkı yapmışlar hemen. Korhan Futacı (saksafon), İdil Meşe (vokal), (Alper Ersönmez (Bass) Çağrı Sertel (Klavye), Da Poet (Rap Vokal): Sevmek İstiyorum.
Parça Erkut Taçkın’ın 1975 çıkışlı yerli malı jetro tull esintili eseri. Orijinal parça flütle delirtiyor. Mehmet Teoman’ın yazdığı sözleriyle; sevmek isterken, her şeyi ama her şeyi sorgulamayı sağlıyor. Karantina ekibinin yaptığı müzik ile biraz daha modernize edildiğini görüyor / duyuyoruz. Korhan Futacı sevgim yüzünden her yaptığı işe torpil geçmek istesem de zaten eniyisini yaptığı için buna da gerek kalmıyor.

Erkut Taçkın, Türk rock müziğinin ilk temsilcilerinden. Asker bir müzisyen ya da müzisyen bir asker… Deniz Harp Okulu Bandosu ile müzik hayatına başladı. 1962’de Almanyaya, fabrika işçisi olarak gitti. Orada Durul Gence ile kurdukları, Erkut Taçkın ve Durul Gence Quintet grubuyla bir süre çaldı. Acı vatan Almanya’dan döndükten sonra ise Türkiye’de beat müziğin öncüsü oldu.Parçanın modernize edilmiş hali Instagram tv’den izlenmek üzere hemen aşağıda. Ben biraz sevmek istiyorum izninizle.

View this post on Instagram

Dönemin müziklerini müthiş bir şekilde yansıtan #Aşk101 dizisinin ilk bölümünde yer alan, 1975 yılında Erkut Taçkın’ın seslendirdiği "Sevmek İstiyorum" şarkısını yeniden duymak bizi kalbimizden vurdu. Bu şarkıyı bugünün şartlarında, farklı müzisyenlerin kolektif katılımıyla tekrar yorumlasak nasıl olur diye yola çıktık. Beş müzisyenle birlikte, herkesin bir başkasının ne yaptığını veya yapabileceğini hayal etmesiyle ortaya bir şey koyduk. Tüm görüntüler calling ekibi ve müzisyenler tarafından sınırlı yaşam alanları içerisinde anlık olarak kaydedildi, yazıldı, çizildi. Zamanlar, müzisyenler, düzenlemeler değişse de özümüz aynı; sevmek istiyoruz. ❤️ – Alp Ersönmez: Aranjör, Bas Gitar @ersonmezalp Çağrı Sertel: Klavyeler @cagrisertel Korhan Futacı: Saksafon @korhanfutaci İdil Meşe: Vokal @idilmese Da Poet: Rap, Vokal Kayıt, Yardımcı Aranjör @dpdapoet Proje @callingmag @netflixturkiye Yapımcı: #callingmag Yönetmen: @dilekaltan Sanat yönetmeni: @gumrahsengun @canzeydan Proje yönetimi: @canzeydan @denciris Drone: @canzeydan

A post shared by calling community (@callingmag) on

Read article

Sails Of Serenity : İnsan ürünü olan her şey P.L.A.S.T.I.C

Comments (0) Genel, Röportajlar

Asrın: Çok klasik bir soruyla başlamak istiyorum, yeni single’ınız P L A S T I C beklentilerinizi karşıladı mı? Belirli hedefler koymuş muydunuz? Bir hedef koyduysanız ulaşabildiniz mi? 

Sails Of Serenity: Bence fazlasını başardık. Tabi koyduğumuz hedefler çok büyük ama onun için zaman lazım. Tek single ile olacak iş değil. Balık tutmak gibi aslında. Tek şarkı ile biz patladık, olduk demek komik olur. Öncelikli hedefimiz 15 günde 15 bin dinlenme. Bu sayı şu an için bizi tatmin ediyor. 

Bu single’da trap denemesinde bulunuyorsunuz. Bu zamana kadar pek duymadığım, elektronik alt yapılar da müziğinizin bir parçası. Bu single ile kimlere seslenmek istediniz? Daha genele diyebilir miyiz?

Sails of Serenity: Tabii ki, kulağı olan herkese seslenmek istedik. Aslında orası biraz karışık. Mesela metalcilere seslenmek istemedik çünkü herkes oraya seslenmek istiyor, uğraşıyor. Bir de metalciler ne kadar duyuyor o da var. 

Biz bir single yaptık ve içinde birçok part var. Bu da parçayı herkesin dinleyebileceği bir şarkı haline getirdi diyebiliriz. Rap seven insanın sevebileceği bir kısım var mesela, elektronik müzik sevene ayrı bir part var, fakat bunları bilerek yapmadık. Şöyle bilerek yapmadık; işte hadi trap koyalım, rap tarafı dinlesin. Elektronik koyalım, elektronik seven kesim beğenisini hedeflemedik. O sırada, biz o türleri dinliyorduk ve o partları koymak istedik. Hoşumuza giden sound’ları kullandık. Ürün bu oldu.  

“Sıkılıyor insan, yenilik bekliyor”

Anladım, çünkü genelde metal gruplarının sınırları biraz daha keskin oluyor, daha radikal olabiliyorlar. Biz şu türdeyiz, dışına çıkamayız gibi söylemlerde bulunabiliyorlar. 

Sails of Serenity: Bu iş moda işi. Daha önce söylemiştik bunu. 80’ler İspanyol paça giyen biri ile 80’ler thrash dinleyen aynı insan bizim için. Bu bir tercih, daha doğrusu estetik tercih. Bizim estetik tercihimiz ise “yenilikten” yana oldu. Yeniliği seviyoruz, denemeyi seviyoruz. Yeni ürünlere aşığız. Şöyle düşün oyunlardan örnek verelim, Resident Evil 3’ü 5 kere oynayıp aynı sonla bitirmek gibi. Sıkılıyor insan, yenilik bekliyor. 

Kendim için konuşuyorum, single ilk çıktığında açtım dinledim ve ilk başta alışamadım, tekrar dinledim, tekrar ve tekrar dinledim ve her seferinde farklı tatlar aldım ve sonunda da şarkıyı hazmettim. Neredeyse 2 hafta boyunca şarkıyı günde 3-4 kere dinledim. Sonunda kendim için anlamlar çıkarmayı başardım.  

Sails of Serenity: Şarkıyı dinleyeni düşündürüyor olması ve şarkıyı tekrar dinleme ihtiyacı hissettirmesi iyi bir şey aslında. Amaçlarımızdan biri diyebiliriz. 

Sıradaki sorum şarkı ismiyle ile ilgili olacak. Benim bir çıkarımım var bu konuyla ilgili. Ben şarkı ismini görür görmez aklıma yedinci kıta geldi. Plastikten ve atıklardan oluşan yeni bir kıta geldi. Şarkı isminin özel bir anlamı var mı?

