“Hayat mı Kayra mı?”

Comments (0) #Rap, Genel, Röportajlar

“Hayat mı Kayra mı?”

Bir eğitimci, bir hikayeci, bir Karabüksporlu ve bir rapçi. Gına’dan, 90BPM’den ve Farazi v Kayra’dan bildiğimiz/dinlediğimiz/sevdiğimiz Kayra; Rap başlıklı 5. sayımızın son konuğu oldu. Biz de sağlı sollu sorduk. Hayat mı Kayra mı?

 

Farazi v Kayra – Nayah. Fotoğraf Naci Mert tarafından çekilmiştir.

 

Müzisyen kimliğinin dışında Onur İnal kimdir?

 9 Ağustos 1985 Karabük doğumluyum. Üniversiteye gidene kadar hep Karabük’te yaşadım. 2003 senesinde Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanıp Ankara’ya gittim. 2009’dan beri İstanbul’da yaşıyorum. 11 senedir öğretmenlik yapıyorum. Evliyim. Kendi yağımızda kavrulup gidiyoruz.

Şarkılarında ve günlük hayatında sıkça kullandığın, bir çırpıda aklına gelen kelimeler nelerdir?

Şarkıları tam hatırlayamıyorum şu an ama yegane diyorum ben sanırım sık sık. Tantana diyorum.

Mabet diyorsun.

Mabet diyorum aynen, bir ton diyorum. Bunlar aklıma gelenler. Günlük hayatta da galiba, belki, bilmiyorum, sen nasıl dersen, ben karışmam, bakarız… Kuvvetle muhtemel diyorum.

Aslında şarkıların hepsini bir kelime bulutu programına koyup, sık kullandığın kelimeleri daha büyük görebiliriz sanırım.

Anadolu Üniversitesi’nde Hasan Ali Toptaş’ın kullandığı kelimeler üzerine sanırım yapıldı böyle bir program. Tam ayrıntılarını hatırlamıyorum.

Hayalet Islığı albümünde Kayra’nın söylemiş olduğu 2295 kelimeden nakaratlar ve bağlaçlar çıkarılarak oluşturulan bir kelime bulutudur.

İngilizce öğretmenisin, hiç o dilde bir şeyler yaptığın ya da yapayım dediğin oldu mu?

Yo, hiç düşünmedim. Bu zamana kadar hiç aklıma gelmedi. Bir kere öylesine bir sırf duymak maksadıyla nasıl olur acaba diye bir nakarat yapmıştım ama onun dışında hiç denemedim, aklıma da gelmedi. Ciddi bir şekilde denemedim yani. Öyle makarasına nasıl tınlıyor diye bir kendimi kaydetmiştim o kadar.

Gelecek için böyle bir plan var mı?

Yok, hiç, asla, hayır.

Onur Doğan imzalı C.O.D. isimli bir kısa filmde oynadın. Oyunculuk deneyimi nasıldı?

Onur Doğan daha önceden bizim “Cumartesi” klibini çekmişti. İşine gayet sahip çıkan, ciddiyetle çalışan, disiplinli bir yönetmen. Cumartesi klibinde ben de evde oturan bir adamı canlandırıyordum. Çok ifadesi, vurgusu olmayan. Herhangi bir canlılığı olmayan, oldukça kendi halinde, robota inceden dönüşmüş birini ifade ediyordu orada. Bu filmde de öyle bir karakter varmış. İlk başta başka biriyle görüşmüş, normalde gerçekten profesyonel olarak oyuncu olan biriyle ama onun sakalla alakalı bir problemi varmış devam ettiği diziden dolayı sakallarını kesemiyormuş. Onun da tam tersine; sakalsız, masa başı çalışan beyaz yaka görünümlü birine ihtiyacı var, o yüzden aklına gelmiş. Biz zaten bu adamla buna benzer bir şey yaptık, yeni bir şey de yapabiliriz. Zaten öyle çok aman aman oyunculuk gerektiren de bir şey değildi.

Ben bulamadım, izleyemedim bu arada…

Her yerde yok. Festivallere gittiği için internette yok bildiğim kadarıyla. Kısaydı ama uzun sürdü. Çok ince eleyip sık dokudular, epey bir uğraştılar görüntülere ayrı ayrı. Beklemesi etmesi epey bir zordu. Oyunculuğun o kısmının zorluğunu gördüm ben yani. Ama onun dışında ekstra ben bu zamana kadar yaptığımın dışında bir şey de yapmadım. Kliplerde falan ne yapıyorsam onu yaptım.

Neyi beklemesi zordu?

Bazı sahneleri. Yani çok basit, yatağın üstünde durup beklediğim sahnenin çekimi epey uzun sürdü mesela. Epey uzun sürdü. Hele bir tane sahne vardı, fotokopi makinesini kaldırıp kafamı koyuyorum, orası da epey sürdü. Küçük sahneler çok uzun sürdü, görüntüye çok ayrı kastılar. Benim için onun dışında çok ekstra bir deneyim olmadı. Zaten hali hazırda bu zamana kadar yaptığım şeylerdi. Yönetmenin istediği olsun, her şey onun içine sinsin yeter diye düşündüm tüm çekimler boyu. Sanırım onun istediği gibi de oldu. Onur Doğan filmine sahip çıktı .Bir sürü festivalde gösterime girdi film. Birçok da  ödül aldı. Hala daha çeşitli festivallerde gösterime giriyor ve ödüller almaya devam ediyor.

 

 

Walter Benjamin, “Hikaye anlatıcısı, her durumda okuruna akıl verebilecek kişidir.” der. Türkçe rap’te hikaye anlatıcısı dendiğinde akla gelen ilk isimlerden biri olarak şarkılarında öğüt veren bir tarafın olduğunu düşünüyor musun?

 Valla benim öyle öğüt vermek gibi bir niyetim hiçbir şekilde yok. Ben o şarkıya başlarken asla öyle bir şey düşünmüyorum. Aklımdaki en son şeylerden biri hatta aklımda hiç olmayan bir şey. Ama o şarkı olup bittikten sonra birisi ondan öyle bir şey çıkartıyorsa o da benlik bir kısım olmamış oluyor otomatikman. Şarkı bittiğinde, dinleyici ondan bir öğüt ya da tavsiye ya da herhangi bir nasihat çıkarmışsa, bu durum onu dinleyen kişiyle alakalı olmuş oluyor. Ben hiçbir şekilde öyle bir yaklaşımla oturmuyorum şarkı yazma işinin başına.

Senin bu dediğin Roland Barthes’ın bahsettiği Yazarın Ölümü’ne epey yakın bir düşünce.

Ben zaten ona inanıyorum. Üniversite 4. sınıfta bize okutulan adamlardan biriydi, çok da aklıma yatmıştı. Hissettiğim bir şeydi, onu öyle teori olarak da görmüş oldum o zaman. “Aa” dedim, “bu, buymuş demek ki!”, ben ona katılıyorum. Bir şey, biri yazıp ettikten sonra onun kontrolünden on bin kilometre ötede, farklı, bambaşka bir yere gider. Hanya dersin Konya olur, Konya dersin Hanya olur. Hiç bilinmez o iş. O yüzden sen şarkıyı yazdıktan sonra gittiği yerin seninle hiçbir alakası bence yok yani.

Bob Dylan, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında bir ozanlık tartışması yapıldı. Müzisyenin ozan olabileceğini düşünüyor musun? Sen kendini ozan olarak tanımlar mısın? Böyle tanımladığın kişiler var mı?

Kimi müzisyen ozan olabilir, evet. Öyle bir hüviyeti olabilir. Misyonu belki olmaz, ben böyle yapacağım, böyle olacağım demiyor olabilir ama ona öyle bir şey atfedilebilir, dinleyenler öyle bir şeyi ona yükleyebilir. Ben kendimi asla öyle görmüyorum. Benim orayla hiçbir alakam yok. Böyle birini ben söyleyebilirim: Kesmeşeker’den Cenk Taner‘i söyleyebilirim. Benim gözümde mesela o hatta kayabilecek bir müzisyen.

 

Enteresan bir konser hatıran var mı?

Spesifik bir olay demeyeyim ama “Hayalet Islığı” çıktığı zaman, Peyote‘de bir konser olmuştu, o konser çok güzel bir konserdi, çok hoşuma gitmişti benim. Çünkü biz o zamana kadar İstanbul’da sadece bizim adımızın yazdığı hiçbir konsere çıkmamıştık. Bizim İstanbul’da kendi çapımızda ilk büyük konserimizdi diyebilirim. Ben o kadar kalabalık olacağını, bizi senelerdir birilerinin beklediğini pek düşünmüyordum yani, çünkü uzun süredir de bir şey yayınlamamıştık ama o gün çok güzeldi. Gerçekten senelerdir bizim bir şeyler yapmamızı bekleyen insanların olduğunu ya da internette bir şeyler yazan insanların laf olsun torba dolsun diye yazmadıklarını gördüm ben o gün. O güzel bir iletişimdi, hiç beklemiyordum öyle bir kalabalığı, konser de çok güzel geçti. Beylik laf gibi gelirdi bana hep birilerinin röportajlarda “Seyircinin çok güzel bir enerjisi vardı, o enerji bizi etkiledi.” aa evet, öyle bir şeyin olmuş olduğuna da tanık oldum. Gerçekten çok güzeldi, çok rahattım, çok gerilebileceğim bir günde çok rahattım böyle. Hissettim çünkü. Sen sahnede istiyorsan her şarkıyı yanlış oku, kötü oku, yarısına gelmeden okuyama şarkıyı, bir yerden sonra free style falan, o gün kimsenin hiçbir şey umrunda olmayacaktı. O gün senin orada sahnede olman, onların orada olması… Senelerdir beklenen bir şey havası vardı, güzel bir aurası vardı o günün, iyi sinerjisi oldu. Sağ olsunlar.

90BPM kalabalık bir oluşum keza “Kötülük Bizim İşimiz” de epey feat barındıran, çok sesli, kalabalık bir albüm. Neler söylersin bu ekip deneyimin hakkında? Senin için bir zorluğu oldu mu bu durumun?

Ben hep tek başıma yazan biriydim, oturup şarkıları kendi başıma yazıyordum. Bir evin, bir odanın içerisinde, çok kendi halimde yazıyordum, çok öyle yazmaya alışmıştım. Hayalet Islığı’nda çok uzun süre yazmıştım, bundan da sıkılmıştım artık. “Mesela Yani” öyle bir şarkıydı. Islığı Beklerken‘i yazmıştım en son. Albüm bitti, üzerinden 6-7 ay geçti, ee albüm çıkacak, dedim öncesinde bir şey daha yapabiliriz, aklıma da böyle bir fikir geldi. O ara öyle bir beat vardı mesela, oturdum onu yazdım, sonra fark ettim ömrümün sonuna kadar ben bunu yazabilirim. Bitmek tükenmek bilmeyen bir hat var çünkü. Yeter artık dedim, hat değişsin diye “Mesela Yani” yi yazmıştım. Stüdyo da açıldıktan sonra benim artık böyle birazcık daha yani hiç yazmadığım, hiç denemediğim işleri denersem ne olabilir‘i bir görmek istediğim bir durum oluştu. 90BPM de onun için çok müsaitti. Hem toplu halde, kendi evinin dışında bir yerde, stüdyo ortamında yazmak nasıl oluyor, bir başka birileriyle paslaşarak, fikirler alarak, ne geliştirebilir bende, neye döndürebilir yazdığımı, çizdiğimi. Bunları görmeme vesile olması açısından iyi bir tecrübeydi. Bir süre sonra sonra nereden baksan iki sene civarı sadece 16 bar üzerinden yazmaya alıştım. Bu biraz benim kendimi tam istediğim şekilde ifade edebilme imkanımı baltaladı ama sonradan o olumsuz gibi gözüken durumun da faydası oldu. Konser tecrübesi kazanma açısından da 90BPM iyi oldu, çünkü çok fazla yere gittik geldik. Eskiden çok daha fazla heyecanlı, panik çıktığım konserlere artık daha sakin daha ayakları yere basar vaziyette çıkabiliyorum.

Başlangıçta değil de süreçten sonra fark etmişsin gibi durumu.

Tabii onun zaten öyle olacağı aşikardı.

Bu insanlar arkadaşındı zaten, öyle olmasa girişmezdin muhtemelen bu işe.

Tabii, zaten böyle toplu işler benim hayatta çok yapabileceğim işler değil. Ben o ara birazcık daha işin eğlence kısmındaydım açıkçası kendi hayatım itibariyle. Cumartesi günleri de çalışıyordum ben o zamanlar 6-7’ye kadar. Stüdyo, işten çıktığımda temelde kafamı dağıtacağım bir yerdi benim. Çok şımarıyordum stüdyoya gidince. Salıyordum kendimi. Açıkçası şarkılar çok çok da önemsediğim şeyler değildi benim o ara. Bugün önemsediğim kadar önemsediğim şeyler değildi o ara olanlar. Heves ettiğim, aslında çok daha önceden yaşamış olmam gereken ama hep kendimi uzak tuttuğum kayıt süreçleri, stüdyo havası, bir anda şarkı yazmaya başlama, birinin free style yaparken falan söylediği bir lafı alıp komple bir şarkı haline getirmek gibi mevzuları yaşıyor olmaya odaklandım hep. Bunların keyfini yaşadım. Hiçbir zaman unutmayacağım ,yeri her zaman ayrı olacak çok güzel zamanlardı. O zamanlar olmasaydı bende bir şeyler bu konular itibariyle hep eksik kalırdı.

90BPM: Savai, Farazi, Da Poet, Kayra, Sorgu

 

 

90BPM’in her ay yeni bir şarkı yayınladığı “Ayda Bir” serisi neden devam etmedi?

Ayda Bir bitti çünkü herkesin o ara zaten kendi işleri vardı, benim mesela o ara “Mucizeye Bir Hafta” çıktı. bir sürü başka iş de çıkıyordu, Ayda Bir’in bir ehemmiyeti kalmamıştı. Her ayda bir şarkı yapmak da bir yere kadar yapılabilirdi. Bir de suratını da eskitiyor, sesini de eskitiyor, şarkıyı çok kolay yapılabilir bir şey haline de getirmeye başlıyor, bunlar benim görüşlerim bu arada. O zaman konuştuğumuz böyle bir şey yoktu ama o zaman artık Ayda Bir’i yaptık, yaptık, yaptık herkesin ayrı ayrı işleri de oluyordu, Ayda Bir kapsamında olmayan şarkılar falan da çıkıyordu o ara o yüzden Ayda Bir’e çok gerek kalmamaya başladı.

Türkiye’de rap başlangıcı itibariyle ithal bir tür. Sence 25-30 yıllık bu süreçte biz; biçimsel ve içeriksel manada yerli unsurlar olarak neler ekledik Türkçe Sözlü Rap Müziğine? 

 İlk eklenen şey direkt buraların soundları oldu.Yüzyıllardır buralarda olan sesler bambaşka şekillerde girdi devreye. Bu toprakların ya da gurbetin dertleri, sorunları, halledemedikleri girdi işin içine. Kendi ifade biçimlerimiz, anlatım yöntemlerimiz oluştu. Oluşmaya da devam ediyor, rap kurcalandıkça güzelleşiyor bir yerde. Bizim memleketin hali hazırda her anlamda çok çeşitlilik içeren bir yer olması burada yapılan rap’in vaziyetini de ister istemez etkiliyor.

Türkçe Rap tarihini anlatan “Mertel Kasetçilik” adlı bir şarkın var. Mertel Kasetçilik nasıl tepkiler aldı? Şarkının içeriğinde bahsettiğin kişilerden de geri dönüş oldu mu?

Valla Mertel Kasetçilik çok güzeldi, hakikatten… Çıktıktan sonrası falan epey güzeldi, hiç o kadar bir tepki olacağını beklemiyordum. Mertel Kasetçilik’te bahsettiğimiz kişilerin çoğu o zaman itibariyle neredeyse ya işi bırakmıştı ya bırakma noktasındaydı ya uzun süredir istediği gibi yürütemiyordu işlerini. Hakan MC‘den falan bahsediyoruz, Hakan MC’yi çok az kişi bilir. Kara Öfke‘den bahsediyoruz falan, o kadar yani artık hepten unutulmuş isimlerdi ki çok fazla geri dönüş olabileceğini düşünmüyordum. İnsanlar orada isimlerden ziyade hissiyata odaklandılar, ben onu sevdim. Onun bir isme vurgu şarkısından ziyade o hislere vurgu, hakikatten bu işler ilk başladığı zamanlardaki o içinde kaynayan duyguyu ortaya koymasının anlaşıldığını fark ettim, o güzeldi. O zamanlar çok güzeldi şimdi çok kötü falan da demedim o şarkıda asla. O ilk karşılaşmanın ve peşinden gelen günlerin büyüsünden bahsettim ve bunun gayet anlaşıldığını gördüm. Sağ olsun insanlar o şarkıda temel olarak ne demek istediğimi anladılar. Geri dönüş oldu, hala daha konserlere gittiğimizde de böyle. Şarkıda adı geçen geçmeyen ama o dönemleri bir şekilde yaşamış, o dönemlerin içinde bulunmuş birçok kişiden çok güzel sözler duyduk.

 Nas’ın böyle bir işi var, bir etkilenme söz konusu mu?

Evet, oradan doğru çıktı.

 Rap, müzikal veya lirikal olarak bir iddia taşımalı mı?

Gerçekten bilmiyorum. Yani iddiadan kastettiğimiz ne olduğunu tam anlayamadım. Rap sözleri yazan kişi okkalı sözler yazmalıdır diyorsa… Çok rap şarkısı var, yerli-yabancı. Her şey söylenmiş gibi geliyor bazen, hiç yeni bir şey söyleyemeyecek gibi hissedebiliyor insan. Ama rap’in büyüsü de orada, öyle bir hat buluyorsun ki bazen seni bambaşka bir yere götürüyor. İddia taşımalı mıdır bilmiyorum ama bence özgünlük taşımalıdır. Bir kişi eline kağıdı kalemi aldığında kendine has bir şeyleri olmalıdır, onu ayrıksı kılacak bir şeyleri olmalıdır. Gittiği ayrı bir hat olmalıdır. Herkes aynı yere hurra diye gitmemeli bence. Asla bu böyle olmamalı diye kanun hükmünde konuşmuyorum ama bana göre bir kişinin kendine dair bir hattı olmalı. Bir lafı duyduğumuzda bu onun lafı diyebileceğimiz bir durumu olabilmeli yani. Bunu iddiadan sayarsak evet iddialı olmalı diyebiliriz.

Mainstream hip hop ile ne kadar alakadarsın, dinliyor musun, beğeniyor musun?

Bugün itibariyle mainstream hip hop diye her neyi adlandırıyorsak ya da tanımlıyorsak bundan önceki- mesela 2000’lerin başı – zamanlardaki tanımlandırmalarımızla çok da aynı kefeye koyamayız bence. Artık bu kavramlar eski geçerliliklerini sürdüremiyor. Yerel piyasadan bahsetmiyorum bu arada genel olarak konuşuyorum. Bana göre artık ana akım sahnede çok daha fazla nitelikli iş var. Çünkü yeni yayın kanalları, yeni jenerasyon, yeni pazarlama stratejileri  gibi etmenlerin de devreye girmesiyle ana akım eskisi kadar kontrol edilebilir ya da sadece sektörün dev isimlerinin kurgusuyla oluşan bir sahne olmaktan çıktı. Mainstream hip hop bana göre bugün çok daha alengirli, çok daha başına buyruk, daha kestirilemez, daha fırfırlı.

Mainstream hip hop lirikal ve endüstriyel garabet mi? 90’ların veya 2000’lerin başlarındaki hip hop’a kıyasla politik ve sosyal misyon olarak, liriklerden, temalardan anladığımız kadarıyla bir gerileme olduğunu söyleyebilir miyiz?

Az önceki soruda aslında buna da ufaktan cevap vermiş gibi oldum aslında. Bugünün mainstream hip hop sahnesi sürekli kendi söylemini, kendi ifade biçimini geliştirebilir durumda. Her jenerasyon kendi yıldızlarını üretir. Bugün olan da bu biraz. Nasıl ki eskiden mainstream hip hop sahnesinde olan her işi aynı kefede değerlendiremiyorsak bugün de değerlendiremeyiz. Hele bugün hiç değerlendiremeyiz.

Yerli piyasa da bu aralar hareketli. Türkçe rap müziğin şimdisi hakkında ne dersin? Geleceğine dair öngörülerin nelerdir?

Senelerdir herkes uğraşıyor. Beş kuruş kazanamadan günler, yıllar geçti. Belki eskiden çok daha iyi olan işler hiç para etmeden kapattılar kendilerini. Kimse onlardan hiçbir şey kazanamadı ama tabii onlar bir şey inşa etti, üstüne üstüne üstüne koydu, şimdi de gerçekten profesyonel yaklaşan herkesin karşılığını maddi olarak alabileceği bir süreç başladı. İşlere herkes daha profesyonel yaklaşıyor. Eskisi gibi çocukça yaklaşmıyor ya da bunun bir iş olduğunun çoğu kişi şu an itibariyle farkında. Şu ara dinleyiciler de türsel ayrımların farkında varır, herkesi aynı potada sırf rap etiketiyle değerlendirmez de herkesi kulvarına göre değerlendirebilir, öyle bir süreç başlar diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Büyük bir çoğunluk kendine has bir şey inşa etmenin çok da peşine düşmedi. Tabii ki de illa var kendine has bir şeyler yapan ama şu an duyduğumuz soundlar, vokaller, sözler hep aynı hattın etrafında dönen şeyler. Bu da tabii ki dinleyiciyi otomatikman türsel bir ayrımın farkına varma durumundan uzaklaştırdı. Dinleyicinin bunların farkına varmasını sağlar diye düşünüyordum bu değişen soundlar. Şu an itibariyle pek o taraftan bakılmıyor gibi. Çok kuvvetli öngörülerim yok. Çok ekstra saçmalıklar yaşanmazsa her geçen gün eskiye nazaran daha çok dinlenir. Sadece tektipleşme vaziyeti, hemen bir kısır döngünün içine bu denli hızla girilebilmesi biraz düşündürüyor.

