Erdem Dilbaz: Peyote Halen Alternatif Kültürün Devam Etmesini Sağlıyor

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!, Genel, Röportajlar

 Taksim gediklisi “Slayer Erdem”, yani yürüttüğü envai çeşit projeyle kültür sanat dünyasının önemli girişimci kişilerinden Erdem Dilbaz ile Peyote’den İstiklâl’in eski güzel zamanlarına, yeni AKM’den İstiklâl’deki kültür sanat piyasasına kadar uzanan geniş bir yelpazede sohbet gerçekleştirdik. 

 Peyote, Captain Hook ya da Kemancı. Club kültürü İstiklal ve çevresinde neyi sağladı?

Bir kere herkesin evden çıkmasını sağladılar. Haliyle insanları bir araya getirdiler. Bu da beklenmedik bir sinerji doğmasına neden oldu çünkü özellikle bulundukları yerler itibariyle Taksim ve çevresi, zaten oldum olası insanların kendi gibilerini buldukları bir yer olduğu için, bu gibi mekanlara gittiklerinde kendilerine benzer insanları da buldular ve çok sıkı bağlar oluştu. Bir de başka bir kültür de yoktu o zaman. İşte rock ya da türkü vardı, yani solculuk (gülüşmeler). Haliyle bu iki kitle birbirinin mekanlarına gidiyordu. Bir araya gelme bu sayede oldu.

Bu Taksim’in 2000’li yıllardaki müzik dünyası olsa gerek.

Evet, 2000’den sonra elektronik müziğin coşmasıyla alt türler oluştu. Biraz ayrıma uğradı süreç. Ancak Peyote’nin de üstüne bu alt müzik türleri biraz yapıştı. İster istemez o işi sürdürmek zorundaydılar. Bir kültür yarattılar. Haliyle o kültür de, birçok grubun ortaya çıkmasına neden oldu ve insanların paylaşımları yeni üretimlere geçmelerine, eğer bir şeyler yaparlarsa yani çaba gösterirlerse bir şeyler olacağını gösterdi. Oradan binlerce grup çıktı işte. Mor ve Ötesi en hype olanıydı. Eurovision’a katıldı. Fakat Replikas’ından tut, Kırkbinsinek’e kadar birçok grup çıktı. İşte o kültürün var olması, insanlara alternatif ekonomi de yaratttı. O ekonomiden çıkan insanlar halen Peyote’yi devam ettiriyor. Haliyle o zamanki ekonomik kültür şimdiye nasıl yansıdı dersen, valla şimdi o kültürün halen devam etmesini sağladılar. Halen devam etmeselerdi, Peyote kapansaydı mesela çok fazla şey biterdi. Captain Hook kapandı bitti, Kemancı kapandı bitti. Peyote de kapansaydı en alternatif olanlar bitmiş olacaktı. Peyote’nin halen devam etmesi, alternatif kültürün de devam etmesini sağlıyor. Onların varlığı haliyle, şimdi de, o zamanlarda da muhtemelen bir umut sağlıyordu çünkü Türkiye’de o müzisyenlerin, o müzikle para kazanması vs. çok çok zor iş. Ama bir şey yaptıklarında kendilerini dinleyecekleri insan olduğunu bilmesi, ben de yaparım demesi iyi bir motivasyon verdi müzisyenlere.

Şu andan bakınca müthiş görünüyor o dönemler… 

Müthişti, tabii ki mükemmeldi. Özellikle 96-2000 arası muazzam bir zamandı.  Club kültürü bir canlılık katıyordu. Alternatiflere ulaşmanı sağlıyordu. Farklı insanlarla tanışmana neden oluyordu. Haliyle yine dediğim gibi insanları bir araya getiriyordu. En önemli noktası bu olsa gerek.

Hangi mekanlar vardı o dönemde?

Gitar vardı, Kemancı vardı. Robin Hood iyiydi. Jazz Cafe. Hakan’ın Peyote’den önce işlettiği Kel Aynak, Piya çok güzeldi. Eski Beyrut vardı. Barcelona vardı. O kadar fazla yer vardı ki… Jazz Stop çok önemliydi. Ee, Mojo vardı. Hayal Kahvesi vardı.

Peki sen ne zamandır Peyote’ye gidiyorsun? Eski mekana gittin mi?

Tabii tabii. İlk 97’de gittim galiba. Eski mekan gıppp gri bir yerdi yanlış hatırlamıyorsam. Girişin hemen karşısında, bir sahnesi vardı. Bir de üstte bir asma kat vardı. Eski Arsen Lupen’e biraz benziyordu, yanlış hatırlamıyorsam. Pespayelik olarak yani. O açıdan güzeldi. Mikrofondan sürekli elektrik kaçağı olurdu (gülüşmeler).

Bu elektrik kaçağı mevzusunu Harun Tekin de dedi bu arada.

Onun çok büyük bir macerası vardı, yanlış hatırlamıyorsam. Dudağına yapışan masmavi bir ışık görmüştük. Elektrik Harun’u caaart diye, konserde vokal yaparken çarpmıştı. Birkaç kez oldu bu hatta. Öyle handikapları vardı, ama bizi eğlendiren kısımları da oydu.  Unutmadan bir de Haydar vardı.

Haydar bayağı önemlidir. Ucuz içki mekanı en nihayetinde.

Ee tabii, 500 Lira bira, 600 lira Tekila.

Haydar’da sence su katılıyor muydu biraya?

Hayıırr, hayıır. Biralar bok gibiydi. Fıçıların içine su katmak çok zor ya. Fakat hakikaten biralar çok kalitesizdi. O zaman barlarda çalıştım ben, hakikaten iyi değildi biralar.

 Taksim’e çıkmaya değer bir yer olduğunu gösteriyor Peyote 

Peyote’yi ziyaret etmeye başladığından bu yana neler değişti? Sen sonuç olarak değişimine, dönüşümüne tanık oldun. Mekanın yönelimi nasıl oldu?

Nevizade’ye girme riskini almaları çok iyi oldu çünkü biz kapandıktan sonra neler olduğunu pek takip edemedik. Tekrardan açılması herkese vaha gibi geldi, ve sürekli içeriyi değiştirmeleri de çok doğru bir karardı. Sadece daha fazlasını yapmaları gerekiyor çünkü iş artık ciddi, kurumsal bir döneme denk geldi. Bayağı firma gibi, insanlar da çalışıyor. Peyote’nin alaylı geçmişi, onlara o alternatif tarafı katıyor fakat tercih meselesi işte. Ben olsam biraz daha kurumsal çalışmayı tercih ederdim. Kurumsal değiller demiyorum ama, agresif çalışacak doğru insanlara ulaşmayı tercih ederdim. Fakat buna ulaşmak, hem para hem de zaman işi. O konuda da bir yorum yapamıyorum.

Peyote’nin yerli sahneye katkısı nasıldı sence?

Bu Euro’nun artması, yabancı grupların güvenlikten gelmemesinden dolayı Zorlu’nun, Babylon’un yerli müzisyenlere ağırlık vermesi ikiyüzlülüğünden ziyade, Peyote bunu her zaman yaptı. Sürekli yerli müzisyenlere sahnesini açtı. Hemen hemen her tarz grubu çıkardılar. Boş çaldıkları bile oldu. Bu nedenle yerli sahne için değerliler.

Peki Peyote İstiklal’e neler kattı, İstiklal peyote’ye neler kattı desem?

Halen Taksim’e çıkmaya değer bir yer olduğunu gösteriyor Peyote. En azından gidecek bir yer var halen. Biraz vaha modunda kaldılar dediğim gibi ama katkısı, çok büyük bir kültürdü. Oraya gelen müzisyenler Harun’undan tut, Gökçe’sine kadar, sadece müzisyen kimliğiyle değil, entelektüel kimliğiyle de geliyor. İnsanlarla bir şeyler paylaşıyorlar. Bu nedenle çok büyük bir katma değer sağladı. Özellikle bulunduğu sokağa, çevresine ve insanlara. Bir de Beyoğlu Eğlence Yerleri Derneği’nde de aktif olarak çalışıyorlar. Beyoğlu’nun alternatif kültürünü korumak için de çok çaba sarf ediyorlar. Peyote’nin katkısını kelimelere dökmek zor olsa gerek.

Gezi ve özellikle Taksim’de patlayan bombalardan sonra Peyote, Taksim’deki son kale gibi… İstiklal’e nasıl tutundular sence?

Yani zor işi başardılar. Akıllıca birkaç  hamle yaptılar. Özellikle adadaki yeri almaları,  onları ekonomik olarak geçici de olsa rahatlattığını düşünüyorum. Ben Peyote’nin daha fazla girişimde bulunmasını ümit ediyorum. Yani gidip karşıya bir yer açsın demiyorum, ama daha alternatif bir yerler bulması gerekiyor artık. Mesela Eskişehir çok güzel bir yer oldu. Orası iyi gidiyor. Eskişehir gibi, İzmir’e de bir kayabilseler, birazcık daha genişletebilseler ağlarını, İstiklal’in de ayakta durmasını sağlayabilirler. Yani bahsettiğim kurumsallık bu yani. Kişi yetiştirme, onlara para harcamak vs. kendi bilecekleri işler, fakat eğer isterlerse bunları da yapabilirler. (Ek bilgi: Röportaj esnasında Peyote ve Muaf Kadıköy işbirliği henüz duyurulmamıştı.)

Eskişehir’de biraz elektronik taraf daha ön planda biliyorsun. İzmir’de Peyote açılsa nasıl bir sound çıkar oradan?

İzmir’in metalcisi de deli, elektronikçisi de deli. Aynı kültürü devam ettirebileceklerini düşünüyorum. İzmir’de daha çok akustik ve distortion bazlı işler çıkarabilirler çünkü İzmir ve çevresinde insanların çalabilecekleri pek bir yer yok. Çok az grup var orada sahne alan. Berbat yerlerde çalıyorlar.

 Asmalımescit’teki mekânların orayı terk etmesi gerek. 

Son zamanda Peyote’de tekrardan bir hareketlilik var gibi. Orta ve alt katı birleştirdiler, sahnenin yeri değişti. Bunun yanı sıra, Peyote teras’ta artık sadece elektronik çalmıyor. Sen de terasta bir süre çaldın geçen sene. Senin Slayer’lı listen, elektroniğin kırılımından ziyade bir şeylerin değişmeye başladığını gösteriyordu. Sence yeni Peyote nasıl?

Ben orada şöyle çaldım aslına bakarsan, Peyote’de çok elektronik müzik vardı fakat orası rock bar kültüründen geliyor. Tabii rock bar değildi, her şeyi kapsıyordu da, hadi şu işe eskisi gibi distortion katalım diye zorlaya zorlaya, Pazartesi kimsenin gelmediği saatlerde çaldım. Ama en azından rock müzik kültürünü de unutmadığını gösteren bir atılım oldu. Cayır cayır, hiç acımadan çaldım. Zaten Peyote gelene git demeyen bir yer, herkesi kabul eden insanlar. O bence çok avantajlı bir duruş.

İstiklal’deki durumlar vs. Kültür sanat üreticilerinin İstiklal’den erken ayrıldığını düşünüyor musun? Özellikle Gezi sonrasında Babylon’un Asmalımescit’ten ayrılışı vs.

Devam ettirilemeyecek bir haldeydi. Ekonomik olarak sürdürülebilir bir süreç yoktu. Zaten insanlar az gidiyordu ve daha da az gitmeye başladılar. O yüzden ben keşke kalsalardı diyemiyorum, herhalde onlar için iyi oldu. Asmalımescit özelinde bakarsan, aslında oradakilerin hepsinin gitmesi gerek. Eskiden orası öyle değildi. Ben açıkçası oradaki çoğu mekânın kapanmasına mutlu oldum.

Orada ilk gidiş sinyalini Babylon, Asmalımescit’ten ayrılmasıyla verdi. Sonrasında mekanlar teker teker Taksim’den uzaklaşmaya başladılar.

Aslında Babylon’un ayrılışı planlı bir süreçti. Yani Gezi olmasaydı da, ayrılacaktı. Babylon’un satılması, bomontiada’ya taşınması bunlar hep daha önceden belirli süreçlerdi diye biliyorum.

 2022’ye doğru Taksim’e tekrardan dönüş başlar. 

Peki Taksim’in kültürü, merkezi mi olmalıydı, yoksa artık diğer semtlere ya da şehirlere yayılmalı mıydı? Misal önceden Taksim’e giden kitle artık, Beşiktaş ya da Kadıköy’e gidiyor. Tıklım tıkış semtlerden bahsediyorum. Kadıköy’ün bir mekan kültürü vardı, şimdi o son 2-3 senede biraz daha hibritleşti. Ne diyorsun bu konu üzerine?

Berbat bir şey oldu. Taksim’de bir tek müzik kültürü yok ki. Taksim’deki entelektüel kültür, sahafları da getiriyor, tiyatroları da getiriyor, galerileri de getiriyor, konserleri getiriyor, yemek yerlerini getiriyor. Kalite getiriyor çünkü seçici insanlar orada oluyor, dikkat ediyorlar. Ekonomi getiriyor. Taksim’in eski günlerinden uzaklaşması çoğu insan için kötü oldu. Taksim’e sürekli çıkmanın temeli mindfulness takılabilmen. Kimse kimseye dokunmuyor, kimse kimseyi tanımıyor. Sanki yabancı gibi her seferinde yürüyebiliyorsun. Bu çok hoş bir his. Ama oradan Beşiktaş’a ya da Kadıköy’e geçmek bana biraz garip geliyor. Beşiktaş güzel bir yer, orada yaşadım da ancak bu kadar kalabalığı kaldıracak bir yer değil. Kadıköy de aynı şekilde. Bunun yanı sıra, ekstradan kültür ürünleri de çıkmadı. Yavaş yavaş çıkıyor. Kitapçılar açılıyor, tiyatrolar açılıyor. Fiziki olarak bana geçici bir yermiş gibi geliyor. Yani umarım yeni Taksim diye de bir şeyler olabilir, ama o da uzun yıllar alır.

Taksim’e geri dönüş olur mu sence?

Sanmam. Olmaz, yani o iniş çıkışlar 10 yıl falan sürer. Yani 5 yıl iniş, 5 yıl çıkış olur. Bu 1900’lerin başından bu yana böyle. Fakat bu süre son yıllarda uzadı. 5 yıldır iniş var ve bir 5 yıl daha çıkış olmayacak gibi gözüküyor. Benim tahminim 2022’de insanlar geri dönmeye başlar. Yani oranın ekonomik ve kültürel olarak bir hale dönmesi uzun sürer. Bir de şu var, sen Taksim’i ne kadar güzelleştirirsen güzelleştir, orası yine Taksim. Belediye’nin düşündüğü Şanzelize gibi bir şey tutmayacak Taksim’e. Ama bu alternatif kültürün oraya dönmesini geciktirecek.

Peki Taksim’den ayrılış, Türkiye’de kültür ve sanat üretimini nasıl etkiledi?

İyi anlamda etkiliyor, çünkü insanlar orada travma geçirdiler. Çoğu İstanbul dışına çıktı. Ben bile terk ettim, 20 yıldır orada yaşıyordum. Taksim çok dark side oldu, bir şeyler üretmek için çok karanlık bir yer artık. Mesela kalktılar İzmir’e gittiler, orayı canlandırdılar. Urla’da çok garip bir komünite ortaya çıktı. Kalktılar yurt dışına gittiler ve şunun farkına vardılar, biz Taksim’de bir şeyden beslendik ve şimdi bir şeyler üretmek istiyoruz. Türkiye’de, hele hele Taksim’de üretim alanı, özgürlük alanı kalmadı. Bir tane hayatları var insanların. Bir şeyler üretmek istedikleri için farklı yerlere gittiler. İşte Taksim’deki o travma Yeldeğirmeni gibi başka yerlerin dolmasına neden oldu.

 Yeni AKM’nin içeriği önemli  

Aslına bakarsan son zamanlarda hafiften bir hareketlenme var gibime geliyor. Ada Kitabevi’nin tekrardan açılacağı duyuruldu. Yapı Kredi Yayınları da oraya iyi bir yatırım yaptı, mekanını bir elden geçirdi vs. Hafiften kültürel bir hareketlenme var gibi. Durum gerçekten bahsettiğin kadar karanlık mı?