Sails of Serenity: Doğru tahmin diyebiliriz, ama tek olayı o değil. Biz aslında P L A S T I C’i metalaştırdık. İnsan ürünü olan her şeye, plastik dedik. Yani doğada var olmayan, insan ürünü olan sıfırdan bir madde. Kimimiz için en önemli olan kısmı dini inançlar kısmı. Gökten inen bir kitaptan bahsediyoruz yani.   P L A S T I C’ de bunun gibi bir şey aslında, gökten inme bir durum. Sanayi devriminden sonra üretildi ve her yerde kullanılıyor. Zararları ortada. Dinle ilgili kısmı kanserojenlik. Birçok kişi tarafından fark edildi. Mesela kimimiz için ise karetta karettaların boynundaki plastik geliyor. Herkes için durum farklı. Şarkı sözleri de biraz daha yalnızlık üzerine. Plastik nasıl bir tüketim malzemesi olarak akıllarda kaldıysa, ileride insanlar da birbirlerini plastik gibi tüketecek. Böyle de bir tarafı var.

İç dünyamızda yaşadıklarımızı anlatıyoruz

Bir diğer sorum da albüm kapağı üzerine olacak. Artworker var mı ekipte? Genel olarak kapak görselleri için ne söylemek istersiniz? Albüm ya da single görsellerini nasıl kullanıyorsunuz? 

Sails of Serenity: Hangisi? İlk kapak mı, ikincisi mi? Tabii ki artworker ekipte var. Burcu Bıyıklı yapıyor görselleri. Biz sanatı bütün bir şekilde yapmak istiyoruz. Kolektif düşünüyoruz. Sadece 5 kişi değiliz. Biz sahnede sanatın bir kısmını ortaya çıkaran 5 kişiyiz. Sahnenin sanatı da tamamen Sergen’e emanet edilmiş durumda. Sahnede Sergen’e, kapak tasarımında ise Burcu’ya güveniyoruz.  Gelelim kapaklardaki konulara. İlk görseldeki emzik bizim için daha fazla insan doğurmayın anlamı taşıyor. Oradaki olta ise deniz kirliliği ve dünyadaki zorunlu göçler nedeniyle can veren bebekler… Yani ne anlamak istersen. Biz aslında bunları düşünebilecek, insanlara da ulaşmak istiyoruz, asıl derdimiz o. Biz çok anlam yüklüyoruz ama yüklediğimiz anlamları insanlar anlıyor mu ya da düşünüyor mu? Ama müziği sorgulamayanlar için de hoş bir 03.36’ydı. 

Peki bu single’de zorlandığınız durumlar oldu mu? 

Sails of Serenity: The Crossing albümü çok beğenildi. O albüm bizi yurtdışına çıkardı. Böyle tutan bir albüm üzerine deneysel bir single çıkarmak psikolojik olarak yordu bizi. Oldu mu, olacak mı gibi sorular bizi yordu. Onun dışında her şey iyiydi. 

Sails of Serenity şarkı sözleri yazarken ya da müzik yaparken nelerden etkilenir peki? 

Herkesin kendi hayatından ortaya koydukları aslında. Ayrıca major konular da var. Olayımız politika değil, bizde kimse kendini siyasetle anlatmıyor. Şu anki, Türkiye gündeminin siyasi tarafını değil, diğer kısımlarını ortaya koyuyoruz. Mesela dine kafayı yoruyoruz, başka arkadaşım Mersin’deki nükleer santrale gönderme yapıyor. Herkes kendi hayatında merak ettiklerini, iç dünyasında tartıştığı veya etkilendiği durumları ortaya koyuyor. 

Mersin’deki nükleer santral dedin, müzik yaparken kısıtlanıyor hissediyor musunuz? Bir otokontrol mekanizmanız var mı?

Kesinlikle hayır çünkü birçoğu İngilizce bilmiyor. Belki de bu yüzden sadece İngilizce şarkı yapıyoruzdur. Bizim için anlaşılmamak bir dert değil. Biz böyle eğleniyoruz fakat bizi anlayan olursa da mutlu oluyoruz. Mesela şu an röportaj bizim için çok keyifli geçiyor, Yedinci Kıta göndermesini anlamışsın mesela. Anlamayanlardan korkmamıza gerek yok çünkü anlamıyorlar yani.  

Korkusuz olmak lazım, duvarları yıkmak lazım

Sizi diğer birçok gruba göre yurtdışında daha çok görebiliyoruz. Genelde gruplar ilk önce Türkiye’de tanınmaya çalışıp, sonra yurtdışına açılmaya çalışıyor fakat sizde durum böyle değil. Bu durumu neye borçlusunuz? 

Araştırma, doğru planlama ve talep aslında. Ondan sonra ekonomik durumlara bakıyoruz. En son da işten izin alma kısmı geliyor. Aslında durum tam olarak böyle ilerliyor. Yurtdışından talep gelmezse, diğer aşamalar çöp oluyor ama. Bak şöyle bir durum var, yurtdışında çalarsın. Gidersin Romanya’nın bir köyündeki bir festivalde de çalarsın. Mesele bir daha gidebilmek. 

Peki neden single?  

E artık, her şeyde olduğu gibi müzik de çok hızlı tüketiliyor. Tüketim alışkanlığı değişti.  

Son zamanlardaki yerli işleri dinlediğimde, üretimlerin beni tatmin ettiğini açıkça belirtebilirim. Furtherial, Seth Ect misal en çok dinlediğim gruplar… Müzik üretimi ve yerli müzik grupları üzerine fikrinizi merak ediyorum. Siz yerli metal müziği nasıl görüyorsunuz?

Türkiye’den güzel işler çıkıyor bence. Trash gruplar olsa bile, ki pek haz etmiyoruz Trash’ten, Trash’i modernleştirmeye çalışıyorlar. Zaten Furtherial, Başer abi bizim de abimiz yani. Genel olarak bizim gördüğümüz, yerli gruplar bir yerden alırken diğer yerden veriyorlar. Her şey tam olmuyor maalesef. Müzik sadece şarkıdan ibaret değil. Başka elementleri de var. Fotoğraf çekimi, kapak, mix gibi… Bunlardan mutlaka fire verilen durumlar oluyor. Zaten bunları başarılı yapan insanlar sıyrılmayı başarıyor. Gruplar, mix’e para vermiyor, eşe dosta mix yaptırıyor. 

Peki sizce yerli metal müziğinin eksiği nedir?

Bence tembellik dışında hiçbir eksiği yok. Korkusuz olmak lazım, duvarları yıkmak lazım. Para vermiyor kimse hiçbir işe. 

Sert müzik gitarın tonuyla alakalı olmamalı

Müzikte elektronikleşme üzerine konuşalım biraz da. Müziğe elektroniğin eklenmesi hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum. Sanırım sizden başka, metal tarafında şu an elektronik unsurları bir kısımları pek kullanan yok.  

Elektronik ortamda, bir grup formatındaki tüm enstrümanlar var zaten. Bass, davul vb. Bunu başka bir boyuta taşımak için synth tarzı unsurlar kullandığın zaman, müzik başka bir boyuta taşınmış oluyor. İstediğin duyguyu grup formatını bozmadan verebiliyorsun. O yüzden çok önemli. 