Daha evvelki sorularımızdan birine verdiğin özgünlük ile alakalı cevabın geliyor akla yine

Şu an neye döndü iş biliyor musun birazcık; çok fazla tütüncü görüyoruz, Adıyaman tütüncüsü, işte ne bileyim tütün, tobacco shop vs. bir şey satılıyor, aa burada para var hacı, kapat şu dükkanı gel tütüncü açalım.Esnaflığa döndü iş birazcık. Bu tutuyor bunu yapalım, şu tutuyor şunu yapalım. Yıllar önce de yaşandı bu tip şeyler. Herkes bir dönem ne anlattığını bilmeden çok fazla ağıt yaktı çünkü çok seviliyordu o dönem üzüntülü şeylerden bahseden şarkılar. Sonra herkes aşırı sert, öfkeli, asla sabrı olmayan ve herkesi mahvedebilecek çok güçlü kişilere döndü. Soundlar da bu bağlamda bin bir şekle girdi. Bu mevzu trap, mumble rap mevzusu falan değil artık. Burada yapılan rap hangi rüzgar kuvvetli eserse o yöne gidiyor. Her şey herkes için satılabilir kıvama geldi. Yarın bir gün de üç beş sene önce ‘’Eskidi ya artık o işler.’’ denilen her şey bir anda yeniden yapılmaya başlanabilir. Bu sefer de  ‘’İşte boombap döndü!’’ naraları atılmaya başlanır. Rüzgar da kuvvetli eserse bakmışsın herkes yeniden golden age hip hop diye dolanmaya başlar. Bir şarkının iyiliği kötülüğü onun türü üzerinden konuşulmamalı. Gerçekten özgünlüğü yakalamış müzisyenler hangi dönemde olurlarsa olsunlar zaten bu ve bunun gibi bütün muhabbetlerin her zaman dışında olurlar. Herkesin gidebileceği bir hat vardır. Herkes kendi yeniliğine odaklanmalı bence. Furyaların peşinden koşmak ya da sadece geleneklere ve onun değerlerine yaslanarak hareket etmek benim tercih ettiğim bir şey değil.

Yakında solo albümün çıkıyor. Bu albüm hakkında bize neler söyleyebilirsin henüz çıkmadan?

Bu albüm nereden başladı, nasıl başladı, neye evrildi, benim kafamda neydi en son neye döndü falan onları anlatabilirim. 2015’in sonlarına doğru başladım bu albüme. 2015’in sonlarına doğru başladım çünkü stüdyo hala devam ediyordu, 90BPM albümü bitmişti. Hali hazırda madem kayıt yapabileceğim bir stüdyo var. Epeydir böyle kendi başıma 2 verse 3 verse çıkarmış bir vaziyetim yoktu. Şöyle oturayım en baştan yeniden kendimi bir hatırlayayım, kendimi kendime tam manasıyla bir hatırlatayım gibi düşünerek kendi halimde ilk başta 10 tane birbirinden bağımsız şarkıdan oluşan, sadece bir yeri anlatan bir albüm yapmak gibi bir düşüncem vardı. Her albümde olduğu gibi tabii bunda da başladığınla, albümün kaydığı yön aynı olmadı. Sonradan albümdeki şarkılardan biri bana bambaşka bir kapı açtı, albümün son şarkısı oldu şu an itibariyle o. Orada bambaşka bir hat buldum ben. Dedim ki bir dakika 10 tane birbirinden ayrı şarkı fikri kenarda dursun, onu her zaman yapabilirim, ben yine bir konsept albüm yapayım. Çünkü orada çok güzel bir hat buldum, onu keşfettim, hissettim yani. Oradan bir sürü şey çıkabileceğini keşfettim. Bir tane ana karakterimiz var albümde. İşleri tamamen sarpa sarmış bir karakter. İşlerinin tam anlamıyla nasıl sarpa sardığına dair albüm net bir şey ifade etmiyor ama ucundan kıyısında gösteriyor bu adamın sıkıntılarını. Birilerine güvenip bazı işlere girişiyor, o işler neticesinde hiç hesabında olmayan durumlar ortaya çıkıyor. Aslında başına gelenin ne olduğunu, neden başına geldiğini biliyor ama herhangi bir şekilde müdahale bile etmiyor onları düzeltmek için. Her şeyi kendi akışına bırakıyor. Kendi hayatının kontrolü hiçbir şekilde elinde değil. Sadece bekliyor bir şeylerin düzelmesini. Hayatın, onun içinde olduğu debdebeyi düzeltmesini bekliyor ama onun beklediği gibi asla olmuyor.

Albümde 13 şarkı olacak kuvvetle muhtemelen, belki 12 olur, belki en son konuşursak 10’a falan bile düşebilir. Başından sonuna bir hikaye anlatıyor ama her şarkı da albümün içinden çekildiğinde ayrı bir şey anlatıyor durumu oluşacak. Benim karar vermem gereken bir şey vardı albümü yaparken: kullanacağım dil. Bu benim çok zamanımı aldı. Ana karakterin ağzından mı anlatacağım, dış bir gözden mi anlatacağım, karakterin dedesi var, dedesinin ağzında mı anlatacağım, bunları çok düşündüm. İlk başta dedesinin diliyle anlatıyordum albümü hatta. Yaşlı bir adamın dilini kullandım belli bir süre. Sonra dinledikçe, birkaç da kayıt aldıkça -onlar albümde olmayacak şeyler şu an itibariyle- çiğ geldiğini düşündüm, dolduramadım ben onu, tam manasıyla benim istediğim gibi bir şey olmadı, havada kalıyordu. O yaşlı adamın laflarını söyleyemiyordu benim kurduğum yaşlı adam. O yüzden eksenini kaydırdım, ana karakterin dilinden konuştum albüm boyunca. Tabii dedeyi de bir iki yerde falan konuşturdum. Skitler var albümde. Onun yanı sıra klip, albümü tamamen destekleyecek şekilde. Klip, tamamıyla albümü anlatacak şekilde olacak. Klip, bir şarkıyı anlatmıyor, birden fazla şarkıyı anlatıyor, en azından 4 şarkıyı anlatıyor ilk çektiğimiz klip.

Bununla beraber 90BPM’in de yeni albümünün yolda olduğunu biliyoruz. Bu albümler hakkında bize verebileceğin ipuçları var mı?

90BPM albümünde bu sefer ilk albüme nazaran herkesin daha kendini bildiği, daha kendinin en iyi bildiği şeyi yaptığı bir albüm oldu. İlk albümde hepimiz bir şeyler denedik. Ben de denedim, herkes bir şeyler denedi. Farklı farklı soundlar da denedik. Bu sefer, herkesin en iyi yaptığı şeye odaklandığı bir albüm oldu. İlk albümde Savai yoktu, sadece bir tane beat’i vardı. bu albümde hem beat’leri var hem vokalleri var ve onun vokallerinin de devreye girmesi feat sayısını otomatikman azalttı. Çünkü bizim ilk albümde çok feat olmasının sebeplerinden bir tanesi de Savai’nin yokluğuydu. Onun getireceği vokal çeşitliliği olmayınca başka birilerinin üzerinden halletmeye çalıştık. Bu sefer Savai de olunca çok fazla feat gereksinimi olmamış oldu.

Onun yanı sıra bana göre herkes de kendi en iyi bildiği işi yaptığı için bu albüm ilk albüme göre hem daha karanlık hem de daha olgun ve oturaklı bir albüm oldu, daha karakterli bir albüm oldu. Bunun, benim şahsi röportajım olması ve albüm hakkında konuşmak üzerine ortak bir karar almadığımız için daha çok detay vermek istemiyorum şu an itibariyle.

Ee bir de beraber çalışmaya devam ediyorsunuz, daha da entegre oluyorsunuz.

Evet, evet evet öyle de bir durum oldu, daha bir alışıldı. Zihni ayak bağlarımızdan kurtulduk biraz. Şunu da yapalım bunu da yapalım değil de neyi iyi yapabiliyoruz abi onu bir yapalım da öteki ıvır zıvırları yaparız yani. Herkes her şeyi yapmaya çalışmadı. Savai varken tutup da ben onun yapabileceği bir işi yapmaya gerek duymadım. Ben kendim en iyi ne yapabiliyorsam onu yapmak istedim. Diğer tüm herkes için de bana göre geçerli bu durum.

Kafaların netleştiğini de gösteriyor bu, olgunluk meselesi burada gösteriyor kendini.

Aynen öyle, burada herkes kendi hattı neyse oranın üzerinden gitti ve oranın üzerinden bir şeyi inşa etti.

”Hayata 1.05 sana 6.50, beraberlik dersen oran verilmemiştir.” diyorsun Tutmayan Kuponlarım Var’da. Oranlarda bir değişiklik var mı?

(gülüşmeler) Valla abi bizim maçı bültenden kaldırdılar, öyle söyleyeyim (gülüşmeler) çok daha zayıf kalmaya başladık, bizim maçın sonucu belli olduğu için bültenden kaldırdılar. Şikeye mikeye girer diye belki bilmiyorum yok artık bizim maç.

 

Farazi v Kayra ikilisini hangi futbolcu ikilisine benzetirsin? 

Marcelo Salas – Ivan Zamorano. O ikisi. Şili formaları üstlerinde.

Marcelo Salas ve Ivan Zamorano

 

Kayra şarkılarında geçen bazı soruları Kayra’ya soruyoruz.

-Hangi şarkılar katlanır kılan? (Çatımda Radyolar)

Bir çırpıda aklıma gelenler:

Cenk Taner – İzin Vermedi Yalnızlık (Bütün Albüm)

Ali Ekber Eren – Afyon Garı

Nigar Uluerer – Göze mi Geldim Sen mi Unuttun

Jay Reatard – There is No Sun

Boysetsfire – With Cold Eyes

Ariano – Friendly Fire

Leak Bros – Gimmesumdeath

Zion I – Bird’s Eye View

-Hayat mı Kayra mı? (Zürafa Tekmesi)

Siz hepiniz bir cevaplayın bakalım kendi adınıza ben de cevap vereceğim. Söyle bakayım ne diyorsun sen? (gülüşmeler)

Samet: Hayat.

Barış: Hayat.

Dilge: Herkes hayat der herhalde.

Bir iddia koyun, bir challenge koyun ya şöyle bir silkeleyin, yenilsek bile onurumuzla yenileceğiz deyin. Ben sinirliyim hayata karşı, sinirli olmaya devam edeceğim.

Kayra: Yaz abi ya ciğerini sökerim hayatın ya, başlarım hayatına. Aynen böyle yaz.

Röportajda katkıları bulunan banliyö. fanzin ekibinden dostlarım Samet Güney, Naci Mert, Burak Serin, Barış Erenkara ve Dilge Karakaş’a ayrıca teşekkürler.

 

Read article

Sağlığınıza! Nazdrave X Rap

Comments (0) #Rap, Röportajlar

Sağlığınıza! Nazdrave X Rap

Biz Ediz Hafızoğlu’nu genellikle birçok müzisyen arkasındaki davulcu olarak tanıyorduk, ancak kendisi Nazdrave X Rap projesiyle bambaşka bir yanını da ortaya çıkardı. Rap sayımızın bir diğer durağı Ediz Hafızoğlu oldu. Ediz ile Nazdrave X Rap üzerine keyifli bir söyleyişi gerçekleştirdik.

Öncelikle bilmeyenler için Nazdrave’nin anlamından başlayalım mı? Bulgar göçmeni olduğunuzu biliyoruz. Nazdrave de ’sağlığınıza’ anlamına geliyor yanlış bilmiyorsak?

Aynen. Bulgaristan göçmeniyim, 14 yaşıma kadar da orada doğup büyüdüm. Dolayısı ile evde bizim “sağlığa” kalkan bardaklarımız her zaman “nazdrave” diye kalkar.

Bugüne kadar sayısız muzisyenle çalıştınız. Sizi çoğunlukla caz albümlerinden tanıyor müzikserverler. Ancak metal, rock’n roll albümlerinde de dinledik. Hatta 2004 yılında çıkan Comma-Free As Good albümünün perküsyonlarını sizin çaldığınızı biliyoruz. Metal müziğinden caz müziğine geçişiniz biraz hızlı mı oldu?

Aslında caz eğitimi aldım ama caz davulcusu değilim, çalıyorum tabi ki ama en başından beri müziğin her türlüsünü iyi çalmak için elimden geleni yaptım. Lise’de davul çalmaya başladığımda ne müzik dinliyorsam onu çalmaya başlamıştım doğal olarak. Nirvana, Metallica, Megadeth derken trash metal besteleri yapıp kayıtlar yaptık. Ama enstrümanda ilerlemek için başka şeyler çalışmam gerekiyordu. Doğal olarak caz’a yöneldim, bir enstrümanda eğitimi en üst düzeyde alabilmenin en iyi yolu bu sanırım. Sonrasında da her şey çok hızlı gelişti doğal olarak.

 

Ediz Hafızoğlu

Nazdrave projesinin geçmişi çok eski değil. Orijinal projenin (Nazdrave) çıkışı ve Nazdrave x Rap projesine geçişi nasıl oldu?

Beş yıllık bir proje Nazdrave. Biri konser olmak üzere üç albüm yayımladık. Üzerine de X Rap çalışmaları başladı. Uzun zamandır aklımda olan ama nasıl olacağı ile ilgili kafamda canlandıramadığım bir hikayeydi rap ile bizim çaldığımız türsüz müzik. Da Poet ile birlikte oturup önce MC, sonra da Nazdrave kadrosunu belirledik ve çalışmaya başladık. Birkaç ay içinde de proje şekillenip şu andaki halini buldu.

Nazdrave x Rap projesine tepkiler nasıl?

Gayet iyi, çok iyi iki konser deneyimi yaşadık. Nasıl olacağını kestirmek için konserde çalmak lazım çünkü. Öncesinde kimse bizim nasıl bir şey çalacağımızı bilmiyordu. Prova günümüzün sonuncusunu stüdyo’da kayıt ve çekim için ayırdık, konserlerden önce onları youtube kanalımızdan yayımladık. Videoların altında insanlar güzel şeyler yazıyorlardı. Konserlerde de hem kalabalık hem de tüm parçaları ezbere söyleyen bir kitle vardı.

Ediz Hafızoğlu iyi bir rap müzik dinleyicisi midir? Özellikle dinlediğiniz isimler ve yeni çıkan işleri takip ettiğiniz kanallar var mı? Varsa kimler/neler?

Aslında “old school” bir dinleyiciyim. 90’larda çok dinlemiştim ama bu proje ile ilgili araştırma yapmak için ne varsa dinlemeye çalıştım. Türkiye’de rap, dünyaya göre çok yeni. Henüz daha en parlak dönemini yaşamadı, o yüzden yeni çıkacak işlerin kalitesi çok önemli. Bunu başaranlar diğerlerinden başka bir yerde olacaklardır. Bu noktada, biz bu proje ile iyi müzikler üretip, iyi kombinasyonlar ile türkiye rap ve hiphop tarihinde ismi bilinen bir proje olarak var olmak istiyoruz.

Hip Hop sound’unun dünyada ve Türkiye’de giderek popülerleşmesini şaşırtıcı ya da öngörülemez buluyor musunuz? Bu popülerleşmeyi neye/nelere bağlarsınız?

Bakınca çok doğal bir süreç olarak görüyorum. Sonuçta Amerika dünyaya ne dayatıyorsa, tüm dünya oraya doğru evriliyor. Birkaç yıl sürecek bir Amerikan müziği rüyası bu bence. Beyonce gibi ya da x kişi gibi bir sound ile hiphop yapmak ne kadar mantıklı göreceğiz. Benim çok sevdiğim bir tarz değil, kaldı ki konserlerini de çoğunlukla playback ile yapan bir tayfa. Biz de tam tersi çıkıp o gün tüm enerjimizle neyimiz varsa onu çalmak için yaşıyoruz. Tüm bunları düşününce popüler sound’lu bir hiphop’un ömrünün birkaç seneden fazla olacağını sanmıyorum…

Bu projedeki eserler, rap sanatçılarının kendi parçalarından oluşuyor ancak düzenlemeler çok farklı. Düzenlemeleri de vokallerin kendileriyle mi yapıyorsunuz yoksa her şey sizin ellerinizden mi çıkıyor?

Onların sözleri, bizim de müziklerimiz oldu. Herkese ayrı ayrı parçalar yazdık diyebilirim, düzenlemeden öteye geçti çünkü parçalar. Her Mc’nin parçalarını kendi içimizde ayrı kişilere dağıttık ki farklı lezzetler ortaya çıksın. Serhan Erkol X Kamufle,  Çağrı Sertel X AybenAğaçkakan ve Da Poet x Ediz Hafızoğlu gibi… İyi mesai yapıp yazdıkları parçalara, sözlere en uygun Nazdrave müziğini nasıl yazarız diye çalıştık.

Rap dünyasıyla ilgili deneyiminizden bizimle paylaşmak istedikleriniz var mı? Caz müzisyenleriyle çalışmaktan ne kadar farklı sizce?

Çok farklı. Çalışma stili olarak çok farklıyız bir kere; İki günde albüm kaydeden bir tayfa ile bunu aylara yayan bir tayfa bir arada. Bizim ön hazırlığımız, neyin nasıl olacağı çok iyi planlanıyor fakat çoğu şey de kağıttakinden farklı olacak şekilde tasarlanıyor. Rap tayfasında sürpriz ve olasılığa yer bırakılmadan işler düzenleniyor. İletişimimiz de farklı, bir hafta geri dönüş alamadığım da oluyor bir soruma ama bizde bir saat içinde o soruların cevabı geliyor. Farklı çalışma ve hayat tarzlarımız var, ama hepsi başka bir şeyi doğuruyor, başka güzelliklere vesile oluyor sonuçta.

Ayben ile yaptığınız ‘Başkan’ parçanın düzenlemesinde birçok sesi duyabiliyoruz. caz, rap, psikedelik tonlar, doğunun sesleri… ve bu sentez müthiş bir şey olarak çıkıyor karşımıza. Düzenlemelerdeki bu geçişler şarkının orijinalini dinledikten sonra kafanızda beliriyor mu yoksa çaldıkça mı çıkıyor bu kompozisyonlar karşınıza?

Çağrı Sertel aranjmanı “Başkan”. Kendisine sormak lazım tabi ama aşağı yukarı nasıl çalıştığını bildiğim için ben cevap vereyim. Parçayı önceden dinleyip, sindirip, üzerine çalmaya başlamıştır. Temel riffleri kağıda yazıp üzerine melodileri çıkarıp sonra da butik olarak gözden geçirip son halini vermiştir. Demek ki; onun kafasında bunu canlandırmış dinlediği versiyon. Başka birgün bu aranjmanı yapsaydı, o gün yaşadıklarına göre bambaşka bir şey yazacaktı muhtemelen.

Rap müziği için bundan sonrasında ne olacağına dair bir tahmininiz var mı?

Ülkemiz için ancak bir şey söyleyebilirim. Her şeyin arabesk olduğu bir ülkede rap de tabi ki arabeskleşti ama o furyaya kapılmayan da sıkı ve çoğunlukta olan bir tayfa var. Popüler müzik de hiçbir şey üretemediği için bitmek üzere. Onun yerine en büyük aday rap sanırım. Yükselerek iyi işler çıkarak popülerleşecek bir akım.

Projede birlikte çaldığınız Cenk Turanlı’nın Ceza ile de çaldığınız biliyoruz. Hatta eski metalcilerden olduğunu da biliyoruz. Sırf bu proje için mi birliktesiniz yoksa farklı isimlerle de çalışıyor musunuz?

Cenk yıllardır tanıdığım, birlikte çok denk gelemesek de ara sıra çaldığımız bir dostum. Kabataş Erkek Lisesi bağımız da var. Bu projede birlikte devamlı olarak çalmaya başladık, başka şeyler olur mu bilyorum ama uzun yıllar bu projede çalacağımıza eminim. Ara sıra da Ceza ile ben çalmaya gidince orada denk geliyoruz.

Nazdrave x Rap gibi janralar arası geçişken projelerinize devam edecek misiniz? Rap ile ilintili işlere devam edecek misiniz?

Bu projenin planlanan en az üç albümü var, ilki varolan parçaların yeniden şu anki hallerine getirilmeleri, ikinci albüm tamamen yeni müziklerden oluşması, üçincü albümün yine yeni müziklerle ama bu kez uluslararası rap ve hiphop’çılar ile çok dilli bir albümün kotarılması.

Ceza ile yaptığınız ‘Sus Pus’ parçasının stüdyo kaydı ne zaman dijital ortamlarda yerini alacak. Dinlemek için çılgıncasına bir heyecan duyuyoruz çünkü.

Sanırım Aralık’ta Nazdrave X Rap albümü raflardaki yerini almış olacak. Biz de heyecanla bekliyoruz.

Read article

Ağaçkakan: “Berbatı izliyor, dinliyor ve artık ona gülüyoruz bile”

Comments (0) #Rap, Röportajlar

Ağaçkakan: “Berbatı izliyor, dinliyor ve artık ona gülüyoruz bile”

Sadece Bu Yeterli Değil, No Call Recently, RSPC ve Sahtekar gibi projelerin yanı sıra solo işleriyle de tanıdığımız, M4NM bünyesinden Ağaçkakan’la kendisi, projeleri ve rap’in gidişatı üzerine konuştuk:

Burkay Yalnız kimdir? Kendini nasıl tanımlar? Sana dair yapılan tanımlardan kendine yakın bulduğun oldu mu?

‘89 Ankara doğumlu, Samsun ve Eskişehir yaşantılı, bu aralar İstanbul’da vakit öldüren ve yaptıklarından ibaret bir insandır. Otobiyografimin en kıssadan hisse hali: Sanatçı bir aileden gelmiyorum, olur galiba. Kelimelerle oynamayı, uyanınca içilen sigarayı, öğlen biralarını, az eşyaya sahip olmayı ve bir kitabı defalarca okumayı severim. Milliyetçi bir sülalenin çıkıntılık yapan tek ferdiyim, yürümek beni sakinleştirir ve gömleklerimi ütülemem. Deneysel kelimesi keyfimi kaçırır, canımı bir şey sıkarsa şehir değiştiririm. Yugoslav mimarisini, Fransız Oulipo oyunlarını, Doğublok bilimkurgusunu ilham verici bulurken; siren sesi, reklam müzikleri, uzlaşmacı insanlar ve kendini fazla önemseme hastalığı beni canımdan bezdirir.

Bir röportajında müziğe 2004’te başladığını söylüyorsun? Nasıl oldu da bu oldu? O yaşta bir çocukken, hangi motivasyon müziğe yönelmeni sağladı?

O zamanlar, yani 14 yaşındayken beni stüdyoya sokan duygu özentilikle merak karışımı bir şeydi. Hatta daha önce cesaret etmeyi de isterdim ama kültürün cahiliydim. Sonra birkaç insanla tanıştım, benden daha donanımlı oldukları aşikar olan. Yardımlarıyla ilk kaydımı aldım, ziyadesiyle gerilla bir stüdyoydu, aslında şimdi dönüp bakınca orası stüdyo bile değildi. Neyse, ortaya çıkan şey sesimdeki ergenliği gizlemek için Silahsız Kuvvet gibi kapkalın bir sesle söylediğim inanılmaz kötü bir şarkıydı. Kendimden galiba çok şey bekliyordum ki bu olay biraz şevkimi kırdı. Uzun süre boyunca kayıtlar alsam da kimseyle paylaşmadım, denemeler yaptım. Zaten o yaşta bir insanın da dünyaya söyleyeceği çok bir şey yok. 2007 – 2008 yıllarında myspace üzerinden kayıtlarımı internette paylaşmaya başladım.

Üniversite dikişi niye tutmadı? Akademide seni rahatsız eden, lüzumsuz dediğin şeyler neler?