Evet, karanlık. Olay birkaç büyük mekanın açılması değil aslında. Yapı Kredi eyvallah, ancak bir tek Yapı Kredi ile olmaz. Ada da bir tane, o da yetmez. Gecede sadece bu tarz yapılan etkinliklere gelen insan sayısı,  en az 5.000 olması gerek ki İstiklal’de tekrardan bir hareketlenme olsun. Atıyorum, Yapı Kredi’de bir konuşma oluyor, 100 kişi gidiyor. Ada’da bir konuşma oluyor, 100 kişi gidiyor. Düşün, 50 tane böyle bir mekan lazım ki, senin bahsettiğin hareketlilik olabilsin. Oraya 50 tane mekanın açılması çok zaman alacaktır çünkü fiyatlar çok yüksek. Tüketim maliyetleri, çok fazla. Yani bizim için de öyle, müşteri olarak gittiğinde de durum benzer. Eskisi gibi 10 tane bira yuvarlama durumu yok ki, ekonomik olarak hesap yapıyorsun. Zevksiz oluyor.

Son soru, AKM yıkıldı. Yıkılırken tam karşısında bir camii yükseliyor.

Evet, AKM Camii (kahkahalar)

Yeni tasarlanan merkez hakkında ne düşünüyorsun?

Tam içeriğine hakim değilim, ancak şık gözüküyor. İşlevsel de yapmışlardır. Sonuçta babasının yaptığı malzeme, nasıl kullanıldığını biliyordur. O da mimarın dillemması, ona diyeceğim bir şey yok. Bence katkı sağlayacaktır, ama burada biliyorsun içerik önemli. Koyacağın şey önemli. Ne koyacaklar oraya? Bu konuya değindiğin iyi oldu, çünkü Taksim’in en önemli özelliği gerçekçi anlamda alternatif sahneye sahip olmasıydı. Şimdi sahne yok. Mesela Büyükparmakkapı Sokak’ta, girer girmez solda Piya vardı. Sağda Rıddım vardı. Onun aşağısında, ilerde Açık Sahne vardı, köşede Luxus vardı. Onun ilerisinde Mojo vardı. Sokağın bitiminde Jazz Stop vardı. Bir solda Katarsis vardı. Yani düşünürsen, bir sokakta 6 tane alternatif sahne vardı. Belki sahne açısından AKM iyi gelebilir, ama şu an Taksim’in ihtiyacı olan şey sahne. Özellikle canlı müzik sahnesi ve konser salonu. Salon İKSVbir yere kadar yetiyor, Peyote bir yere kadar yetiyor. AKM çok büyük etkinlikler için. Ee başka konser verebilecek bir var mı ki?

Hatırladığım majör bir yer yok. Gerçi Bova var, yeni açıldı daha çok Jazz’cılara yer veriyorlar.

Rock’n Rolla’nın yeni yeri çok iyi. Blues geceleri falan oluyor. Onu ben çok beğendim. Emek Sineması’nın yerine dünyaca ünlü birini getirdiler, ancak fiyasko. Kimse de gitmiyor. Başka da mekan yok. Yani sahne ihtiyacı var. AKM tasarım olarak peki, ancak içerik olarak ne olacağına bakacağız. Bu tasarımından çok daha önemli. Göreceğiz.

 

Read article

İçinde Hakan Geçen Müzikler

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!

İçinde Hakan Geçen Müzikler

Tayfun Polat’ı birçoğumuz Karga’dan bilsek de, kendisi aynı zamanda bir şair de, bir radyo programcısı da, bir müzik yazarı da ve dahası da… Karga Mecmua’nın değerli kalemi Tayfun Polat, bu sayıda bizler için Hakan Orman’lı şarkıları kaleme aldı.

Hakan Atilla Orman’ı kaybedeli 7 yıl oldu. Ölümünün ardından “Basit bir hata, küçücük bağımsız müzik âlemimizin en büyük yangınını çıkarttı. Orman yandı,” diye yazmıştım. Bugün sahnesinin gelişmesinin en büyük müsebbibi Hakan’ın yokluğunda Peyote bağımsız müziğin kalelerinden biri olmayı sürdürüyor. Ancak hem bağımsız müzik kavramı biraz farklılaştı, hem konjonktür değişti. Bağımsız müziğin pazar payı fazlasıyla arttı. Diğer taraftan geçtiğimiz 7 yılda ülke olarak akıl almaz olaylar yaşadık. Karmaşa, kaos, umut, umutsuzluk dolu günler. Pek çok alanda olduğu gibi müzik alanında da -özellikle dinleyici bazında- büyük çözülmeler yaşandı. Aslında bu kadar kısa süre geçmiş olmasına rağmen bugünden bakınca Hakan’ın bağımsız müzik tarihimizdeki etkisini görmek biraz zorlaştı. Bu beni bir hayli rahatsız ediyor. Bu yüzden bu yazıda ölümünden sonra çıkan albümlerde Hakan’ı aramaya yelteneceğim.

Fotoğraf: Tayfun Polat

Peyote’yi, Peyote Sahnesi’ni, Hakan’ın müzisyenlerle mesaisi ve ilişkisini, dolayısıyla da etkisini anlatmak bu kısa yazının harcı olamaz. Birilerinin bu tarihi yazması gerek. Ama bu yazı o yazı değil. Kendime ölümünden sonra çıkan albümlerdeki Hakan etkisini seçtim konu olarak. Teşekkürler, ithaflar, şarkı sözleri… Aradığım etkileri buralarda bulabilirdim. Ama elimde sadece kendi arşivim vardı. Bu konuda mütevazı olmayacağım. Muhtemelen bu dönemde çıkan albümler söz konusu olduğunda elinde benim kadar hard copy albüm olan kişi sayısı zaten bir elin parmaklarını geçmez. Ama yine de çıkan bütün albümlere sahip değilim doğal olarak. Dijital dünyayı taramak da çok fayda etmiyor, albüm muhteviyatlarına ulaşmak zor. Demeye çalıştığım, mutlaka eksikler vardır bu yazıda bahsi geçmeyen.

Bu arada ulaştığım sayı başta beni demoralize etti. “Bu kadar mı yahu?” dedim. Benden bu dosyaya katkıda bulunmamı isteyen Anıl Sayan’a belirttim durumu. “O dönemdeki grupları düşününce sayı gayet yeterli gözüküyor,” dedi. Aslında isim adedinden çok isimler önem kazanıyor burada. Anıl buna da “Tam da bu yüzden istatistik bilimi çöküyor,” dedi ve rahatlattı beni. İçim rahat bir biçimde yazıyı yazmaya başlayabiliyorum böylece.

Son olarak şunu da hatırlatmak isterim ama, Hakan’ın adını albümünde, EP’sinde, teklisinde geçirmeyen bir sürü müzisyen de elbette onun kaybını derinden yaşadı. Bunu biliyorum. Hâlâ sürekli onu konuştuğumuz isimler de var aralarında. İçinden Hakan geçmeyen bir albümün sahibi/sahipleri ona minnet duymuyor, ondan etkilenmemiş demek falan değil kesinlikle. Ve kesinlikle kimse kendini böyle ifade etmeye mecbur da değil. Ayrıca 2011 ve 2012’de ülkede yükselen gerilim, akabinde Gezi ve onun akabinde de Gezi’nin çözülüşü derken herkesin psikolojisi çok farklılaştı geçtiğimiz dönemde. Memlekette albüm yapmanın zorluğu da belli. Bazıları o zamanı kaçırdı belki, yani belki de 3-5 yıl sonra Hakan’a bir albüm ithaf etmek aynı duyguyu vermeyecekti. Belki de başka yoğunluklarla üretim yaptılar. Hakan’ın olduğu süreçte ismi Peyote ile özdeşleşmiş bir sürü grubun artık müzik yapmadığının da altını çizmek gerekiyor. Bir de, tekrar etmek pahasına dijital dünyada grupların çoğunlukla teşekkür bahsine bile giremediklerini bir kez daha hatırlatmak isterim. Bu yazıyı okurken bunları da mutlaka göz önünde bulundurmalısınız. Ama sonuçta Hakan’ın ölümünden sonra çıkan albümlerde, kayıtlarda onun izini, etkisini aramak bana hâlâ anlamlı geliyor.

Gelelim içinde Hakan Orman olan müziklere. Barış Demirel Barıştık Mı ile başlayacağım önce. Çünkü burada anılacak isimler arasında bir tek onunla sarılıp ağladık defaten Hakan için. WePlay’den 2014’te çıkan ilk uzunçaları T.E.Ǻ.R.’da Sigur Rós’un “Bium Bium Bambalo” isimli, orijinali bir İzlanda ninnisi olan parçasını Hakan için farklı bir hale dönüştürdü Barış. Güzel uyusun diye.

Solo kariyerine başladığı zamanlar Ceyl’an Ertem’e ilk kapılarını açan mekânlardan biriydi Peyote. Ceyl’an ile hiç muhabbetini yapmadık Hakan’ın. Ada Müzik’ten çıkan 2012 tarihli ikinci albümü Ütopyalar Güzeldir’i ilk dinleyişimde bir şarkıya takıldım, adı “Orman”. Albümün hiçbir yerinde bu şarkının ona yazıldığı ya da ithaf edildiği belirtilmiyor. Sadece teşekkürler kısmında adı geçiyor Hakan’ın. Ama “Aylar yıllar baktın ya, yürüyorduk yıldızlarda / Yorgun düşüp beyoğlunda / Uyuyorduk mezarlarda / Hala saçlarımda çiçekler / Ama görmüyorsun / Hala mevsim ve nevresimler / Artık görmüyorsun / Şimdi görmüyorsun,” diyor Ceyl’an. Daha ne desin?

Hedonutopia herhalde kariyerinin büyük bir bölümünde sadece Peyote’de sahne alabildi. Şimdi ikinci albümü çıkarttılar ama yıllar boyunca grubun elde bir tane doğru dürüst kaydı yoktu. Taaa Myspace dönemlerinde ise iki parçalarının kötü konser kaydı vardı, ikisi de Peyote’den canlı. Birinin adı “Japon Orman”. Yani parça eski. DokuzSekiz Müzik’ten 2016’da nihayet ilk albümleri Ucube Dizayn’ı çıkarttıklarında bu parçayı da albüme aldılar. Parçanın Hakan’ı kaybettiğimizden beri anlamı farklılaşmıştı zaten. Ki albümle parçanın Hakan Orman’a ithaf edilmiş bir ağıt olduğunu da belirttiler.

Son parça da kafabindünya’dan. İsmi Peyote ile özdeşleşmiş gruplardan biri onlar da. İlk ve tek albümleri Obi 2012’de Peyote Müzik etiketiyle çıktı. İçindeki parçalar çok önceden kaydedilmiş ve bitirilmişti Hakan gittiğinde. Albüme girmedi ama grup 2012’de “Hakan” isimli bir parça daha yaptı. Onun sesini de duyduğumuz kaydı Soundcloud hesaplarından “Sevgili dostumuz Hakan Orman’ın anısına” diyerek paylaştılar.

Gelelim Hakan Orman’a ithaf edilen albümlere. Haossaa 2011’de Peyote Müzik’ten çıkan ilk albümleri Haossaa’yı, Korhan Futacı ve Kara Orkestra, DokuzSekiz Müzik’ten 2012’de çıkan ikinci albümü Pavurya’yı, bir gece Peyote’ye uğradığımda Hakan “Bak tam senlik bir grup var,” deyip beni salona indirince müzikleriyle tanıştığım Softa Peyote Müzik’ten çıkan 2012 tarihli ilk ve tek albümü Hunili Ayin’i, Replikas 2012’de Ada Müzik’ten çıkan son bandrollü albümleri Biz Burada Yok iken’i, eskiz 2014’te Tantana Records’tan çıkan ilk albümleri Kimsenin Ruhu Duymaz’ı, Kırkbinsinek2015’te Alman World In Sound firmasından çıkan albümleri Sis Pus Sus’u, Daire 2 General Gramofon ve Nekropsi’den tanıdığımız Gökhan Goralı, 2017’de Goralı ismiyle kendi imkânlarıyla çıkarttığı ilk albümü Qualia’yı Hakan Orman’ın anısına ithaf ettiler. Haossaa, eskiz ve Kırkbinsinek’in en çok sahne aldığı mekândır Peyote. Ankaralı Softa da Roxy’de 1.’lik alana kadar İstanbul’da sadece Peyote’de sahne alabiliyordu. Yer aldığı gruplarla pek çok kez Peyote’de sahne alan Gökhan Goralı’nın durumu da benzer sayılır. Korhan Futacı ve Replikas’ın durumları farklı ama onlar da albümlerini Hakan’a adamayı tercih ettiler.

Son olarak teşekkürlere bakalım. Burada işin aslını bilmeyenler için ilginç gelebilecek isimler var. Chopstick Suicide 2012’de Peyote Müzik’ten çıkan ilk ve tek bandrollü albümü Lost Fathers and Sons’ta, Mispis 2012’de kendi imkânlarıyla çıkarttığı tek albümleri Düşbükey’de (herkesten önce), kafabindünya Obi’de (“nur içinde yat” paranteziyle), Büyük Ev Ablukada 2012’de Olmadı Kaçarız’dan çıkan ilk albümü Full Faça’da, SATTAS 2012’de Esen Müzik’ten çıkan ilk albümü SATTAS’ta (“yukarılarda bir yerde sessizce içkisini yudumlayan” ibaresiyle), Yora 2012’de P.İ. Müzik’ten çıkan tek albümü Gün Sözleri’nde, Ceyl’an Ertem Ütopyalar Güzeldir’de, KöK 2013’te Anadolu Müzik’ten çıkan ilk albümü Bilmece’de, Bubituzak 2014’te Pasaj Müzik’ten çıkan ilk albümü Uzay Yolları Taşlı’da, Gaye Su Akyol2014’te Olmadı Kaçarız’dan çıkan ilk albümü Develerle Yaşıyorum’da, Barış Demirel Barıştık Mı T.E.Ǻ.R.’da, Kam Ata 2016’da A.K. Müzik’ten çıkan ilk albümü Tengri Teg’de teşekkürler listesinde Hakan Orman’a yer verdi. Ayrıca Ars Longa da debut’ları Günler’in basın bülteninde “Üstünden mevsimler, müzisyenler, sevinçler ve hüzünler, Hakan Orman’lar ve Hrant Dink’ler, yolculuklar ve konserler geçti,” diyerek albümün yılların ardından çıkış sürecini anlatırken ismini anmıştı. Teşekkür etme bahsinde de Chopstick Suicide, Mispis, kafabindünya, Barıştık Demirel, Yora, Ars Longa gibi Peyote sahnesinini gedikli isimlerinin Hakan ile mesaileri belli… KöK görece yeni bir grup ama aynı zamanda Nekropsi üyesi olan (ki grup son bandrollü albümü Nekropsi 1998’i Peyote Müzik’ten çıkartmıştır) Cem Ömeroğlu ve Kerem Tüzün defalarca Peyote sahnesinde çalmıştır. Kaan Sezyum da mekânın müdavimlerindendir. Kam Ata çok daha yeni bir grup ama grubun kurucusu Tolga Ayıklar ve Utku Öğüt de Peyote’nin tozunu çok yutmuştur. Çilekeş’i dağıtıp yeni müzikal arayışlar içerisine girdiklerinde Bubituzak’a sahne veren isim tek Hakan Orman’dı. Ceyl’an’ın durumundan yukarıda bahsettim zaten. SATTAS Peyote ile anılan bir grup değil (aslında belki de son yıllarda çok fazla farklı mekânda konser verebilme imkânı/başarısı bulmalarıyla da ilgili bu durum) ama az sahne almadılar orada. Ve solistleri Orçun ile Hakan muhabbeti yaptığımızda onun için ne anlama geldiğini gözlerinde görmüşlüğüm var. Burada enteresan olan Peyote’yi sahiplenen kitlenin büyük kısmının müziklerine burun kıvırdıkları Büyük Ev Ablukada ve Gaye Su Akyol’un durumları. Oysa Gaye önceki grupları Mai, Toz ve Toz, Seni Görmem İmkansız ile defalarca sahne aldı Peyote’de. Şimdi geldiği noktada Hakan’ın bir bakışı bile etkilidir. Keza Büyük Ev Ablukada elemanlarının hemen hepsinin de Peyote ve dolayısıyla Hakan ile (ya da ters sırada) mazisi var.