Ters yaklaşım yapalım. Bir popçunun yaptığı müzikte distortion gitar duysak, wow deriz, şaşırır, heyecanlanırız. Ee, abi peki neden biz metal/ rock müziğe elektronik unsurları katınca yadırganıyor? Yeni şeyler abi, yeni şeyler. Farklı şeyler. Bunun yanı sıra, müziğin sertliği konusunda bir şey söylemek istiyoruz; bizce sert müzik gitarın tonuyla alakalı olmamalı, cesaret isteyen işler bence en sert işler. Daha sert bir hareket çünkü başkası hala aynı akorlarda, aynı çizgide devam ediyor. Bu durum aşırı stereotype’leşmiş durumda. Bu bizim de canımızı sıkıyor açıkçası. Yıllar önce “Slipknot’ta turntable olur mu ya?” tartışmasıyla aynı tartışma bu. Ayrıca İsveçli folk metalciler,  koyun çağırmak için kullandıkları enstrümanı müziğe koyuyor bir şey olmuyor. Adam çoban müziği yapıyor hiç sıkıntı yok. Biz elektronik synth koyunca sıkıntı oluyor. 

Bu kadar eleştiren oluyor mu gerçekten? 

Sen ne diyorsun ya, biz pembe tişörtle fotoğraf paylaştık diye ne geyliğimiz kaldı ne ibneliğimiz. İsim vermeyeceğim, bizi mekanlardan banladılar. Biz konser için mekan arıyoruz, konuşuyoruz anlaşıyoruz, mekan sahibi diyor ki “Linç yersiniz, olmaz diyor.”  Bunlar inanılmaz olaylar ya. 

Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? 

Konserlere gelin, konserlere gelin ve gelin demek istiyorum ben.

Read article

Syd Matters: Ekmek Yok, Pasta Var

Comments (0) Genel

Anna Lynne Williams‘ın 2011 albüm listesinde yer alıyordu Syd Matters… Listeden ekmek çıkar mı diye bakınırken, rast geldim Syd Matters’a. Ekmekten daha ötesini buldum, pastaydı karşıma çıkan… Ekmek yoktu oysa, kuru bir pasta vardı ama lezzetli…

Bazen bağırmaya gerek yoktur, sessizce de anlatılabilir yaşananlar. Kısık sesle ve sükunet içerisinde… Önce kaostan uzaklaşırsın, sonra sessizce başından geçenleri dile getirmeye başlarsın. O sakinlik, sükunet doğru kelimelerle, doğru notalarla yüksek seslerden dahası olabilir. Sevinçler, mutluluklar, hüzünler dahasına kavuşabilir.

Syd Matters’ın yaptığı da bu aslında, sessizce derdini anlatmak. Doğru notaları bir araya getirmek (melodilerin güzelliğinden dem vurmakta yazar) ve yaşadıklarını anlatmak. Syd yaşadıklarını dramatikleştirmiyor, aksine yalın bir şekilde müziğini icra ediyor. Acı da saf haliyle, mutlulukta saf haliyle müziğinde…

Syd’in müziği o kadar sade ki, bir arada kullanılan enstrüman sayısı albüm süresince neredeyse 3’ü geçmiyor . Ayrıca bu kullanımlarda bile enstrümanların sesi olabildiğince kısılmış. Gerçi bu kullanım belli noktalardan sonra dinleyiciyi sıkmaya başlayabiliyor ama olsun. Albümün tek handikabı da bu olsa gerek. Gerçi ne kadar handikap sayılınır bu durum, bilemiyorum. Kings of Convenience sevenlerin, ayrıca ilgisini çekeceğini düşündüğüm Syd Matters, özellikle ‘sessizlik’ arayanlar için doğru adres gibi… Kaostan kaçmak isteyenlerin aradığı notalar bu lişide saklı…

Syd ve ekibi uzun yıllardan bu yana yeni üretimlerde bulunmuyor, ancak 2015’te çıkardığı A whisper and a sigh adlı albümü bu zamana kadar yaptıkları en iyi albüm olarak tarihe geçebilir. Ekşi sözlükte bir avuç insan da benim gibi düşünüyor olsa gerek, özellikle bu albümü bayağı övmekteler. Şu kış günlerinin bir soundtrack’i varsa, bunda Syd Matters muhakkak olmalı.

Read article

20 Yıl Sonra Bir Grup: Trespassers William

Comments (0) Bir Portre, Genel

Bir müzik grubu kimlerin hayatında dönüm noktası olabilir ki ya da  bir insanın nasıl bir hayatı olabilir ki bir grup hayatını tamamı ile değiştirebilsin? Benim hayatımda oldu, tutku dolu oldu hem de. Onlarla beraber çoğu şey değişti hayatımda. Yolculuklarım, hüzünlerim, müziklerim ve sevinçlerim… Trespassers William ile kendimi tanımaya başladım. TW Maslov’un ihtiyaçlar teorisinde bir basamaktı benim için.  Trespassers William bir müzik grubundan çok daha ötesidir benim için… Müziğin ta kendisidir ya da en değerli kısmı…

13melek grubun dağıldığına ve çıkardığı yeni “albümsü”ye dair yazdığı post’ta, grubu anlatan çok güzel bir betimlemede bulunuyor;

“O tavanlara dalıp gitmelerin fon müziklerine can veren gruplardan Trespassers William”

Tavana bakıp dinlediğim günleri düşünüyorum da, bu sahne o kadar çok ki geçmişimde. Tavana dalıp geçmişimi ve geleceğimi düşündüğüm o kadar zaman var ki… TW hayatımda bu kadar yer işgal ederken, bu kadar önemliyken, grubun dağılmasının benim için ne kadar önemli olduğunu da anlamışsınızdır. Grubun dağıldığını öğrendiğimde yaşadığım hayal kırıklığı beklentilerin çok ötesindeydi.

Sonrasında grubun solisti Anna Lyne Williams ile mesajlaştım. Kendisinden gelen mesaj:

“Yes, afraid so. the band was together for a very long time, more than 15 years, and after some personal issues and creative ones we’ve decided to just work on our other projects. i have 4 albums coming out this year tho – 2 solo ones, 1 with my new band Ormonde, and a double disc collection of Trespassers rarities. “

Bildiklerimi tekrarladı. Aslında TW dağılma sinyallerini grubun “Noble House” EP’si ve Anna’nın “Lotte Kestner” adlı solo projesi ile veriyordu ama nedense durumun grubun dağılmasına kadar geleceğini hiç düşünmemiştim. Şimdi neden dağıldıklarını anlatmak istiyorum izninizle.

Noble House, grubun 2008 yılında çıkardığı 5 şarkılık bir EP. Bu EP deneysel ve akustik olmak üzere iki yolda gidiyor gibiydi sanki. İlk yolda Anna’nın sesinin ön planda olduğu, daha akustik şarkılar. İkincisinde ise epeyce elektronik tınıların bol bol kullanıldığı ve grubun gitaristi Matt Brown’ın TW’nın diğer albümlerinde kullanmaktan hiç çekinmediği gitar efektlerinin yeterince serpiştirildiği saykodelik şarkılar. Bir EP’de birbirine taban tabana zıt iki müzik denemesinin olması grubun müzikal anlamda düştüğü ikilemi de anlatıyordu aslında.