Devam zorunluluğu en büyük etmendi galiba. Gitmedikçe gitmemeye devam ettim. Beş sene Eskişehir’de güya üniversite için vakit öldürürken bölümden, bölümü geçtim fakülteden bile hiçbir arkadaşım olmadı. Zaten daha yolun başında büyük bir konsantrasyon ile okul bitirmek maksatlı ayrılmamıştım Samsun’dan. Gidip asayiş berkemal mi diye kontrol etmek istedim ve gördüm ki değilmiş. Bu zamana dek 4 üniversiteye yerleşip hepsinde aynı senaryoyu yaşadım, ama bunun sebebi silah altına alınmaktan kaçınmaktan başka bir şey değildi. Zira tercih listemi görsen hiçbir hedefim olmadığını kolaylıkla anlarsın. Okul meselesi beni lisedeyken bezdirmişti zaten, zaman makinem olsa geçmişe dönüp küçük Burkay’a bırak abi ortaokuldan sonra derdim, sevdiğin işi yap.

Şarkıların için birçok karakter ve kurgu yaratıyorsun. İlhamın kaynağı neresi, kendin mi?

Albümler yayınlamaya başladığım ilk zamanlar ilham kaynağım okuduklarım ve izlediklerim oldu daha çok. Sivil hayatın bir önemi yoktu, iyi bir gözlemci de değildim zaten. Görece karışık gibi görünse de metinler, M4NM’i ilk kurduğumuz zaman yaptığım işlerde başı sonu belli olan bir hikaye ve tek bir karakter olurdu. Bu karakterin başından geçenleri ya da hissettiklerini de az önce söylediğim gibi kendi hayatımdan değil, roman ve filmlerden damıtırdım, araştırma yapardım, dedektifçilik oynardım. Bu gayret, yani kendi yaptığım müziğin içinde başkalarının arkasına saklanma ve tuhaf maskeler takma meselesi A Naşkvit’e kadar sürdü. Belki bunun sebebi yaşadığım hayatın abartılarak paylaşılacak bir yanı olmadığını düşünmemden, belki de şayet fazla dürüst olursam kendimi çıplak hissedeceğim içindi, inan bilemiyorum. Daha sonra bu saplantım kırıldı A naşkvit’i yaparken. Kendimle çok didiştiğim, suni, gerçekten kopup kendimle hesaplaştığım ve bir türlü can sıkıntımın geçmediği, öfke nöbetlerinin artık gündelik rutinlere dönüştüğü bir dönemdi. Belki de tedavi A naşkvit’i yapmamdır diye düşünüp ilk kez salt kendimden bahsettim, nihayet ilhamın kendisi olmayı hak ettiğimi düşündüm.

No Call Recently’deki kurgular mesela?

NCR’deki ilham kaynağı Buck 65’ın ‘Mr. Nobody’ şarkısı aslında. Biz o şarkıdaki karakteri alıp iyice derinleştirdik, ona bir geçmiş ve gelecek verdik. Şüko da nevi şahsına münhasır bir kitap canavarı olduğu için karakterin inşası esnasında bana çok yardımcı oldu. Projenin ruhunu yansıttığını düşündüğümüz bir sürü film ve kitap tavsiye ettik birbirimize.

No Call Recently albümlerine göz atmak için:

https://nocall.bandcamp.com/

Üretim sürecinde özellikle şarkıları yazarken zorluklar yaşıyor musun? Spesifik bir örnek?

Buna iki türlü cevap verebilirim. Teknik ve duygusal zorluklar. Teknik olanlar akışı yakalayamadığım, kalemin bir türlü kıpırdamadığı, kıpırdasa bile ortaya çıkan metnin beni tatmin etmediği, kelimelerin hiçbir manaya gelmediği anlar. RSPC’nin son albümündeki Kılıkbaz’ın 3 Günü şarkısı öyleydi mesela. Defalarca yazdım o şarkıyı altyapının garipliğinden ve aksaklığından dolayı. Duygusal zorluklar ise oradan filizlenmesi için şarkının merkezine koyduğum konunun bana ağır geldiği anlar. Manevi açmazlara girdiğimde bunun üstesinden bir şekilde gelebiliyorum zira bittiğinde bir yükten kurtulmuşsun gibi bir illüzyon yaratıyor. E sanrı da olsa yolun yarısı demek bu. Aklıma ilk Sahtekar(Farazi v Ağaçkakan)’da yaptığımız Peyderpey, Herhangi Kasabanın Herhangi Çocukları ve niyeyse NCR’deki Van Gogh geliyor.

Bir de çöpe atıyorum dediğin işler olmuş Flow Radyo röportajında bahsettiğin. Üstünü kapatıyor musun tamamen onların?

Yok yahu, tam olarak değil. Şarkıdan tamamen vazgeçebiliyorum elbette, ama çöpe attığım şarkının sözlerini tekrar değerlendiriyorum. Fakat tamamını değil, parçalayıp kullanmayı yeğliyorum.

Cut-up dediğin şeye giriyor mu bunlar?

Galiba giriyor. Evvelinde de bu tekniği çok kullanmıştım günlük hayatta karşıma çıkan yazılar üstünde. Prospektüsler, bildiriler, makaleleri kesip biçiyordum. A Naşkvit’te nerdeyse bütün albümü öyle oluşturdum stil olarak. Tek fark bu kez kendi yazdığım şeyleri parçalayıp birleştirdim.

İçine en çok sinen çalışma?

Lirikal açıdan kesinlikle A naşkvit. Sonik dünyada ise Le Cafard. Ama şarkı bazında söylersek; Kara Çatılardan Kente, Fatalerrorist, Kaygı Karnavalı, Etrafındalar, Münkir. Münkir hariç diğer şarkıların 140 BPM olması bunda ne derece rol oynadı bilemiyorum.

2011 de Berbat Bir Yıldı adlı bir şarkın var. Berbatın senin için ölçütü nedir? Başka hangi yıllar berbat? Neden öyle?

2013 ve 2016’da bu şarkıyı seriye dönüştürüp devamını yapmayı istedim aslında. Onlar da kendi alanlarında en berbat senelerdendi sahiden. Fakat fırsat olmadı bir türlü, belki ileride. Berbatın ölçütü sorulur mu Türkiye’de yaşayan birine hiç? Berbatı soluyoruz, berbatı yiyoruz, berbatı içiyoruz, berbatı izliyor, dinliyor ve artık ona gülüyoruz bile.



M4NM 2009’da kurulmasına rağmen ilk konseri 2012’de gerçekleşiyor. Aradaki bu zamanda yakıcı bir performans yapma isteği size uğradı mı? Böyle bir istek var mıydı? Varsa nasıl bastırdınız?

Konser yapmayı istiyorduk, ama ekipmanımız yoktu. Bastırmak zorunda kalmamıza gerek kalmadı yani onu bizim yerimize ekonomik durumumuz halletti. Niyeyse inatla klasik dj-mc ikilisi şeklinde sahne yapmak istemiyorduk. Sonra yanılmıyorsam Replikas’ın Dadaruhi Tributealbümüne davet edildiğimiz zamanlardı, yavaş yavaş ilk ekipmanlarımızı almaya başlamıştık. Şüko (I.mpty) SP303, modelini hatırlamıyorum ama Electribe’in bir sequencer’ini, Mustafa (Armonycoma or slt) SP202 ve Electribe ES1 çözmüştü. Bende hala para yoktu.

21 Kasım 2017’deki Flow Radyo röportajında bölünmekten bahsettin, farklı personalara sahip olduğundan. No Call Recently, roadside.picnic(RSPC) gibi farklı farklı projelerden. Bu bölünmeyi neye bağlıyorsun? Bu bir sığamamak mı? Taşma mı?

Sığamamak değil, bu direkt kelimenin kendi anlamıyla bölünme. Ben insanlarla iletişime geçtiğimde nerdeyse birebir aynı olaylara bile birbirinden çok ayrıksı reaksiyonlar verdiğimi fark ettim. Buna mod da diyebilirsin, ruh hali de. Evvelinde böyle bir farkın ayrımına varamamıştım. Sonra saçma da olsa bir bağlantı kurdum bu hallerle Saligia arasında, yani yedi büyük günah. Birbiriyle hiç tanışmayan aynı bedende insanlar gibiler. Kendini eşeledikçe ortaya çıkardıkların muhakkak seninle alakalı bir iz, bir öz taşıyor. Sen de gayri ihtiyari bu izi takip ediyorsun, paranoyakça gelebilir ama baktığın yerlerde aramaya başlıyorsun. Ben şu an doğru mu yapıyorum, yoksa yanlış mı acaba sorusunu kendime o kadar çok sordum ki bu bende birden çok doğru ve yanlış oluşturdu. Ben de elimden geldiğince parçalara ayrılarak devam edeceğim bu bölünmeye, çünkü görmem lazım nereye gideceğini.

29.06.2018/ Zorlu PSM


Yıllar içinde performansının geliştiğine şahidiz. Bu süreçte kilometre taşların var mı? Neler bunlar?

İlki 2009’da Cenk(Cxngxvxr), Mustafa ve Şükrü ile tanışmamdır. Zira onlarla tanışmasam ve M4NM’i hiç kurmasak büyük ihtimal müzikle bu kadar ciddi şekilde uğraşmıyor olurdum. Çocuklar benimle kontak kurduğunda ben myspace sayfamı deaktif hale getirmiş, yaptığım her şeyi de kaldırmıştım. Bok gibi bir yalnızlığın içindeydim, üretemiyordum ve bırakmaya karar vermiştim. Sonrası malum işte on yıl geçti nerdeyse. İkincisi NCR albümleri. Şükrü hip hop’la uzaktan yakından alakası olmayan altyapılar yapıyordu, ufkumu açmama yardımcı oldu sağ olsun. Her şeyin planlandığı bir projeden bahsediyoruz ve benim gibi bir adam da yer alıyor içinde uygulayabildiği tek plan, planlarını ertelemek olan. Sonuncuya da RSPC ve Mustafa ile çalışmaya başlamam diyebilirim. Zaten iki grubun da birbirinden hem sound hem de lirikal açıdan ne kadar farklı olduğu aşikar. RSPC’de her şeyi değiştiren artık müziği sahneye taşımaya başlamamızdı galiba. Bir de M4NM’in görünürlüğünü arttıran işimiz oydu. O zamana dek, yani biz Rigor Mortis’i yapana dek, gerçekten Türkiye’de bir avuç insanın bildiği bir ekiptik.

Bir yerden sonra sahnede söylenecek şekilde düşünerek şarkı yaptığın oldu mu? Mesela No Call serisi sahne için daha zor ama şimdilerde üretirken sahneyi düşünerek hareket ettiğin oluyor mu?

No Call serisini yaptığımız sırada canlı performans meselesine uzak olduğumuzu biliyordum, o yüzden çok üzerine düşmedim. Fakat ilk sahne deneyimimden sonra, hacım böyle yazılmaz dedim kendime, bende öyle bir ciğer yok. Günde iki paket sigara içiyorum ve bu alışkanlığımdan da bir süre daha vazgeçmek istemiyorum. Ama tecrübe kazandıkça ve bir şarkıyı tekrar tekrar söyledikçe anlamaya başladım. Birkaç arkadaşımdan da idareli nefes kullanmak üzerine birkaç trick öğrendim. Bu inat sahnede bana eşlik eden ya da söylediğim şarkının üstünde bıraktığım back vokaller olsun istemediğim içindi. Şimdilerde sahnede nasıl olacağını elbette düşünüyorum, ama çok da kurcalamıyorum. Eylül ayında yeni albüme başlıyoruz Golem (Kaan Akay) ve Emiladil ile beraber yapacağız her şeyi. Bu kez sanırım tamamen sahneyi düşünerek yapacağız albümü.

Eski şarkıları da Spotify’a yüklemeyi düşünüyor musunuz?

Düşünmüyoruz. Bazılarını düşünüyoruz, bazılarını aklımızın ucundan bile geçiremiyoruz aslında. Önceden bandcamp, soundcloud gibi mecralardan bedava yayın yapıyorduk. Dolayısıyla buradan maddi bir gelirimiz olmadığı için kafamıza göre sample alıyorduk. Ama şu an bu şarkıları bahsettiğin mecraya yüklemek başımıza çorap örebilir.

Spotify’da bulunamayacak birkaç Ağaçkakan şarkısı için:

 Geçtiğimiz senelerde bahsettiğin o tembelliği aşmış görünüyorsun. Bunu neye bağlıyorsun? Ne söyleyebilirsin?

Hala tembelliği aşabildiğimi düşünmüyorum. Eskisinden daha iyi görünüyor durum ama bana kalsa senede üç tane proje yapabilmeliyim, galiba erken öleceğim ondan mı korkuyorum bilmiyorum…(gülüşmeler) Seninle Taksim’de karşılaştığımızda ben İstanbul’a daha çok yeni gelmiştim. Henüz bir düzen oturtamamıştım ve yaklaşık yedi sekiz ay daha oturtamayacaktım. Haliyle bir şey yapma fırsatım yoktu. Mustafa Tuzla’ya, Şüko Samatya’ya, ben de Kadıköy’e yerleşince aynı evde yaşayıp müzik yapan insanlar artık İstanbul içinde haftada bir görüşebilir hale gelmiştik. Herkes kendi hayatıyla meşgul olmaya başladı o sıralarda, benim de en nefret ettiğim şeylerdendir böyle zamazingolarla uğraşmak; ev tut, elektrik açtır, dünyanın en manasız işini yapan emlakçılarla muhatap ol. O zamanlar tembellik diye adlandırdığım aslında zamansızlıkmış, bunu şimdi anlıyorum. Ama o zamanlar bir şey yapamadığımız için içim için için sıkılıyordu.

Ankara/ 2018

En iyi konserin, konser anın hangisi? Seyirciyle iletişime geçiyorsun konserlerde, çok kez şahit oldum buna…

Sahneler bir ile bir buçuk saat arası sürmesine rağmen ben nasıl bittiğini anlayamıyorum bile. Önceden daha fazla kontak kurardım seyirciyle, ufak tefek konuşmalar yapardım, şimdi bıraktım onu. Sadece eğer şarkı aralarında çok konuşuyorlarsa sessiz olmalarını rica ediyorum ya da Golem ve Emil’e üçümüzün anlayacağı şakalar yapıyorum. Bu sene yaptığımız en iyi iki konser Babylon ve Haymatlos’tu nezdimde. Babylon çünkü mayısta bitmiş albümün temmuzda provalarını yapmaya başladık ve ilk konseri kasım ayında verdik, sabırsızlanıyorduk artık. Ankara’da verdiğimiz ilk konser için Haymatlos’a gitmiştik, teknik olarak istediğimizi alamamış olsak bile o kadar keyifli bir konserdi ki, bayağı evimde gibi hissetmiştim. Ankara seyircisi gerçekten konserin hakkını sonuna kadar veriyor, cehennemvari bir sıcak vardı içeride ona rağmen sigara içmek için bile dışarı çıkmamışlardı. Seyirciyle kontak kurmak değil de tam olarak geçtiğimiz Karga konserinde son şarkıda seyircilerin arasına girmiştim, sen de geldin daha önce insanlar zıvanadan çıkabiliyor bazen öyle durumlarda. Herkesin birbirini itip kaktığı bir anda ani bir hareketimle bir arkadaşımın kız arkadaşının suratına sağlam bir dirsek yapıştırmıştım, ona hem çok üzülüyorum hem de çok gülüyorum hatırladıkça.

Eski konserlerde yalnızca beatmaker’la sahnede olurken artık bir bas gitarist ve baterist ile sahneye çıkıyorsun. Bu değişim nasıl gerçekleşti? Nasıl buluyorsun?

Dediğim gibi az önce, albümü bitirdikten sonra yayınlanacağı zamana kadar önümde 4 aydan hallice bir vakit vardı. Konserde nasıl çalınır acaba bu diye düşünmeye başladım. Bir sene önceki RSPC konserlerinde Oğuzhan Gedikbize katılmıştı, yine bas gitarda. O zamandan ısınmıştım aslında enstrümanla çalma fikrine, sadece şarkıların normal formlarını bozup, akustik garabetlere dönüştürme korkum vardı, endüstriyel tını üzerinde kalsın istiyordum bir şekilde. Davul ve bas bunun için en doğru seçenek gibi geldi bana, zira her şarkıda kesin olan iki element onlardı. O bir buçuk saatlik sinerjiyi sahnede başka arkadaşlarınla paylaşmak kendini rahat hissettiriyor hem. Tek olsam hatalarıma öfkelenirim kesin, ama suç ortakları da olunca sahnede siktir edebiliyorsun o detayları. Hali hazırda çok yakın ahbabım olan ve müzik zevkini ilham verici bulduğum Kaan’a teklifi götürdüm ilk. O kayıtsız şartsız kabul etti, zaten bir iki kere prova yapmışlığımız da, ilerde beraber sahne yapalım lakırdılarının da çok dönmüşlüğü  vardı aramızda. Hatta şöyle saçma bir detay var. Birkaç ay önce albüm bittikten sonra kullandığım bir defter buldum. Oraya davul için Kaan’ı, bas için de Tuğrul Gültepe’yi yazmışım, tabii bundan Tuğrul’un haberi bile yok, ilk önce Emil’i değil onu düşünmüşüm yani.  Fotoğrafını attım sonra Emil’e, bak ilk başta sen umrumda bile değilmişsin diye..(gülüşmeler)

Emiladil, Ağaçkakan ve Golem / 22.11.2017/ Babylon

Hip hop camiasından olmayan müzisyenlerle de çalıştın. Şüphesiz farklı jargonlar, janrlar ile hemhal oldun. Bu karşılaşmanın seni zorlayan yanları oldu mu?

Aslında hiç olmadı. Albümdeki ortaklıkların çoğunda arkadaşlarım bana enstrümanlarıyla katıldı. Kutay Soyocak dışında vokal desteği yok hiç. Herhangi bir altyapıyı yaparken tıkandığım anlarda arkadaşlarıma gönderip bunun üzerine bir şeyler ekleyebiliyor musun bak dedim sadece. Bazıları oldu, bazılarından vazgeçtik. Ben aceleci biri olmasam daha çok insan dahil olurdu albüme kesin.

Molotoflu Vodvil’i kısa sürede nasıl yaptınız? Bir yandan sokaktaydın Gezi Parkı zamanında, nasıl bu süreçte bu kadar hızlı ve güzel bir şarkı çıktı?

Tektosag tayfasının öncüsü olduğu Diren Müzik isminde bir albüm yapılacağını söyledi bize Koray (Grup Ses). Biz de çeteyle paylaştık bu haberi, projeye katılmak isteyenlerden şarkı istedik. O dönem yalnızca sokakta vakit geçirdiğimiz için bir kısmımız vakit yaratamadı bunun için ama Kadir (Grej) çok kısa sürede altyapıyı yaptı, biz de sözleri yazdık, kayıt kısmına geldi sıra. Ama daha İstanbul’a taşınalı bir haftadan az olduğu için kayıt ortamımız yoktu. Sağdan soldan ekipman toparlayıp Şüko’nun Acıbadem’deki evine gittik, evdeki topraklama probleminden ötürü yapamadık, her şeyi sırtlayıp Üsküdar’a Kadir’in evine geçtik. Kayıt esnasında eve insanlar geldi, bir sürü aksaklık oldu o hengamede. Normal şartlar altında bu kadar aksilik olduğunda ben vazgeçerim o şeyi yapmaktan. Ama anormal zamanlardan geçiyorduk, şarkıyı bitirdik ve ortaya bayağı öfkeli ve cüretkar bir şarkı çıktı. Sanırım zamanın ruhuyla alakalı bir daha hiç o kadar sinirlenmedim ben.


Nazdrave x Rap projesini anlatır mısın? Tekliften icraya ve sonrasındaki tepkilere kadar.

Beni Ozan (Da Poet) aradı bir gün. Fatih’le İstiklal’de aylak aylak yürüyüp akşamı etmeye çalışıyorduk, gündüz birasından uzak durmak için meşguliyet yaratıyorduk işte haybeden. Aradı Ozan, Ediz Hafızoğlu’nun kafasında böyle bir proje olduğunu ve Nazdrave ekibiyle rapçileri bir araya getirmek istediğini söyledi. Daha cümlesini bitirmeden ‘tamam olur, ben yaparım, nasıl çalışacağız’ dedim. Anlaşılan bana fazla iş düşmeyecekti zaten, hali hazırda yaptığım şarkılara tekrardan beste yapılacaktı, biz de çıkıp okuyacaktık sadece. 90 BPM’in stüdyosuna yakın bir barda buluştuk Fırat (Kamufle) ve Ozan ile beraber. Hem hangi şarkılar olacağına karar verdik, hem de tanışmış olduk. Ediz’i ilk görüşte inanılmaz sevdim. Hayatımda bir insana bu kadar hızlı kanımın ısındığı hiç olmamıştı. Sonra bu projeden uzun süre hiç bahsedilmedi, kimse birbiriyle kontak kurmadı. Ben galiba iptal oldu diye düşünürken XJAZZ Festivali’nin açıklanmasına az bir süre kala tekrar iletişime geçildi ve besteler gelmeye başladı. Zaten yapılıyormuş da benim haberim yokmuş sadece. Sadece bir konser projesi olarak başladı ama yakında şarkılar tekrar kayıtlanıp albüm olarak yayınlanacak bir aksilik olmazsa.



Mainstream hip hop ile ne kadar alakadarsın, beğeniyor musun? 

Çok alakalı ve bilgili olduğumu söylersem yalan olur. Büyük ihtimalle 17-18 yaşında bir hip hop dinleyicisi benden daha hakimdir o piyasaya. Arada arkadaşlarımın dinlettiği benim de beğendiğim işler muhakkak çıkıyor. Ama kendi başıma kaldığımda aklıma hiç onları dinlemek gelmiyor.

Bir beğeni sunmadın ama?

Tyler, The Creator’ın son albümü bayağı iyi bence. Her ne kadar DAMN.’i çok sevmesem de kesinlikle Kendrick Lamar, J. Cole, Schoolboy Q, Vince Staples, Kanye West asabımı bozsa da prodüktörlüğünü yaptığı Pusha T albümü de kıyak.

Mainstream hip hop lirikal ve endüstriyel garabet mi? 90’ların veya 2000’lerin başlarındaki hip hop’a kıyasla politik ve sosyal misyon olarak, liriklerden, temalardan anladığımız kadarıyla bir gerileme olduğunu söyleyebilir miyiz?

Böyle gaddar bir genelleme haksızlık olur. Her dönemde madalyonun iki yüzüne dair de üretimler oldu. Şarkılarında sosyopolitik içeriğe nadir rastladığın Snoop Dog bile Trump’un içinden geçti BBNG ile yaptığı şarkıda hatırlarsan. Lamar’ın Alright şarkısı adeta bütün siyah hareketinin marşı oldu. Ondan sebep bunun sebebi sadece icracılar olamaz, tüketici alışkanlıklarını yönlendirebilecek mekanizma ve enstrümanlara çöreklenenler sanki bunun müsebbibi. Sadece vitrinde gördüklerine bakıp, artık oyunun kuralı bu ve buna dönüştü demek yanlış. Spotify’ı açtığında zorla Drake dinlettiriliyor sana ya da nerdeyse lirik bile yazmayıp kelime tekrarlarıyla bla bla yapanları, mırıldananları görüyorsun. Bunlar müziğin fast-food formları, şu anki dönemde hızlıca tüketilip yenisini isteyeceğin müzikler istemen isteniyor, sen de bu tufaya düşüyorsun veya düşmüyorsun.