Yukarıda bahsi geçen grupların/isimlerin her birinin farklı janrlarda müzik yaptığının farkında mısınız? Her birinin kendine özgü bir sound’u olduğunun? Hakan Orman ve Peyote Sahnesi bunu gerçekleştirebilmeleri için imkân sağladı işte. Bu yazıda ortaya çıkan tablonun da bu durumu net biçimde ortaya koyduğunu düşünüyorum.

Tayfun Polat

tayfunpolat@hotmail.com

Read article

Ali Ece: “Everest’in insani versiyonu Hakan Orman’dı”

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!, Röportajlar

Ali Ece: “Everest’in insani versiyonu Hakan Orman’dı”

Spor yorumcusu kimliğiyle tanıdığımız Ali Ece ile aslında sadece müzisyen yönünü konuşmak için buluştuk. Tabii karşımızdaki isim Ali Ece olunca konu kaçınılmaz olarak futbola da geldi. Gazetecilikten istifa edip başına geçtiği Stüdyo Frekans’dan, 2000’lerin ortasında günümüz alternatif yerli sahnenin doğuşuna ev sahipliği yapan mekânlardan Peyote’ye ve tabii ki Hakan Orman’a, teknik direktör Biliç’ten Selda Bağcan’a son 20 yılın müzik piyasasına farklı bir açıdan ışık tutmaya çalıştık.

Yıl 2000’lerin ortası. Rock’ın Türkiye’de görece ana akımlaşmaya başladığı bir dönem.  MFÖ, Duman ya da Şebnem Ferah gibi isimler kariyerlerinin zirve dönemlerini yaşıyorlar. Sen o dönemde Stüdyo Frekans’ta ancak günümüzde ‘popüler’ sayabileceğimiz yerli bağımsız sahnesinden insanlarla çalışıyorsun. O dönemi biraz anlatır mısın?

Ben Stüdyo Frekans’a ilk defa 2001 yazında gittim. O zamanlar Yapı Kredi Yayınları’nda çalışıyordum. Adından da anlaşılacağı gibi Unknown Pleasures isimli, Joy Division coverları yapan bir grubumuz vardı.  Aslına bakarsanız, Joy Division coverlayarak çalmayı öğreniyorduk. O stüdyoda çok eğlendik. Evrim ve Aytunç işletiyordu orayı. Yazın işleri seyrekleşiyordu. O dönemde genelde biz gidiyorduk. Lakin Frekans o zamanın en kaliteli stüdyolarından biriydi. Nezih ve kaliteli insanlar diyebileceğim “Türkiye’deki cazcılar” hep Frekans’a gelirdi. Ben doğru düzgün caza hep orada aşina oldum. Hatta Türkiye’de cazın o kadar iyi olduğunu da Frekans’ta öğrendim desem abartmış olmam.

İSTİFA EDİP ORTAK OLDUM

Stüdyo Frekans’ı açarken umutlarınız, beklentileriniz nelerdi?

Aytunç ve Evrim çok iyi işler yapmalarına rağmen, o günkü şartlarda ekonomik olarak hayal kırıklığına uğradılar. Bir süre sonra stüdyoya gelmemeye başladılar ve Aytunç askere gideceği için satmaya karar verdiler. Ben de o zaman bir gazetenin spor servisinde çalışıyordum. Klasik 2000’ler ortası Türk spor basını: Müdür yardımcısı oluyoruz ama hiç zam yapılmıyor! Ben de bu süreçten çok sıkılıyordum. En sonunda bir gün istifa ettim. Az bir tazminat alabiliyordum zaten. Onu aldım, sonra Dinar Bandosu’ndan Asaf (Zeki Yüksel) abiyle gittik Stüdyo Frekans’ı aldık. Amacımız “24 Hour Party People”daki gibi bir ortam yaratmaktı. O film Joy Division’ın Happy Mondays öncesinde piyasanın çok dışında gözükmesini ancak sonrasında insanların hayallerini hayata geçirebilmek için akıllarını, yüreklerini ortaya koyuşlarını, sonra da piyasanın kendisine dönüşmelerini anlatır. Filmden çok etkilenmiştim. Ana karakter Tony Wilson vardı.  Adam müzik kadar futbol da seviyor tabii, Manchester United taraftarı. Bunu görünce, “Bizim gibi insanmış, biz de böyle bir şey yapabiliriz” dedim.

Bu arada, Stüdyo Frekans tam olarak neredeydi?

Kadıköy Anadolu’nun bir paralelinde.

Stüdyoda neler yapıyordunuz peki? Dinar Bandosu’nu oraya taşımışsınızdır muhtemelen…

Dinar Bandosu’nun adını Meriç Güleç, Ece Ayhan etkisiyle Stüdyo Frekans’ta koymuştu. Sonrasında gruptan ayrılmıştı. O dönemde bizim kitle Ece Ayhan’ı çok seviyordu tabii. Bu anlattıklarım Yapı Kredi Yayınları’nda çalıştığım zamanlara denk geliyor zaten. Ece Ayhan’ın tüm kitaplarını bedava okuma mutluluğuna erişmiştim çünkü son düzelti görevi bana verilmişti. Stüdyoyu aldığımızda, Dinar Bandosu dağılmıştı. Askerlik sorunları, yurt dışına gidenler, başka grup kuranlar derken bir tek Asaf Abi, Yılmaz ve ben kalmıştık. Orayı açınca Dinar Bandosu’nu devam ettirebiliriz dedik. Özellikle Replikas yaptığı işle bize Erkin Koray’la Joy Divisionarasında bir yer olduğunu göstermişti. Bunu da gayet derin Türkçe sözlerle oldurabiliyorlardı üstelik. İlk Replikas konserine gidişimin hemen sonrasında eve gidip, Dinar Bandosu’nun da ilk şarkısı olan Saykodelikzade Mahmut Paşa’yı yazmıştım. Sözleri de İlber Ortaylı’nın biz öğrencilerini trollemesinden yola çıkarak yazılmıştır aslında.  Bir gün derste söylemişti bu ismi bize, biz de “Hocam böyle biri olabilir mi” diye sormuştuk. O da “Kesin vardır” diye bize laf atıyordu, en sonunda “Siz bu kafayla işte…” dedi. (gülüşmeler.) Öyle yani, olmayan bir kişidir aslında Saykodelikzade Mahmut Paşa.

O dönemde hangi alternatif gruplar Stüdyo Frekans’a geliyordu? Nasıl bir üretim süreci vardı?

O dönemde yeni kuşakla ortaklaşa neler yapabiliriz dedik. DDR geldi o sıralar yanımıza, nam-ı diğer Doğu Almanya. Zaten evleri de yakındı stüdyoya. Sonrasında Ars Longa geldi. Ars Longa çok iyidir, çok eleman değiştirdiler ama bir grubu yürütmek kolay iş değil. O gruplar öyledir yani. Yeni Türkü de öyle, Kesmeşeker de öyle. Sonra bir gece DANdadaDANgeldi. Bakıyorsun, “Burak Irmak nasıl org çalıyor öyle abi?” diye soruyorsun, babası neyzen çıkıyor. Bakıyorsun, stüdyoya Korhan Futacıgeliyor, saksafonu wah wah pedalıyla çalıyor, onu bırakıp distortion kullanarak vokal yapıyor; dibin düşüyor! Hatta biz oradan DANdadaDAN’dan Feryin’i Dinar Bandosu’na transfer ettik. O Türkiye’nin en iyi basçılarından biridir, hatta dünyanın en iyi basçılarından biridir de sadece o farkında değil. Sorun şuydu aslında, DDR’ciler DANdadaDAN’ın müziğini beğenmiyor, DANdadaDANcılar DDR’nin müziği sevmiyordu. Eee, biz ne yapalım? Biz ikisini de beğeniyorduk. O ikisini bir arada tutmak falan sıkıntılıydı. Bu şunun gibi: Erdal İnönü, Türk solunu birleştirmek için diğer siyasilerle balıkçıya gidiyorlar. CHP, DSP, SHP dönemlerinden bahsediyorum. Erdal İnönü de o zamanlar başbakan yardımcısı. Garson gelip “Efendim ne yersiniz?” diye soruyor. Erdal İnönü de “Sen zahmet etme, biz birazdan birbirimizi yiyeceğiz” diyor.

Bu arada bizle beraber Replikas konserlerine gelen farklı gruplar da varmış. Misal Ayyuka. Biz Ayyuka ile böyle bir suni gerilim yaratmaya çalıştık. Hani Oasis ile Blur atışır ya, onun gibi… Ama gün sonunda geceleri çorba içiyorduk. Hâlbuki gerçekten onlar başlangıçta bizden iyi çalıyordu. Sonra Ayyuka’nın gitarcısı ve beyni olan arkadaşla Lig TV’de beraber çalıştık. O dönemde müzik yapanlar bir yandan da çalışıyordu, ayrı meslekleri vardı. Ben ise sadece müzikten para kazanayım dedim. Burayı açtık. Stüdyoyu su basınca tıpış tıpış asıl mesleğim olan spor medyasına geri döndürdüler!

 

 

Peki, Stüdyo’nun eski döneminden müzisyenlerle nasıl bir iletişim kurdunuz?

Eski müşterileri de küstürmemek gerekti çünkü her şeyden önce düzgün karakterli insanlardı. Cazcılar olsun, pop şarkıcılar olsun. Ben pop şarkıcılarla tanışana kadar popçuların iyi olacağını düşünmüyordum. Pentagram’ın “Popçular Dışarı” mottosunun da etkisi vardır tabii. Ancak o dönemde popçularla sadece ticari bir ilişki kurmak istemedik. Onlarla konuştukça şunu gördük; onlar farklı türde müzik yapmak istiyorlar, ama işte çocukları var, aileleri var. Evlerini geçindirmek için yapmak zorunda kaldıkları müzikleri yapıyorlar ve aslında çok çok iyi müzisyenler. O dönemde katı kalıplar vardı. Şu an, pek yok o kadar katı kalıplar. Şimdikilerin şansı kalıpları tek potada eritebilmelerinde gizli. Ben öyle dar kalıpları sevmem. Misal babam “Biz sizin yaşınızdayken Caddebostan’da Rolling Stones mu Beatles mı tartışması yapardık” diyor. Ya tartışılır mı bu? Onun karşıtı uyduruk piyasa şarkıcısı kardeşim, bu konunun nesini tartışıyorsunuz siz? Piyasanın kendisi olmuş taş gibi 2 rock grubu. Onları koruyacağınıza, o mu daha iyi bu mu daha iyi diye tartışarak aptalca zaman kaybediyorsunuz!

Underground rock sahnesi nasıldı? Hazır nostalji özlemi varken orta sınıfta, nasıl anlatırsınız o dönemleri? Bağımsız Yerli’nin bu hale geleceğini tahmin ediyor muydunuz?

Replikas’ın davulcusu Orçun’u anlatmak istiyorum. Adam tam anlamıyla, 2000’lerin gerçek yeraltı Türk Rock’n Roll’uydu. Aynı anda bir sürü grubu vardı. Gidersin Peyote’ye, bakarsın kimler çalıyormuş diye, grup üçüncü şarkıya gelir, bir anda arkadan Orçun sahneye çıkar. Yani çalanlar istemese bile Orçun çıkardı o sahneye. Hoşuna gidiyor, şarkının parçası olmak istiyor. Dinar Bandosu’nun bir Peyote konserinde arkamda darbuka çalınıyor, farkında değilim. Kendi kendime “Lan çok güzel darbuka sesi geliyor” diyorum ama o an çaldığımız şarkılar arasında darbukalı olanı yok! Orçun bir yerden darbuka bulmuş, arkamda takılıyor öyle. Öyle şeyler çok güzeldi birbirine destek veriyorsun. Desteklediğimiz ölçüde umut vericiydi. Ben bazen DDR ile synthesizer çalardım, başkalarına gitarla eşlik ederdim. Basçısı olmayan basçı bulana kadar bana çaldırırdı vs… Çok güzel, temiz hatıralar…

REPLİKAS NEYİ BAŞARDI?

Beyoğlu’nda 2000’den fazla alkollü içecek ruhsatına sahip mekânın olduğu bir dönemden bahsediyoruz aslında…

Gerçi o mekânların hepsi şimdi buraya (Kadıköy) geldi de, o dönemde benim şanssızlığım yine Kadıköy’de oturmaktı belki de. Gençliğim yıllarca gitar taşımakla, yokuş çıkmakla geçti. Benim bir tane pedal çantam var rahmetli dedemden kalma bir bond çanta. O çanta yüzünden kaç tane polis “Bu nedir?” diye beni çevirdi. Polislerden biri çok orijinaldi. Durdurdu beni, ne bunlar dedi. “Yaa, gitar pedalı” dedim, polis bana “Ee bir tane iki tane pedal olur” dedi. Ee biliyor işte polis, çalıyor evinde gitarı. Bir tane iki tane olur diyor. Açıp internetten gösteriyordum, kardeşim bak diyorum “woongwooong” diye ses çıkarır bu. Polis onu biliyorum diyordu. Ne yapabilir ki adam, emir kulu!

Şimdiki gibi kalabalık oluyor muydu o dönem konserler? Şu an yerli sahne için ciddi bir talep söz konusu.

İlk Dinar Bandosu konserimiz bir resim sergisinin altında olmuştu misal. Sonrasında ufaktan konserler vermeye başladık. O dönemde daha çok müzisyenler diğer müzisyenlerin konserine gidiyordu. Onların 3-5 arkadaşı geliyordu. Böyle devam ederken, bir gün Peyote’de çaldık, bir baktık yer kalmadı. Sonra dedim ne oluyor,  bu ne biçim iş bu. Olamaz falan filan. Ama bir yandan da grup kulaktan kulağa yayılıyordu. Ee bir yanda, DANdadaDAN çalıyor. İşte o sıralar çok umutlanmıştım. Sonrasında birileri gruptan ayrıldı, plak şirketleri hemen bu alana üşüştü. Bir anda çok kötüye sardı her şey. Çok erken yaşandı bu olaylar. Maalesef müzikal akım anlamında bebek o dönem prematüre doğdu. Olsun ama şimdi küçük kardeşi ya da kuzeni sound çok daha sağlıklı ve sağlam adımlarla ilerliyor.

Beğendiğiniz grup ya da müzisyenler kimlerdi?

Replikas’a çok yazık oldu vallahi. Replikas yeni bir Türkçe Rock yapılabileceğini gösterdi. Çok kişiyi etkiledi. O dönem Duman da, Kesmeşeker de önemli işler yapıyordu tabii ancak Replikas piyasadaki “Bu tutar abi, bu tutmaz abi” ezberinin çok daha ötesinde bir şey yaptı. Misal DANdadaDAN şimdi çıksa, ortalık yangın yeri olur. Replikas’ın plağı şimdi basılsa, 100 lira eder en azından. Yani pazarlaman ne kadar iyiyse, müziğini o kadar iyi satabilirsin ama plakta öyle tek şarkıyla geçiştiremezsin, tüm şarkılar iyi olmalı. Mesela Mariah Carey internete şarkı sızdı diye ağlamıştı. Ee, sen bir tane, bilemedin 2 tane iyi şarkı koyuyorsun. Sonra denizi dolduran beton gibi  kalanı doldurmak için dolduruyorsun. Olmaz ki öyle! David Bowie’nin de dediği gibi, “Bu musluktan akan su gibiydi”, kaynağı kalmadı. Şimdi tekrar plak formatına dönüş biraz da bu yüzden zaten.

Buradan cümleler Spotify’a gelecek gibi sanki?

Yok, vallahi bende yok. Zaten var o şarkılar bende. Ne yapayım ben onu, ama çok başarılı iş o ayrı. Ee Mp3 olmasaydı, insanlar 60’lardaki 70’lerdeki süper işleri dinleyemeyecekti ki! Benim NTVSpor’da Onur Tuğrul adlı o zaman Fenerbahçe muhabiri olan bir arkadaşım vardı. “Abi sen iyi dinliyorsundur söyle bir şeyler” dedi. “NEU! dinle” dedim, “Spotify’da yok abi” cevabını verdi. Onur 1 ay sonra yanıma geldi: “Abi ne iyiymiş bu grup”. Yani Spotify sürekli toparlıyor, bu iyi bir şey. Spotify gibi mecralar ya da gelişmeler olmasa gençler 60’ları dinleyemeyecek ki… O Replikas’ın albümü şimdi olsaydı, plağı kesinlikle çok satardı. Kesmeşeker ilk albümünü şimdi yapsa, müthiş rağbet görürdü. Çok iyi gruplar dağıldı gitti. Replikas değişti diye giydirdiler ya o dönemde, ya popçular gibi aynı mı kalsalardı? Radiohead elektronik yapınca bir şey yok, Replikas yapınca “Auuuuwww”? Hadi canım sen de!