Bu EP çıktıktan sonra grubun solisti olan Anna Lyne Williams, solo projesi olan “Lotte Kestner” i duyurdu. Lotte Kestner, Anna’nın sesinin ön planda olduğu akustik bir proje. Lotte Kestner’i dinlediğimde ilk düşündüğüm şey Anna’nın bu proje ile akustik dürtülerini gidereceğiydi ki öyle de oldu aslında. Grubun 2010 yılında çıkarmış olduğu “The Naturel Order of Things” adlı EP’si grubun iyiden iyiye dream pop‘tan ambient sularına yelken açtığı bir EP idi. Hatta yer yer post rock öğeleri bile mevcuttu EP’de.

Grup içerisinde fitillenen fikir ayrılılığını Lotte Kestner’in varlığı bile dindirememiş olacak ki TW 2012 yılı itibariyle dağılmıştı.

Dün grubun çıkardığı debut albümün üzerinden tam 20 yıl geçti. Beni de yanlarına alarak çıktıkları uzun yolculuk adına teşekkürlerimi sunmak istiyorum. -her ne kadar bilmeseler de ya da hissetmeseler de onlarla beraber olduğumu bu yolculukta-.  Ben bu yolculukta çok büyüdüm ama yine de o yolculuk sonsuza kadar sürseydi demekten de kendimi alamıyorum son tahlilde. Keşke sürseydi o yolculuk…

İyi ki oldular…

Güle güle TW, belki bir gün yine görüşürüz…

Trespassers William – Love you more

“All of my songs are for you
All of my songs are sad.”

Read article

Celil Oker ile Cennetten Bir Röportaj: “Dünyada Yalnız Değiliz”

Comments (0) Genel, Röportajlar

Geçmişe bakındığımda, belki de bu zamana kadar yaptığım röportajlar içerisinde en değerlisi, en farklısı, en anlamlısı Celil Hoca ile yaptığım bu röportaj olsa gerek. Celil Oker ile bir kış günü santralistanbul’daki ufak odasında bu röportajı yapmıştım. Kendisine şarkılar dinlettim. Şarkılar arkadan akarken, kendisi santralistanbul’daki küçük, loş ve soğuk odasında, yaktığı uzun kırmızı Marlborosu ve vazgeçemediği Nescafe’si ile sorularıma cevap vermişti. Bir polisiyecinin müzik ile imtihanı tam da burada.

 Bu şarkıdan başlayalım hocam, romanlarınızda müzik ne kadar yer tutuyor? Yazma süreciniz olarak da düşünebilirsiniz. 

Benim bir çalışma playlist’im var. Bu çalışma playlist’imin kökeni de, benim lisedeki sınıf arkadaşlarımdan bir tanesi. Yıllar önce lise zamanlarında dinlediğimiz müzikleri topladı ve bütün sınıfa dağıttı. O cd’nin üzerine ben de sağdan soldan bulduklarımı ekledim ve Spotify hayatıma girmeden önce evde çalışırken ve uzun yoldayken o şarkıları dinliyordum. People Are Strange onlardan bir tanesi. The Doors çok sıklıkla dinlediğim gruplardan bir tanesi zaten. Kitaplarımda da kahramanım bir yerden bir yere giderken sıklıkla bir şeyler dinliyor ve ne dinlediğini de genellikle söylüyorum okurlara. The Doors’un “Take It As It Comes”ın sözleri de kitabımın bir yerinde var. İngilizce olarak yer vermiştim çünkü şarkı sözleri o sıradaki duruma çok denk düşüyordu. Bunu neden yapıyorum? Şunun için yapıyorum; müzik de bir insanın kim olduğunu gösteren şeylerden birisi. Dolayısıyla benim kahramanıma “şu yaştadır”, “şudur budur” gibi ukalalıklar etmek yerine,  müziği ya da farklı şeyleri onun nasıl bir insan olduğunu, hangi kuşaktan olduğunu veya değerlerini hangi kuşak çerçevesinde oluşturduğunu göstermek için kullandığı söyleyebilirim.

 Biraz önce lise yıllarınızdan bahsettiğinizde, müziği sizin kuşak için birleştirici bir unsurmuş gibi algıladım. Peki daha spesifik olarak lisedeki arkadaşlarınız ne dinlerdi? Sanki sizin için müzik daha komünal bir şeymiş… 

Komünal bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Misal bizim lise’nin “Echoes” diye bir grubu vardı. Bazıları halen müzikle uğraşıyor hatta. Müzik gerçekten yatılı bir lisede, genç insanların birbirlerini buldukları, üzerinde bir mütabakat sağladıkları önemli alanlardan bir tanesi. Biz de buldukça konserlere giderdik. O sırada müzik şu an olduğu gibi erişilebilir bir şey değildi. Yurt dışından gelen “Long Play”lerin peşinde koşturur, takas ederdik. Jimmy Hendrix o zamanlardan benim favorimdir. Onun gibi birkaç grup hepimizin hayatına işlemiştir.

 

 Bob Dylan ve meşhur kalın sesi? 

Bob Dylan’ı çok severim. Ondaki gezgin hâl var ya, o benim için müthiş bir şeydir. Hikâye anlatmak demeyeyim de, bir durumu, daha doğrusu bir çağın, dönemin durumunu hem sesinin özel tınısıyla hem de gitar ağırlıklı, hatta akustik gitar ağırlıklı, hem de sözleriyle benim için son derece değerli abilerden biridir. Demek ki ona biraz daha takılayım ve derinleşeyim.

 Nedense Bob Dylan’ı özellikle polisiye filmlerin arka planında yer alması gerekirmiş gibi düşünürüm. Hatta Remzi Ünal’ın sesini kitaplarınızda Bob Dylan’a benzetmişliğim çoktur. Polisiyenin müziği sizce nedir? 

Haklısın. Benim zihnimde daha çok 60’lı yılların polisiye filmlerinde arka planda bas ağırlıklı bir melodi vardır. Arka plan ise Beyoğlu’nun gece hayatıdır; neonlar yanar. Zaten biraz sonra da gece kulübüne ya da bara gireceklerdir. Orada bir şeyler olacaktır. Ancak 70’li yıllarda ise çoğunun arkasında sözünü ettiğin türden jazz tınılarının olduğunu biliyorum.

 Ben bu şarkıyı ne zaman dinlesem, sanki Türkiye’de yapılmış zannederim. Özellikle şarkının son kısımları. Remzi Ünal’ın Türkiye’den şarkılarla yolu ne kadar kesişiyor? 

İlk 4-5 kitapta ağır Moğollar dinliyordum. Sonra Moğollar’ın yeni bir cd’si çıktı. Son değil de, sondan bir önceki olması gerek. Çok da gerek yoktu ama Remzi’ye çok da sevmedim bu albümü diye yorum yaptırdım. (Gülüyor) Bu da Naim Dilmener’in dikkatini çekmiş, hatta bir yazısında buna değinmiş. Anlaşılan o da, o albüm konusunda hemfikirmiş. Şimdi MoğollarErkin Koray ya da Cem Karaca benim için lise yıllarımın temel arka plan sesini oluşturan insanlardır. Barış Manço’yu çok sevmezdim ancak Moğollar ve Cem Karaca sevdiğim insanlardı. Aşağı yukarı tüm albümleri vardır bunların. O insanların sesleri, arka plandaki enstrümanistlerin musikileri beni bayağı heyecanlandırır. Hatta şunu söylemem gerekir; şu hayatta çok heyecanlandığım, heyecandan gözlerimin dolduğu anlardan bir tanesi Cem Karaca’nın ölmesinin ardından Ekşi Sözlük’te yazılanlardı. Oradakilerin yaşlarını bilmiyorum, ancak benim yaşımda da olsalar, benden daha genç de olsalar, hatta günümüzün genci de olsalar, o insanların Türkiye’nin aurasına kattıklarına sundukları vefa korkunç bir şeydi. Beni çok heyecanlandırdı. Yavaş yavaş o kuşak da gidiyor. O yorumları yazanlara teşekkür ederim.