Bu yüzden haftalık keşif’e hiç bakmıyorum, hatta uzun süre radyo dinledim Spotify kullanmamak için…

Ben de müzik dinleme, araştırma konusunda bayağı tembelleştim. Bazen bu öyle bir hal alıyor ki, Kaan’a yazıyorum bana albüm söyle dinleyeyim diye. Geçen gün 90’lardan birkaç albümden bahsetti hatta, hiçbirini bulamadım dijital platformlarda. O yüzden, müzik dinlemek için Spotify’ı yalnızca güncel albümlerde kullanıyorum. Fakat her ne kadar müzisyene pastadan küçücük bir pay düşse bile bu durumun geriye döneceğini, tekrar plak/kaset dönemine doğru bir zaman yolculuğu yapacağımızı hiç sanmıyorum. Elbette plak da, kaset de koleksiyonerler ve meraklıları için daima hayatta kalacaktır, ama bunlar dinleyici kitlesinin az bir kesimine hitap ediyor. Maalesef o eşiği geçtik, artık dijital çağdayız.

Bu senin çok işine yarayan bir şey, plak olsa hiçbir şey yapamayabilirdin.

Galiba öyle, Unkapanı bizi sevmeyebilirdi. Şanslıydık ki;  myspace, soundcloud, bandcamp, hatta bunlardan da önce rapidshare falan bizim dinleyiciye ulaşmamızı kolaylaştırdı. Herhangi bir plak şirketine, dağıtımcıya ihtiyaç duymadan kısıtlı da olsa bir kitleye sunabildik her şeyi. Fakat itiraf etmem gerekirse başlangıcından bitişine kadar üretime dair bütün işlemleri kendim yapmaktan bunalıyorum ben.

Müzik bu verileni alma meselesinde kötü. Sinemada sanki seçme şansın oluyor gibi ama sanki müzikte böyle bir seçme şansın olmuyor.

Yok kuzen sinemada da durum kötü. Vizyona giren filmleri görüyorsundur. Hangi filmin kaç salonda gösterileceğini belirleyen mafyatik bir köşe tutma durumu orada da mevcut. Tolga KaraçelikKelebekler’i resmen sosyal medya üzerinden örgütleyerek bazı kentlere götürdü. Sanatın her alanında var olmak için yaptığın üretimler yetmiyor artık, cemiyetlerle, ahbaplık ilişkileriyle de mücadele etmen gerekiyor.

22.11.2017/ Babylon

Müzikal ve/veya lirikal olarak bir iddia taşımalı mı rap müzik?

Lirikal olarak taşımalı, mesaj kaygısı değil kastım, ama sırtını yasladığı bir fikri beraberinde taşımak durumunda olan tek müzik türü hatta şu anda. Hitap ettiği çoğunluğu ve bu kalabalığın gençlerden oluştuğunu düşünürsek ne kadar kuvvetli olduğunu anlayabiliriz. Diğer popüler müzik janrlarında durum zaten içler acısı.

Evet, aklıma da seni çürütecek bir örnek gelmiyor şu anda.

Düşünürsek kesin buluruz ama vakit kaybı.

Yine ara sıra protest albümler çıkıyor, ne bileyim 2003 Irak Savaşı’ndan sonra Radiohead mesela, ara sıra oluyor bunlar.

İyi ki oluyor, daha tam anlamıyla rigor mortis evresine geçmedik zaten gebermemizde.

M4NM’in uzun süredir dinleyicisiyiz. Eskiden size karşı bir elitizm suçlaması vardı atıyorum roadside.picnic’teki Lagras‘ın konu itibariyle İspanyol İç Savaşı temasına sahip olması gibi. İçeriğin; lirikal olarak da çok sofistike, referanslarla dolu ve eklektik bir dille yazılmış, anlaşılmaz görülmesi bir beğeni konusuydu ama aynı zamanda ciddi bir eleştiri noktasıydı. Bu tip eleştiriler devam ediyor mu?

Muhakkak devam ediyor, önceden bu tip eleştiriler üzüyordu beni, kafama taktığım oluyordu ama sonra umursamayı 21-22 yaş civarında bıraktım. Ben ne yapmak istediğimden emin olduktan sonra boş vermesi müthiş kolay oluyor. Lagras’ı yapma nedenim siyasi görüşümün pratiğe döküldüğü tarih sayfalarındaki yegane dönem olmasıydı, eh açıp İspanya İç Savaşı’nda taraflar kimmiş, nasıl bir ideal varmış arkasında bilmeden, yahu bu adam da entel demek daha kolay. Türkiye’de yaşıyoruz kuzen, cehalet bizde övünç kaynağı. Metinlerin çok kapalı ya da karışık olması konusuna gelirsek, benim zaten amaçladığım şey tek bir anlamı olmayan cümleler kurmak, dinleyicinin bambaşka manalar çıkarmasını sağlamak. Nihai amacım buyken nerede ne kast ettiğimi söylemek, o labirentten dinleyiciyi çıkarmak için yol göstermek çelişkili olurdu.

Yakın tarihlerde Ezhel ve Khontkar’ın içeri alınması ve akabinde gösterilen tepkiler için ne düşünüyorsun?

Bariz şekilde muktedirlerin standart gözdağı yöntemi. Ben daha kötüsünden korkuyordum açıkçası, yargılama hakkını elinde bulunduran kurumlar artık kapalı gişe vodvillere ev sahipliği yapıyor. Hakkını savunabileceğin mecralar birer ilüzyon olarak varlar sadece. Neyse ki, benim kötümserliğim bu kez ıskaladı. Korkutucu olan kısmı sanırım bunun aslında herkesin başına gelebileceğini bize bir kez daha anımsatmasıydı. Bu durumun Ezhel ve Khontkar’a patlaması iki sebepten olabilir. İlki zaten aşikar olan çok insana hitap etme ve göz önünde olma hali. Diğeri ise artık ülkenin her yerine sinmiş onursuzluğunu anonimlikten alan muhbir kültürü. Güç sahipleri senin yerine cezayı veriyor ve şikayetçi olan artık her kimse bunun vicdani sorumluluğundan kurtulmuş oluyor. Ne güzel İstanbul ya. Bence meseleyi biraz buradan okumalıyız. Yoksa nasıl müzik yaptıkları, yaptıkları müziğin falan filan olması, yok efendim buranın Türkiye olması hareketlerine dikkat etmen gerekmesi vesaire, bunlar çok tehlikeli söylemler. Bu otosansür başlarsa biteceği yer neresi olabilir ki? Bunun bir hududu olacağını mı sanıyor insanlar, umarım sanmıyorlardır.

Seni ümitvar etti mi bu kadar tepki verilmesi? Çünkü hani kaç kişi dinliyor ki’den bir baktık epey sahip çıktı insanlar.

Aslında bu denli tepki verilebiliyor olmasını görmek beni biraz üzdü. Bu reaksiyonu bugüne kadar dünyalarca şey için gösterebilirdik. Bariz ihmaller yüzünden cinayete kurban giden işçiler, devlet dersinde öldürülen çocuklar, transfobik katliamlar, organize çocuk taciz ve tecavüzleri, haksız yere işinden olan emekçiler, manasızca hapse atılan gazeteci ve öğrenciler için de gösterebilirdik, fakat göstermedik. Bu denli kitlesel bir haykırışı keşke sadece ucu bize dokunduğu için yapmasaydık. Bu konuda ikiyüzlüyüz galiba, kazanacağımızı düşündüğümüz kavgaya palas pandıras daldık. Bu dışarıda oldukları için mutlu değilim anlamına gelmiyor, sadece yanar dönerliğimize üzülüyorum.

Geleceğe dair ne gibi planların var? Müzikle hayatta kalabileceğine inanıyor musun? Sadece müzik yaparak tatmin olabilecek misin?

İnanmıyorum ama umuyorum. Sanırım bundan üç dört sene kadar önce sadece müzikle uğraşıp başka bir işi umursamamak üzerine bir karar aldım. Ne olacaksa olsun diye, oluyor da zaten. Geleceğe dair müzik ekseni dışında bir planım yok. Eylül ayında hem yeni Ağaçkakan albümüne başlıyoruz, hem  Nazdrave X Rap’i kayıtlayacağız, hem de yeni bir şarkı yayınlayacağım.
Tatmin konusu?

Belli bir raddeden sonra heykel yapmak istiyorum.

29.06.2018/ Zorlu PSM


Bitirirken…

Kendrick Lamar mı Childish Gambino mu?

-Kendrick.


Kool G Rap mi KRS-One mı?

Kool G.


Slug mı Evidence mı?

-Slug ya, bayağı açık ara.


Nas mı Big Pun mı?

-Big Pun sanırım.


Saian mı Karaçalı mı?

-Saian.

*Soruların hazırlanma aşamasında emeği geçen ve röportaj esnasında yanımızda bulunan banliyö. fanzin ekibinden Burak Serin, Dilge Karakaş ve Naci Mert’e ayrıca teşekkürler.

Read article

Erci-E : “Rap neden Türkçe olmasın?”

Comments (0) #Rap, Röportajlar

Erci-E : “Rap neden Türkçe olmasın?”

“Cartel albümü bittiği an Türkiye’ye gelip, mesela Unkapanı’na gidip ‘Böyle bir albüm var, tutar mı?’ deseydik kimse tutar demezdi. Çünkü ‘Bu ne ya, bağrıp çağıran bir sürü genç insan.’ gibi bakılırdı. O yüzden ne biz bilebilirdik ne başkası. Burada insandan insana olması gereken bir şey oldu, bizden de büyük oldu…”

Cartel’e kadarki süreçte Almanya’da büyümek nasıldı? Hip hop kültürünün bu sürece dahil olması nasıl gerçekleşti?

Ben 1973’te doğdum. 1969’da birçok insan gibi annem ve babam da Türkiye’den buraya geldiler ve yerleştiler. O zaman hayat bugünkü gibi değildi. Çünkü ülkede bu sayıda Türk ya da yabancı insan olması çok da konu değildi. Amaç hedefli bir yaşamdı onlarınki. Birkaç yıl kalıp, para biriktirip geri dönme planlarıyla gelince tabii ki ona göre de bir yaşam şekli oluşuyor. Sonuçta biz burda doğduk, okullara başladık, normal hayata daha çok dahil olduk. 20 sene sonrasında 90’lı yılların başında ırkçı saldırılar çoğalmaya başladı. Tatsızlaşmaya başladı durum. Misafir işçi durumu, gelenler kalmaya başlayınca ırkçılıkla karşılaştı. 1993 yılında ilk kez Türklerin evleri kundaklandı, ateşe verildi, ölenler oldu. Bu, buradaki yaşama ilk büyük darbe gibiydi. Cartel 1994’te biraraya geldi ama bunlar yaşandığı için değil, tamamen sanatsal açıdan bir araya gelindi. O zaman 16-20 yaşlarındaydık, hip hop buraya ilk dalgayla gelince çok benimsedik. Bir yandan burada kabul edilmemişler gibi yaşamamızdan dolayı bizi çekti, bir yandan da müziğin tarzı, ritim, bas ağırlıklı, mesajlı olması bizi ve yasam seklimizi çok iyi yansıtıyordu. Hip hop’un yayılımına bakıldığı zaman Almanya’da hep yabancı kökenli insanları ağırlıklı görürüz. Yabancı insanlar hemen buna sahip cikip kendi müziği gibi ele alabildi. Cartel’de o dönem yaşananların ırkçılığa tepki ve öfkesi de var. Ama onlar yaşanmamış olsa Cartel’i yine ortaya çıkaracaktık. O dönem belli oldu ki bizim burdaki insanlarımız hip hop, rap, r&b, soul, funk gibi siyahi kökten gelen müziklere kendini daha yakın hissediyor, o müzikleri daha iyi anlıyor.Public Enemy, N.W.A, LL Cool J, EPMD dinlerdik. İkinci adım olarak “Bu niye Türkçe sözlü olmasın?” fikri oluştu ama beraber değil. Ben Berlin’de yalnızdım. Nürnberg’de meğer Karakan grubu bu işi bir süredir yapıyormuş. Sahnelere çıkıyormuş. Kiel şehrinden DCP, breakdance grubu olarak zurnalı müzikler üzerinde dans ediyormuş. Bu iki taraflı, hibrid, kültür sentezi yeni bir şey olarak ortaya çıktı. Zamanlama olarak aynı zamanda yapmışız bunu, birbirimizden habersiz olarak. Tesadüfe inanmıyorum ama tesadüf gibi de oldu.

O zaman kayıtlarımı gerçekleştirmek istediğim stüdyoda “Karakan diye bir grup var.” dediler, Demo kasetleri vardı o zaman, “Bu arkadaşlar da senin yapmak istediklerini yapıyorlar.” dediler. Karakan’la tanışınca, onlar da  televizyonda breakdance grubunu görmüş, tanımıyorlarmış ama bulduk onları DCP, sonra biraraya geldik. Ortak fikir var, aynı zamanda benzer işler yapmak istiyoruz, o zaman bir compilation olsun, dedik. Çünkü Türkçe sözlü rap diye bir şey de yok. Ama burada birkaç genç bu fikrin peşinde. Compilation olsun dedik, o yüzden Cartel, “cartelleşme”, birleşme anlamında. Eknomide de kullanılan bir deyim bu. Süreç böyle başladı yani.

Müziğe başladığınız zamanlara dönelim. Çevrenizin tepkisi nasıldı?

13-14 yaşlarında fazlasıyla merak saldım müziğe. Ufak bir keyboard almak istedim ama çok büyük bir şeydi benim için. Aslında tipik bir müziğe heves gibi başlıyor hikaye ama farklı yol olarak 3 ay sonra heves geçince bir kenara atılmadı. Daha iyi keyboard alma peşine düştüm mesela sonra. Sonra mikser lazım, şu lazım, bu lazım, onları nasıl alabilirim… Evden çalışıyordum bir de o zamanlar. Böyle ritim ve müzik hevesi hep vardı ve bir noktada ‘ben de yapabilirim’ yaşıma gelmiş oldum. Sonuçta 17-18 yaşında, İngilizce rapli, 4 şarkılı ilk demomu yapmıştım. Hala da duruyor. O kadar da değişmemiş. Demek içinde bir konsept varsa nasıl bir şey yapmak istediğini biliyorsa yolunu buluyor insan. Bir hobi, heves gibi görünen bir şey gittikçe büyüdü. Üniversitede siyaset okumaya başlamıştım, aynı zamanda Kiss FMradyosunda ilk sunuculuk, DJ’lik denemeleri sürüyordu. 18-21 yaş arası, yaptığım müzik ve tarzla ilk defa dışarıdaki dünyayla buluşma dönemi gibiydi. Kiss FM’e gidip gelmemle, DJ’liği daha iyi tanımamla, müzik, prodüksiyon, sunuculuk, mikrofon bunların hepsine daha yakın olmuş oldum. Ondan sonra “Türkçe sözlü rap olsa acayip olur.” fikriyle ilk şarkılarımı yazmaya başladım. 92’de Kiss FM’e başladım, 1994’te Cartel görüşmesi, Cartel başlangıcı oldu. İlk defa evimin dışında başka stüdyoda yaptığım kayıtlar Cartel kayıtları oldu. Çok amatör, çok genç… Böyle oldu, Cartel’e kadar giden bir yolun baslangıcı.

En büyük zorluklar nelerdi? Cartel Türkiye’de bilinmeye başladığında bu zorluklar ne derece değişti? &Türkiye müzik tarihinde önemli bir kapı Cartel. O zaman Türkiye’de bu işin ilerleyebileceğini tahmin ediyor muydunuz?

Çok normal dışı zorluklar yoktu. Farklı olmak, Almanya’da yaşayan Türk insanı olup iki kültürle büyümek gibi yaygın şeyler vardı hayatımızda. Müzik yapmak açısından o zaman her şey daha zordu, teknik olarak stüdyoya ihtiyacın vardı. Şimdi tek bilgisayarla bile çok iyi müzikler yapılıyor. O zaman öyle değildi tabii ama herkes için geçerli zorluklar bunlar. Bizde çok da zorluk yoktu çünkü yaptığımız müzik, olmayan bir müzikti. Türkçe sözlü, konuşulan, vokalli, daha önce duyulmamış bir müzik ve sunum tarzı… Bunların hepsi o kadar yeniydi ki ve tabii Türkçe olması da değişikti. Türkiye’de tanınmıyordu o yıllarda rap. Öyle bir şey yoktu, hele Türkçesi hiç yoktu. Yeni bir şey yapan, yeni bir kapı açan kişi, ya çok kötü batabilir bununla ya da çok yükselebilir. Ama bizim amacımız ne paraydı ne star olmak. Biz buradaki ulaştığımız kültürle, özdeki kültürün yeni bir insan tarzı, düşünce şekli, yeni özgürlükçü bakış açısı yaratmasıyla müzik hevesi içindeydik. Sevdiğimiz müziği yaptık aslında sadece. Bir plan ya da bu böyle olunca tutacak falan gibi bir şey hiç yoktu. Ben hep derim, Cartel albümü 5000 tane satsaydı biz mutlu olacaktık, belki ikinciyi yapalım diyecektik, belki 7000 satacaktık. Gözümüz hiçbir yerde değildi, belki de bu doğallık var projenin içinde. Tanınmaya başlamamız da bir günden öbür güne oldu zaten. Bilmediğimiz bir ülkede bir de… O yıllar Türkye’ye yaz tatiline, aile ziyaretine gidiyorduk. Birden müzikten dolayı bambaşka açıdan gördük öz ülkemizi. Bunlar tabii kazanç bizim için. Bir şey tuttuğu zaman, çok insan tanıdığı zaman otomatik olarak değişik bir hal alıyor. Ama zorluk var ya da yok gibi bir konu değildi bu. Birçok insandan çok önce gidilmemiş yola adım atmıştık o zaman bunu fark etmeden. Şimdilerde mesela bir reklam ajansı şefi “Siz hiç farkında değilsiniz, farkında olmadığınızın da farkındayız.” dedi. Cartel, Türkiye’de sadece bir müzik değil, bir sosyolojik değişim, yeni bakış açısı, özgüven. Bağırıp çağırıp o şekilde ortaya çıkmak falan da Türkiye’de yoktu. Aynı giyinmişiz hepimiz, üniforma gibi, bizim için normaldi, hip hop’u öyle tanıdık, hip hop öyleydi. Kültürlerin birleşimi doğru bir şekilde bağlandığı zaman yeni kapılar yeni düşünce şekilleri açabiliyor, hiçbir tarafa saygısız olmadan. Bence Türkçe lisan olarak da rap’e çok uygun. O yüzden sanatsal bir kapı açıldı ve bugüne kadar devam ediyor. Zor yılları oldu, değişen zamanları oldu. Ama Hip Hop / Rap hala var ve birçok insan bununla zamanını geçirmeye çalışıyor ve bu güzel bir şey. Saçma sapan bir şey de yapılabilir, burada sanat yapılmaya çalışılıyor. Bir şey yazılmaya çalışılıyor, düşünmeye çalışılıyor, kafiye aranıyor. Bunlar kötü şeyler değil. Biz bunların hiçbirini planlı yapmadık, hiç hesapta yoktu. Hatta Cartel albümü bittiği an Türkiye’ye gelip ne bileyim Unkapanı’na gidip “Böyle bir albüm var, tutar mı?” deseydik kimse tutar demezdi. Çünkü “Bu ne ya bağrıp çağıran bir sürü genç insan.” gibi bakılırdı. O yüzden ne biz bilebilirdik ne başkası. Burada insandan insana olması gereken bir şey oldu, bizden de büyük oldu… Biz de daha sonrasında birkaç seneyi ne yaşadığımızı anlamakla geçirdik. Yani ne oldu, neden oldu, bu ne demek, sorumluluğu nerede gibi düsünceler, anlamamız sürdü.

İnönü Stadyumu’nda konser veren sayılı gruplardan birisi Cartel. Cartel kurulduğunda da “bir numara”ydı, hala bir numara. Bu sizce nasıl oldu?

Stadyum konseri Türkiye’deki tanınmışlığın ve başarının zirvesindeyken gerçekleşen ve bizi de çok aşan bir şey. Bu müziği bu insanlar kabul etmez derken konser vermek ve yağmurlu bir günde oraya 40.000 kişi gelmesi tabii büyük bir olay ve büyüklüğünü çok yıllar sonrasında anlayabildiğimiz bir olay. O zaman tabii her şeyin güzel gitmesi, güzel olması için koşturuluyordu, meşguldük. Ama inanılmaz bir şeydi, inanılmaz bir anı. Bu müzik tarzını Türkiye’de var eden büyük bir adım. Ben bir hediye gibi görüyorum onu. Orada hiçbirimiz star olmak için bulunmuyordu. Çok gençtik ve öncesinde bir pop kariyerimiz olmadı ki bu tutmadı bunu yapalım diyelim. Sadece olduğu gibi, gençlerden gelen, Almanya’dan bir enerji gibi düşünmek lazım, kılıfı da hip hop. Bu işin bugüne kadar, 25 sene sonrasına kadar bilinip, sayılıp, unutulmaması mucize tabii, bunu hiç böyle düşünmedik. İstersen Amerika’da Beyonce’yle şarkı yap, tutmayabilir. En güzel stüdyoda yap, yine tutmayabilir. Çünkü olay o değil. Olay doğallık, gerçekçilik, samimiyet, tutku, sevgi, müzik… Bunlar olunca oluyor. Planlı bir şekilde, en iyi prodüktörden en iyi altyapıyı alayım da hit olsun diye olmuyor. Bu işin güzelliği ve mucizesi de orada. Tabii ki zaman geçti ve konu kapandı. Yani Cartel’im diye uyanmıyorum her sabah. Öyle bir şey yok. Seçilmiş gibiydik ama, bunu diyebilirim. Cartel’in başından ortasına sonuna arkada bir para, bir gizli medya gücü falan yoktu. Gerçekten de insanlardan gelen bir enerjiyle kendi yolunu buldu, aldı gitti. Bugüne kadar bu kadar yankı yapacağını kimse bilemezdi. En azından pozitif olarak, geçmişimle yaşıyorum. Nereye gitsem fark etmiyor, kiminle karşılaşsam mutlaka neşesi artıyor görünce. Hatta “95 Cartel dile gelir sana…” direkt söylüyorlar ve bu insanlara güzel bir anı vermiş demek oluyor. Olumlu, yapıcı bir şey bu. Şükretmek lazım. Çok şey bırakmıyor insanlar dünyayı terk ederken. Dünyaya bıraktığım şey bari olumlu, pozitif olsun, ona seviniyorum.

Diasporada yaşamış /yaşayan biri olarak bir farkındalık müziği yaptığınızı düşünüyor musunuz? Buna bağlı olarak müziğinizde eğitici/mesaj verici bir taraf var diyebilir miyiz?