Ayyuka, Düş Macunu, DDR, Kafabindünya gibi gruplarla “Frekans Vol:1”i yayınlamışsınız. Dönemi düşündüğünüzde büyük bir risk almışsınız aslına bakılırsa…

İyi bir albümdür o. Masrafını çıkarmıştık. Bandrollüdür, legaldir yani. Her şeyin parasını ödedik. Kimse de rencide olmasın diye herkesin de payını vermiştik. Ee tabii şey var, “Bizim şarkı niye beşinci sırada, öbürü niye ikinci sırada”. Bunlar olacak artık, yapacak bir şey yok. Frekans CD’sinden çıkardığımız tüm gruplar Peyote’de sahne almıştı. O dönem Peyote çok etkiliydi. Büyük çoğunluğu Peyote sahnesinde kabul gördü. İzleyicileri geldi, orayı mekân edindiler. Peyote demişken Hakan Orman çok önemlidir, değerlidir.  Allah rahmet eylesin, müthiş bir insandı. Sürekli elma yerdi. Çok da keyifle yerdi. Hakan Abi’yi ne zaman düşünsem, elma çekiyor canım. Pek sevmem aslında yeşil elmayı.

“PEYOTE’YE AĞLAMAMAK İÇİN GİTMİYORUM”

O yıllar bize yabancı geliyor, biraz ayrıntılı anlatabilir misiniz?

Hakan Abi Punk, progresif ya da elektronik ayrımını aşmış biriydi. Kendi de yıllarca birçok mekânı kurdu. Müzik direktörlüğünü yaptı. Her yeni şeyi takip etti, icra etti ama onları da trend tüketiciliğine indirgemedi. Objektif ve sübjektif olarak, kendisi ve insanların hoşuna gidenler arasında bir sentez yaptı. Çok iyiydi o dönem. Zaten bir yere gittiğinde orada Hakan Abi varsa, o senin dikkatini çeker zaten. “Vayy adama bak Brad Pitt’e benziyor” dersin içinden. Hakikaten öyle bir tiptir. Sonra bir bakıyorsun Brian Enogibi müzikleri de bu adam DJ kabininde çalıyormuş. Gruplar üzerinde etkisi de çok iyiydi bence, mesela Dinar Bandosu’nda Hakan Abi’nin grubu kurarken söylediği güzel ve çok değerli şeyleri geliştirdik fakat sonra o dönem dile getirdiği eleştirel sözlere kulak tıkadık. Ben kişisel olarak o sürecin hata olduğunu düşünüyorum. Ama maalesef Hakan Abi de toprak oldu. Ben de artık Dinar Bandosu’nda çalmıyorum.

Hakan Orman

O zaman, Hakan Abi’yi sadece Peyote üzerinden okumamak gerek…

Hakan Abi menajer gibiydi ama para almıyordu aksine mekânın hasılatını kendisi hariç herkese dağıtıyordu. Sanat direktörü gibiydi ama hiç tepeden inmecilik, ukalalık yapmazdı. Her şeyi münasip dille anlatırdı. Bütün bunları kendinde taşımaktan artık kendine zarar vermeye başlamıştı. O elim kazayı geçirdiğinde de muhtemelen artık o kadar yorulmuştu ki,  zihinsel olarak karşıdan karşıya bakma refleksini bir anlığına kaybetmiş olabilir. Büyük ihtimal öyle bir şeydir çünkü hakikaten herkesi sırtında taşıdı. Valla ben Hakan Abi öldükten sonra Peyote’ye bir kez daha gidebildim. Peyote’yi kötülemek için ya da her şey Hakan Abi’den ibaretti mesajı vermek için söylemiyorum. Gidince aklıma o geliyor, çok üzülüyorum. Bu yaşta da insanların arasında ağlamak istemiyorum. O yüzden Hakan Ormanöldükten sonra sadece bir kez gidebildim. Eşim o esnada yanımda olup koluma girmese oracıkta üzüntüden yere yığılıyordum. Gidiyorsun ve ruhsal açıdan Everest’in insani versiyonu Hakan Orman yok!

Sizin zamanın sahnesi ve şu anki sahne arasında ne gibi benzerlikler ya da farklılıklar var?

Benim solo albümümün adı Retro Fütürist ya da Retro Gelecek olacak. O dönemin müzik ortamını anlatabilir diye o isimleri düşündüm. Dinar Bandosu’nun ilk albümünde kendi aramızda yaşadığımız, zamanından önce fazla kasmamız ya da bazı sesler için geç kalmamız gibi durumlar vardı. Misal şimdi Retro Fütürist döneminin ikincisi yaşanıyor. Jakuzi’nin yaptığı müzik bu ikinci dönemin altını büyük ölçüde özetleyerek dolduruyor. Teknik ve öz arasında rekabet değil aksine işbirliği olmalı. Tekniğin bir kısmı artı teknolojik de ister istemez. Bilgisayarı kullanacaksın tabii. Popçu bir kullanıyorsa, sen iki kullanacaksın çünkü sen daha kreatif müzik yapıyorsun. Şu an elektronik aletleri kullananlar ticari olarak daha kârlılar. Tabii sadece analog olarak da çok güzel albümler yapılıyor. Onlar müthiş oluyor, onlara bir şey demiyorum. Ancak Jakuzi gibi grupların kullandığı prodüksiyon tarzı ya da self yapımcılık da bir tür zorunluluk, maliyeti indirip kalan enerjisini de müziğini yaymak için kullanıyorlar. Ben hücum kayıt da yaptım, makaraya kayıt da yaptım. Öbür türlü analog kayıtları yapmak isteyen halen yapabilir. Şimdi grup elemanları daha az kişiden oluşuyor. Bilgisayardan çok seslilik sağlanabiliyor. Eee, şimdi synthesizerlar da gelişti, insancıllaştı ve tabii fiyat olarak ucuzladı. Bir tane Doğu Alman orgum vardı. DDR onunla çalıyordu, öbür grup istiyordu ona da veriyordum. Benim dışımda herkes çaldı, halen bende de değil org. Ama daha eskiden daha da zorluydu bu denemeler. İnanmayacaksınız, synthesizerların akordunu yapıyormuşsunuz. Voltaj yetersiz olup kayıt sırasında sesi gidiyormuş. Barış Manço’nun 2023 albümü bu şekilde kaydediliyor, hatta King Crimson bile aynı sorunlarla albümü kaydediyor.

“SERDAR ORTAÇ HEP PİNK FLOYD SÖYLESİN”

Vega’nın  “Delinin Yıldızı” albümü kamuoyunda ciddi bir etki yarattı. Metropolde yaşayan orta sınıf bu aralar büyük bir nostalji duygusuyla çalkalanıyor? O dönemi yakından takip eden biri olarak böyle bir nostalji patlaması yaşanacağını düşünüyor muydunuz?

Onlar o müziği yapmaktan hoşlandıkları için yapıyorlar. Ya bu nostalji meselesi garip. Flört’e de aynı eleştiriyi yapıyorlar ama alakası yok. Elemanlar o müzikleri seviyor kardeşim. Vega geri dönmüş işte, Vega yokken daha mı iyiydi hayatın? Mesela Vega’nın rakibi Duman değil ki, hepsinin rakibi Serdar Ortaç! Ben öyle bakıyorum olaylara. Serdar Ortaç’a da Pink Floyd söyledi diye kızıyorlar. Ee ne güzel işte. Hep söylesin, hep Pink Floyd söylesin hatta. Kendi şarkılarını söyleyeceğine sürekli Pink Floyd söylesin… Daha güzel, kendi şarkısından çok daha güzel çünkü.

Bu durum ülkenin politik gündeminden bağımsız olmasa gerek…

Ülkedeki belirsizlikten dolayı, sosyal sınıflar da bir yerden sonra belirsizleşti. Ya halen işçi sınıfından çıkan bir grup var mı mesela? Az sayıdadır. Bizde işçi sınıfı, o sınıftan kopmak için 70-80’lerde arabesk yaptı. Arabeskin çelişkisi de buydu zaten; o müziği, babasının yaptığı mesleği yapmamak için yapıyor, ama anlattıkları babasının hayatı. O yüzden herkese de, sen şöyle yapıyorsun diyemeyiz.

“VAPURDAKİ KONSERİMİZDE YOLCULAR GÖBEK ATTI”

Kadıköy vapurunda verdiğiniz konser nasıl gerçekleşti?

Bizim en çok kazandığımız konser o mesela. İstanbul Kültür Başkenti projesinde yaptığımız konserdi. Bizim menajer Deniz Kahya, artık nasıl konuştuysa hayatımızda müzikten kazandığımız en çok parayı o konserden kazanmıştık. Şöyle bir şeydi: Vapur Karaköy-Kadıköy arası bir sefer yapacak, biz de çalacağız. Onlara dedik ki “Yaa bir kere çalmak olur mu?” Bak bir kere biz parayı konser öncesinde almıştık. Hayatta böyle bir şeyi yaşamamışız. Parayı cebimize koymuşuz yani. Ancak öyle bir ortam oldu ki, oradan bir yankesici paraları yürütse gram umrumuzda değil. Bütün vapur bizim şarkılarımızla göbek atıyor, dans ediyor. İşte sefer bitti, bir tane beyefendi geldi. Kendisi organizatörmüş. “Ali Bey teşekkürler” dedi, Ben de “Ne teşekkürü yeni yolcular giriyor, biz daha çalarız” cevabını verdim, “Yorulmasaydınız” dediler, “Ne yorulması ya, daha yeni başlıyoruz!” dedim. Biz bazen Balans’ta, Peyote’de, Nayah’ta falan seyirci sayısı 15’e düşene kadar çalardık, 4 saat hiç durmadan çaldığımız bile olmuştu.

Vapurda göbek atan yolcular size neyi gösterdi?

Neymiş? Ezberci, salak ve sözde “Halkla İlişkiler” uzmanı şarlatan aksini iddia etse de şans verilince halka inebilirmişsin. Halk bize inmiş kardeşim, sana ne gerisinden! Sen adi piyon prodüktör, yıllarca ne dinletmek istiyorsan, neyi zararsız görüyorsan onu dinletmişsin. Bence asıl o şarkılar kültürü, toplumsal yapıyı bozdu. Garip bile olmayan oksimoron bir popüler müzik türettin! Bencillik, ego ve dahası var sadece sözlerde. Levent Yüksel’i ya da Tarkan’ı kast etmiyorum elbette. Bütün şarkılar “Ben en güzelim, sen kimsin?” türevinden oluşuyor. Sosyal dokuyu bozan o şarkılar değil miydi? Bizde ne vardı ki? İstanbul’u anlat, tarihsel konulara değin. O konserde bir amca vardı. Takım elbiseli, belli ki eski bankacı amca. Böyle vardır ya hani pardösülü, elinde şemsiye.  18:15 vapurunda görürsün bu amcaları. Adam konser sırasında çantayı bırakmadan göbek attı.  Biz 3 sefer gittik geldik, amca vapurdan inmeden 3 sefer boyunca durmadan dans etti. En son bize abi nerede ineceksiniz diye sordular, Kadıköy mü Karaköy mü diye. O saatte dönmek imkânsız bizim için yani. Vapur bittikten sonra Karaköy’den nasıl döneceksin! Bu bir gün sonra Kadıköy Belediyesi’nin kulağına gitmiş.  “Siz vapurda konser yapmışsınız, bizimle de bir şey yapar mısınız” diyerek bizi aradılar. Biz de yok dedik. Öbüründen o kadar çok para kazanmıştık ki… Üff… Bütün gruba 3 bin lira gibi bir para vermişler eh nihayetinde. Tabii o paralar aynen müzik enstrümanlarını yenilemeye harcandı! İşte öyle, halen halk o müziği beğenir mi diyorlar, bak işte gördük beğeniyor muymuş işte?

GİTARINI İSTEYEN ERKAN OĞUR’A NE CEVAP VERDİ?

Stüdyo Frekans’ı su basmıştı. Böyle unutamadığınız anılarınız oldu mu?

Kadıköy Caferağa’da belli sokakları halen su basıyor, yapacak bir şey yok. Ben şu an oralarda üçüncü katta ailemle beraber oturuyorum. Ancak 12 yıl önce şöyle bir şey olmuştu. İsmail Soyberk ülkenin en iyi basçılarından bir tanesidir. Benim o su baskınında bir anfim gitmişti. İsmail Abi dedi ki; “Altı yandıysa yandı. Üst kafayı alsana sen, o 80 model Alman Hartke” dedi. “Nasıl yani” dedim. “Oğlum git kafasını sök ve al” diye cevapladı. Solo albümümün bütün baslarını o sökük kafayla yaptım. Bir de o dönem benimle çalışmaya gelen gençler olurdu. Onlara “Abi kasada para yok, şurada elektrik parasını toplayamıyoruz, her an kesilebilir” diyordum. Onlar da bunları dememe rağmen gitmezlerdi. Bir gün gençler internetten yemek satan yeni bir dükkân bulmuşlar. Biz de yemek söyledik, bekliyoruz işte. Bir anda Akın Eldes yemeklerle geldi. Bir anda ayağı kalkıp, “Aman abiiii” dedim. Aman estağfurullah derken bir anda ortalık Kemal Sunal, Şener Şenfilmine döndü. Akın abi “Ya olur mu, eşimin dükkânı” diyor, ben de aman abi olur mu ya diye sayıklıyorum. Sonra utandık yemek söylemeye, biz onların dükkânına yemeğe gittik. O da bizim yanımıza geldi.

Bir başka gün, Luthier İsmail’in dükkanında Erkan Oğur benim gitarı çalıyordu. Fender Coronado‘mu, bir de sordu “Çalabilir miyim?” diye. Erkan Abi’ye “Abi ne izni gitarı al götür evine abi” dedim. Erkan abi bir çalıyor zaten, sen bir daha gitara bakamıyorsun, “Bu şaheser adamdan sonra o gitarı nasıl çalacağım ki? Başka enstrümana mı geçsem?” diyorsun kendi kendine…

“AKKALE VE BAĞCAN İLERİDE EDITH PIAF GİBİ OLACAK”

Günümüzde yerli sahne nasıl? Kimleri dinliyorsunuz, beğeniyor musun yeni nesil işleri?

Valla hepsini beğeniyorum, arasında az beğendiklerim de var. Varsın bizim çocuklar yapsınlar. Harika bence, tek bir kötü laf etmeyeceğim. Onların rakibi piyasa, birbirleri değil. Serdar Ortaç rakip. Popçular rakip yani. Sağolsun, Hakan Tamar’dan büyük çoğunluğunu öğreniyorum. Mete Avunduk’un mekânında çalıyor. Orada Hakan’ın çaldıklarını dinlemek çok hoşuma gidiyor. Bir sürü grup öğrenip not alıyorum. Plağı varsa plağını, CD’si var CD’sini alıyorum. Hakikaten yeniler arasında beğenmediklerim yok, çok beğenmediklerim var sadece. Onlar da bana kalsın.

Yerli isimlerden bahsetmişken, Brian Eno sence Belkıs Akkale’yi neden seviyor? Oryantalist bir bakışı olabilir mi?