 Biraz önce dediğim gibi bu şarkıyı Türkiye’de yapılmış zannederim. Siz de yabancı polisiye romanlarını okurken, “bir dakika, bu karakter yanlış bir ülkede yaşıyor” dediğiniz oldu mu? 

Ee var tabii. Jakob Arjouni’nin bir Türk dedektifi var. Hasan Kayankaya olması gerek. Almanya’da çalışıyor, 1-2 macerası da Almanya’daki göçmen Türkler arasında yaşanan birkaç vakaya dayanıyor. Mesela o adam, bir Alman olmasına rağmen, buralı bir karakter. Aynı bağlamda, Petros Markaris’den de bahsetmemek haksızlık olur. Markaris de Büyükada doğumlu bir Rum. Sonra ailesi Yunanistan’a gitmiş, gayet iyi Türkçe biliyor ve o da farklı bir etnik kökene ait olmasına rağmen, şuraya gelse bizden en ufak bir farkı olmayan muazzam bir adam. Ee onun komiser bir şeyi vardı, şu an adını unuttum, o da mesela ailesi ile ilişkileri, kızı, kızının damadı ile ilişkileri çerçevesinde devlet komiseridir. Aynı bizim orta yaşın üzerindeki durmuş oturmuş bir polis gibi. Gerçi şimdi polis denince bizim aklımıza başka şeyler geliyor da, o eski zamanlarının babacan polisleri vardır ya, onun gibi bir vatandaş. Bu ikisini söylemek isterim.

 Bu şarkıyı şu sebeple dinletiyorum hocam. Tim, Jeff Buckley’nin babası. Neredeyse ikisi de aynı yaşta hayata gözlerini yumuyor. Özellikle Jeff’in tüm şarkılarının ana çıkış noktası; babasına duyduğu özlem, onun kaybedişinin getirdiği sancılar ve biraz da erken ölümüne dair nefret. Kendini yalnız bıraktığını düşünüyor. Jeff’in ilham perisi maalesef ölen babası ve onun eserleri, sizin de hatırladığım kadarıyla “Kramponlu Ceset” adlı kitabınızda benzer bir durum olmuştu. Amatör bir takımın maçını izlerken mahalli bir stadyumda, hikâyenin başlangıcını da yapmıştım demiştiniz… Bir şarkı ile yola çıktığınız hikâyeniz oldu mu hiç?  

Bir şey söyleyebilirim. Sumru (Ağıryürüyen) ve Bülent’in (Somay) “Mozaik” diye bir grupları vardır. Mozaik miydi o grubun adı ya? Neyse, işte o grubun Boğaziçi Üniversitesi’nde bir konseri olacaktı ve o konseri beklerken çok ciddi söylüyorum, o konsere gideceğim, o konsere şahit olacağım, hayatım değişecek duygularıyla bekledim. Bu bir daha başıma gelmedi, çünkü onların niyetlerini biliyordum, hangi şarkılarla uğraştıklarını biliyordum ve bunu halen unutmam. Bu türden başka bir şey gelmedi başıma. O sırada bir üretimim yoktu ama gündelik hayatı da kendimizin bir üretimi olarak görürsek… O konseri yaşadıktan sonra daha iyi insan olacağım, daha motive olacağım vesaire diye hislerim ve bekletilerim olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Üstelik bunun da belirli ölçülerde gerçekleştiğini düşünüyorum.

 Son soru o zaman, ‘o’ konser nasıldı hocam? 

O konser bizim gibi insanların enternasyonel bağlamda bir sürü ülkeden toplanmış ve bir sürü etnisiteden toplanmış şarkıların toplanmasıydı. Bu dünyada yalnız değiliz hissi vardı o konserde. Benim gibi insanlar vardı. Dünya’nın hepsi hırt insanlardan dolu olmadığını gösteren bir konserdi. Ortak duygular, ortak duyarlılıklar vardı. O bir yana hem Sumru’nun sesi hem de müziğin kendisi, politik ve sosyal anlamını bir kenara bırakırsak, o da acayip bir şeydi benim için.

Read article

Duhuliye Biletiyle Gizli Zikir

Comments (0) #Arabesk, Genel

“Sevgilim! Sevgilim! Bak yine şafak söküyor…”

Yatağın bir tarafında oluşan derin çukura takılarak uyandım. Sabah olmuş, işinde gücünde insanlar yerlerini bulmuş… Bende öyle yatağımın ortasında tek başıma. Fakülteyi bitireli on yıl, üçüncü işimden ayrılalı sekiz gün, olmayacak duaya amin deyip son sarıldığım insan gittiğinden bu yana üç saat oldu. Kalkıp camdan baktım, hayat birden buğulu göründü. Bir şeyleri sevdiğim kesindi ama neyi bilmiyordum. İnil inil bir sızı sarıyordu ortalığı, benden başka gören ve anlayan elbette yoktu. Zira ben damarlarımda ağrı, eklemlerimde sızı olmadan yürümemeye and içmiştim. Kim beni, nasıl anlayacaktı ki? Bu an sürmeliydi, bu an buhur buhur tütmeliydi! Ekmek arasına salça sürene kadar, kahvaltım bitene kadar, şu yataktan kalkana kadar, güneş devrilene kadar, tekrar tekrar çal, yine söyle Ferdi Baba! Seninle yeniden çok kalabalığım!

“Dışarda hafiften yağmurun sesi, gözümde aşkımın hasret nöbeti”

Yaşım on oldu sen söylerken yine be!… Okul öncesi alınan yuvarlak burunlu yeni ayakkabılarımla fuara konser dinlemeye götürülüyorum. Jilet gibiyim, yakalı gömleğim, olur da eserse diye elime tutuşturulan hırkam, pantolon cebime koyulan mendilim… hasta değilim ama temkin çok mühim konuydu o yıllarda… Ne deniyorsa onu yapıyorduk maaile, misal televizyonda “Her eve iki anahtar” deniyordu, tez elden alıyorduk anahtarlarımızı. Ay sonuna doğru anlıyordum evdeki yokluğu, hissediyordum hep o anahtarların yüzündendi, markette alınmayan çikolata, tasarruf yüzünden kapatılan lambalar, sıkılan musluklar ve edep sahibi bir çocuk gibi hiçbir şey istememek zorunda oluşum. Ne geçiyorsa aklımdan durmadan içime atıyordum. Beden küçük içe atılanlar listesi kabarık olunca bende giderek şişiyordum.