Kesinlikle diasporada yaşamanın, yurt dışında olmanın müziğe inanılmaz etkisi var. Kendi özünü, geldiğin yeri unutmayıp, sağlam tutan başka ırklar, ülkeler ve kültürler daha olumlu karşılanabiliyor. Daha verimli bir alışveriş oluyor. Bizde olanı başka ortam ve kültürün içinde olarak bize gitmeyeni de görüyorsun, ama bize çok şey kazandırabilecek bakış açıları da olabiliyor. Onları zaten otomatikman “Aaa böylesi de mantıklı, bize de zıt düşmüyor, bizi zayıf düşüren bir yönü yok.” diye düşünebiliyoruz. Mesela, daha disiplinli olmak Türkiye’ye zarar vermeyen bir şey. Ama bunu düşünerek yapmıyorsun, otomatik oluyor. Sadıksan geldiğin yere zaten sağlıklı bir birleşim ve karakter oluşuyor ve müziğine de yansıyor bu. Burada dinlenen müzik de farklı biraz, bu da seni etkiliyor. Ama Türkiye’deki müziği de biliyorsun, böyle yeni bir şey ortaya çıkıyor. Bu eğitici de olabilir, eğlenceli de olabilir. Orası çok önemli değil belki ama kesinlikle müzik başka bir şekil alıyor. Bunu anlatması zor biraz. Çünkü mix’te, sound’un duruşunda bile bir Avrupa kulağı oluyor bazen. Bu ara Türkiye’de de belki dünyanın en iyi prodüktörleri var bana göre. Hatta belki en iyi müzisyenler, sesler… Bu anlamda hiç bir eksiğimiz yok. Bazen, dönem dönem sanki Türkiye’de vizyon eksikliği oluyor. Stüdyoda her şey mümkün, sesler var, müzisyenler canavar gibi çalıyor ama nereye koşmak istedikleri belli değil. Ama tabii bu Türkiye’nin durumuyla, kafasıyla, şu anki yaşananlarla alakalı. Dönem dönem değişecek şeyler bunlar. Burada da o heyecan yok. Yani kısacası sen neysen, nasıl hissediyorsan ve müziğinde, resminde, çektiğin filmde kendini yansıtabiliyorsan en büyük başarabileceğin şey o. Yani kendini anlatabilmek.  Türkiye’de biraz da hızlı bir karar verme süreci oluyor. “Sevmedim, kötü!” ya da “Çok sevdim!” falan, çok aşırı notlar veriliyor çok hızlı. Bazı şeylere bazen not verilmesi zor çünkü zamana ihtiyacı var. Sonra anlaşılıyor ki o şey zamanının çok önündeymiş aslında, anlamamışız. Sanat çok önemli bir sey, daha çok olsun. Çünkü insan kendisini ifade edebildikçe, gösterebildikçe sağlıklı bir yola girebiliyor. O yüzden kesinlikle, benim müziğimde yıllar içinde daha da netleşti bu. Şu an mesela müzik yapıyorum, evet çok çıkarmıyorum ortaya çünkü aralık ayından sonra yeni şeyler çıkacak. Zamanımı daha çok oraya ayıracağım. Beğenirsin beğenmezsin, zevk meselesi bu durum sanatın her dalında var. Ben şimdi gelip Türkiye’de yaşasam temelli, bir iki sene sonra oradaki ortam gibi bir müzik tarzına girerim ve aslında o kadar şey kazandıramayabilirm belki ortama. Bu farklılık zaten işi ilginç yapan.

Alman ve diğer etnik gruplardan rapçiler ile aranız nasıl?

Doğrusu biz aktif bir grup değliz, Cartel eskide kaldı ama fikri hala yaşıyor. O yüzden çoktan, uzun yıllardan beri beraber öyle bir hip hop ortamı içinde değiliz. Türkiye’deki bazı rapçileri tanıyoruz tabii ki bağlantımız var ve hepsiyle iyi geçiniyoruz. Bir sıkıntı yok. Alman rapçilerle de bi sıkıntı yok ama şu an öyle bir ortamın içinde de değiliz hiçbirimiz.


Sizin için rap müzik hangi temel parçalardan oluşur (beat, lirik, içerik, featler vs.)? Sizce aralarında bir önem sırası var mı?

Rap müziğini baska müziklerden çok ayrı tutmuyorum. Yolun başında yıllar önce öyleydi. Ama artık rap’i tartışmaya anlatmaya da gerek yok bana göre. Başka tarzlarla mesafe koymaya da gerek yok. Hip hop artık daha büyük bundan, yani biz ayrıyız deyip popçulara saldırmak çok gereksiz çünkü kendisi için var olan bir müzik artık Rap. Popçu ya da rapçi fark etmeden, eğer müzik ya da sanatçı samimiyetsizse, yani fake olup sana bir şey gagalamak istiyorsa, sen de bilinçli olarak bazı tepkiler uyandırmak istiyorsa planlı bir şekilde, o zaman çok net dersin ki hoşuma gitmiyor çünkü samimi değil, gerçekçi değil. Ben onun dışında hiçbir müzik türü ayrımı yapmıyorum, popla hiçbir sıkıntım yok. Çünkü pop denildiği zaman ve bu şikayet olarak denildiği zaman kastedilen aslında “fake” yani yapay bi durum olması, müziği kullanıp şöhret ve bununla başarı gibi bir şey… O zaman tamam, ben de bunu beğenmiyorum. Ama pop sadece popüler demek ve popüler demek çok insanın beğendiği bir şey demek. Bir pop şarkısını çok iyi yapmak, çok iş gerektiriyor stüdyoda, kayıtta, bestede… Bu gerçek bir iş ve çaba gerektiren bir iş. Hip hop da aynısı. Orada da iki dakikada bir şey yazarsın, söylersin falan, bir iki sefer tutar belki ama ondan sonra iki dakikada yazdığın yetmiyor. O da bir iş. Her yaptığın müzik aslında eğer çok iyi yapmak istiyorsan bir iş, bir sancı, bir çaba, gecelere kadar mix’in tepesinde high head frekansları düzeltme çabası. Yani böyle bir şey benim için ve ben bunu seviyorum. Yani laboratuvar gibi görüp, orada doğru hissettiğini, doğru yaptığını belki yıllar sonra birçok insan dinleyip, zevk alınca anlıyorsun. O yüzden beat, lirik… bunun bir listesi yok. Ben bütününe bakmaya çalışıyorum ama bu zevk meselesi. Ben onu sıralayamam. Yani şarkı da söylüyorum şimdi biraz daha ağırlıklı. Ama şarkıcı olduğumdan değil, melodinin ve altyapının bunu istediğini hissettiğim zaman bunu yapıyorum. Birçok rapçi bunu yapıyor artık zaten. Yani Ezhel de, Yener de… “Ben MC’yim, ben melodi söylemem.” yanlış bence. Yeni, şu an yaptığım şarkılar arasında gerçekten old school hip hop kokan 2 şarkı da olacak. Ben de özlemişim, onu da seviyorum. Yani bunun niye sıralaması olmuyor? Çünkü mesela bir altyapı olur, o kadar detaylı ve güzeldir ki ona giden vokal 2-3 kelimelik bir şey olur ve hep tekrarlarsın onu ve odur belki. O zaman, o şarkı atmosfer ağırlıklı tutar mesela. Ama başka altyapı olur, belli ki vokal ister, dolu dolu konuş ister. Prodüktör ya da müziği yapan her kimse bunu anlayıp, dozunu iyi ayarlayabiliyorsa odur hoşuma giden doğru olan. Hip hop ya da başka şey, kalıptan çıkması lazım. Yani kalıp gibi bakıp işte “50 Cent gibi olsun.” değil de, o elindeki altyapı tam ne istiyor onu anlamak lazım. Gerisi üzerinde çalışmak, birçok şarkı yapmak, hatta birçok şarkıyı boşuna yapmak çünkü ders şarkısıymış o demek ki, daha iyisini yapabilmek için. Sonrası böyle devam ediyor.

Kadın rapçilerden Azize-A bir röportajda “Ben, ‘Türk müyüz, yoksa Alman mı?’ sorusunu yok etmeye, bizlerin çok kültürlü ve kozmopolit insanlar olduğumuzu duyurmaya çalışıyorum. Artık iki sandalye arasında sıkışıp kalmış kimseler olmadığımızı, o iki sandalye arasında kendimize ait ‘bir üçüncü sandalye’miz olduğunu göstermek istiyorum…” diyor. Sizce bu “üçüncü sandalye” oluşturma fikri mümkün mü? Öyleyse bunu başarabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Azize-A doğru demiş. Bu çok belli oldu. İlk geldiğimizde buraya bir anavatan özlemiyle yaşadık, burada sıkıntılar vardı ama anavatanmızda da yerimiz vardı. Yıllar geçti, bir şeyler değişti, gelişti. Ve oraya gittiğimiz zaman oradan da farklı olduğumuzu gördük. Ne kadar sadık ya da ne kadar Türk kültürüyle yaşasak bile Almanya’da, Türkiye’nin de bir gidişatı, bir yolu, bir değişimi var. Her gün orası da bir yere doğru gidiyor. İyi ya da kötü fark etmez, bir değişim, gelişim ve devamlılık var. Sen onu yaşamıyorsun, görmüyorsun. Sen buradaki değişime de tam uyum sağlayamıyorsun, çünkü Alman değilsin ve olmak istemiyorsun da. Kendin olduğun gibi yaşamak istiyorsun. Bu yıllar içinde Almanya’da yaşayan Türkler birbirini anlar. Çünkü yaşam ve duruş şeklimizde bir Almanyalılık var ve bu kötü bir şey değil. Hatta genelde iyi şeyleri alıyoruz buradan. Türkiye’de tabii ki kabul ediliyoruz, ben bir dışlanmışlık falan hissetmiyorum ama tam da uyum sağlayamıyoruz. Evet yani, herkesin farklılığı belli oluyor. Bu yuva, vatan dedigimiz aslında içimizde olan bir şey ve o yüzden ben Almanya’da yaşayan Türkler’e kendimi yakın hissediyorum, çünkü onların durumlarını biliyorum, ben de bunun içindeyim. Bu millet belki 3 milyondur, 5 milyon da olabilir, çünkü gelip giden de çok… Bunlara ait bir kimlik arayışı var ortada ve bu çok ciddi. Neden? E ben burada doğdum, kreşe bile burada gittim. Tabii ki Türkiye’denim, unutmamışım belli ki ama başka bir kişilik de oluşuyor. Bu kötü bir şey değil ama yeni bir şey. Ve bu yeni kişiliğin kendisine göre bir hikayesi olmalı. Bu müzikte de görülür, yani her türlü anlaşılır ve paralel dünya gibi bir şeydir bu. Üçüncü bir kişilik… Gerçekten bizim bunu yapmamız lazım, bizim bunu kurmamız lazım yoksa bu çocuklar çok sıkıntıda. O iki sandalye arasında kalma durumu çok doğru. Tam gücünle iş yapamıyorsun çünkü hangi dünyaya yapacaksın? İkili yani, 2 lisan var, 2 kültürün farkılıkları var. Evet, içinde belki mutlu yaşıyorsun ama aslında enerji alıyor bu senden. Bunun olmaması için kendimizi bu ikilemle kabul etmemiz lazım, olay bu.

Read article

Arabesk Rap: “Bozar mı sandın acılar?”

Comments (0) #Rap

Arabesk Rap: “Bozar mı sandın acılar?”

1960’lı yıllar… Türkiye’nin siyasi ve kültürel açıdan değişiklikler yaşadığı, “köyden indim şehre” göçünün yavaş yavaş başladığı zamanlardı. Bu zamanlar aynı zamanda bir alt kültürün, arabesk müziğin doğduğu dönemdi. Yıllar içinde değişmeye devam edecek siyasi ve kültürel ortamda 60’ların ürünü arabesk müzik de dönüşecekti. Hatta, zaman ilerledikçe Türkiye, Almanya’daki gurbetçilerinden rap müziği öğrenecek ve arabesk müzikle birleşen rap’e tanık olacak. Değişimi ve dönüşümü durmayan arabesk müziğin ortaya çıktığı yıllarda arabesk icra eden sanatçılara bu türün böylesi bir alt kültür doğuracağı söylense herhalde dalga geçiliyor diye düşünürlerdi. Başlarda horlanan ama sonradan bağra basılan arabeskin bu yolculuğu ve rap müzik ile kesişmesi popüler kültür tartışması açısından önemli bir konumda diye düşünüyorum. Bu yazı boyunca da “dert edindiğim” bu yolculuğu kendimce irdelemeye çalışacağım.

1960’lar Gecekondu Müziği

            Dönem, müzik endüstrisi açısından çok parlak olmasa da endüstrinin parlamak için adımlar attığı bir dönem. Belki Unkapanı’nın emekleme zamanları diye tabir edilebilir. İstanbul’a “ünlü” olmaya gelecek arabesk sanatçılarının müzik endüstrisinin kapısını çalmalarına daha vardı. Bu sırada, arabesk ifadesi Suat Sayın’ın eserleri için kullanılıyordu. Sayın’ın Mısır’dan aldığı batı nağmelerini kullanması, orkestra düzeni ve orkestrayı Batılı yaylı çalgılarla zenginleştirmesinden dolayı dönemin müzisyenleri tarafından Suat Sayın’ın besteleri arabesk müzikti.

Arabesk’in Türkiye’deki belki de ilk temsilcisi Orhan Gencebay

1960’lı yıllar müzik deneyimi açısından elverişli yıllardı. Suat Sayın’ın bestelerinde uyguladığı çeşitlilik aslında sadece arabesk müzik için geçerli değildi. Halk müziği ve çalgıları farklı müzik türlerinde yeniden keşfedilmeye başlandı. Anadolu Rock, bu keşfin rock müziğe uyarlanmasıyla ortaya çıktı. Arabeskteki keşif ise Suat Sayın’ın ardından Orhan Gencebay ile devam etti. 1966 yılında Deryada Bir Salım Yok adlı ilk popüler şarkısı, Gencebay’ın bu şarkıda halk müziğiyle Batılı yaylı çalgıları birleştirmesi arabesk müziğe dair önemli bir adımıydı. 1968 ise hem arabesk müzik için hem de Orhan Gencebay için dönüm noktası denilebilir. Hatasız Kul Olmaz ve Bir Teselli Ver şarkıları, köyden kente göç etmiş ve genellikle de gecekonduda yaşayan insanların günlük dertlerini o kadar iyi yakaladı ki arabesk müzik, göçmen ve gecekondulu halkın neredeyse kitlesel olarak beğenisini topladı. Aslında bir beğeniden çok ortaya çıkan şey kendilerini ait hissettikleri bir alanın benimsenmesiydi.

Arabesk müzik kendi dinleyici kitlesinin isyan etme aracıydı. Kente göçerken bekledikleri, hayalleri ve istekleri bir yanda kalmış ve düş kırıklıklarıyla mücadele eden bu insanlar çektikleri sıkıntıya dair söylem üretebilme şansına erişmişlerdi. Ancak, her ne kadar arabesk müzikte isyan, öfke ve kızgınlık gibi duygulara yer verilse de bu müziğin kaderci bir yanı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Çünkü arabesk, çekilen acıyı ve ıstırabı aynı zamanda bir tecrübe olarak görür, bu yüzden bir süre sonra teslimiyet ortaya çıkar. Burada da arabeskin ikiliği belirir ve “kitle tüketimine dönük bir hümanizm” doğurur. Modernleşme, yarattığı gurbet ve yalnızlık sorunlarıyla sıkıntılı ama onun içinde “daha iyi bir dünya” kurma isteği uyandıracak kadar da iyi bir yana sahip. Arabeskin bu çelişkili yanının 80’li yıllarda daha net ortaya çıktığını söylemek mümkün.

1980’ler… Acıyı Sevmek Olur Mu?

            60’lı yıllarda göç etmiş insanların 80’lere gelindiğinde artık oy potansiyeli yaratacak seviyeye gelmesiyle arabeskin ikili yanı keskinleşmeye başladı. Oldukça geniş olan bu kitleyi kültürel kodlarından yakalamak en mantıklı yollardan biriydi ve bu mücadeleden nasibini alan arabesk müzik oldu. 1980’lerin sonunda doğru televizyon ve radyolarda arabesk müziğin çalınmasına izin verilmesi konusu gündeme geldi. Arabesk müziğin televizyon ve radyolarda çalmaya başlaması daha fazla kitleye ulaşmasını sağladı. Böyle olunca minibüs ya da gecekondu müziği denilerek aşağı görülen arabesk, popüler kültürün bir parçası haline geldi. Bu durum daha çıktığı yıllarda onu benimseyen dinleyicilerini mutlu etmişti. Mutluluğu sağlayanlarsa hala arabeskin isyankar yanından dolayı endişeliydi. Bu yüzden, 1989 yılında Kültür Bakanlığı bir arabesk bestecisine gelecek yıllarda çıkacak olan arabesk şarkılara örnek olması açısından “acısız arabesk” şarkısı ısmarladı ama sonuç başarılı olmadı

Arabesk yavaş yavaş popüler kültürün bir parçası haline gelmiş olsa da bu müzik türünün temellerinden biri olan yoksulluk sürmeye devam ediyordu. Bunun etkilerinden biri ise 2000’li yılların ortalarına doğru belirdi.

Diss Atmalar Diyarı

ASi StayLaiSyanQaR26ArSız Bela ve daha birçok genç, dünyasını tek bir müzik türüne odaklayıp onun imgelerini kendi hayatına yerleştirmeye çalıştı. Kendi gerçeklik algılarını bu müziğe sabitlediler ve hayatlarının temeline oturttular. Bu, sadece belli bir müzik türüne odaklanıp onu dinleme deneyimi değildi ve giyimden saç kesimine, harf kullanımından konuşma şekline kadar birçok alana sirayet eden bir müzik arabesk rap. Bu alt kültürün içindekiler, 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda onlar gibi benzer sıkıntıları çekmiş olan teyzelerinden ve amcalarından farklı olarak toplumda daha aktif ve görünürdü. Özellikle bedenin gösteriselleşmesi arabesk rap yapan ve dinleyen kesim için önemli. Bunun bir temsilini de “apaçiler” örneğinde bulmak mümkün. Maddi imkanlarının normal şartlarda el vermeyeceği markaların taklitlerini giyerek ve saçlarını kendilerine özgü tarzda şekillendirerek içten içe bir özenme haliyle beraber topluma uyum sağlama çabasını apaçi temsilinde bulabiliriz. Uyum sağlama çabasının yanında kendilerine güç veren en önemli unsurlardan biri dinledikleri müzik. Arabesk rap, gündelik hayatta yaşanılan sorunları biraz silikleştirdiği için bu gençlerin kendilerini daha güçlü hissetmelerini sağlıyor. Aynı zamanda slogan olmaya müsait şarkı sözleri ve dinleyicilerinin yaşam tarzını ifade etmesi yönüyle arabesk rap’in duygusal bir isyan özelliği taşıdığını söylemek mümkün.

Görünür olma meselesiyle ilgili eklenebilecek bir konu da Youtube’a yüklenen diss atma videoları. Gruplar arasındaki atışmaların sadece mahalle arasında kalmasını istemeyerek dijital bir mecraya videosunu çekip koymak, alt sınıfların kendinden beklenenden farklı bir role bürünerek- kimine göre yerini ve haddini bilmeme de olarak adlandırılabilir- arabesk furyasına gençliğinde katılmış amcaları ve teyzelerinden daha agresif bir tavır takındıklarını söylemek mümkün. Tabi bir durumu da atlamamak gerekiyor ki Müslüm Gürses konserinde kendini jiletleyenlerle kafasına silah ya da bıçak dayayarak fotoğraf çekilen arabesk rap sever gençler arasında bir akrabalık olması.

Arabeskin kendi zamanında çok silik kaldığı gibi bir görüşe sahip olduğum düşünülmesin yine de zira arabeskin 80’li yıllar sonlarına doğru televizyonlarda ve radyolarda yayınlanmasıyla arabesk filmlerin de patlamasını düşünürsek silik bir yanı olduğunu söylenemez ama devlet desteği olmasaydı bu kadar görünür olabilir miydi sorusu da yerinde olacaktır. Günümüzdeyse zamanının arabesk filmler furyasına benzetilebilecek derecede arabesk rap filmi diye bir tür olmasa da televizyonda ya da internette yayınlanan bazı dizilerde arabesk rap tınılarını duymak mümkün. Buna denk gelebiliyor olmamızda arabesk rap ile uğraşanların ve dinleyicilerinin kendi alanlarına büyük bir çabayla sahip çıkmalarının etkisi olduğunu düşünüyorum.

Read article

Yener: “Türkiye’de 10-15 yıl daha bayrak rap’in”

Comments (0) #Rap, Röportajlar

Yener: “Türkiye’de 10-15 yıl daha bayrak rap’in”

Yener Çevik 20 yılı aşkın süredir Türkçe rap’in en üretken isimlerinden biri olmaya devam ediyor. İzmir’de müzik hayatına başlayan Çevik’in şu an dünyanın dört bir yanından hayranları var. Dinleyici kitlesi de en az kendisi kadar renkli. Akademisyenlerden iş insanlarına, mahallesindeki gençlerden punk’lara, onun sözleri her kulağa bir şekilde değiyor. Umut, zorluk, çile, başarı, mutluluk… İşte karşınızda Yener Çevik

Türkçe rap müzik yapmaya nasıl başladınız?

1989’da 10 yaşındayım, TRT’de Fat Boys adındaki diziyi izliyordum, üç siyahi var orada. Benim de yaş günüm gelmişti, abimden bana kasetlerini almasını istedim. O sırada CD yok, kaseti arıyor, bulamıyor. Gidiyor içinde üç siyahi olan bir kaset alıp getiriyor bana, o da Run-DMC. Bunları dinlemeye başlıyorum. Abimin de İngilizcesi çok iyi, bana Türkçe çevirisini yapıyor. Abim baktı ben sevdim ve hala dinliyorum, bana Malcolm X’in kitabını getirdi. Dinlediğin müziğin kaynağı bu. Başka coğrafyalarda bizim gibi dertleri olan insanlar varmış, tamam dedim ben bu müziği dinleyeyim. Böyle devam etti. Gurbetçi kardeşlerimiz geliyor gidiyor, 93’te Bir Yabancının Hayatı parçası geçti King Size Terror’ün, heyecanlandık. Üstüne de rahmetli Boe B’nin albümü geldi Islamic Force. İyice bir şevklendik. Ardından Karakan’ın Defol Dazlak singleı geldi böyle bam bam bam. 95’te Türkiye’ye Cartel’le geldi rap ama ondan evvel gurbetçi kardeşlerimizden ulaşmıştı yapılan işler. Türkçe rap zaten Türkiye’de değil, Almanya’da doğdu. Ben de İslamic Force’un Mesaj albümüyle rap yapmaya başladım. Rahmetli Boe B’nin şarkı sözlerini kağıda yazmıştım, o çalıyordu onunla okumaya başladım. Çok heyecanlandım, “Çünkü Türkçesi var işin” diye düşündüm. 95’te Cartel bam diye patladı. 95 bitimine doğru Liseli Genç parçasını yaptım, Atatürk’ü yaptım, Sokakta Yavaş Yavaş’ı yaptım, giriş yaptık işe.

Bu çalışmaların meyvelerini ne zaman almaya başladınız? Bir yerlerde çıkmak, İzmir’de tanınmaya başlamanız? Her gününüz rap’le mi geçiyordu?