Yok bence tam tersi. Brian Eno daha ilk albümlerinde batı rock ya da pop standartlarını aşmıştı zaten.  Sonra Ambient, daha sonra Talking Headsgidiyor böyle. Talking Heads’in elemanı gibiydi aslında. Oradan Afrika sularına daldı. Zaten Afrika müziğine girdiğiniz zaman, dünya müziğinin yarısı demek. Sadece fiziksel bir coğrafi alandan bahsetmiyorum, Amerika’daki Afro Amerikan müzik etkisinden Latin Amerika’daki müziklere kadar… Büyük bir etkiden söz ediyorum. Çok normal ve bu benim de çok hoşuma giden bir şey. Dedem öldükten sonra ben rahmetli babaannemde kalırdım. Rahmetli babaannem de Belkıs Akkale’yi çok severdi. Ben de evinin arka odasında kasetten Brian Eno dinlerdim. Ama o zaman Brian Eno’nun Belkıs Akkale’yi bu kadar çok sevebileceği aklıma gelmezdi. O yüzden çok hoşuma gidiyor bu durum. Ayrıca Eno’nun araştırmacı ruhu, MP3’ün olmadığı dönemlerde bunu yapmış olması, zaten onun ne kadar değerli bir müzik madencisi olduğunu gösterir. Misal Brian Eno dönemi Roxy Music’in “If there is something” böyle bir şarkıdır. Şarkı buram buram doğu melodileri kokar. Belkıs AkkaleSelda Bağcan yıllar ilerledikçe daha da kıymetli olacak, Fransa’daki Edith Piaf gibi olacak.

Eskisi gibi cayır cayır antemik şarkılar çıkmıyor artık? Niye böyle oldu sizce? Elektronik mi bozdu Indie’yi?

Bir kere Noel Gallagher ile Johnny Marr halen devam ediyor. Ben buna bakarım. Bunların sololarında grupları dönemindeki solist tahakkümüne karşı bir isyan var. “Biz de söylüyoruz işte MorrisseyLiam beyler”… Kapris yapmayın bize artık.  Hakikaten öyledir. İkisinin de solo albümleri çok iyidir. Indie bunlar halen. Ancak niye antemik şarkılar yok? Antemik şarkılar ortaya çıktığında Thatcher döneminin de sonuydu. Muazzam bir coşku geldi tabii. Sonra Tony Blair hepsini hayal kırıklığına uğrattı. Mahvetti insanları ve beklentilerini. 2000’lerin ortasında yapılan albümlerde bu hayal kırıklığının yoğun etkisi vardır. Misal Ian Brown’un yaptığı bazı kayıtlar genellikle Irak Savaşı’nı konu aldı. Aldatılma, çok büyük aldatılma hissi ve akabinde daha karamsar müzikler ortaya çıkmaya başladı. Yaşadığın şartlarla ilintili. Misal şu anda çok büyük bir Stoner patlaması var. Onun da buralara uğramasını bekliyorum. Ama elektronik mevzusunda durum şöyle: Elektronik ile yeni Indielerin ilişkisi liberallerin sosyal demokratları yutması gibi ama elektronik böyle neo-liberaller gibi yıkıcı değil, ilerlemeci. Şimdi Indie sadece yolunu arıyor. Ee tabii, midi çıktı ve kafalar karıştı biraz. Örneğin The Foals var, şarkı güzel başlıyor, sonra basit kalıyor. FoalsThe Verve’e göre çok basit bir müzik. The Stone Roses’a göre de basit bir müzik. Aslında sorunuzda ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum, ama şöyle düşünün, bir süre sonra sosyal demokratlar neo-liberallerden ayrışmaya başladı. Aynı şey Indie için de olacaktır. İnsanlar her şeyin hep aynı gideceğini, düzenin hiç değişmeyeceğine inanıyorlar. Oysa dünya 15-20 yılda bir düzenli ya da düzensiz olarak değişiyor.

Kasabian, Leicester City Şampiyonluğunda “Underdog”u binlerce kişiyle söyledi. Şampiyonluk şarkısı oldu adeta. Futbol, şehir ve müzik 90’lardaki gibi bereketli değil, niye böyle oldu Ada?

Eski Indie’cilerin hepsi iyi futbolcu. Misal The Verve’ün solisti Richard Ashcroft altyapıda bayağı Wigan’da oynuyor. George Best misal, futbolculuk kısmından gece hayatı kısmına geçti, yani müziğe yoğunlaştı.  Serge Pizzaro da öyle bir adam. Ben en son Manchester City şampiyon olduğunda Johnny Marr ve Noel Gallageher’in suratının güldüğünü gördüm çünkü Noel, Manchester City 3. ligteyken de takımı destekliyordu. O da bilirdi, Manchester’da oturup, United’ı tutmayı. Oasis müzikte şampiyonlar ligini aldığı zaman, United da futbolda Şampiyonlar Ligi’ni alıyordu, ama biz City’liyiz dediler. Bu bizde olsa, United’lılar albümümü almaz derler ve böyle işlere girişmezler. Kasabian’ın Fire’ı Premier League’in resmi şarkısıydı. Bu süper bir şeydi. O sayede geniş kitlelere ulaşabildiler. Manchester’a gelelim. Alex Ferguson’la birlikte United sahada başarılı oldu, City ise Oasis ile müzik sahnesinde başarılıydı. “Sevinmek için sevmedik biz City”i gibi bir çıkışı vardı.

Manchester United, yerlilerini niye bu kadar kaybetti?

Ferguson sonrası, Ferguson’a kıyasla çok başarısızlar. United her sene ligde başarılı olan bir takımdı. Ferguson bıraktı ve Ada’da ezeli rakibi Liverpool’u destekleyen birisi olarak kurtulduk diyeceğim. Mourinho tabii iyi ama Ferguson gibisi yok şu an için. Geldiğinde 86’ydı, sonbahardı. İlk açıklamasında “Liverpool’u tahtından indireceğim” dedi. O öyle bir Liverpool’du ki; ya şampiyon oluyordu ya da şampiyonlar ligi şampiyonu. Adam onu indirdi. Biz de onun büyüklüğünü kabul ettik. Yapacak bir şey yok. Müziklere gelince, İngiltere’ye 7 yıl aradan sonra Özgür Buzbaş’la gittim. Leicester City- Sevilla maçına gitmiştik. “Manchester’da kalalım” dedim. Şehirde halen plakçılar vardı her yerde. Fiyatları da Londra’ya kıyasla çok daha düşüktü tabii. Manchester’da iyi bir müzik ortamı var. Ancak Factory 251 gibi bir yer yok artık. Belki de bu nedenle eskisi gibi gruplar türemiyor oradan. Liverpool’dan da Beatles’dan sonra Echo and the BunnymenTeardrop Explodes çıktı, Coral çıktı, başka çok çarpıcı bir şey yok. Çok beklentiye girmemek gerek.

BİLİÇ’LE TELEFONDA ŞARKI ALIŞVERİŞİ

Peki, Steven Harris, Heavy Metal ve Biliç. Bu üçlü teoride uydu sanki, ama başarı anlamında Biliç ilk senesi haricinde biraz daha soft takıldı gibimize geliyor? Beklentilerin altında mı kaldı Heavy Metalci Biliç?  Sert bir riff bekliyorduk oysa.

Heavy Metal futbolunu oynatan Jurgen Klopp’tur. Sürekli karşı pres, yüksek tempo oyunu ancak Lovren gibi stoperler olunca, olmuyor tabii. Bu şeye benziyor, davulcun kazmaysa hızlı bir müzik çalamazsın. Ancak ligde 9. olursun. Zaten Lovren’i sevdiğim tek an, Beşiktaş maçında penaltıyı uzaya attığı andı. Biliç’e gelecek olursak, çok sevdiğim bir arkadaşım. İstanbul’dayken belli saatlerde bazen bana telefon açıp,  kendi çaldığı gitarla şarkılar dinletirdi. Ben ona Black Sabbath çalıyordum. O “Black Sabbath’i babam da çalar” diyordu. Sonra beni arayıp sen şunu çalabilir misin diye başka bir şey dinletiyordu. Biliç’e Beşiktaşlı arkadaşlar çok güzel bir siyah beyaz gitar hediye ettiler. Onu çalıp, “Bak sen Queens of Stone Ageçalabiliyor musun?” diye sorardı. Arkadaşlık bir yere kadar ancak teknik direktörlükte Beşiktaş’ta son 3 ayı çok başarısız olmasa da, başarısızdı… West Ham United’da da tam kovulacakken bir şeyler oluyor. Dün Tottenham maçı, eyvah 2-0 oldu dedik. Sonra yaptı yine yapacağını, geriden gelip Tottenham’ı yendi. Yapıyor işte bunları. Biliç West Ham’ın da eski bir futbolcusuydu, iyi de bir futbolcusuydu. Ancak teknik direktör olarak çok daha zor bir görev devraldı.

Read article

Harun Tekin: Peyote Sayesinde “Sokak”la Tanıştık.

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!, Röportajlar

 Mor ve Ötesi, Türkiye’nin gündemine 2004’te çıkardığı Dünya Yalan Söylüyor albümüyle oturdu. Fakat onların “ünlü” oldukları güne kadar çok seven bir kitlesi de çoktan oluşmuştu. Grubun patlamasını, yolu Peyote’ye düşenler haklı bir gururla “Biz zaten dinliyorduk” şeklinde karşıladı. Peki o yıllarda neler yaşamışlardı? Peyote serüvenini anlatması için Harun Tekin ile buluştuk, o da “Hakan Abi”den Replikas’a, son 20 yıla ait düşüncelerini bizlerle paylaştı.

 Ayın konusunun hakkını verip, ilk Peyote sorusuyla başlayalım o halde… Siz galiba 97’de çalmaya başlıyorsunuz Peyote’de? 

Peyote’de biz 99’da kesin olarak çalıyorduk. 2000’de de çalıyorduk. Yani benim tahminim; 1998-2000.

 O dönemin sosyal koşulları düşünüldüğünde Peyote nasıl bir mekandı? Bize biraz İstiklal’in o dönemdeki gece hayatını ve Peyote’sini anlatabilir misin? 

İstiklal’in o dönemi renkli ve zengindi. Şimdiki dönemine göre de, ondan on yıl önceki haline göre de renkli ve zengindi.

 Alman Lisesi çıkışlı olduğunuzu biliyoruz. O dönem zaten İstiklal’de yaşıyorsunuz değil mi? 

Biraz öyle. Oraları biliyorduk. Ama biz hiç “sokak çocuğu” sayılmazdık. “Hayatımız Beyoğlu’nda geçti zaten” durumu varsa da, hemen hemen Peyote ile başlıyor aslında. Eski Peyote’yi hatırlayan ya da giden var mı aranızda?

 Hatırlıyoruz tabii. 

Ben de hatırladığımı söyleyeceğim. Şu an oturduğumuz cafe’den biraz daha uzun. (Not: Cafenin terasında toplam 15 – 20 kişinin oturabileceği bir büyükük söz konusu) Biraz daha aşağıya doğru. Hani 70-80 kişi alırdı herhalde.

Peyote’de Üzerimize Dj Düştü

 O kadar bir yerdi gerçekten. Zaten sahnenin önünden de dar girişi başlıyordu. 

Girişte bar vardı. Dar bir giriş. Sonra basamakla çıkılan bir bölüm vardı diye hatırlıyorum. Basamaktan sonra, 50 kişinin sığacağı bir yer olsa gerekti. Sonra da sahne. Sahnenin arkasında taş duvarların içinde DJ kabini vardı. DJ kabini şu yüzden önemli; bir keresinde oradan bizim üstümüze DJ düşmüştü.

 Kim olduğunu hatırlıyor musun? 

Hasan.

 Hasan mı? Ah be deli Hasan. Onu da hatırlamış olduk bu vesileyle. 

Evet, Hasan düştü. İranlı bir arkadaşımızdır Hasan. Ara verdiğimizde çalardı. O sırada çok içmiş olabilir, sahneye bir şey düştü; Hasan! Peyote’nin bir de elektrik problemi vardı. Vokal mikrofonundan elektrik çarpardı. Hatta onunla ilgili Murat Ertel’le hep iddiamız olurdu. O, muhakkak bir elektrik çarpıyor ve yer gök mavi oluyor derdi. bense yeşil görürdüm. Şarkıcıya elektrik çarpınca, böyle gözünün önüne gelen ilk rengin ne olduğu konusunda bir tartışmamız vardı. Onu bir geyiğe de çevirmiştik, iddialaşıyorduk. En son bunu 2015 yılında Meksika’nın bir beldesinde de konuştuk. O hala mavi diyor , ben de yeşil diyorum. Hiçbir şekilde şimdiki mekanlarla kıyaslanmayacak kadar mütevazı bir yerdi Peyote. Kitlesi de o 60-70 kişilik bir yer için 150-200 müdavim arasından, hemen hemen aynı 40 kişi sürekli oradaydı gibi hatırlıyorum. Belki daha geniştir ama bir şekilde komünitesi olan bir yerdi, o kadar çok birbirini tanıyan insan oluyordu ki orada…

Peyote’yi En İyi Replikas İfade Eder

 Kimler vardı peki şu anda hepimizin tanıyor olabileceği? 

Replikas tayfasını hatırlıyorum. Onları orada izlediğimde, Replikas’ın Türkiye’de çok meşhur ve popüler olacağından emin olmuştum. Öyle olmadı belki tam anlamıyla ancak her zaman inanılmaz bir grup oldular, sadece öyle bir yola gitmediler. Orada çok acayip cover’lar yaptıkları dönemdi. “Taş Var Köpek Yok”lar gibi mesela… Bence Peyote’yi en iyi ifade edecek şey biz değiliz, Replikas aslında. Biz zaten popüler yerlere alternatif, alternatif yerlere popüler kaçıyorduk; hep öyle oldu.

 Çevresinde neler vardı eski mekanın? 

Orada otoparkçı Yaşar vardı onu hatırlıyorum. Mesela arabayla bütün İstiklal Caddesi etrafındaki yollardan, nerelerden nerelere varılabileceğini, nereden Tünel’e çıkılır, nereden Cihangir‘e çıkılır, Taksim Meydanı’na en kolay nasıl çıkılır, arabayı hangi köşeye bırakırsan otoparkçı çizmez, hangi otoparkçıya bırakmak iyidir gibi pratik bilgilerin, hepsini orada çok hızlı biçimde öğrenmiştim. Kendi taşımacılığımızı ve kendi rodiliğimizi kendimiz yaptığımız için sürekli bir şeyler taşımak gerekiyordu. Dükkanın çok yakınına kadar araba gelebiliyordu. Tam dükkanın karşısına denk gelebilecek şekilde bir değnekçinin işlettiği otopark vardı, o bizim için çok kilit bir yerdi mesela.

 Peyote’de çaldığınız zamanlardan kalan başka anılarınız var mı? 

Peyote’de neler olmuştu? Bir keresinde, Kerem bir zile vurdu ve zil benim yanımdan düşmeye başladı. Dikine bir şekilde bir kızın kafasına çarptı. Bir şey olmadı ama çok korkmuştuk o gün. Düzce’deki ikinci büyük deprem olduğu sırada biz soundcheck yapıyorduk, onu hatırlıyorum. 12 Kasım’da, akşam üstü saatlerinde deprem olmuştu ve biz o sırada soundcheck yapıyorduk. Bir anda bütün duvarlar sallanmaya başladı, gerçekten çok acayip bir andı benim için. Bir şey daha vardı… 2000 yılı Süper Kupa Finali. 25 Ağustos 2000, mesela onu da orada izlemiştik. Maç gösterimi değil de, orada Alparslan meğer maç izliyormuş da, biz de orada izliyoruz gibi düşünebilirsiniz… Replikas deyince, daha sonra sinema yazarı olan Yeşim Tabak, Engin Ertan gibi bir tayfa vardı; Şafak (Çatalbaş) tanıştırmıştı beni onlarla. Yeşim’in ablaları Zeynep ve Ayşe, Suphi, Ayhan vardı. Arada oraya hiç gelmeyecek tipler de gelirdi turistik aktivite gibi. Onlara bakardık kim bunlar diye. Peyote’de çalmak da zor ve yorucu bir etkinlikti biraz. Biz niye 4’te falan çıkıyorduk mekandan onu hatırlamaya çalışıyorum. 4 civarı bitiyordu işimiz. Herhalde uzun uzun çalıyorduk. Toplanma filan derken…

 Bar sahnesi için normal saat aslında… 

Normal herhalde, evet.

 Kemancı’da, Captain Hook’ta  da öyleydiniz. 2.5 saat sürüyordu herhalde sahnede kaldığınız süre. 

Arayla beraber 2.5 oluyordur. Kulisi yoktu galiba Peyote’nin. Kulis diye bir şey olmasa şaşırır mıydım? Hayır. Olmaması normal zaten.