Kutuplardan basık ekvatordan şişkince olduğum yıllardı teyzemlerin atölyede tela kesmeye başladığımda… Parça başı para alıyor, bazı ihtiyaçlarımı karşılıyordum. Ne de olsa patron yeğeniydim ama kalbim işçi ablalarla aynı şekilde atıyordu. Bir işliyordu ki ruhuma Orhan baba, Ferdi baba… Kesinlikle çok iyi insanlar olduklarını düşünmeden edemiyordum. Mine Koşan keşke burada klip çekse ne güzel olur diye içleniyordum. Kestikçe kesiyordum telamı, ağır ağır geçiyordu kanıma arabesk. Baktığım her yerde posterlerden bana uzanan yumrukları, kaşı devrik bakışları görüyordum. Kalabalık bir aileydik, birkaç babamız, derdimize derman ablalarımız vardı. Sabahtan akşama kadar ayakta çalışan, çok demli çay ve ucu ucuna sigara ekleyen ablalarımın dermanıydı bu şarkılar! Gün ilerledikçe duvarlara kazınıyordu isyan “Batsın bu dünya”, “Henüz üç yaşında bir kardeşim var, seni ondan bile kıskanıyorum”. Saat başı artıyordu sitem. Kadere isyan, duvarların dilinden üstüme akıyordu. Birinin evinde unutulmuştum ve orada çok huzurluydum.

O kavruk yüzler hiç gülmez zannederken duman, kül ve makine seslerinin arasına eniştemin yaptığı kıyağın müjdesi düştü. Fuar Ekici Över gazinosuna babalardan biri gelecek ve hepimiz gidip izleyecektik! Sonunda biz de ailemizin kalan kısmına kavuşacaktık. Üstelik biletler duhuliyedendi! Müşkülpesent dendiğinde döpiyesli çok şık bir kadından bahsedildiğini hayal ettiğime göre duhuliye bilette isminin cakasından kelli en havalı yer demekti zannımca. Demek ki babamızı bir adım mesafeden görecek, yeri geldiğinde “Anlıyorsun değil mi?” der gibi gözünün içine bakabilecektik.

“Sevgilim, sevgilim inan ki çok özledim seni”

Eniştemin minibüsü evin önüne geldiğinde en müşkülpesent halimle hazırdım. Hemen arabaya atlayıp orta yere kuruldum. Ama artık kimse tanıdık değildi. Vatkalı geniş gömlekler, pilili eteklerin içine kalın kemerler eşliğinde sokulmuştu. Gözlerin farındaki ışıltıdan, arabadaki curcunadan, kavuşmanın verdiği heyecandan kalbim dokuz sekizlik atarken ağzımı da şaşkınlıktan bıçak açmıyordu.

“Duhuliye: Sen rüyalar aleminde, yeni aşklar hevesinde”

Nihayet gazinoda yerimizi bulduk. Salonun en arkasında köşede tahta sandalyelerin olduğu bölümdeyiz. Demek duhuliye… Elime çerezim tutuşturuldu. Sahneye çıkanlar değiştikçe bizimde önümüzdeki menü değişiyordu. Maazallah kıyamet kopsa biz tıka basa gidecektik öteki dünyaya. Eylül esintisi, ve açık havanın ama en çok envai çeşit yemeği yutmanın verdiği ağırlıkla uykum gelmeye başlamıştı ki papyonlu bir sunucu az sonra Ferdi babanın sahneye çıkacağını müjdeledi. Tezahüratlar, çığlıklar eşliğinde papyon bey sahnede kaybolurken ışıklar hafif karardı. Yemek sepetleri telaşla toplandı. Ve! Ve babamız sahneye çıktı!!! Aaaağh!!! Birden ablalarım sandalyelere tırmandı, öndeki ağbiler jiletlerini çıkardı, çığlıklar içinde baba şarkıya girdi “Sevgilim! Sevgilim bak yineeee şafak söküyor!” Kıyamet kanla, gözyaşıyla şarkının içinde savrulan kalabalıkta kopuyordu. Ben, sandalyelerin arasında küçücük boyumla sıkışıp kalmıştım, babayla göz göze gelmek hayaldi ama sesi buradaydı işte! Hem de az öteden geliyordu, jiletlerin, kesilen kolların arasından geçmek mümkün değildi. Sandalyemde kapıldığına göre… Yine unutulmuştum…

Başımı önüme eğdim, ayakkabılarıma hala basan yoktu çok şükür. Gözlerimi kapatıp yavaşça sallanarak inlemeye başladım “Şimdi sen kim bilir ne duygulardasın… Belki de en tatlı rüyalardasın!” Artık bende kalabalığın kopmaz bir parçasıydım, içimden coşa coşa boyumu aşan acılar çekiyordum bir sabahçı kahvesinde. “Sevgilim sevgilim bak yineeee sabah oluyor” diyerek şarkı bittiğinde yepyeni bir dinin en imanlı müridi olarak savaşa hazırdım. Ağlıyordum ve kimse nedenini sormuyordu. Arabesk yaşama inattı, yoksulluk ve mahzunluktu, her haksızlığın haddini bildirmekti, en fazlaydı, koyuydu ve zifire yakındı. Görünmeyenin kaçak yapmış yüzüydü. Volkandı ve patlıyordu. Ölüyorduk ama gururumuz kalıyordu. Birlikteydik ve birbirimizi anlıyorduk.

Gün devriliyor, bir şeyleri sevdiğim kesin ama neyi bilmiyorum. Hissediyorum ama söyleyemiyorum.

Konuk Yazar: Ceylan Güleç

 

 

Read article

Arabesk Rap Öldü mü?

Comments (0) #Arabesk, Genel

Rap’in Türkiye’deki yükselişini görmemek ve buna yüz çevirmek neredeyse imkansız. Yer gök rap müzikle dolu. Özellikle Cartel’in 90’lı yılların sonuna doğru yükselişe geçmesiyle Türkiye’deki tanınırlığı artan rap, 2000’lerin başında Ceza ve Sagopa Kajmer ile popüler kültüre dahil olmaya yavaş yavaş başladı. Rap müziğin, genel itibarıyla hip-hop kültürünün 70’ler Bronx’una dayanan uzun bir hikayesi var. Yıllar içinde küresel bir hal alan rap yerelleştirildiği bütün kültürde kendisine farklı özellikler ekledi. Kaçınılmaz olarak yapılan ilk değişiklik sample olarak kullanılan parçalarda ortaya çıktı. Almanya’da Türkçe rap yapanlar evde annelerinin babalarının dinlediği şarkıları sample olarak kullanmaya başladı. Tabi ki aralarında İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses ve Ferdi Tayfur gibi isimler vardı. Bu etkinin net bir şekilde görüldüğü şarkılardan biri Islamic Force’un Arabesk Rap şarkısıdır. Aradan yıllar sonra da Çetin Çetinkaya’nın Sie Liegt In Meinen Armen (Ich Liebe Dich) şarkısı oldukça fazla dinlendi. Şu an Youtube’da 9.5 milyon dinlemesi olan şarkının 2010’a yani korsan programlarla şarkı indirildiği bir döneme ait olduğunu düşünürsek çok sayıda kişi tarafından dinlendiğini söylemek yanlış olmaz. Rap müzik 90’lar sonuna doğru Almanya’dan Türkiye’ye gelmiş olsa da Ich Liebe Dich benzeri şarkılar o sıralarda Türkiye’de de yapılıyordu. Genelde iğrenç ve leş apaçi müziği olarak adlandırılan arabesk rap’e dair bir iki kelam edilecek bu yazının sonunda sorulabilecek bir soruyu baştan aklımızda tutarak cevap arayalım: Arabesk rap öldü mü?