Yok, hayır ben işçi çocuğuyum. İşportacıyım. Haftalık cumartesi veya pazar izin oluyordu. Fuara gidiyorduk. Karşıyaka’da Kareler vardı, orada takılıyorduk. Basmane Fuar kapısının orada mermer vardı, breakdance yapanlar dans ediyordu, biz rap yapıyorduk. Koca piller vardı, paramızı birleştirip pil alıyorduk müzik çalsın diye.

 MEKTUPLARLA KURULAN AĞ

Turbo ile nasıl tanıştınız ve Yeraltı Operasyonu’na katıldınız?

Blue Jean dergisi alıyorduk, orada Turbo’nun yaptığı sayfa vardı hiphopçuların buluştuğu. Ona notlar bıraktık. Sağolsun Turbo buldu bizi. Onun sayesinde Türkiye’nin ilk Türkçe rap toplama albümü yapıldı.

O proje sürecinde neler hissettiniz?

Kenar mahalledeyiz biz. Birileri duymuş, Turbo’nun da kulağına gitmiş. Çok heyecanlandık. Basında bu işle uğraşan tek kişiydi, Blue Jean’de sayfası vardı. Ankara’da organizasyon oluyordu, İstanbul’da organizsayon oluyordu paraları birleştirip gidiyorduk konser, graffiti, breakdance için arkadaşların evinde kalıyorduk. İzmir’de organizasyon oluyordu, onlar geliyordu. Ama mektupla haberleşiyorduk hep.

Peki, Yeraltı Operasyonu’ndaki diğer isimlerden Turbo ile tanışmadan önce de haberdar mıydınız?

Yok, Turbo sayesinde tanıştık. Albüm de Turbo sayesinde oldu zaten.

95’te Cartel ile dev bir başarı elde ediliyor, ama sonra devamı gelmiyor. Siz de bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. O büyük başarı sizde bir yük yaratmıyor mu?

Hayır. Biz kendimiz gibi olmak istedik. Cartel’in yakaladığı popülariteyi kimse yakalayamazdı zaten. Cartel’in başarısını bir daha kimse tekrarlayabilir mi, sanmıyorum, inşallah olur böyle bir şey. Cartel benim en büyük efsanemdir. Klibi çıktığında TV karşısında gözümüzü kırpmadan izlerdik. Hala çıksın hala çok heyecanlanırım. Yumurtanın kabuğunu kırıp, kuşun büyüyüp uçma zamanı gibi bir şeydi.

İŞPORTACILIKTAN KAZANILAN PARAYLA KİRALANAN STÜDYOLAR

 

Müzisyen kimliğinizi oluştururken özel olarak etkilendiğiniz kim vardı?

Benim öğretmenim rahmetli Boe B, bu işte bir tane kral var, o da Boe B, başka yok.

2000’lerde festivallere Türkçe rap yapanlar katılmaya başlıyor, o günler nasıldı?

Onun evveliyatı var. Biz punklarla çıktık. Rashit, Crunch. Punk Emin abimiz vardı, Atlas Pasajı’nda bizi o birleştirdi. Taksim’de Ayhan Işık Sokak’ta Gitar Bar.

Yeraltı Operasyonu’nun çıkışı hayatınızı nasıl etkiledi?

Müzikten zaten para kazanamıyorsunuz. Bir inşaatta çalışıyorduk. İşportacılık yapıyordum. Bir yandan okumaya çalışıyorum. Haftasonu tutunacak dalımız oldu. Öğleden sonra vardiya bittiğinde, Kareler’de oturup breakdance yapanları izlemek bizim huzurumuzdu.

Aileden gelen tepkiler nasıldı?

Yadırgıyorlar tabii. Görmedikleri bir şey. Giyim stiliniz bol. Saçları kazıtıyorsunuz sürekli. Değişik geliyor insanlara. Acayip bakıyorlardı. Ama şarkıları dinlemeye başlayınca kötü şeyler demediğimizi anladılar.

Yener Çevik

Hayatınızı müzik yaparak kazanma noktasına gelene kadar neler yaşadınız?

Ömrüm boyunca çalıştım, öyle müzik yapabildim. Son 3 yıldır kazanıyorum, Allah bereket versin. Ama öncesine kadar kazanmadım, çalıştığım işlerde kazandığım parayla müzik yaptım. 1 hafta çalışıyorduk, 1 saatlik stüdyo paramız çıkıyordu.

ÖLÜMÜN KIYISINDAN DÖNÜLEN GÜNLER

İstanbul’a geliş gidişler nasıl başladı?

İstanbul’a ilk olarak Turbo sayesinde geldim. Öyle başladı. Tabii işe otobüs garlarında üstümüzü değiştirip gittiğimiz de oluyordu, eve gitmeye vakit yoktu çünkü.

Bu işin olacağını bilmenin sağladığı bir motivasyon mu bu?

Hayır. Mutlu olduğumuz bir şeyi yapmanın motivasyonu var. Daha 3 yıldır kazanıyorum diyorum sana.

Geçirdiğiniz ağır bir trafik kazası var. Öncesinde Yener, sonrasında Yener Çevik olarak devam ediyorsunuz müzik hayatınıza

Kırılma noktası kaza. Bi Siyah Bi Beyaz şarkımda anlatıyorum.

Kişisel bir değerlendirme olacak belki, fakat geçirdiğiniz kaza sonrası yaptığınız müziğin de kalitesi artıyor. Sesin kalitesi, sözün kalitesi, her şeye yansıyor

Evet. Bu iş oluyor artık Allah’a şükür ve Türkçe rap altın çağını yaşıyor. 10-15 yıl daha bayrak Türkçe rapin.

Ezhel mesela Sziget festivalinde sahne aldı

Türkçe rapi en lüks kulübe gittiğinde bile dinliyorsun. Eskiden bizi içeri almayan kulüpler şimdi sahneye çıkmamız için buyur ediyor. Biz bu kulüplerden içeri giremiyorduk, çünkü façamız bozuktu.

OKUMAYA GİREMEDİĞİM OKULA DERS ANLATMAYA GİRDİM

Müzik yaparken nasıl zorluklarla karşılaştınız?

Bizim için zorluk diye değerlendiremem, mutluluğumuz için yaptıklarımız olarak değerlendirebilirim. Bir şeyi varsayarsan var, varsaymazsan yok. Kadın çorabını mikrofona geçiriyorduk ses için, duvarlara karton yumurta viyolü koyuyorduk. İstanbul-Ankara-İzmir arasında kime yeni şarkı gelirse kasede çekip yolluyorduk birbirimize.

Konser ve festivallere ne zaman katılmaya başladınız?

Sene 2000, JB Dance And Techno Festival’e katıldık. Sonra H2000 geldi. Sosyal medya falan yok, babalar gibi festivaller oluyordu ama. H2000 Ömerli Barajı’nın orada olmuştu. Oraya da Turbo çağırdı.

Yener Çevik

Sizi şaşırtan tepkiler alıyor muydunuz insanlardan?

Fırat Hoca vardı, Fırat Kutluk, profesör. Müzikolog kendisi Dokuz Eylül Üniversitesi’nde. O bana bir ders için ulaştığında çok şaşırmıştım 2000’li yıllarda Türkçe rap ile ilgili araştırma yapıyordu. Okumaya giremediğim okula ders anlatmaya girmiştim Fırat Hoca sayesinde.

Başka şaşırtıcı, mutluluk verici neler yaşadınız?

Bizim oradaki çocuklar ellerine kalem kağıt alıp yazmaya başlamışlar. Evlerine bizim eski zamanlardaki gibi yumurta kolileri boşlarıyla stüdyo kurmuşlar. Bizim orası kenar mahalle, şimdi birisi kırdı ya kabuğu, ona özenmeye başlamışlar. Evime İzmir’e gittiğimde çocuklar yazdıkları şarkıları gelip okuyorlar, bu bana yetiyor zaten. Bu çocuklar kötü çocuklar değil. Rol model alıyorlar beni, o yaptıysa biz de yaparız diyorlar.

Bu noktada projeleriniz var mı? Çocuklarla müzik yapmaya yönelik?

Projeler var da, hepsi maddiyatla ilgili. Destek alamazsak bu işi ancak yazdığım şarkılarla anlatabilirim. Ama diğer türlü arkamızda bir güç olursa, derslik sınıflık, bir yer açılırsa her insana derdini raple anlattırabiliriz, kavgaya şiddete başvurmadan. Breakdance yapar spor, graffiti yapar sanat. Bu çocukların özgüvenini arttırabiliriz, kendisini ifade edebilmesini sağlayabiliriz. Çünkü hiphop umut dalıdır, tutunacak daldır. Zamanında İstanbul Bilgi Üniversitesi ders veriyorduk, atölye vardı. Sonra Sulukule’de atölye açıldı, orada birkaç derse katıldık. Ama sonra kapandı o derslikler. Alibeyköy’de santralİstanbul’da veriyorduk. Sonra Sulukule’ye taşındı, orada verdik. Sulukule’de Tahribad-ı İsyan var kardeşlerim, onlar bayrağı aldı götürüyor. Şimdi onlar kendi bilgi birikimlerini aktarıyorlar Sulukule’de. Ama ciddi anlamda güzel bir destek verilmesi gerekiyor ki biz bu insanlara bir şeyler anlatabilelim.

Siz diğer rap müzisyenlerine verdiğiniz destekle de dikkat çekiyorsunuz. Tanınmayan isimleri bulup çıkartıp “Bakın bu da iyi” deme tarafınız var. Hayranlarınız da bu davranışınıza “Yener Abi söylüyorsa iyidir” şeklinde bir yaklaşımları mevcut.

Evet, güzel iş yapıyorlar çünkü. Janset diye bir kardeşim var İngiltere’de rap yapıyor, Türk. Kız makineli tüfek gibi rap yapıyor. İran’dan bir rapçi kardeşimiz geldi Adnan adında Hiphop is Back’te, insanlar söylesinler. İran’da rap yapamıyor.

ANAAKIM MEDYAYA MUHTAÇ DEĞİLİZ

Yurtdışı konserleriniz nasıl geçiyor?

Türkler geliyor. Çok iyi tepkiler alıyorum. Gurbetçilerden çok destek var her zaman. İlk Kreuzberg’e konsere gittiğimde acayip heyecanlanmıştım, çünkü Türkçe rapin doğduğu yere gitmiştim. Türkçe rap yapan herkesin gitmesi lazım, çünkü orada doğdu. Orada gezerken ki hazzımı anlatamam.

Türkçe rap yükseliş trendinde. Bundan sonra nasıl ilerler sizce?

Artık müzik piyasasında Türkçe rap var. Her tarafta biliniyor. Reklamından tut dizisine kadar her yerde var. Türkçe rapi kabul ettiler. Anaakım medya da kabul etti. Artık mutluyum, altın devrini yaşıyor ve daha da yaşamaya devam edecek, oldu çünkü artık.

İnternetin katkısını nasıl değerlendiririsiniz?

Biz internetten yürüyen bir müzik türüyüz. Biz her şeyi kendimiz yapıyoruz. Anaakım medyaya da muhtaç değiliz. Yayımlamazsanız yayımlamayın.

Müzik sektöründeki dijitalleşme sizi nasıl etkiliyor rap müzisyeni olarak?

Hiçbir yapımcının yanında olmayacağım ben. Kendi işimi kendim yapacağım.

Maddi olarak da katkısı var?

Maddi kısmı var ayrıca size şunu şöyle yap, böyle yap diye direktif veren de yok. Kendi istediğiniz gibi yapabiliyorsunuz.

Plak şirketleriyle geçmişteki ilişkinizi düşünürseniz, günümüzde nasıl hissediyorsunuz?

Yıllarca hakkımızı sömürtmüşüz, yaşasın dijital. Kanımızı emmişler yıllarca, bizim haberimiz yok. Biz paralarımızı biriktirip işlerimizi yaptık, hepsini plak şirketleri kazandı, biz bir şey kazanmadık. Şimdi tamamen özgürüz.

Dinleyicileriniz diğer rapçilerin hayranlarından şu noktada ayrılıyor, sizin takipçileriniz tutkulu, fanatik. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Çok değişik bir kitleye hitap etmeye başladım. Rap dinlemiyorlar. Benden önce DJ çıkıyor mesela, herkes duruyor. Ben çıkıyorum her şey değişiyor. Diyorlar zaten “Biz Yener Çevik dinlemeye geldik”. Bazen şaşırıyorsun.

“Ben Çin’e gidiyorum konser vermeye” deseniz yola dökülüp yürüyüp gelecekler.

Gelirler.

POPÜLER KÜLTÜR BİZİ İÇİNE ALAMAZ

Nasıl oluştu bu topluluk?

Ben çıktığım yerde başta bir helallik alırım. Kimisinin parası var, kimisinin yok. Kimisi biriktirip geldi belki. O çocuk bana parasını helal etmeli. Çünkü ben orada müzik yapıyorum, o çocuk müzik dinlemeye geliyor. Ben orada iyi bir performans sergilemiyorsam, başta onun helalliğini almak zorundayım. İkincisi o kardeşlerim, fan falan demiyorum, çünkü hayranlık sadece Allah’a olur bana göre. İnsan insana hayran olamaz. Sever, sayar, ama hayranlık olamaz. Hepsine kardeşim gözüyle baktığım için onlar da abisi olarak görüyorlar. Bir de ben her taraftayım, sokaktayım, her yerdeyim. Kim isterse gelsin fotoğraf çektirsin, konuşsun. Çünkü istediğiniz kadar paranız olsun, en pahalı lüks mağazada alamayacağınız şey sevgi ve saygı. Hazır bunu da Allah size nasip etmişken, almamak ayıp olur.

Bilet parasını harçlığını biriktirip alanlar kadar, üst gelir grubundan da dinleyicileriniz var.

Geçen çok lüks bir yerde sahne aldım. Şaşırdım. Benim şarkılarım burada çalacak diye. Dinleyicilerin hepsi beni dinlemeye gelmişti. Mekan full. Bahçesi yetmedi, localar bistrolar falan. 12 şişe şampanya patladı bana, kendimi İbrahim Tatlıses gibi hissettim, dedim ne oluyor? Ömrümde ilk defa geldi böyle bir şey başıma, o yüzden anlatıyorum.

Kenar mahalleleri, sokakları da anlatıyorsunuz. Bir derdiniz var sonuçta. Lüks bir gece kulübünde konser vermenizi düşünürsek mesela, popüler kültüre adapte olduğunuz iddiasına nasıl yaklaşırsınız?

Adapte mi olduk sizce? Biz hala aynı insanlarız. Popüler kültüre adapte olmadık, popüler kültür bizim varlığımızı fark etti.

Popüler kültür Türkçe rap’i içine alıp dejenere edebilir mi?

Bizi içine alamaz. Bizi ancak kabul edebilir.

SIFIR BİR İLE GURUR DUYUYORUZ

Undergrounddan bu noktaya nasıl gelindi?

Bizi dinleyen çocuklar küçüktü, hepsi büyüdü iş sahibi oldu, güzel yerlere geldiler. Kimse sevdiğini bırakmadı. Şimdi o çocuklar geliyor. Patlama o çocukların büyümesiyle oldu.

Dinleyici profilinizde değişim görüyor musunuz? Yeni katılanlar mesela?

Çok değişik yerlere gidiyor. Akademisyenler dinlemeye başladı. İş dünyasından dinleyicilerim var. Bir tane dinleyici kardeşim var genetik alanında profesör. Laboratuvarında da beni çalıyor. Mesela doçent doktor Elif Hoca –Elif İskender-. O da dinliyor.

Dizilerde parçalarınızı kullanmak için teklif geliyor mu?

Geçen sene Adı Efsane dizisine verdim parça. Bu sene Sıfır Bir’e verdim.

Sıfır Bir’in dizi müzikleri ağırlıklı olarak rap zaten, özel bir ilgiyi hak ediyor…

Sıfır Bir ile gurur duyuyoruz. Onlar da hayallerinin, umutlarının peşinden gitti. Ve çok güzel iş yapıyorlar.

Read article

Turbo: “O zamanki tutku ve ruh parçalara yansıyordu”

Comments (0) #Rap, Röportajlar

Turbo: “O zamanki tutku ve ruh parçalara yansıyordu”

Kime sorsak, hiphop sayımızın hazırlığından kime bahsetsek bize tek bir isim verdiler: Turbo. Eğer Turbo ile konuşmazsanız o sayıyı boşuna hazırlamayın uyarısında bulundular. Kendisiyle görüştüğümüzde neden herkesin onun adını verdiğini gayet iyi anladık. 30 yılı aşkın süredir Türkiye’de hiphop kültürünün gelişmesine verdiği katkıları ondan dinledik. Geçmişte breakdance ve rap müzik yapmasına rağmen, graffiti sanatçısı kimliğiyle öne çıkan Tunç Dindaş hakkında Ekşi Sözlük’teki bir entryde şöyle diyor: “dünya üzerinde hip hop kültürü için savaşan en önemli isimlerden birisi.” Biz de gençliğinde graffiti yaptığı için “Devlet malına zarar vermek”ten yargılanan, şimdi ise Kültür Bakanlığı’nın isteğiyle Fransa’da ülkemizi temsil eden Tunç “Turbo” Dindaş ile buluştuk ve hem bu dönüşümü, hem de Türkiye’de hiphopun inşa sürecini konuştuk.

Türkiye’de hiphopa ilk katkı veren ve bunu 30 yıldan uzun süredir devam ettiren birisiniz. Nasıl başladı hiphopla bu ilişkiniz?

Çocukken, hiphoptan önce resim yapan, babası müzisyen olan bir çocuktum. Evde müzik hep vardı. Sonra televizyonda görmeye başladım breakdance, klipler. O dönemde video kaset kiralanırdı, kasetlerin sonunda da yabancı klipler çıkardı. İlk böyle tanıştım. Almanya’da akrabalarımız vardı. Ben kasetlerde gördüğüm breakdance ile alakalı hareketleri acaba yapabilir miyim düşüncesiyle deniyordum evde. Almanya’daki akrabalar da Türkiye’ye geldiğinde bana “Şöyle olur, böyle olur” gibi gösterdiler. Biraz bilinçlendim öyle. O dönemde filmlerin de sayısı artmaya başladı Türkiye’de yayımlanan. Mahallede de dans edenler olmaya başladı.

Mahalleniz neresi?

Şirinevler. Bakırköy’e ve Yeşilköy’e de gidiyorduk. Yazları Bursa’ya gidiyorduk. Orada çok vardı breakdance yapan. Ben de kendimce iyi sayılıyordum. Mahallede ben dans ettikçe, Breakin’ filmindeki Turbo karakterine benzetmeye başladılar. O karakter iyi dans ediyordu, bana da “Turbo gibi dans ediyor” diyorlardı, Turbo adı bana böyle yapıştı. 1985’in başında Beat Street’i seyrettim. Orada da graffitinin ne olduğunu gördüm. Graffiti beni daha çok cezbetti, resime de kabiliyetim vardı çocukluğumdan beri. 85’te sokakları boyamak üzere yola çıktım

İlk boyama hikayeniz nasıldı?

Filmde görüyoruz, ellerinde rengarenk spreyler var, biz de öyle yapacağız diye düşündük. Oysa 85’te İstanbul’dasın ve boya bulamıyorsun hiçbir yerde. Malzeme yok. Böyle bir kültüre dair hiçbir şey yok. Sorduklarımız da bilmiyor. Beyaz marka buzdolabı boyası buldum. Tutmuyor bile, sulu boya gibi bir şey. Ben de tagler atıyorum, büyük büyük yazılar yapmaya çalışıyorum. Öyle gitti bir süre çünkü başka hiçbir şey yok. Sonra siyah ve kırmızı renkleri çıktı. Benim üç tane rengim oldu, acayip mutluydum. Sonra yabancı boyalar gelmeye başladı, fakat çok pahalıydı. 1 ay para biriktiriyordum iki üç boya ancak alabiliyordum. İlk Bakırköy’e çıkmaya başladık, sonra Ataköy yapılmaya başlandıktan sonra oralara gitmeye başladık. 9. Kısım inşaat halindeydi, oraya gidiyorduk.

Peki, aileniz bu duruma nasıl yaklaşıyordu?

Destekliyorlardı. “Ne yapıyorsun” diye hiç karışmadılar. 89 yılında yakalandığımda kurtarmak için babam geldi. O zaman bile hiç kötü bir laf söylemedi.

İlk yakalanış mı bu?

Evet. 89’da Zeytinburnu’nda tren yolunda köprü boyuyordum. Yanımda gözcü arkadaşım vardı, o sağa sola bakacağına bana baktığı için polis arabasını fark etmedik, yakalandık öyle. Devlet malına zarar vermek ve duvara slogan yazmaktan 1 yıl hapis cezası aldım. 18 yaşından küçük oluşum, daha önce suç işlememiş olmam dolayı para cezasına çevrildi. Babam geldi, polislerle uğraştı bayağı, ama bana bir laf etmedi. Sadece “dikkat et” derdi.

Şanslıymışsınız…

Eee müzisyen adam. Kafası daha açık. Sonuçta kendi yaptığı iş de zamanında Bulgaristan’dan gelip Bursa’ya yerleşmiş. Göçmen evi orada çıkmış çünkü. “Ben müzik okuyacağım” demiş, İstanbul’a gelmiş gençliğinde. O da görmüş geçirmiş bir insan sonuçta. Pek bir sıkıntı olmadı.

Sadece 89’da mı yakalandınız?

O ilk yakalanmam. Yargılandım. Diğerleri küçük şeyler. Sokakta polis görüyordu. “Ne yapıyorsun böyle” diye soruyorlardı, sonra da “Yapma böyle, git” diyorlardı. Bunlar küçük şeylerdi.

Breakdance yapan arkadaşlarım metalci oldu

O dönemde yakalanıp, yargılanıp, devlet malına zarar vermek, slogan yazmak gibi suçlamalarla cezalandırılırken, şu an belediyelerin çağırıp graffiti yaptırdığı birisiniz?

Kültür Bakanlığı Paris’e gönderdi beni işte boyatmak için.

80’lerin ortasında breakdance, sonra graffiti. O yıllar ortam nasıldı?

Breakdance dönemlerinde graffiti yapan benden başka biri yoktu. Herkes dansçıydı. 80’lerin sonuna doğru heavy-metal yükselmeye başladı. Benim birlikte breakdance yaptığım çoğu arkadaşım metalci oldu. Türkiye’de bir şeyci olma kavramı vardı. Heavy metal yükseldi, yine 80’lerin sonuna doğru acid house çıktı, bazıları acidci oldu. Ben de hala rap dinliyordum. Şöyle bir şey de vardı, breakdance yaparken breakdance müziğiydi o, rap pek yoktu. Yurtdışına gidenlerden de breakdance müziği getirsene bana, kaset, plak falan istiyorduk. İnsanlar da oralara gidince breakdance bitmiş zaten Almanya’da İsviçre’de, nereden bulacaklar. O sırada Türkiye’de yolda Run-DMC, Public Enemy tişörtlü biri gördüğün zaman koşarak yanına giderdin, “Sen de mi dinliyorsun” diye. Ben de öyle biriyle tanıştım. Ondan istedim, o da bana breakdance müziğinin pek kalmadığını anlattı zaten, onun devamı olarak rap müziğin çok dinlendiğini, daha güzel olduğunu söyledi. Yurtdışına gitti, birkaç ay sonra dönerken de birkaç kaset getirdi bana. Üzerinde rap yazıyor, ne olduğu belirsiz. Karışık çekmiş şarkıları. Onları dinledim, şaşırıyorsun Allah Allah ne güzel diye. Kulağımız alışmaya başladı rap müziğe. Çünkü breakdance yaparken çalan müzikler elektro. Beatler daha elektronik müzik gibiydi. Öyle Public Enemy, Run-DMC ve diğerlerini daha çok dinler oldum.