Volkan Gitarın Tellerini Kopardı

 Siz eşyaları direkt sahneye mi koyuyordunuz acaba? Case’leri mesela… 

Güzel sorular. Böyle sahnenin tam önünde bir tane basamak gibi bir şey vardı, ondan da faydalanıyorduk galiba. Vay be… Sahnenin köşesine koyuyorduk herhalde, evet. Bir keresinde, Volkan Gürkan çıkıp bir şarkıda benim gitarı çalmıştı. Benim gitarımı aldı, bir şarkıda üç tel kopardı ve kanlar içinde indi. Böyle eli kan olmuş, gitar kan olmuş, üç tel kopmuş… Ben aylardır çalıyorum hiç tel koparmamışım üstelik; Volkan mahvetti ortalığı ama çok güzel bir andı doğrusu.

 Helal olsun Volkan’a. 

Evet, helal olsun hakikaten.

 Peki kuruluş yıllarınız içinde bakıldığında ya da bağımsızken diye düzeltelim; Peyote sizin için önemli bir mekandı. Size ve müziğinize neler kattı o kültür, o insanlar? 

Bir kere bizim dayanıklılığımızı artırmıştır tahminen çünkü güzel bir mekan ama böyle iyi bir duyum yoktu, yani kendini rahat rahat duyarak değil zorlukla duyarak çaldığın bir yerdi sonuçta. Sonra çok iyi müzik zevki olan bir seyirciyle iletişim kurmayı öğrenmeye çalışmak… Ayrıca birbirinden değerli insanlarla, müzisyenlerle tanışmak… Zen, Replikas ve Mor ve Ötesi periyodik çalıyor yani, hiç fena değil aslına dönüp bakınca… Peyote, bizim gerçekten sokakla, “gerçek hayatla” diyeyim tanışmamızı sağlayan bir yerdi. Yani çeşit çeşit insanla tanışmaktan bahsediyorum… Mesela şöyle söyleyeyim; 97-98 civarında ben neredeyse içki bile içmiyordum yani. Böyle bir bira, o da belki… Sigara zaten yok. Mümkünse bitki çayı… Hani sesimize iyi bakalım. 4 litre su içmemiz lazım günde gibi kafalardaydım.

 Peki ya şimdi? 

Yok, şimdi değil. 98-99’dan itibaren yavaş yavaş geçti onlar.

 Peyote’nin kötü huyları… 

Evet.

 Siz muhtemelen üniversite zamanlarında Peyote’de çalmaya başlıyorsunuz. 

Aynen öyle.

 Daha çok kimler gelirdi, ziyaret ederdi? Hani kitlesi birazcık orta sınıf mı diyebiliriz yoksa orta sınıf üretici kitle mi? 

Herhalde öyle. Bizim yaşlarda insanlar da gelirdi.

 Üniversite kitlesi mi gelirdi? 

Hatırladığım kadarıyla gelirdi. Atacağım kafadan ancak şunu hatırlayabiliyorum; sanki gizli bahçe crowd’unu andıran da bir hali vardı. Gizli Bahçe’nin de dönemleri vardır aslına bakarsan, fakat Peyote, Gizli Bahçe’nin o yıllarında rastladığın insanlara rastlayabilme ihtimalin olan bir yerdi gibime geliyor.

 Aslında üniversite festivalleriyle aynı yerde Peyote dinleyicisi de. 

Ama üniversite festivalleri dediğin şey o kadar kalabalık bir şey ki… Gerçekten küçük bir yerden bahsediyoruz ve evet 20-30 yaş arası %90 herhalde.

 Hakan Abi ile diyaloğunuz oldu mu, müziğinize dair öneride bulunur muydu? 

Tabii. Çok severdim, dünya saçması bir şekilde gitti ama çok güzel izler bıraktı bende. Çok düzgün biriydi, bir yanı melekti ama aynı zamanda çok sert ve köşeli bir adamdı da. Hakan çok hakiki biriydi, ışıklar içinde yatsın. Müzik konuşurduk, başka şeyler de konuşurduk ama malum, hafıza rekreatif bir şey. Dolayısıyla, “bize hep şöyle derdi” gibi bir şey diyemem ama onu hep dikkatle dinlediğimi hatırlıyorum. Şunu hatırladım; az önce söyledim ya biz popüler sahne için alternatif, alternatif sahne için popüler kalırdık diye… Bizle ilgili, hani biraz daha façanız bozuk olsa, müzikal olarak daha seksi algılanacaksınız gibi özetleyebileceğim bir cümle kurulurdu. Aynı bu cümle değil ama bu anlamda. Biraz fazla mı temiz çocuklarsınız acaba gibi de özetlenebilecek bir şey. Biz orada biraz steril kalıyorduk hakikaten.

 Onda Alman Lisesi çıkışlı olmanın etkisi olabilir mi? 

Mutlaka olur! Olmaz, olur mu?

Peyote’de Nasıl Çalmaya Başladığımızı Hatırlamıyorum

 90’ların sonunda çalmanız için Peyote’den mi size öneri geldi, yoksa siz mi “biz çalalım” dediniz? 

Valla hatırlamıyorum.

 Artık öyle değil işleyiş. 

Öneri Peyote’den mi geliyor şimdi?

 Hayır. Gruplar demolarını dinletiyor/gönderiyor, Peyote ruhuna uygunsa çalıyor müzisyenler. Gerçi ben çalarken öyleydi. Şimdi tam nasıl ben de emin değilim. Bunu araştırayım. 

Tabii canım, biz de gitmişizdir herhalde. Çünkü neden desinler ki? Mor ve Ötesi lütfen gelsin çalsın diye…

 Belki tanıdıktır? Aslında o sırada Mor ve Ötesi ismi var çünkü. 

Yani…

 Onlardan gelmiştir öneri deyip, konuyu kilitliyoruz. 

Nasıl olmuştu ya? ’97 ile 2001 arası diyelim… Bizim Gül Kendine çıkana kadar nispeten periyodik çaldığımız birkaç yer var. Onlardan en önemlileri Peyote ile Captain Hook fakat bunlar olurken,  Mojo’da da çok çaldık. Kemancı’da da keza…

 Peki mekanlar arasında bir kitle farkı var mıydı? 

Vardı. Bir 10 kişi hep vardı, fakat Kemancı kitlesiyle Peyote kitlesi arasında aslında pek de alaka yoktu…

 Kemancı kitlesi nasıldı? 

Biraz daha yüksek yaş ortalaması, biraz daha klasik rock seven bir ekip diyebilirim belki. Genelleme yapmak pahasına söylüyorum, Mojo’da daha bluesy ve R&B bir kitle vardı.

 O zaman Peyote için daha experimental diyebiliriz belki. 

E tabii, kesinlikle deriz.

 Ama müzik tarihi içerisinde, Türkiye’deki müziğin gelişimi açısından baktığımızda yaptıkları iş bayağı deneysel kalıyor. Bana biraz Hacienda’yı andırıyor. 

Çok küçük ama tabi onun için. Fakat etkisi çok büyük.

 Şu anki mekan belki onun için daha uygun olabilir. Oraya daha yakın olabilir. 

Evet. Captain Hook mesela o spesifik örneğe daha yakın olabilir çünkü biraz daha kitlesel bir şey. Hakikaten 350-400 kişi olurdu. Belki balık istifi ama yani orada tepelerde gezenler vardı, birbirinin kafasında şişe kıranlar vardı…

 Captain Hook daha punk bir mekandı doğru. 

Daha sertti orası. Burak bir defa sahnede bası bırakıp bira almaya gitmiş. Bakıyorum bir şey eksik, ne oluyor derken Burak’ın sahnede olmadığını fark ettim. Bira gelmeyince bara gitmiş. O tavır da punktı mesela. Captain Hook sahnesinin etrafında kafes vardı… Peyote’ye dönersek, salaş ve süper cool bir trendsetter diyebiliriz, orayı tercüme etmek gerekirse illa. Var olmuş olduğu için, var olduğu için mutlu olunacak, ucundan gurur duyulacak, emeği geçenlere bin teşekkür edilecek bir yer. Bizim yerimiz neticede…

Replikas Bizden Daha Popüler Olur Diye Bekliyordum

 Murat Ertel ile ilişkiniz nasıldı o dönem müzikal direktör olarak o vardı? 

Çok büyük bir yakınlığımız yoktu ama hoş bir muhabbetimiz vardı karşılaşınca filan. Benim oradan hatırladığım arkadaşlıklarım daha çok Replikas tayfası ile. Gökçe, Barkın ondan sonra Selçuk. Orçun keza.

 O dönemde diyaloglarınız nasıldı? Mesela Replikas ekibiyle nasıldı? Selçuk sizi dinlemeye gelirdi Kemancı’ya… 

Ben hepsini çok severdim. Ben mesela bizim kuşakta “vay be, ne güzel grup” diye Replikas’ı dinlerdim, hatta onları da ilk kez Peyote’de dinledim. Bence önemli olan kısım, tam olması gereken zamanda tanışmak. Ama dediğim gibi, o çok enteresan bir şey… Şuna da inanıyorum. ’98 – ’99 civarında Türkiye’den, dünyadan müzik eleştirmenlerini bir araya getirsen ve onlara Replikas ve Mor ve Ötesi’ni izletsen bunların hangisi daha avantgarde bir yere gider, hangisi daha popüler yere gider diye sorsalard, kesin Replikas daha popüler yere gider, öbürleri alternatif kalır derlerdi bence. Benim hissim yüzde yüz böyleydi yani. Bu da hayat.

 Konserler nasıl geçiyordu peki, cover mı çalıyordunuz, beste ağırlıklı mı? 

Beste ağırlıklı çalmaya çalışıyorduk tabi ama beste sayısı… Yani nasıl diyeyim, hep yüzde 50-50 gibi bir oran tutturmaya çalışıyorduk.

 Şu an hiç çalmadığınız, albümlerinizde olmayan coverlar oluyor muydu? 

O dönem çaldığımız coverları, 2002’den sonra hiç çalmadık zaten. Onlar da nelerdi? Acayip bir listeydi gerçekten. Mesela Stereophonics’in debut’u çıkmadan, Local Boy In The Photograph diye bir şarkısını çalıyorduk. Onu da Q dergisinden çıkan bir cd vardı. O CD’de bulmuştuk ve bunu hemen çalalım dedik. Hatta Captain Hook’a İngiliz bir çocuk gelmiş tesadüfen, onların “toprağıymış” galiba. “Ya nasıl olur, Stereophonics’in daha albümü çıkmadan İstanbullu grup bu şarkıyı çalar diye şaşırmıştır…

Ayrıca çeşitli zamanlarda Radiohead’den The Bends albümünün yarıya yakınını çalabiliyorduk. The Bends çaldık, High And Dry, Fake Plastic Trees çaldık, Sulk çaldık, Nice Dream, Black Star çaldık. Bunların 2-3 tanesi, her listede oluyordu muhakkak. Sonra ilk albümlerinden Anyone Can Play Guitar, Creep…. Suede çalardık. Coming Up albümünden Trash, Beautiful Ones çalardık, Filmstar hep çalardık. Dog Man Star albümünden We Are The Pigs. So Young, epey Suede, bolca Manics. Everything Must Go’nun hemen hepsini çalabiliyorduk.

 Sweet Dreams de cover’lardınız… 

Onu da şundan çalardık; zaten bestelerimizi kimse bimiyor ve seçtiğimiz coverlar da aman aman tanınmış şeyler değil. Bir iki tane milletin bildiği bir şey olsun kategorisinde Sweet Dreams’i çalardık ama yine de bilmeyenin pek anlamayacağı hale getirmiştik şarkıyı. Led Zeppelin’den Rock n’ Roll çalardık, onu Burak söylerdi. Pulp’tan Disco 2000 çalardık. Blur kesin çalardık, Song 2 ve Beetlebum.

 Song 2’nun zirve yaptığı dönem tabi… 

Çıktığı sıralar olması lazım zaten. Rialto diye bir grup çıkmıştı mesela, tam bir one hit wonder. Tam bir marş… Monday Morning 5.19; sonra Placebo, Supergrass. Bu arada farketmişsinizdir, %50 beste dedik – hepsi Türkçe. Coverların da hepsi İngilizce. Ve bu İngilizce cover’lar setin popüler kısmını oluşturuyor. Başka bir atmosfer yani… Zaten Türkçe rock yapılır mı tartışması vardı daha 4-5 yıl öncesine kadar…

 Kanat Atkaya’yla yaptığınız 20. yıl ropörtajında Dünya Yalan Söylüyor albümü ile son bir şansımızı deneme kararı aldık. Olmasaydı bırakacaktık gibi bir cümlen var. Bugünden bakınca bir grubun Peyote’ye her Cuma çıkması şu an için imkansız, bunu yapabilen gruba piyasanın en iyi gruplarından biri deriz. O dönem Peyote’de her Cuma çalıyordunuz. Peyote gibi, Captain Hook gibi, Kemancı gibi mekanlarda çalan bir grup için 2004’e kadar neden bir umutsuzluk vardı? 

Şöyle bir durum vardı. Bunun sürdürülebilir olması zordu, o çaldığımız mekanlar ve çalma sayılarımız anlamlı bir gelir üretmediği gibi, üretemeyeceği de garantiydi. Haftada bir Peyote’de çalarak ya da haftada bir Peyote’de, bir Captain Hook’ta çalarak müzik hayatını sürdürmek diye bir şey olamazdı. Başka bir şey yapmadan müzik yapmak zordur. Mainstream’e geçiş hikayesi, Peyote yıllarından değil. 2001’de Gül Kendine çıktıktan sonraki aşamada ortaya çıktı zaten. Üniversite bitti, üçüncü albüm çıktı. 25-30bin CD satıldı ama o dönemde yer gök “ya n’olur Mor ve Ötesi gelsin ve çalsın” diye inlemiyordu. Ondan kaynaklı bir şey. Şu anda da mesela; Peyote’de bir grup her Cuma çalıyor olsa ve bana sorsalar n’apalım diye,  “aman abi devam, mutlaka iyi olacak” gibi bir cümle kuramam, aksine “işiniz çok zor derim” hatta.

 Üçüncü Yeniler ile ilgili ne düşünüyorsun? 

Onun adı öyle olmaz bir kere. Fakat ne olabilir, onu da bilemiyorum.Sebebi de şu: 2. Yeni diye bir şeyi aşacak olan şeyin adı, 3. Yeni olamaz. Şarkı yazarlığı alanından onu aşabilecek bir şey elbette bir gün gelebilir. Bu da benim için mutlu edici olur. Bu tayfanın, kuşak olarak da böyle bir potansiyelleri var bence.  Şu ana kadar gördüklerimiz arasında en iyi söz yazan kuşak bence. Kuşak olarak düşünün, bizim dönemimizde olan bütün grupları düşünün. Bizim zamanı düşününce, kafan yanar tabii karşılaşacağın bazı sözlerle ilgili. Edebi bir tür olarak şarkıyı, çok güzel yerlere taşıdılar. Ancak başka sorunları var. Kısaca, 3. Yeni ismi bence ufuksuz bir isim. Yeni, 2. Yeni. Fakat 3. Yeni, yeni olmaz ki!

 Dördüncü Yeni, Beşinci Yeni de gelebilir mi? 

Hayır gelemez, öyle bir şey değil o yani. Öyle olmuyor o. 2. Yeni derken, Türkçe’nin bütün imkan ve repertuarını geliştiren bir takım kişilerden bahsediliyor. Turgut Uyar’ı, İlhan Berk’i çıkardığın zaman, onların yaptığı bazı şeyler yapılmamış oluyor. Öyle bir seviyeye ulaşma ihtimalimiz var mı? Var. Henüz ulaştık mı? Hayır. Ulaşmış olsak da, adı bu olur muydu? Hayır. Ama çok iyiler bence. Hepsinin çeşit çeşit 50-60 tane dönemi tarif eden dizesi var .“Mutsuzum ama keyfim yerinde…”

 Replikas’ın sözleri, şu ankilerden çok daha iyi değil mi? 

Tabii, fakat kuşak diyorum sürekli. O sıra yayınlanan şeylerden seçeceksen bir tane tesadüfen seçelim isterseniz. Hepsi Replikas ayarında mıydı? Ama şimdi genel olarak söz yazımında çıta daha yukarıda bence.