 Dik saçlar, genellikle çakma ve renkli kıyafetler 

2000’lerle beraber teknolojik gelişmelerin hız kazanması arabesk rap’in ortaya çıkmasında etkili oldu. Evde bilgisayarı, ses kartı ve mikrofonu olan herkesin yapabileceği bir müzik olması bu müziğin yayılmasında önemli bir nokta. Asi StayLa, iSyanQaR26, ArSız Bela ve daha birçok genç video çekip ya da şarkı kaydedip Youtube’a yükleyebiliyordu. O dönem dijital müzik platformlarının bu kadar yoğun kullanılmadığını düşünürsek arabesk rap’in çektiği dikkat kayda değer. Yıllar önce arabesk ile kentteki sıkışmışlığını dile getiren neslin mirasçısı olarak bu gençler çok daha yüksek sesle isyanını dile getirdi. Özellikle alt sınıf gençlerinin kendilerini ifade edebilmek için bir araç olarak kullandığı arabesk rap, kıyafetten saç tarzına, kullanılan dilden müziğe gençlerin hayatına sirayet etti. Dik saçlar, genellikle çakma ve renkli kıyafetler, harflerin bozularak kullanılması ve kulaklarda kalan ağır arabesk müzikli rap…Tüm bunlar aslında basit bir “saçmalık”tan ibaret değildi ya da bir diğer tabirle “apaçi iğrençliği” (Bu kısım size “arabesk yavşaklığı” meselesini hatırlatmış olabilir.)

 Biz de varız 

1970’li yıllarda yaşanan köyden kente göç dalgasında gecekondularda beliren dayanışma ağı arabesk rap ile dijitale kaydı. Orta-üst sınıf tarafından işe yaramaz ve tehlikeli olarak görülen bu gençler, yalnız olmadıklarını şarkılarına gelen tepkilerle anladı. Bir çeşit kolektiflik hem mahallede hem dijitalde kurulmuş oldu. Bu tepkilerin içinde tabi ki aşağılayıcı bir tutum takınan da vardı ama bir şarkı başka bir gencin cesaretlenip evinde kayıt almasını tetikledi ve bu bir domino taşı gibi ilerledi. Dijitalleşme, karşılaşılmak istenilmeyen ve karşılaşıldığında da görmezden gelinen gençlerin “görünür” olmasını sağladı. Yoksul mahallelerden gelen gençlerin “biz de varız” deme şekli olan arabesk rap, alt sınıf gençliğinin ekonomik ve sosyal sorunlarını arabeskin kaderciliğiyle rap müziğin kızgınlığının birleşimi. Bu yüzden, arabesk rap içinde aşk odaklı şarkılar barındırsa da dışlanılmayı ve ötekileştirilmeyi içerir. Arabeskten daha öfkeli ve yüksek sesli olsa da arabesk rap’in sistem eleştirisi yaptığını söylemek güç. Yine de ele aldığı sorunlar bağlamında düşünüldüğünde bu problemlerin görünürlüğünde arabesk rap’in etkisi olduğunu da unutmamak gerekiyor.

 Arabesk Rap Gerçekten Öldü mü? 

Yukarıda belirttiğim gibi genellikle ezik, iğrenç, leş ve daha ağır sıfatlarla nitelenen bu alt kültüre bağlı benzer örnekleri günümüzde müzik piyasasında duymak mümkün. İlk yayıldığı dönemde arabesk rap şarkıları çok kötü ses ve video kalitesine sahipti. Şu an aşağı yukarı aynı tarzdaki şarkıları daha kaliteli bir stüdyo ve prodüksiyon sürecinden geçirdiğinizde muhtemelen milyon dinlenme ve tıklanma alacaktır. Hatta dizilerde bile çok rahat kullanılabilir. Peki ne oldu da bundan yaklaşık 10 yıl önce çoğunlukla tu kaka olan arabesk rap bugün farklı şekillerde karşımıza çıkıyor ve büyük bir beğeni topluyor. Ülkede artan rap ve arabesk ilgisini anlamak için galiba son 10 yılda yaşadıklarımıza bir dönüp bakmamız gerekiyor. Şimdi yazının başında not ettiğim soruyu MERO’nun Olabilir videosunun Youtube’da 119 milyon tıklanmaya ulaştığını belirterek düşünmenizi istiyorum, arabesk rap öldü mü?

Read article

Arabesk ve Türkiye’deki ‘Acı’ Dolu Hikâyesi- III

Comments (0) #Arabesk, Genel

Bugünden 2000’lere baktığımızda, akla gelen birçok nostaljik unsur yer alsa da, kuşku yok ki, 2000’ler yıllar boyunca sürece AKP iktidarının başladığı yıllardır. Çevre ve merkez kültür ayrımlarında, 1950 yıllardan sonra taşranın yeniden merkezileşmeye başladığı bu yıllar, ülkenin politikalarını neoliberalizmden otoriter neoliberalizme de çevirdiği dönem olarak değerlendirilebilir. Bu politik dönüşüm içerisinde, elbette arabeskin de yolculuğu değişecekti. Zaten arabesk neoliberal politikalarla merkez kültüre bir yolculuk halindeydi, ancak müzik değiştiğinde dans da değişecekti. Politika değiştiğinde, arabesk de değişti.

 Ahh o Kompozisyonlar 

Arabesk 2000’lerde artık ne yoz, ne de yok sayılan bir müzik türüydü. Aksine kentliler tarafından keşfedilen bir müzik türüydü. Kentli elitler 2000’lerde arabeski keşfetmiş, üzerine övgüler yağdırmaya başlamıştı. O dönemki söylemleri birçoğumuz hatırlarız. “Abi arabeskin kompozisyonları çok iyi”, “Abi klasik müzik göndermeleri var” ve dahası… 2000’lerde arabeskin keşfedilmesi, kentlilerin arabeske gönüllü olarak yöneldiği bir dönem olarak düşünülebilir.

  Nereden Nereye 

2000’lerde Müslüm Gürses ile başladı bu furya. Müslüm Gürses; bu dönemde arabesk dışında farklı popüler müzik türlerinin parçalarını seslendirmeye başladı. Teoman, Kenan Doğulu ya da Bülent Ortaçgil gibi farklı müzisyenlerin eserlerini, arabeskin geleneksel formunun oldukça dışında yorumlayan Gürses, bu dönemle birlikte merkezi kültürün bir parçası haline geldi. Ancak bu dönemin kuşku yok ki, en önemli işlerinden biri, Müslüm Gürses’in Murathan Mungan prodüktörlüğünde çıkarılan “Aşk Tesadüfleri Sever” adlı albümü ile geldi. Geleneksel arabesk formülasyonunun uzağında, alt yapıların rock ve caz formundan ilham aldığı, Gürses’in Türkçe sözlerle Leonard Cohen, David Bowie ya da Björk gibi müzisyenlerin bestelerini seslendirdiği bu albüm, arabeskin merkezde tutunma çabalarının bir örneği haline gelmiştir adeta. Arabeskçiler 90’larda Gülhane’de alt sınıfın mensuplarına konserler verirken, 2000’lere gelindiğinde ise Harbiye konserlerinde orta ve üst sınıfa performans sergiliyordu. Bu dönemle birlikte popçular da arabesk söylemeye başlamıştır. Göksel, Şevval Sam ya da Işın Karaca gibi müzisyenler bu dönemde albümlerinde eski arabesk şarkılara yer vererek, kendi müzikal perspektifleri içerisinde arabeski yeniden yorumlamıştır. Başka bir deyişle, arabesk artık kırsalın kültüründen uzaklaşmaya başlıyor ve kabuk değiştiriyordu.