 

 

Gurbetçi akrabalar üzerinden hiphop ile ilgili materyaller gelirdi hep, sizde durumlar nasıldı? Tatile gelenlerden ister miydiniz?

İsterdim, hala da isterim muhakkak. Graffiti dergisi, plak isterim. Public Enemy’nin kaset ve CD’lerindeki selamlardan çıkarıyorduk isimleri. “Public Enemy buna selam gönderiyorsa, bunlar iyidir” diyorduk ve istiyorduk o kasetleri. Bilmeden nokta atışı yapmaya çalışıyorduk. Artık ne yakalarsak kardır kafasıyla istiyorduk. Kasetler geldiğinde de çoğaltıyorduk, arkadaşlarla aramızda değiştiriyorduk. İnternet yok, dergi yok, hiçbir şey yok, öyle bir ortam oluşturmaya çalışıyorduk. Yabancı dergi satan yerlerde de graffiti ile alakalı kaynak bulamıyorduk yurtdışından gelen. Video kaset kiralıyorduk biz de. Filmlerde graffitili sahnelerde durdurup ekrana kağıt koyup üzerinden kalemle geçip onları inceliyordum, çünkü başka türlü çaresi yok.

Mektuplarla Haberleşip Albüm Yaptılar

Sonraya sakladığımız bir soruyu şimdi soralım o zaman. Geçmişte bu kadar zorluk içinde uğraşıp kaliteli işler ortaya konulurken, şimdi bu kadar olanağa rağmen neden eskisi kadar kaliteli işler yapılmıyor?

Değersizleşiyor.

Daha basitleşiyor?

Basitleşiyor. Yani şöyle diyeyim. Graffiti yaparken spreylerin uçlarına takılan, başlık diye tabir edilen şeyin adı cap(kep). Biz onları deodarant satan mağazalardan alıyorduk. X marka kalın sıkar, diğeri ince sıkar diye biliyorduk. Şimdi graffiti shoplar var, gidiyorsun level 1-2-3, yok skinny, yok super skinny diye çeşit çeşit cap var. Biz iki tane başlıkla öteki graffitiyi yapar mıyız, tıkanır mı, saklasak mı derdindeydik. Artık bir değeri yok.

Rap müzikte de böyle olduğunu düşünüyor musun? 1999’da çıkardığınız Yeraltı Operasyonu albümüne katkı sağlayan isimlerle mektupla haberleşiyormuşsunuz. Çoğu kişi birbirini tanımadan dergi aracılığıyla gelip giden mektuplarla buluşmuş. Şu an ise müzik yapabilmek çok daha basit. Toplum da kabullendi. Kişisel bir değerlendirme olabilir, fakat eski rap şarkılarının çoğu daha kaliteli.

Ruh vardı.

Şu anda da güzel şarkılar çıkıyor. Şimdi yapılanlar kalitesiz demek gibi olmasın tabii, haksızlık yapmak istemeyiz, bu konuda sizin görüşünüz nasıl?

O zamanki tutku ve ruh parçalara yansıyordu. O zamanlar kayıt yapmak şimdiki gibi kolay değildi. O zamanki bilgisayarlar hem play, hem record edemediği için beati kasete kaydedip, kasetten playleyip, sesimizi bilgisayara kaydetmek tekniğini kullanıyorduk. Sonra onu kaçırdıysak ya da BPM tutmuyorsa oturtmaya çalışıyorduk. Bayağı zordu.

Abi Cartel diye bir şey çıkmış, Berlin’de var, gelirken getir

Bunları da hep kendiniz deneyerek öğreniyorsunuz, değil mi?

Tabii. Ama benim bir bilgisayar programcılığı geçmişim de vardı. O dönemde Statik kendi beatlerini yapan ilk gruptu aslında. Birçok insana biz öğrettik. Bizden kastım, benim grup arkadaşım Jemy.

95’te Cartel ile Türkiye’de rap müzik tam anlamıyla birden patladı. O günler nasıldı?

Ondan öncesi de var. Bir kanal adını hatırlamıyorum MTV programları yayımlıyordu. Ben Cartel’i aslında ilk olarak orada gördüm. Cartel’in çıkış röportajıydı. Ondan öncesinde Karakan gelip radyolara demosunu bırakmış, Defol Dazlak ile bir şeyler denemeye çalışıyor. Ben radyoda tesadüfen denk gelmiştim Defol Dazlak’ın sonuna, tam ne olduğunu anlayamadan, “Hardcore rap bu ne oluyor lan” derken “Karakan’dan Defol Dazlak’ı dinledik” açıklamasını duydum. Hiçbir yerden de bulamıyorum. İnternet gibi bir şey de yok. Şok oldum tabii. O sırada da bir arkadaşım Berlin’deydi, başka bir arkadaşımın yanında kalıyordu. Telefon açtım, ama cep telefonu da yok o sırada. Dedim “ Abi Cartel diye bir şey çıkmış, Berlin’de var, gelirken getir”, o da sağolsun getirdi, 2 gün sonra CD elimdeydi. Fakat henüz Türkiye’de çıkmamıştı, kimse bilmiyordu. Tesadüfen o MTV programına denk gelmesem ben de bilemezdim. Çok şaşırdım, vay be bu ne böyle dedim dinleyince.

Almanya’dan ne kadar sonra Türkiye’ye geldi Cartel’in albümü?

1.5-2 ay sonra Türkiye’de çıktı. Cartel’in menajeri Ozan Sinan ile Karakan’dan Alper Number One TV’ye geldi o sırada. Menajer de “Gel gel gel Cartel’e gel” kısmını söyleyen kişi. Number One da altyazı geçiyor “Cartel birazdan konuğumuz”. Stüdyoları Yenibosna’da, ben de Şirinevler’deyim. Yakınız yani. Ben gidip tanışmaya karar verdim. Number One’nın radyoda da Cengiz adında arkadaşım çalışıyordu. O yardımcı oldu sağolsun. Cengiz’in adını verdim, bir şekilde içeri girdim, tabii beni radyo kısmına aldılar. Dedim Cengiz benim TV kısmına geçmem lazım. Cartel gelecek, tanışmalıyım. O beni soktu TV’ye tanıştım, tabii bunlar şok. Üzerinde Public Enemy tişörtü, elinde Cartel albümü olan biri. Ozan Sinan bana “Nereden aldın bunu” diye sordu. Berlin’den getirtiğimi söyledim. Türkiye’ye de ilk gelişleri albümle alakalı. Öyle tanıştık. CD’yi imzaladılar. Sonra tüm kadro geldi, onlar da imzaladı. Cartel’in video klip patlayınca bazı kasetçiler CD’yi yurtdışından getirtip kasete çekip satmaya başladılar. Pazarlarda Cartel ürünleri satılıyordu. Kasetler, tişörtler.

Türkçe Rap olmaz diye düşünüyordum

Tabii ben küçücüktüm, mahallede arkadaşlarla Cartel’in patladığı şarkıyı takılmadan kim söyleyecek diye yarışıyorduk. 95 kişiydi.

Sonra Cartel tam kadro geldi havalimanında karşılanmaları, olaylar falan. Ona ben gitmedim, bir arkadaşım gitti. Görüşmüş onlarla. Princess Otel’de kalıyorlarmış, bizi provalara çağırdılar. Hepsiyle tek tek tanıştım. Konsere de davet ettiler.

Oradaki duygunuz nasıl? Arkadaşlar acidci olmuş, metalci olmuş, siz de “Bu iş olacak” diye düşünüyorsunuz. Bir anda Cartel bir geliyor; Tarkan-Sezen Aksu popülerliğine ulaşıyor. Ve bunlar 1 ay içinde oluyor.

Çok hızlı oldu her şey. Günde 8-9 kere Cartel’in klibi TV’de yayımlanıyordu. Hatta 2 kere arka arkaya yayımlanıyordu. Şunu diyorlardı TV’de, dinledik, ama genel istek üzerine tekrar yayımlayacağız.

Göğüsler kabarıyor bunlar olurken sizin, değil mi?

Ben Türkçe Rap olmaz diye düşünüyordum, Grup Vitamin var yani, orada benim de parmağım var aslında.

Nasıl?

Babam müzik direktörü. O dönemde birçok sanatçıyla çalışıyor. Ben yolda devamlı rap dinlediğim için bana “Tunç bu ritmlerin üzerine sözler yazdırsak popüler olur mu, dinlenir mi” dedi. Ben de NWA, Public Enemy dinliyorum, babam bana komik sözler yazdıracağız üzerine diyor. Yok olmaz diyorum. Neyse aklında kalmış. O dönemde Ufuk Yıldırım ve Ercan Saatçi babamla çalışıyor. Ufuk aksak ritmle takılırken, babam “Ufuk bunlar kalsın, üzerine komik sözler yazacağız, rap yapacağız” diyor, onun da hoşuna gidiyor. Bir süre sonra babamla yolları ayrılıyor, bunlar da oturup Vitamin’i çıkarıyorlar. Babam da “Benim fikrimi çaldınız” diye Vitamin 3 diye bir kaset çıkarıyor, kapağında şişko bir bebek var hatta. Şöyle akıllı adamdı, “Bunların üzerine komik söz yazılacak” dediği zaman çevremde mizahçı var mı, onlar yazsın istedi. Biz oturup yazalım diye düşünmedi. Gerçekten mizahçılar yazsın istedi. İlk babam yapsa farklı olabilirdi, bilemiyorum.

95’ten sonra “Profesyonel olarak bu işle ilgilenmeliyim” diye düşündünüz mü?

Profesyonel ilgilenme diye bir tavrım olmadı hiç, hala da yok. “Bu iş olur, o zaman biz de bir şeyler yapalım” diye düşündüm. Bilgisayar dergilerinde yazdığım için öyle bir ilgim vardı. Amiga bilgisayarlarda birçok iş yaptık. Oyun yazdık, grafik çizdik.

Bilgisayara aşina olmak beat hazırlarken de işe yaradı mı?

Tabii. İlk bilgisayarımı 83 yılında babam almıştı, Spectrum.

Baba önemli bir figür hayatınızda?

Evet, bayağı desteği oldu. 87 olması lazım, o yıl da Commodore Amiga diye bir bilgisayar aldık. Daha önceki Specturum’da çok debelendim. Hey Dergisi vardı, orada mektup arkadaşı oyun takası yapılır, satılır falan gibi birkaç insanla tanışmıştım. Onlardan bilgisayar konusunda bir şeyler öğrendim, karşılıklı birbirimize yardımcı olduk. Amiga’ya geçtiğimde artık daha hakimdim bilgisayara. Bilgisayar dergilerinde yazmaya başladım. Dergicilik, yazı yazma konularında bilgilendim. 94 yılında da Show TV’de grafiker oldum.

Cartel’in gelişini milat olarak kabul edersek, İnönü Stadı’nda tıklım tıklım verilen konser, çıktıkları TV programlarının reyting rekoru kırması, sonra neler oldu?

Bize büyük bir gaz verdi bu. Aman bu iş oluyor, başka şeyler olacak. Aslında hiçbir şey olmadı. Cartel geldi, biz zannettik ki daha başka Almanya’da gruplar var. İşte CD içinde hatırlayanlar vardır, giysi satma kağıdı vardı. Almanya’da çok büyük rap sektörü varmış, buraya geliyorlar artık gibi bir hava vardı. Orada gruplar varmış, ama hepsi küçük küçük gruplarmış. Düşündüğümüz gibi değilmiş. Sonrasını Cartel’in kendisi de başaramadı.Erci-E’in albümü çıktı. Dans parçası gibiydi. Ona şaşırdık. Ya ne oluyor kapüşonlu geceleri dolaşan kan kardeşlerdi hani. Peşinden Karakan’ın çıktı. Onlar da gangster gibi takım elbiselerle limuzin içinde olunca, biz buradaki dinleyici kitlesi olarak biraz hayal kırıklığına uğradık açıkçası. Gemlik’ten Hedef 12 çıkarmıştı Tam İsabet albümü, o değişik geldi bize.

Basındaki tek köşe her şeyi değiştirdi.

95 öncesi çorak, sonrasında bir şeyler çıkmaya başlıyor?

Ufak çaplı. Sonra ben Blue Jean dergisine yazayım ki bir şeyler olsun diye düşündüm. Cartel’den sonra Bakırköy’de bazı insanların hala breakdance yaptığını gördüm. B-boylar ile tanıştım, o da sürprizdi. Hala bırakmamışlardı. Benim kadar eskiler de vardı, yeni başlayanlar da. O yeni başlayanlar benim için umuttu. Breakdance o zaman yapıldı ve bitti, hatıra olarak kaldı Rock’n Roll gibi diye düşünüyordum. Onlarla tanışınca acaba başkaları da var mı düşüncesiyle Blue Jean’e girmek istedim. Gazete Pazar diye bir gazete vardı, bütün hafta okuyabileceğin dergi gibi bir gazeteydi. Orada bir arkadaşım çalışıyordu. Bir yere gidip kapıyı çalıp girince bir şeyler elde etmen zor, ama tanıdıkla gidince daha dürüst cevaplar alabiliyorsun. “Böyle bir şey yapmak istiyorum” dedim, o da bağlantı kurdu. Ne yapacağımı da sordu. Ben de graffitileri gösterdim, yapılıyor mu İstanbul’da diye konuştuk. Hatta beimle röportaj yaptılar 2-3 hafta devam etti. O röportajdan sonra Blue Jean’e gittim, görüştük. Büyük bir gazla hiphop sayfaları yapmak istediğimi söyledim. Beni oraya “Çizgi roman çizmek isteyen bir çocuk var” diye tavsiye etmişler oysa. “Çıkar bakalım çizgi romanları” dediler bana, “Ben de ne çizgi romanı ben hiphop ile ilgili köşe yapmak istiyorum” dedim. Onlar da dergide çok köşe var diye ekstra köşe istemediklerini belirttiler. Ben de dergileri çıkardım, graffileri gösterdim, böyle bir dünya işte diye anlattım. “Aaa ne kadar renkli, hadi bir deneme yap” dediler. Demo sayfa hazırladım, 97 Temmuz’da da o sayfa yayımlandı, kesintisiz olarak 2007’e kadar hiphop köşesini hazırladım. Oraya parti bilgileri gelmeye başladı, mektuplar geliyordu. Şaka maka bakıyorum Ankara’dan, İzmir’den, Bursa’dan, Samsun’dan yazılar telefonlar geliyor. Meğer insanlar varmış, ama kimseyle bağlantısı yok. Gruplar da kurulmaya başlandı. Biz de oralara gittik konser vermeye. 98 yılında ben de “Bu kadar demo geliyor, insanlar var, bir şey yapmalı” dedim.

Gelen demolarda ışığı gördünüz mü?

İlk önce İstanbul’dan geldi bir şeyler. Ceza’nın ilk parçası Wu Tang Clan’inMethod Man parçasının üzerine yapılmış demoydu. Yani beat yok elinde, onun üzerine söylemiş. Benim Adım Ceza’ydı galiba parçanın adı. Ondan sonra Dr Fuchs Uçan Silahlar ismiyle Bakırköy’deydi onlar. Biz Jemy ile ilk çıktığımızda drum & bass yapıyorduk, rap dinliyorduk ama. Hatta break beat yaptığımız oluyordu, sonradan komple yöneldik. Yeraltı Operasyonu çıkarttığımda bir drum and base parçamız da Aksi istikamet diye bir toplama albümde çıktı bizim Statik grubu olarak. Jemy sonra Türkçe rap yapalım diye bastırdığı Türkçe rape geçtik. Ben aslında sahneye çıkayım rapçi olayım istemedim. Prodüksiyon kısmında kalmak istiyorduk. Zaten olmadım da. Sonra demolar geldikçe insanlarla tanışmaya başladık. Cartel’le 500 bin satışa ulaşılmıştı tek albümde, fakat sonra üyelerinin çıkardığı albümler az sattı. Plak şirketleri de rap çıkarmak istemiyordu. Zihni denemişti, Rapor 2 ile acaba olur mu diye. Hardcorecuların da sevmesiyle güzel bir canlılık ve satışı yakaladı o zamana göre. Ama kimse çıkarmak istemiyordu başka. Kod Müzik Taksim’de bir dükkandı, sonra plak şirketi haline geldi, onlar da bir şeyler çıkarmaya başlamıştı. Ben de Kod’a gittim, “Bir şeyler çıkarmak istiyorum” dedim. Onlar da sıcak baktılar. Sonra insanları oraya götürmeye başladım, Nefret’i götürdüm, Silahsız Kuvvet’i. İzmir’de Susturucu bizim arkadaşımızdı konsere gidince onlarda kaldık. İzmir’de Yener’le tanıştık, demosunu aldık. Ses, Susturucu, Nefret, Silahsız Kuvvet, Yener, Jemy ile benim grubum Statik şarkılarıyla albümü çıkardık.

Hiphop için birçok çalışma yapıyordunuz, bu süreçte olumsuz eleştirilerle karşılaşıyor muydunuz?

Bazen şikayet mektupları geliyordu, “Sen Türkçe rapi tekelleştiriyorsun” diye. Ben de insanlara şunu diyordum: “Madem öyle yaptığımı düşünüyorsun, git sen de başka bir dergide yaz”. Blue Jean dışında 6-7 tane daha müzik dergisi vardı çünkü. Sen de yaz orada. Türkçe rapin bu ana kadar gelişmemisindeki en büyük etken ne biliyor musun garip bir şekilde? Medyadaki rap dinlemeyen insanlar yüzünden. Oralarda çalışıp yazar olan rapçi olan kaç kişi var? Son dönemi geç. Yani Eminem furyası, trap mrap davasını geç. En baba yazarlardan diyebilir misin şu rap dinliyor diye?

Türk basını her zaman yurt dışını taklit eder

Yok, sıfır.

Yok işte. O yüzden bu zamana kadar, yani Ceza’nın patlamasına kadar –ki Ceza’nın patlaması da aslında Eminem’in patlamasına denk değerdir.

Tam da eş zamanlı.

Onun sebebi de şudur. Türk basını her zaman yurtdışı basınını taklit eder. Dışarıda Eminem patlayınca, “Burada bir hero bulalım, onu gazlayalım” düşüncesiyle, Ceza da kabiliyetli olduğu için Ceza öne çıktı. X köşe yazarı da rap dinlemediği için, bunca zamandır rock grupları, Pentegram’dır, Mavi Sakal’dır gruplar yayımlandı.

Ortada yetenekli Türkçe rapçilerin yokluğu değil de, bunları öne çıkaracak, topluma sunacak medyada çalışanlar yoktu yani?

Medyada çıkmak reklam anlamında var. Ama artı grup açısından da gazı var. “Bak biz bir yere çıktık, artık hayta gibi takılamayız” falan gibi. Yani hem dış destek, içeriden de gruba sağladığı motivasyon var. Ben Blue Jean’de de bu konuda baskın oldum. Heavy metalciler var dergide, haydi Slayer koyalım. Ben de “Hoop Wu Tang var, acayip satıyor, onu da koyalım” diyordum. Dergide hiphop görmezsen gözün diğerlerine kayar sonuçta. Bu hala devam eden gizli bir savaş aslında. Bu arada, Türk insanın kulağı melodik değildir, ritmiktir. Aslında Türk insanı rap müziği daha çok sever. Darbuka duyduğumuzda göbek atıp dans eden insanlarız biz. Ritm çok var bizim müziğimizde. Asıl burada rapin popüler olması lazım, gar gar gar heavy metalin değil yani. Dışarıdan bir örnek vereceğim. Almanca rapi kuranlar Türklerdir. Çünkü Almanca rap ilk önce İngilizce başladı. Mesela Islamic Force grubunun ilk ürünleri İngilizcedir. Ve daha sonra Almanca rape geçmeye başladığı zaman, Türk olup Almanca rap yapan sizin bilmediğiniz yüzlerce MC var, ilk olanlar 80’lerin sonu 90’ların başı. Şimdi de Almanya’da rap müzik dergilerinde yazan adamlar Alman oldukları için hiçbir Türk MC’nin adı geçmiyor. Killa Hakan hiçbir dergide çıkmıyor. Herkes herkesi koruyor. Bu piyasa böyle.

2000’lerin başını konuşalım. Albümler çıkıyor, festivaller oluyor, konserler var. Türkçe rap yapanlar artık daha görünür hale geliyor. H2000 vardı mesela o dönem önemli bir festivaldi.

H2000’nin ilkinde ben çaldım zaten, Cezaları da oraya çıkabilmeleri için ben tavsiye etmiştim.

Sonra Rock’n Coke düzenlenmeye başlandı. İnternet işin içine girdi. Kliplerde, dizilerde, filmlerde Türkçe rap şarkıları duyar olduk. Çatlattığınız duvardan su sızmaya başlıyor yani. Sonrasını nasıl anlatırsınız?

2000 sonrasında benim pek yaptığım bir şey yoktu, Yeraltı Operasyonu 2’yi çıkardım sonra da bıraktım zaten. Ceza ve Dr Fuchs’un grubu NefretHammer Müzik ile anlaştı, Yunus’un (Silahsız Kuvvet/Sagopa Kajmer) orayla anlaşması, kendi ayakları üzerinde durmaya başlamalarıyla bıraktım. Zaten Nefret ve Ceza’nın albümlerine bakarsanız en baştayken ben, sonra ortalara gelip, sonra sona gelip, bir anda pat diye artık selam bile gönderilmeyen bir insan haline geldiğimi görebilirsiniz.

Bu sizi üzdü mü?

Umrumda değil doğruya doğru, kendileri bilir.

Aktif olarak bir iletişiminiz var mı bu insanlarla?

Yok. Bir yerde karşılaşırsak görüşüyoruz.

Ceza ile aranız nasıl?

Ceza ile yüzyüze görüşmeyeli herhalde 12 sene falan olmuştur. Belki daha fazla. En son ne zaman görüştüğümüzü hatırlamıyorum, ara sıra whatsapptan konuşuyoruz.

Yani bağınız devam ediyor.

Bir küskünlüğümüz yok canım kimseyle. Yener’le konuşuyoruz etkinliklerde karşılaşıyoruz.

Gidişatı doğru bulmuyorum

Bu sayımızı hazırlarken fikir alışverişinde bulunduğumuz kişiler size özel başlık açtılar hep, insanları mektuplarla toparlamanız, hiphop için verdiğiniz mücadele vurgulandı hep, bunu eklemiş olalım. 2000’den sonra geriye çekilmenizin özel bir nedeni var mı?