 Peki o dönemin bağımsız sahnesi nasıldı? Peyote’de çalan, Captain Hook’ta çalan, Kemancı’da çalan. Nasıl bir enerjileri vardı, şu anki sahneyle karşılaştırdığınızda. Bir yandan Dasdas da olduğu için yorumunuz, gözleminiz daha iyi olabilir bizim için. 

Demin söylediklerimle çelişecek şimdi ama mesela sinemadan örnek vereyim; gişe filmi denilen şeyle sanat filmi denilen şey arasında geniş bir alan var. Bunları ne anlattığı anlaşılan genel tarifler olarak ele alalım. Bu ara bölge, ikisinden de uzak olan bir alan olabileceği gibi, ikisinden izler de taşıyabilecek bir yer. Bence bütün yaratıcı aktivitelerde en ilgi çekici alan burası aslında. Bu ara alanın genişliği, her iki uçtaki alanların da kalitesini çok etkileyen bir şey. Türkiye’nin de popüler sanat tarihine baktığınız zaman buralar daraldığnda olay çirkinleşip, daha doğrusu zorlaştığında, o zaman sana diyorlar ki “abi bu mu? Yoksa bu mu? Sanat mı, popülerlik mi?” Bu alan genişlediğinde ise genel olarak daha üretken ve biraz daha kolay üretilen dönemler oluyor. O zamanları, biraz daha bu ara bölgenin geniş olduğu bir zaman olarak hatırlıyorum. ‘Popüler olan illa kötü olmak zorunda değil, olmayan da popüler değil diye illa iyi değil işte…’ Bu cümle öyle dönemlerde daha rahat kurulabilir. Ortadaki geniş alan, hem kitle kültürünü hem de dünya umurunda olmayanı daha iyi işler yapmaya zorluyor çünkü.

 

Read article

Peyote’ye Bir Şey Olacak Diye Korkuyoruz

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!

Peyote’ye Bir Şey Olacak Diye Korkuyoruz

Onlar Peyote’yi piştikleri yer olarak tanımlıyor. Peyote’nin yaratıcılarından Hakan Orman’ın rahle-i tedrisinden geçmiş olmayı şans olarak gördüklerini ifade edecek kadar da samimiler. Hedonutopia’nın sözlerine kulak verdiğinizde, Peyote’nin, Replikas’tan Hande Ataizi’ye kadar farklı kişilerin bir arada olabildiği renkli bir eğlence mekanı olduğunu da düşüneceksiniz.

Peyote’de ilk ne zaman çaldınız?

Fırat: 2009-2010 diyorlar ama. Sanki biz bir şeyler yaptık sonradan. 2009 olabilir. Grubu 2008 yılında kurduk diyoruz ama biz kaç yılında tanıştık hatırlamıyorum bile.

Kerem: 2002-2003’tür tanışmamız.

Fırat: 2009 diye kabul etmek isterim ben valla.

Peki nasıl bir mekandı o zamanlar Peyote?

Kerem: Alt katta çalmıştık o zamanlar.

Fırat: Bir dakika orta katta çaldık biz.

Kerem: Hayır, alt katta çaldık.

Fırat: Alt katı sonra açacaklar ya kardeşim.

Kerem: Ben öyle hatırlıyorum.

Fırat: Orta diyelim. Bir çarşamba günüdür kesin. Hedonutopia’dan önce benim Düş Macunu ile çalma hikayem var.

Kerem: Sen Düş Macunu ile ortada çaldın, biz alt katta çaldık.

Fırat: Balıkesir’deyken Düş Macunu’ndan Sinan dedi ki “Siz neden burada debelenip duruyorsunuz İstanbul’da Peyote diye bir yer var.”  dedi. O zaman Enderin ile kayıt da yapıyordum.

 

Fotoğraflar: Egecan Çitim ve Damla Adalı

 

Ne kaydıydı?

Fırat: Enderin diye bir grubumuz vardı, onu kaydetmiştik. Demo gibi bir şey. Üniversite durumları. Sonra kaydı falan bıraktım. Pılımı pırtımı toplayıp Balıkesir’den bir anda İstanbul’a geldim. O zamanlar Enderin grubuyla Unistar’ın Türkiye finaline kalmıştık. Replikas vardı gecenin finalinde, Siyah Deri Ceket’i çaldılar. Tabii ben bittim. Sonra baktık hakikaten Peyote diye bir yer varmış.

BİZ PEYOTE’DE PİŞTİK

Replikas’ın o dönemki Peyote üzerindeki etkisi nasıldı ki?

Kerem: Tabii ki canım. Zerre falan çıkmıştı hatırlıyorum.

Yani 2006-2010 arası Peyote’nin sizin müzik yolunuzu açtığına inanıyor musunuz?

Fırat: Pek çok grup vardı. Nekropsi, Ayyuka vardı, Gevende arada geliyordu. O değil de, Replikas beni çok etkilemişti. İyi anlamda yani. Hiç haberleri yoktu bundan üstelik, beni çok etkilemişlerdir. Gökçe Akçelik sahnede nasıl durulacağına dair yeni bir dünya açmıştı. Orçun çok unique bir karakter, Barkın da öyledir. En çok Orçun’la muhabbet etmişizdir.

Kerem: Metin Bozkurt yine. Harika bir ses mühendisidir.

Fırat: Metin Bozkurt’u tanıtmaya bile gerek yok. Çok yardımcı olmuşlardır bize. Biz de onlara negatif bir şey yapmadık. Hep hayran hayran baktık. Müzisyen olmamız gerekiyordu, onlar zaten olmuşlardı. Adam senden 7-8 yaş büyük. Hani 20 yaş da büyük değil. Duruşu çok iyiydi. Gökçe zaten rock starlığı yaşıyor gibiydi, ki hakkıydı da.

Peyote’de uzun yıllar çaldınız. Hedonutopia için bu önemli bir süreç olsa gerek. Peyote kültürünün müziğinize nasıl yansıdığını düşünüyorsunuz peki?

Kerem: Biz Peyote’de piştik. Hem sahneyi hem müzisyenleri tanıma açılarından, hem de konserleri izleme anlamında piştik diyebilirim. Pek çok grup sahne alıyordu. Bana göre Türkiye’nin kalbi gibiydi.

Fırat: O zamanlar ROLL dergisini okuyordum. Müthiş bir dergi. Yurtdışında neler oluyor, İngiltere’de bunlar nasıl başlamış, Türkiye’de niye böyle şeyler yok diye düşünüyordum. Sonradan öğreneceğim ki, aslında olmuş ama askeri darbeler bunu kırmış. Böyle başlamış ama 60 yıl önce başlamış. Bizde bir Peyote var; Kadıköy’den gelip çalanlar var, Taksim’den gelenler var. Bunlar tam sevişmiyorlar tabii. Bunları bir araya getiren Hakan Orman var, yani köprü yapıp insanları buluşturan kişi.

 Müdavimleri kimlerdi? Ünlüler gelir miydi?

Fırat: Ben aşıktım Peyote’ye. Peyote’nin yanında dile kolay 10 yıl yaşadım. Birlikte çalışıyorduk, sonra Peyote’ye gidiyorduk. Öyle bir mekan ki, saat 3 gibi gidebiliyorsun ve yeni takılmaya başlıyor insanlar. “Oğlum bu, şu grubun solisti değil mi? Bu şey değil mi?” diyordun sürekli. Hande Ataizi’yi de görebiliyordun yani… Bir bakıyorsunuz Fatih Akın, bir bakıyorsunuz Takva’nın senaristi geliyordu. Çok değişik. Oraya bir şey olacak diye çok korkuyorum.

Hakan Orman’lı dönem nasıldı peki?

Fırat: Biz o dönemi gördük zaten. Bize Hakan Abi’den öncesini gösterselerdi,  herhalde Hakan Abi’ye bir şey olmasın diye sırtında yaşamak isterdik. Hakan Orman’lı dönemi şöyle anlatabilirim; sanki saatte bin kilometre hızla giden bir şeyin içindesin ama hiç sorun yaşamıyorsun. Durum tam anlamıyla buydu. İçeridekiler o kadar alışmış ki bu duruma. Hani nasıl olsa çarpmayız diyorlar. Bir şoför var ve o seni götürüyor. Hakan Abi’nin varlığı benim için buydu, ama tabii Hakan Abi ile yatıp kalkan, onun nazını çeken insanlar ne der bilemem. Ben bir seveni, bir kardeşi olarak söylüyorum. Müzik algısı çok güçlüydü bir kere.

Nelerden etkileniyordu?

Fırat: Doğallıktan, samimilikten, kendin gibi olmaktan.

 

Fotoğraflar: Egecan Çitim, Damla Adalı

 

HOCA DURUŞUYLA: HAKAN ORMAN

Size önerileri olur muydu?

Kerem: Tabii. Biz mesela ilk parçayı kaydettik, sahne almak istiyoruz. Parçayı ona dinlettik. Biraz dinledi. Sonra “siz mutlulukla mutsuzluk arasında bir müzik yapıyorsunuz, buradan devam” edin dedi.

Fırat: Ben Düş Macunu ile çıktım sahneye. Gitar çalmaya çalışıyorum. Uzaktan Hakan abi’yi kesiyordum. Zaten Sinan Güngören onunla konuşmuştu. Bu ne abi, gözleri ateş ediyordu resmen!

Kerem: Bütün konserleri izlerdi.

Fırat: Ateş ediyordu adam ya gözleriyle. Sevmiş olacak ki, konser ortasında geldi kafasını sallamaya başladı. Bende gitar kalmadı tabii. O da anlamış olacak ki; “çal ulan” diye bağırdı. Ben de “Evet lan, Niye abartıyorum ki? Gitar çalacaksın” dedim kendime ve devam ettim. Normalde bir yılda gelecek seviyeye, bir lafıyla çat diye getiriyordu. Bakıyor gençsin, bakıyor isteklisin, hemen kendi gençliğinden bir parça görürdü. Yani götün başın ayrı oynamıyorsa, durup dururken saçını turuncuya boyayıp Peyote’ye gelmiyorsan, “Ben Birmingham’dayım ho” yapmıyorsan ya da Cihangir’deki evinden Peyote’ye yürüyerek gidip geliyorsan, bir sıkıntı yok tabii. Sigaranı, şarabını içtikten sonra, Birmingham’da gibi yaşayabilirsin. Ben öyle değildim ki…

Gündüz okula gidiyordum. Fatih, Çapa’daki zihinsel engelliler okuluna. Orada o zor durumdaki insanları gördükten sonra, Cihangir’deki insanları da görünce, “Ne yapıyor lan?” bunlar diyordum. Gerçek hayat o değil ki! Keşke öyle olsa, ben de isterim. Tamam, baban şarkıcı, ressam, zengin, sanatçı ve bunu gelip Peyote’de müzik yaparak değerlendirmek istiyorsan bu müthiş tabii. En azından rally kursuna da gidebilirdin, müzik yapman kıymetli. Fakat biraz ünlü olduğunda hoppa yapıyorsan, Hakan Abi yaşıyor olsa senin ağzını burnunu kırardı. Bence sen de gidemezdin ki, o albümden sonra Peyote’ye. “Gel lan buraya neredesin 2 aydır” derdi! Dövebilirdi yani. Beni hiç dövmedi ama Emre Aksoy’un dediğine göre bazen öyle şeyler diyormuş, “Bazı şeyleri vurarak halledebilirsin” diyormuş. (gülüşmeler).

Güçlü biriydi herhalde, Ali Ece “Brad Pitt” gibiydi demişti röportajda.

Kerem: Tabii, sen onu kolay kolay dövemezsin. İzbandut gibi bir adamdı ama hiç öyle gözükmezdi.

Fırat: Abi tek eliyle kendini yukarıya çeken bir adam, sana “Hoş geldin!” falan diyorsa bir problem vardır (kahkahalar). Bir de çok şeyler yaşamış tabii. Bize çok anlatamadı. Tabii çok yoğundu.

Kerem: Başı o kadar kalabalıktı ki, bazı zamanlar sıraya giriyordun konuşmak için.

Fırat: Bir anımı anlatayım. O zamanlar Replikas takım elbise gibi şeyler giyiyordu. Değişik tavırları vardı. Ben de bilerek aba yelekle gitmiştim. Kendimi nasıl ifade edebilirim diye düşünüyordum. O zaman param da yok. Kapıdaki eleman şok olmuştu. Biliyor kendi anne, baba hayatında da var. Daha sonra yukarı çıktığımızda “Oğlum böyle giyinmeyin, doğru düzgün giyinin” demişti. “Siktir git doğru düzgün giyinin” de diyebilirdi yani. Peyote bir küçük okuldu ama illa hoca olacak diye bir şey yok. Fakat hoca duruşuyla, kurtarışıyla Hakan Orman’dı

Hakan Orman bugün yaşasaydı sizce müzik piyasası şu an nasıl olurdu? Yerli sahnenin aşırı yükselişinde nerede yer alırdı? Biraz hayal gücünüze bırakarak soruyoruz…

Fırat: Onun çevresinden hareket etmemiz lazım. Mesela Seren Yüce çok başarılı bir yönetmen. Onunla ilişkisi ne olurdu? Fatih Akın’la da yakındı diye hatırlıyorum. Abiler daha iyi bilir. Fatih Akın geçen gün heykel kaldırdı mesela. Hakan Abi arardı “Niye gelmiyorsun derdi”. Yine bir gün Peyote’de Fatih Akın’ı görebilirdiniz. Örneğin şu sıralar aktif olmayan Replikas’ı, Orçun’dan başlamak üzere tekme tokat döverdi ve yeni albüm için stüdyoya sokardı zannımca, abiler affetsin bu arada. Çevre anlayışı muazzamdı. Bunun üstüne daha bir güç katılmış olurdu.

Kerem: Herkesi tanırdı ve maval okuyamazdınız Hakan Abi’ye. Birleştirici etkisi vardı.

Fırat: Yani düşünsene, sen öyle birisin ki hiçbirimiz yalan dolan yapamıyoruz. Gideyim de ben bunun yanında martaval okuyayım yok. Hemen kulağını çekerdi. Atıyorum, ünlü olan arkadaşlarımız “Bana yol gösteren yok mu” diyor olabilir. Bunu arıyor olabiliriz. Hakan Abi yaşasaydı, bunu bedavaya yapardı. Mesela Jakuzi ünlenmeye başladığında, Kutay bunu ilk gidip Hakan Abi’ye sorardı bence. Belki üç yılda bulacağı şeyi, üç ayda koyardı önümüze. Bunların hepsi güzel insanlar, kolay yetişiyor mu? Sanmıyorum.

Peki Peyote’yi şu anki halini nasıl buluyorsunuz? Alt kat orta kat birleşti.

Kerem: Ses sistemini yenilediler.

Fırat: Dijital masa aldılar. Peyote’nin ses mühendisi Fatih Esmer çok yetenekli bir arkadaşımız. Ben itiraf ediyorum; çok tatlı biri vardı. O, işinden çıktığı için gelmişti. Tabii önyargılarımda her zaman sıçmışımdır, sonradan çocuk koptu gitti. Cansın Dugan da çok över onu.

Kerem: Kimi çok severek yapıyor işte, geliştirmeye çok açık.

Fırat: Yani birçok kişiyi kendine getirirdi Hakan Hedonutopia, Seni Görmem İmkansız, Jakuzi, Gevende, Replikas, Ayyuka, Nekropsi, Barıştık mı?, DDR, Dinar Bandosu, Balina, In Between, Kutu, Ages, Ispanak, Kafabindünya, Fairuz Derinbulut, Hariçten Gazelciler, Kırkbinsinek, Ars Longa, Yıldız Tozu, Toz ve Toz, Sakin, Sakareller, Yerçekimi, Beyaz Hayvanlar, Peyote vs.

 

Fotoğraflar: Egecan Çitim, Damla Adalı

 

Anlattıklarınıza göre, Hakan abi doğuştan karizmaya sahip olanlardan sanki. Ne dersiniz?