 Şimdi Reklamlar 

Arabesk kabuk değiştiriyordu ancak bu sadece müzikal çalışmalarla olmadı. Birçok arabeskçi bu dönemde reklam kampanyalarında oynadı. Yani merkezdeki yeni hal ve imajlarından memnundu. Müslüm Gürses Coca Cola’nın “Brrr” adlı reklam kampanyasının ve Çaykur’un reklamlarının “aranan” yüzü oldu. Arabesk müziğin bir diğer kült ismi Orhan Gencebay ise geçtiğimiz yıllardan bu yana Rexona adlı deodorant markasının aktif reklam yüzü. Orhan Gencebay aynı zamanda 2018’den bu yana Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanlığını üstleniyor. Arabesk merkeze geldi, ve merkezde olmaktan da hayli mutlu. Ancak arabeskin merkezileşmesi, onu isyankar ve geleneksel tavırlarından uzaklaşmasına neden oldu. Şu an arabesk daha homojen bir kitleye hitap ediyor. Ancak arabesk merkeze gelirken, merkezin unsurlarıyla daha sakin bir forma büründü. İsyandan uzaklaştı, kendini ise bir meta haline getirdi.

Read article

Arabesk ve Türkiye’deki ‘Acı’ Dolu Hikâyesi- II

Comments (0) #Arabesk, Genel

 Neoliberal politikalar, Askeri Darbe ve Ötesi 

Nerede kalmıştık? 1980’li yıllar çok enteresan zamanlar olarak tarihe geçti. Askeri darbe oldu, 24 Ocak kararlarıyla ülke neoliberal polikalara kendini adadı. Türkiye küresel ekonomiye geçti, medya kanalları liberalleşti, radyo ve televizyonun gündelik hayat içerisindeki etkisi ise beklenmeyen seviyelere çıkıyordu. Bu sosyal çepher içerisinde, birçok sosyal pratik dönüşüme uğradığı gibi müzik de dönüşünme uğradı. Örneğin, Türk pop müziği tam da bu dönemde ortaya çıktı. Rock, metal ya da punk gibi küresel müzik türleri sosyal alanlarda daha çok yankılanmaya başladı. Telif gibi daha önce hiç konuşulmayan konular, müziğin içerisinde yer almaya başladı. Müzik piyasası oluştu, yani müzik metalaşmaya başladı.

 Acı Dolu İsyandan Devlet Eliyle Yeni Arabeske 

Bu dönüşümden arabesk de nasibini almıştı kuşkusuz. 12 Eylül öncesi bir parazit gibi değerlendirilen ve merkezi kültürün genellikle yok ya da yoz saydığı arabesk, yine devlet eliyle bu dönemde bu sıfat ve tanımlamalardan kurtulmaya başladı. Uğur Küçükkaplan bunu devlet ve arabesk arasındaki mesafenin kusualması olarak değerlendiriyor. Neler olmadı ki bu dönemde? Turgut Özal seçim kampanyasında arabesk bir şarkıyı kullanmış, TRT’de yıllarca yasaklanan arabesk müzisyenler birbiri ardına TRT’de görünmeye başlamıştır. 1989 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından organize edilen I. Müzik Kongresi’nde ortak karar olarak acısız, kedersiz arabesk formülü ortaya çıkarılmıştır. Hatta ilk beste ise Hakkı Bulut’tan “Seven Kıskanır” eseri ile geldi. Arabesk merkezi bir kültürün parçası haline gelirken, kendi kültürel kimliğinden uzaklaşırken buldu kendini. Oysa daha 10 yıl öncesinde arabesk ucubenin ta kendisiydi.

 Gerilim Azalırken 

Özel kanalların birbiri ardına açılmasıyla, arabeskin görünürlüğü de toplumsal alanda artmaya başlamıştı. Bu yıllarda arabeskçilerin klipleri özel kanallarda yayınlanmaya başlarken, arabesk artık giremediği deliklere döneminin ‘yeni’ medya mecralarıyla girmeye başladı. İbrahim Tatlıses’in yıllar boyunca süren İbo Show’u toplumun farklı kesimlerinin ilgisini çeken bir TV programı haline gelmişti. Bu süreçle, popüler ve arabesk müzik arasındaki gerilim de azalacaktı. Orhan Tekelioğlu’na göre, 90’larda ortaya çıkan Türk Pop Müziğin’de arabesk formülasyonları bulunmamasına rağmen, şarkılar arabesk tınılardan fazlasıyla etkilenmekteydi. Örneğin, 90’lı yıllarda Garo Mafyan’ın ya da Onno Tunç gibi isimlerin aranjmanları Türk müziğinin, arabesk tınıların ve Batı müziğinin polifonik olarak kesiştiği birer alandı. O dönemki Türk pop müziği genellikle bir sentez olarak değerlendirilse de, aslında Türk Pop müziği majör olarak arabeskten etkilenerek hayat bulmuştur.

 Jiletler ve Ayinler 

Arabeskçilerin konserleri, kendilerini jiletleyen gençlere sahne olmaya başlamıştı. Arabeskin aktörleri alt sınıf gençliğinin adeta idolü haline gelmişti. Anadoludan göçen ailelerin 2. jenerasyonu olarak düşünülen bu gençler, kentlilik ve taşralılık arasında sıkışmışlığı yaşayan kitlelerdi. Sokakta modern olmaya çalışıyorlardı, ancak evde kökenlerinden kurtulamıyorlardı. Bunun yanı sıra, dönem içerisindeki stabiliteden yoksun siyasal gündem, ekonomik krizler içerisindeki bu ülkenin alt sınıf gençliğini derinden etkiliyordu. Dolayısıyla arabeskçilerin konserlerinde bu gençler için birer ayine dönüyordu. Örneğin, Ferdi Tayfur’un 1993 yılındaki Gülhane konseri halen Türkiye’de gerçekleştirilmiş en kalabalık performanstır. O gün konsere tam olarak 200.000 kişi katılmıştı. Arabesk yine alt sınıf gençliğinin acı dolu sesi haline geliyordu. Müslüm Gürses konserlerinde kendini jiletleyen gençler hakkında görüşlerini şu şekilde dile getirmişti;

“Benim dinleyicilerim müziği seven, bilen, tanıyan insanlardır ama böyle fanatik olanlar da var. Ben doğru bulmuyorum ama ne yapsın yani, yapmayın diyorum olmuyor, dinlemiyorlar.”

 

Bir sonraki bölümde arabeskin kentli elitler tarafından 2000’li yıllarda keşfedilişi ve arabeskin poplaşması değerlendirilecektir.

Read article