Daha fazla içinde bulunmak istemedim. Zaten yapacağımı yapmıştım. Ortamdan hoşlanmıyordum artık, içinde oldukça daha fazla kötü hissedeceğimi düşündüm. Çok fazla laflar dönüyordu, dedikodu kazanı var, orada olmayayım dedim. Ben de yaptıklarımı yapmak istiyordum ve yaptım. Gidip evde tek başıma rap dinleyip, sokağa çıktığım zaman Public Enemy tişörtü olan birini göreyim tanışayım diye bekleyeceğime, insanlar çoğalsın arkadaşlarım olsun diye düşünüyordum, oldu da. Blue Jean’deki köşeyi hazırlamaya başladıktan sonra gerçekten de kardeşim diyebileceğim kişilerle tanıştım. Hala bağımız var. Onlar bana kar. Öteki MC’ler benim için hiçbir şey ifade etmiyor.

Bu işin artık mutfağından çıkmış bir dinleyici olarak sizi konumlandırırsak, şu anki piyasayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelinen nokta nasıl?

Doğru gitmiyor şu anda. Klasik mainstreamin hiphopu rapi kullanması gibi bir kafa var. “Böyle bir şey var, gençler dinliyor, yaptığımız ürünleri gençlere pazarlamak için onların nasıl dikkatini çekebiliriz? Bunlar dinleniyor, o zaman nasıl kullanabiliriz” gibi bir şey var. Bu kadar çok insan dinliyor. Bazı MC’lerin Instagram hesaplarını yüzbinlerce kişi takip ediyor, Ezhel’in milyon takipçisi var falan filan. Ya bir tane uzunca süredir devam eden dergimiz yok. Adam akıllı tarafsız, güvenebileceğin web sitesi yok. Piyasası yok bu işin. Almanya’ya ya da Fransa’ya gittiğin zaman üç-beş rap dergisi var, shoplar var. Sadece rap müzik satıyorlar. Aynı şey 90’larda oldu. Her yer rock bardı, heavy metal shoplar vardı, dergileri vardı. Popülerliği bir bitti, anında bunlar da bitti. Ne heavy metal shop kaldı, ne rock bar.  Tamam birkaç tane var ama eskisi gibi değil. Burada piyasamız olamıyor, bir örgütlenme yok. Gruplara MC’lere para kazandırma mantığı yok. Ben bir parti yapsam şimdi, Yeraltı Operasyonu partisi yapsam, milletin çoğunluğu beni “Abi beni de yazdırsana” diye arar. Ya beni destekle ki ben bunun devamını yapabileyim. Partiyle zengin olunmuyor. Parti ile birkaç ay faturanı düşünmeyeceğin bir şekilde para kazanıyorsun. Bir partiden 100 bin lira kazanmıyorsun. De ki “Bu adam bunca zaman hiphop için bir şeyler yapmış, belki bir proje için para ihtiyacı var”, al biletini gir. Ya da graffiti kitapları çıkartıyorum, yabancılar alıyor. Öyle bir destek düşüncesi yok. Almanya’da mesela Hamburg’da mainstream bir MC çıkarsa, para kazanan, hemen o Hamburg’daki en yetenekli graffiticiye albümünün kapağını yaptırır, konserinde arkaya graffiti yaptırır, Hamburglu grup konser öncesi dans eder. Bir şekilde maddi destek olur. Klibinde oynatır. Burada yok öyle bir şey.

Türkiye’nin en eski graffiti grubu

Shot to Kill (S2K) adında bir graffiti grubunuz var dünyada tanınan, onun hikayesini de anlatır mısınız?

Türkiye’nin en eski graffiti grubu diyebiliriz. Dünya standartında iş yapıyoruz. İyi iş yaptığın zaman dikkat çekiyorsun. Adamlar da seni içeri alıyorlar, web sitelerine koyuyorlar. Oralara torpille, tanıdıkla giremiyorsun. Bakıyorlar kötüyse kötü, almıyor. Biz de hep güzel olsun diye uğraşıp yaptık ve öyle tanındık yurtdışında.

S2K ekibinin elinden çıkan bir graffiti

 Türkiye’de nerelere graffiti yaptınız?

Karadeniz’de Ordu’ya kadar gittim. Çankırı en uç nokta İç Anadolu’da. Ankara’da yaptık. Şanlıurfa’da çok kalamadım, tag attım sadece. Adana’da, Antalya’da, Muğla’da, Bodrum’da yaptık.

S2K üzerinden aldığınız tepkiler nasıl? Sizi şaşırtanlar?

Yurtdışına gittiğimizde, “Müslümanlığın yoğun olduğu bir ülkede 80’lerden beri bu işi nasıl yaptınız” diye soruyorlardı. “Yaptığınız işe günah, kötü gözle bakılmadı mı” buna şaşırıyorlardı.

S2K ekibinin Taksim’de yaptığı bir graffiti.

Bayağı oryantalist bir bakışmış bu…

Mesela internet yokken biz mektuplaşıyorduk gruplarla. Bize “Fes takıyor musunuz, sizin orada hırsızlık yapanların ellerini kesiyorlar mı” diye soruyorlardı.

Siz bu yanlış bilgileri, düşünceleri de kırmışsınız?

İstanbul deyince sinemanın verdiği efekt geniş açıyla Tahtakale çekimi, ezan sesleri, koşturan adamlar, bir kaos vardır ya… İnsanlar öyle zannediyor.

James Bond bile yaptı

Gelmeyenler öyle gözle bakıyorlar

Banksy hakkında ne düşünüyorsunuz?

O street artcı, ben graffiticiyim.

Anonim olması, mesaj göndermesi, nasıl görüyorsunuz?

Ben graffitilerimde mesaj vermiyorum, mesaj vermek de istemiyorum. Benim derdim etrafı boyamak. O street artçı. Onunla beni karşılaştırmak gemiyle kamyonu karşılaştırmak olur, ben konuşursam anlamsız olur.

Ezhel’in tutuklanması sonrası insanların çok tepki göstermesini, Ezhel’i sahiplenmesini nasıl buldunuz?

Ezhel bir kere sevimli bir adam. Öyle sıcak bulunduğu için de çok insan destekledi. Dostları da, bizler de çıkıp gerektiğinde bir şey söyledik. Ama Khontkar için böyle bir şey yapılmadı. Başka kişiler olursa onlara destek amaçlı bir şey yapılır mı? Benim fikrimi sorarsan yapılmaz. Bazı şeyler vardır şansdır, bir anda olur ve neden olduğunu kimse bilmez. Bu da belki için Ezhel için bir şanstı. Bana şu yanlış geliyor. Varolan bir suç yok. Birisi bir şeyi şikayet ediyor ve o insanın alınıp hapise konulması yanlış. O kişiye yurtdışına çıkma yasağı koyarsın, karakola gitme zorunluluğu koyarsın, gerek yok. Sen şimdi genç bir çocuğu, müzik yapan, sanatla uğraşan bir insanı hapse kapatmak yersiz bir hareket. Öyle bir şikayet olabilir, ayrıntısını bilmiyorum, ama varsa yurtdışına çıkma yasağı koy, tutuksuz yargıla, suçu varsa da cezası neyse uygula. Ama ortada hiçbir şey yokken de böyle bir şey olması bana doğru gelmiyor. Sonuçta rap piyasası show business bence. Herkes bir şeyler yapıyor olabilir, ama sahnede şov haline getirmen için büyütmen lazım. Kurtlar Vadisi’ndeki adamlar normal yaşantılarında birilerini mi öldürüyorlar? O da bir şov. Orada şarkıda diyor, yok işte  Uyuşturucu yaprağının yanında fotoğraf çekilmiş. Çekildiği fotoğrafı değil de, bunu nerede çekildin kim yetiştiriyor diye sor ona. Onu yapan suçlu, Ezhel değil.

 

Read article

Zaman Tüneli: Peyote

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!

Zaman Tüneli: Peyote

Doğal halüsinasyon otu: Peyote.
Kızılderililer toplu kutlamalarda geleneksel giysilerle dans ederek gerçekleştirdikleri törenlerinde, müziğin etkisiyle ruhani güçlerle iletişime geçtiklerine inanmaktadırlar. Şarkıların bu törenlerde yeri çok önemliyken, müziğin kutsallığını kabul ederek iç benliklerinden çıkan şarkılara inanmaktadırlar. “Rüya şarkıları” veya “halüsinasyon şarkıları” olarak da bilinen şarkıların yaratılması için Peyote kaktüsünün sularının kullanılması gerekmektedir.

Belki de 20 yıldır yaşadıklarımızın hepsi halüsinasyondur… Ama her ne olursa olsun bundan zevk aldığımız aşikâr. Taksim’de Peyote müziği kavramını oluşturan, “Terasta bir şeyler içer, sonra konsere ineriz işte.” diye evdeymiş hissi yaratan yaşam alanımız… Bugünden 20 yıl önce… İmam Adnan Sokak’taki daracık Peyote’de izlediğimiz Mor ve Ötesi’ler, Replikas’lar, Baba Zula’lar… Binlerce anı var 20 yılın içinde ve üzülerek hissediyorum ki; hepsini hatırlıyor olabilmem imkansız.

Yıl 2004: Peyote’de biranın bira olduğu zamanlar: Öyle ucuza içmezdik. Ekşi Sözlük’te deli’nin yazdığı bir entry’den alıntıyla, zamanda hızlı bir yolculuk yapıyor ve 2008 yılına geçiyorum; “Arjantin biraya, 500 bin lira zam yaparak müdavimlerini üzdü.”

Yıl 2008: Barlara gitmeye, konserlerde fink atmaya çok daha önce başlamıştım ama 26 yaşımda ilk içkimi içtiğim yerdi Peyote Nevizade. Rakıyla başladığım yolculuğumu, kırmızı şarapla bitirme planımı da Peyote’de otururken yaptım geçenlerde…

Bir Hakan Orman özlemi: Beyoğlu’nun kaybettiği en önemli profillerden biriydi Hakan Abi. Terasta kapının yanındaki masasına oturur, rakısının yanında yeşil elmasını yerken arada size gülümser, çoğunlukla etrafı izlerdi… Hakan Orman, Peyote’nin müzik direktörü ve Türkiye’nin alternatif-underground müziğinin önemli isimlerinden biriydi… Bu işi ne kadar iyi yaptığını, Peyote müziği kavramını beyinlere kazıyarak öğretmişti.

Peyote’de grubum Golatkin ile çaldığım zamanları bazen unutmak istiyorum, bazen de “saçmalama, nefis günlerdi.” diyorum…  Unutmak isteme sebebim; gözüme giren ışık yüzündendi sanırım. Saçmalama deme sebebim ise; gözüme giren ışık yüzünden tek bir noktaya odaklanmak zorunda kaldığım için dinleyenler arasında gördüğüm o güzel adam! Umarım bir daha karşılaşırız.

Bin tane anı var… Kadıköy’lü olmama rağmen arkadaşlarımın neredeyse hepsinin karşıda oturması, beni Taksim gecelerine sürüklüyordu. Taksim’de de nargile cafe’ye mi gideceğiz, leş diskolara mı yoksa Peyote’ye mi? Tabii ki leş diskolara.. Oralara da gidildi elbette. Genciz, her şeyi deneyeceğiz… O zaman bile anlıyorsunuz ki durmadan dans etmek kimseye göre değil. Çünkü sohbet etmek istiyorsunuz arkadaşlarınızla. Kimse sürekli dans edebilecek kadar mutlu değildir…

Golatkin’le 2010 yılındaki bir Peyote performansından. (Şerbet Öz)

Günümüze gelince ise Peyote’nin eskisinden tek farkı biraz daha büyümüş olması… Hem yaşı, hem katı… İlk günlerdeki vizyonerliği, naifliği ve samimiyeti hep aynı kalacak…

“Bazı şeyleri müzikle değiştirebilirsiniz.”

Read article

Sunuş: Peyote

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!

Sunuş: Peyote

 4otuzüç’ün 4. sayısı, 20 yıllık bir müzeye donüştü… Gecmişe doğru bir yolculuğa çıkmaya hazır olun. Hakan Orman’a saygıyla….

İstanbul’un Taksim’i varsa, Taksim’in de 20 yıldır alternatif müzik kültürünü yaşatan Peyote’si var. Bu sayımız, Taksim’in ayakta kalan güçlü kalesi Peyote’ye, alternatif müzik dünyasına tüm deneyimi ve birikimiyle birçok ismi tanıtan 2011 yılında kaybettiğimiz Hakan Orman’a adandı…

Read article

Tolga Özbey: Peyote’den Çok Dünya Değişti

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!, Röportajlar

Tolga Özbey: Peyote’den Çok Dünya Değişti

Eşiyle birlikte kurduğu Reptilians From Andromeda adlı yeni grubuyla müzik hayatına devam eden Tolga Özbey’i Peyote’nin ilk yıllarına tanık olanlar iyi hatırlayacaktır. Dönemin punk grubu Rashit’in gitaristi olarak tanıdığımız Tolga Özbey ile 20 yıl önceki Peyote’yi, Hakan Orman’ı, Do it Yourself (DIY) felsefesini ve günümüzdeki çalışmalarını konuştuk.

Peyote ’de ilk ne zaman çaldınız?

1998 olmalı açıldığı ilk seneydi, Rahmetli Hakan teklif etmişti çalmamızı. Tabii Nevizade’de değildi o zamanlar Peyote, İmam Adnan Sokak’taki eski yerinden bahsediyorum.

Kimler vardı eski Peyote’de? Mekanın müdavimleri kimlerdi?

Genelde arkadaş ortamımız hep oradaydı, Kod Müzik tayfası, şu anki Deform Müzik, Deniz Pınar, Emin ve Ünver, Tuğrul ve Erdal, Punklar, proto indieciler. O kadar çok insan hepsinden bahsetmek çok güç, çoğu mecazen bir kısmı da resmen ayrıldı aramızdan geçen zaman içinde…

Galiba Murat Ertel’li dönemde de Peyote’de çaldınız. O yıllarda nasıl bir ruh hali vardı Peyote’de?

Birçok önemli grup eski Peyote’de sürekli çaldık. Murat Ertel elbette Zen sonrası Babazula Peyote’de çok sahne almıştır. Rashit, Replikas, Rumble Fish, 2/5Bz, Crunch… Hatırladıklarım bunlar. Aracı olduğumuz birçok yabancı grup da sahne aldı Rashit ile çalmaya gelen yabancı punk gruplarından bahsediyorum…

Peyote’nin bu noktaya geleceğini tahmin ediyor muydunuz?

Rashit grubunun Hakan ile dostluğu Peyote öncesine dayanıyordu, daha önce de mekanlar işletmişti Hakan ama net hatırlıyorum o zaman işlettiği Piya’da birlikte içerken yeni mekan açacağını canlı müzik olacağını gözlerinde öyle bir parıltı ile anlatmıştı ki aslında arzuladığı mekanın canlı ve alternatif müziğe sahne olacağı belliydi, tutkuyla yapılan her iş gibi hakettiği yere geldi zamanla.

Sahnede sizi de elektriğin çarptığı oldu mu ya da eski Peyote’de unutamadığınız bir anı var mı konserlerden?

Olmaz mı? Eski Peyote’de hep bir elektrik kaçağı sorunu vardı aslında 90’lar Taksim mekanlarının ortak derdi sanırım topraklama sorunlarıydı. Mekanlar çok köhne ve tesisatlar çok eskiydi. Sahnede terlerseniz ve mikrofona dudağınız değerse çarpılırdınız mesela. Sahnede yer olmadığı için mixer arkada duvara dikey asılı dururdu çalarken sesinizi açmak ekolayzırınızla oynamak mümkündü. 2/5 Bz’nin Romen Orkestrası ile sahne aldığı efsane bir konser anımsıyorum. Onun haricinde Belçikalı Punk grubu Faroutski, Rashit ve Crunch’ın sahne aldığı bir konser vardı. Bir de şu videosunu verdiğim konser ki sanıyorum Mayıs 1998’den.

 

Bilinçsizce yaratılan jenerasyon

Türkiye’de alternatif müziğin heavy metal üzerinden yürüdüğü bir dönemde, siz punk yapmayı tercih ettiniz. Punk’ı keşfiniz nasıl oldu?

Bunun birçok boyutu var, hem metal hem punk dinlerdik bunun inkar edilecek bir hali yok. Punk’ta bulduğumuz ve bizi bu yol ayrımına iten şey, duruş ve bu duruşun sosyolojik tanımıydı. Tarzın anlamıydı kısacası, içi boş ve şovenist değildi, siyasiydi, 80’ler sonrası soğuk savaş döneminde siyasi olmayan bir şeylere dayanmak pek de besleyici değildi. Değişmesi gereken ve söylenmesi gereken çok şey vardı, ateşli gençlerdik, cayır cayır yanan gitar riffleri ve saldırgan sözleri seviyorduk. İyi ki de bulaşmışız bu işlere, benim için hep heyecan verici oldu…

Genç bir punk olarak, İstiklal’de o dönem punk sahnesi nasıldı?

Aslında sahne Rashit ve Tampon etrafında dönüyordu, bizden önceki Headbangers, Dead Army Boots ve Cmuk gibi gruplar maalesef indie mekanların açılmasına çok da denk gelemediler, belki sadece son dönemlerinde çalabildiler. 90’larda onlarla başlayan hareket bizle devam etti, 1999’da “Telaşa Mahal Yok” albümü Kod Müzik’ten yayımlandığı zaman ise patlama gerçekleşmişti. O dönemden İstiklal Caddesi’nin bir videosunu ben de seyretmek isterdim, post apocalyptic bir film gibiydi. Bilinçsizce bir jenerasyon yaratmış olduk, gurur vericiydi ve onca senenin sonunda Taksim başka bir yere dönüşmüş oldu, elbette alternatif olarak başlayan şey kısa sürede dışarıdan anlamsız kalabalıkların da dahil olması ve sermayenin bu alternatifliğe uyanması ve pazar olarak görmesiyle bozularak başka bir sirke dönüştü ama zaten bu alternatif kültürler için kaçınılmaz sondur.

O zamanlarda dinleyiciye hangi yollarla ulaşıyordunuz?

İnternet öncesi çağ fotokopi fanzinler, flyer’lar, sticker’lar ve afişlerle. Maliyeti ucuz ve sanatsal tarafı olan şimdilerde sergileri vs yapılan ama o zamanlar bizim işlevsel olarak ürettiğimiz ürünlerdi. 30’a yakın fanzin yapmışım, 90’larda bunun yanında başka fanzincilerle sürekli ortak çalışmalarımız olmuş. Pantolonumuzdan, deri ceketimize, medyamızdan, müziğimize her şeyimiz “Do it Yourself”ti.

Punk camiası nerelerde takılırdı o zamanlarda?

Aslında sokaklarda (Abdullah Sokak’ta içerdik. Polis çok basıp götürmüştür hemen herkesi oradan) ama ille de mekan adı vermek gerekirse Gitanes Bar, Ekol Bar, Mandala, Space Garden ve elbette sonrasında Captain Hook. Bir de Ortaköy Flat’line’ı unutmamak lazım elbette…

Bize ihtiyaç kalmayınca dağıldık.

Peyote haricinde hangi mekanlarda çalıyordunuz?

Bu demin saydığım barlarda ve daha fazlasında çok çaldık Peyote öncesi dönemde Pentagram grubundan Hakan Utangaç’ın işlettiği Captain Hook önemli mekanlardan biridir hem İstanbul yeraltı hem de punk’ı için…

Rashit neden dağıldı?

Rashit olarak 20 sene çaldık ve kabaca artık bize ihtiyaç olmadığını hissetiğimiz için dağıldı. Geçen sene Laneth Festivali’nde bir reunion yaptık. 90’lardan insanlar biraraya geldik denilebilir. Salon tamamen doluydu ve bunu sık yapmamaya and içerek ayrıldık.

25 Mayıs’ta, yeni grubunuz Reptilians From Andromeda ile Peyote ’de çalacaksınız.

Bulgaristan’dan çiğ bir Rock’n roll grubu geliyor: The Black Swells. Reptilians From Andromeda olarak onlara eşlik edeceğiz. Ayrıca Housing Crash ve Crudez grupları da sahne alacaklar, yeraltı diye devam ediyor nostaljiyi bir kenara bırakın ve yaşayan müziklere destek vermek adına o gece Peyote’de olun, geçmiş güzeldi ama bugüne bakmamız gerekiyor…

Neler değişti sizce Peyote’de?

Peyote’den daha çok dünya çok değişti ve mecburen her şey her canlı da buna uyum sağlamak zorunda. Peyote alternatif bir sahne olma işlevini eksiksiz sürdürüyor…

Geçmişte yaşama kapanından sıyrılmak gerekiyor.

 

Yeni grubunuzla Punk Türkiye’de bir yandan halen ölmedi diyorsunuz sanki? Türkiye’de punk ne durumda?

Reptilians From Andromeda, eşim Aybike Çelik Özbey ile iki kişilik diy bir grup olarak başlamıştı, önceleri sadece kendimizi eğlendiriyorduk sonrasında yurt dışında EP’ler ve albümler yayımlanmaya başladı. 5 kişilik bir gruba dönüştük çokça konser ve festivalde çaldık ardından geçen Şubat, 6 konserlik bir Belçika turnemiz oldu. Atina, Selanik ve Berlin konserleri var önümüzdeki planda. Punk, garage sound’un da lo-fi estetiğinde müzik yapıyoruz. Canlı bir sahne var İstanbul’da. Konserlere gelenler yeni nesil insanlar ne yazık ki yaşı ilerleyenler çok da katılımcı değiller. Demin de dediğim gibi geçmişte yaşama kapanından sıyrılmaları gerekiyor. Yeni dönemler inşa etmemiz çok olası, biz bu yüzden kendi adımıza yurt dışında çalmaktan daha mutluyuz. Sound’u bilen insanların her yaştan konserlere gelmesi çalan insanın motivasyonunu arttıran bir faktör. Kitle böyle oluşur. Yaşı ilerleyenler biz emekli olduk diye çekilirlerse insanların 18-30 yaşları arasında takıldıkları bir durum olarak kalır. Oysaki bu bir yaşam biçimi ve konserlere katılmak da olmazsa olmazı…

Tolga Özbey ve Aybike Çelik Özbey. Görsel, http://istanbul.lecool.com adresinden alınmıştır.

RFA’da müzikal olarak derdiniz ne?

Reptilians From Andromeda, çok hızlı ve çiğ bir rock’n roll grubu, kadın front’lu bir grup. Sözleri rock’n roll duruşundan besleniyor. Apolitik kesinlikle değil çünkü Aybike ve benim toplum içimizdeki varlığımız zaten politik bir duruş, ayrıca didaktik hiç değil çünkü o da başka bir tür zorlama ve klişeleştirme şekli. Ana akımın akışının tersine çalıyoruz, kaygı yok sevdiğimiz gürültüyü özgürce icra ediyoruz. Çok müzisyen tatmini değil de seyirci ile ortak bir kendinden geçiş yakalamak gayretindeyiz. Müzik aletlerini başka türlü kullanıyoruz, punk garage gibi soundların formlarını zorluyoruz. Kendi kayıtlarımızı kendimiz yapıyoruz, bağımsız plak şirketleri ile çalışıyoruz. Bunu yaparken bu doğrudur demiyoruz tercihimiz bu yönde elbette.

Read article