Fırat: Bazı insanların karizma değeri çok yüksek olabiliyor demek ki. Ben onu gördüğüm için kendimi çok şanslı hissediyorum. Vefatından sonra ilk defa Peyote’ye girişimi asla unutamayacağım. Tankutlar, Kurtuluşlar ağlamaktan bir hal olmuş. Zaten yukarı çıkarken yaşadığım o kaotik ruh hali, ya da Peyote’deki ortam anlatılmaz. İlk iş DJ kabininin yerini değiştirdiler. Çünkü herkes oraya bakıyor. Bir de bir olayımız vardı. Giysi muhabbetini o yüzden anlattım. Biz tabii abadan sonra kıyafetleri düzelttik. Uzun paltolar giyiyoruz evde,  şarap marap takılmışız. Çıktık dışarı Peyote’ye dan diye girdik terasa. DJ kabininde Hakan Abi’nin kafası çarpı beşti. Bizi görünce paltolarla gözleri golf topu gibi oldu. “Oğlum polis gibi gelmeyin lan, buraya müzisyen gibi gelin” dedi. “Abi dedik bir öyle diyorsunuz, bir böyle diyorsunuz.” (kahkahalar) Daha neler çıkar konuşsak…

Konuyu biraz da size getirelim. Yarışmalarla bayağı haşır neşirsiniz. Nereden çıktı bu yarışmalara katılma fikri?

Kerem: Biz aslında yarışmalara inanmayan bir grubuz.

Fırat: Kerem’in bok yemeleri bunlar hep, iyi anlamda tabii. Adam inanıyor. “Oğlum biz bu müzikle ne yapabiliriz ki? Yani biz ömür boyu yapacağız da, kısa sürede nasıl bir cevap bulabiliriz ki? Bak bu yarışmanın eli ayağı tutuyor, ben yolluyorum buna” diye düşünüyor.

Kerem: Bir de şu gözle bakıyoruz. Yarışmada performans yaptırıyorlar, yeni yerde çalma imkânı var. Boğaziçi’nde çalmış oluruz diye düşünüyorduk.

Fırat: Takılırız yani. Konser vermek iyidir.

Kerem: Seyirci anlıyor çünkü.

Fırat: Ankara çok güzel geçti mesela ben koptum, İnsanlar da koptu.

Kerem: Roxy Müzik Yarışması’na başvurmuştuk. Rock grupları çıkıyor ya genelde, o olmadı.

 

YANLIŞ İSİMLE YAYIMLANAN GRUP

Roxy Müzik Yarışması?

Fırat: “Abi en iyi davulcu ödülü olan yarışmaya neden katılıyoruz ki” dedim Kerem’e. Böyle baktı bana, “Ama yolladım ben” dedi.

Nasıl geçmişti Battle of the Bands?

Kerem: Çok güzeldi o yahu.

Fırat: O gün çıktık çaldık. Yasemin Mori Hedonopia diye sundu bizi (gülüşmeler). Fakat kıyamam, önce lafı çevirdi biraz. Hatırlayamadı grubun ismini. “Ulan kurtarsanıza beni neydi grubun adı” diye bakıyordu adeta çevresine. Öyle ödülü aldık. Bu isim hep espri konusudur. DokuzSekiz Müzik de bizi ilk Hedonopia diye yayımladı. Biz söyledik bir gün sonra mı ne değiştirdiler.

Kimler vardı Battle of the Bands’de o sene?

Kerem: Padme, Mosquito, Baltaburun vardı.

Pek bilindik isimler değil yani?

Kerem: Yok, üniversitelerden işte. Biz de bilinmiyorduk ki. Biz sadece daha eskiydik.

Jüride kimler vardı?

Kerem: Kanat Atkaya, Yasemin Mori, Burak Gürpınar, Yalçın Birol, Güven Erkin Erkal, Tolga Akyıldız, Orçun Sünear, Kutlu Özmakinacı. DokuzSekiz’den Demet Karaduman vardı.

Fırat: Jüri de ilginçti aslında.

Peki o jürinin önünde çalmak nasıldı? Heyecanlandınız mı?

Fırat: Ben zaten müzik öğretmenliği mezunuyum. Benim hayatım jürilerle geçti. Beş sınava girdim. Profesörler vardı karşımda. Dolayısıyla benim için sorun değildi, hatta jüriyi unutuyordum çalıp söylerken.

Kerem: Performansa odaklanıyorsun yani. Çok çaldığımız için sahne deneyimimiz vardı. Bir süre sonra, performanslar da farklı bir yere doğru evriliyor.

Fırat: Tabii tabii. Enderin ile de Unistar’da, Serkan Fidan, Murat Beşer vardı. Nükleer Başlıklı Kız’ı seçmişlerdi. Nerde şimdi o kız? Akkuyu’da güneşleniyor herhalde.

Boğaziçi Ödülleri geldi daha sonra zaten?

Fırat: Evet. Çok güzel oldu.

Siz mi aday gösterildiniz yoksa yine Kerem mi başvurdu?

Kerem: Jüri özel ödülüydü o. En iyi çıkış yapan grup.

Fırat: Hayır başvurmadık, onlar seçmişti. Seray biliyormuş sadece, bizim haberimiz yoktu. Sürpriz yapmışlar. Yarışmayı da kazanmıştık, hemen ardından seçmişlerdi. O gün, bedava irishlerin üstüne konuşma yapmıştık hatta, o da küçük bir efsanedir. Boğaziçi’nde elimde mikrofon “üretin, üretiiin diye bağırır, çiftliğinde Ali Baba’nın” diyordum.

DokuzSekiz Müzik’le o yarışma sonrasında iletişime geçiyorsunuz. DokuzSekiz Müzik biraz daha pop sahneden müzisyenlerle ilişkili bir yapım şirketi. Siz kendinizi nasıl kabul ettirdiniz?

Fırat: Tamam. Evet, pop ancak yine de Ahmet (Çelenk) abi,  “Var mı alttan gelen iyi şeyler” diye bakan da biri. Ufukları kapalı insanlardan değiller. Onlar da kendi alanında manyak olarak kabul edilen insanlar. Ahmet Abi, İbo Show’u düşünüp yaratan insan. O dönem için büyük başarı. Ahmet Abi şunu seviyor anladığım kadarıyla; ünlü olmayacak, o keşfedecek ve ünlü yapacak. “Oğlum şöyle şöyle, şunu yap” gibi…

Bu senaryo sizin için de geçerli mi peki?

Fırat: Ama bizde öyle olmadı tabii. Tatlı bir abi. “Birinci kim? Bu çocuklar mı? Şimdi biz size single mı yapacağız?” diyordu. Biz “abi 7 şarkı hazır, mastering de hazır” deyince “Siz ne ayaksınız lan?” demişti (gülüşmeler). Bunun üstüne, abi biz klibi de çekeceğiz dedik. “Verin dinleyeyim, bakayım” dedi ve sonra “ben bunu basarım” dedi. Tabii ondan sonra, kapak nasıl yapılır, albüm nasıl yapılıra dair çoğu şeyi Level 1’den öğrenmeye başladık.

Kerem: Okul gibiydi yahu albüm yayınlamak. Her albüm bir okul.

Fırat: Tabii tabii. 10 litre şarap alıp “abi albüm kapağı yapacağız” diyerek tüm dostları topladık. Zor oldu egolarla uğraşmak. Ama efendisiydik, bu işlerin. Böyle bir ortamda ilk albümü yapmaya çalıştık. 2016’da Ucube Dizayn’ı DokuzSekiz Müzik’ten yayımladık. Üstünden altı yedi ay geçti. 1000 kişi haberdarken şarkıdan, delinin biri Maymun Kral’ı Spotify’da beğenip listeye almış. Şarkı virale mi ne girdi. Hatta Seray, Viral 50’ye girdik dediğinde, ben toplu bir viral rahatsızlık dönemine girdiğimizi zannetmiştim. Ayrıca Lasido-Sofar canlı performansını da unutmayalım tabii bu sırada. İlk kez iyi ve büyük bir tepki almıştık. Misal Karga’da ücretsiz lansman yaptığımızda, 100-150 kişi vardı. Çok şaşırdık. Yedi -sekiz yıl üç beş kişiye çalmışsın sonuçta oralarda. Bir garip olduk. Önünde bir sevgili sarılarak, sözlerini yayınlamadığın şarkıyı söylemeye çalışıyor. Bu şarkı böyle sevilecek bir şarkı mı diye dumura uğruyorsun. Çünkü biz paket program çalışmıyoruz.  Dur bakalım nasıl olacak diyoruz. Deney yapıyoruz, fakat en başta kendi üzerimizde.

Yeni albüm ne durumda? Ne zaman çıkacak?

Fırat: Hazır ama kaydetmedik.. Demoları Jakuzi’den ve The Raws’dan Taner Yücel’e gönderdik. Haziran sonunda kaydedeceğiz. Dördüncü albüm üzerine teori geliştiriyoruz şu aralar Kerem’le.

Kerem: Daha sonra mastering işleri falan. Ekim başına yetiştirmeye çalışacağız.

Fırat: Bir de Avrupa’ya Berlin’e gitme planımız var, Euro izin verirse tabi.

 

“ANADİLİMİZDE DEVAM EDECEĞİZ”

 

İngilizce bir şeyler üretmeyi düşünüyor musunuz?

Fırat: Şimdi benim İngilizcemi taklit etmek gerekirse “Evet, ben geçen gün geleceğim, evet ben geleceğim” gibidir. 7 yıl Almanca eğitim aldım. Bir yedi yıl da unutmak için harcadım. 33 yaşındayım varın siz hesap edin. Bir de ben İngilizceyle büyümedim ki. Annem Kürtçe ya da Türkçe türküler okuyordu.

Fakat bir yandan müziğin global dili İngilizce. Çoğu müzisyen benzer handikapları yaşıyor.

Fırat:İngilizce niye söyleyelim ki? İngilizler, Türkçe söylüyor mu? Ben de söyleyip, yırtmak isterim. Birmingham’da evimiz olsun isterim.  Biz neden bir dönem İngilizce söyleyip sonra Türkçe’ye geri dönen grup olarak anılalım ki?

Kerem: Sen yaptığın işte samimiysen,  o zaten gerekli iletişimi kazanacaktır diye düşünüyorum.

Fırat: E hadi Sigur Ros yaptı. Tamam, İzlanda’da yayımlandığın an İngiltere’de de yayımlanırsın. Avantajlılar. Biz de biliyoruz. Bizden iyi bilen yok zaten o işleri. Şunu da düşünmek lazım,  hopelandic yapılar ve Dadaizm’i takip edebilirsek, söz dediğimiz şu karın ağrısından bir şekilde pozitif kelimeler yazarak da kurtulabiliriz.

Peki yeni albümde bir şeyler değişecek mi? Planlarınız ne?

Fırat: Valla bir şarkı yen gibi. Onun dışında anormal Hedonutopia gibi geliyor.

Kerem: İlk yaptığımız şarkılardan birini, üçüncü albümde yayınlamayı düşünüyoruz.

Fırat: Evet. İsimsiz.

Bir de sizin şarkı sözlerinizde mevcut iktidara dokundurma gibi bir durum var. Farkında olmadan yapıyorsunuz muhtemelen?

Kerem: İşin ilginç yanı onlar, çok eskiden yaptığımız parçalar.

Fırat: Sayın Cumhurbaşkanımız biz onu söyledikten sonra, ucube dedi yalnız. Öyle bir durum var. Biz de kıllanıyoruz yani! Ucube olayı da şu; bedensel olarak çok özelliksiziz aslında. Kaplana bakıyorsun, depar atıyor. Kuş uçuyor. Balık yüzüyor. Bizde böyle ne koşabiliyorsun, ne uçabiliyorsun. Koşamayan bir canlı ancak 100 metre yarışı yapabiliyor. O kadar koşamıyoruz ki, bunu her yıl ölçüyoruz. Vasıfsızız biz. Bizim tek olayımız beynimiz ve küçüklükten sakatlandırılmadan büyütülmemiz gerçeği.

Read article

No Clear Mind: We will never forget people in Peyote singing our songs

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!

You played in Peyote just before the Gezi Park protests. This should be your first gig in abroad How was the Turkey tour? What did you feel when you play in Turkey?

Thats right Anil, this is when we first met you as well. No Clear mind played in Turkey for first time that date back in 2011, though our first gig abroad was back in 2008 in Italy and Naples, where we had a couple of gigs. We had a great enthusiasm playing in Turkey for first time. Greek and Turkish people have so much in common in terms of culture. It is certain that we share a lot more than only similar music backgrounds.

How was the first gig in Peyote?

We didn’t know back then that our music means something for so many people in Turkey. Everything started in Izmir where we played for first time at Izmir university. That was the first time we felt that our music has to be played live more in this country. Right after that we headed to Peyote Istanbul. After that unforgettable sold out gig in Peyote we realised that there is a really huge connection between No Clear Mind and Turkish audience.  We will never forget people in peyote singing our songs from the first time we played there. That was the first time really we felt that what we are doing really matters for some people. This situation is what a band really needs to move on.

Did you feel as an outsider on the stage?

We always enjoy playing live, especially when we play in places for first time. It is always pleasing.

What kind of memories do you have from that concert?

We remember people coming to talk to us and share their support and their love. It was very emotional and the honesty of their words is something that we will never forget. We experienced from first hand that when Turkish people want to say that they love you, they will do it straightforward, they will hug you and kiss you. This is really something precious for people like us. it is something real and true. The whole crew from Peyote were so friendly and they made us feel like home and especially Emre Aksoy who help us arrange the details for this first gig.  We will also never forget a very nice chat we had with the historic music director of Peyote, Hakan Orman in his strangely nice small office adjacent of the stage, where he explained to us what Peyote was and the ethos of this place. We were very sad when we got informed about his sadden loss in an accident. We know he was an important man for Peyote.

What do you think about peyote?

We’ve played in both Peyote Istanbul and Eskisehir. Peyote is a place and a situation that every city needs to have and experience. It is like a centre where people can freely express their music creations and interact with the audience in an environment which feels like home for everyone.

How do you describe the independent music scene in Greece?

There many good bands and musicians coming from the Greek underground and independent scene. The last 20 years  some bands recorded really nice albums, but few of them took the next step and broke the limit of only Greek audience. Some of them did it and especially now there are a few bands doing great gigs and albums and hopefully in the years to come the future is even more promising. It is so difficult for bands form Greece and Turkey to find there way out there. This music industry is fucked up and it is a very strange and difficult place to exist in terms of getting big as a band especially if you are not from the USA or the UK or in general if your are not from a country where your mother tongue is English.

Is there any night club(s) like Peyote in Greece?

There are some places where you can have gigs and perform, but a straightforward answer in this question  is No! unfortunately not.

After three-LP, How are the days going on for the band?

We have more that 12 years playing and recording together just because we love what we do and thats all. We have been through very happy moments and at the same time very stressful and hard times as humans being inside this (body of expression) that we call No Clear Mind. It is really difficult to maintain a band like No Clear Mind being creative and expressive all the time, because what we do and what we like to record musically is very emotional and very deep and heavy sometimes  for our soul. It is painful sometimes and it does need time to find the right moment for its blossom. Thats why maybe we recorded three albums in 10 years and thats why we are not performing live very often. We want to believe that there are more yet to come.

I met NCM with “Dream is Destiny”. For me, “Dream is destiny” is a debut album that combines the atmospheric elements of shoegaze with dreamy melodies. In your second album Mets, your sound was perfect. Maybe, “Mets” is considered as a sort of continuation of “Dream is Destiny” in a perfect harmony. But in Makena, you a little bit changed the direction of NCM with psychedelic touches. What were your musical aims in Makena?

Makena was the most expressive and intimate album for the band since we recorded it almost live. It was a different approach on our songwriting and we felt more extrovert recording it. It is in our nature to experiment so be prepared for what maybe is coming on the near future. No Clear Mind get bored easily and we want to push things and redefine our creative limits.

Görsel, https://noclearmind.bandcamp.com/ adresinden alınmıştır.

How were the reactions for Makena?

It is the most well received album from the press and the people. Though we are aware that because of this diversity between our records people sometimes get confused of what we do or what type of music we are making. We just like to say that this is a type of hybrid progressive pop rock.

Will you share a new release in near future?

Many ideas strolling inside our no clear mind. There is not something yet ready though.

Your last gig in İstanbul was held in last year. Is there any upcoming tour plans in Turkey?

Last year’s sold out gig was amazing and soon we will release some footage from that first night at Salon IKSV. It would have been really nice to play there again soon.

Read article

97/13

Comments (0) #Peyote 20. Yıl!

Peyote Eskişehir’in resident dj’leri olarak müdavimi olduğumuz yerin bir parçası olmak 97/13’ün müzikal gelişiminin bir göstergesi diyebiliriz. Peyote kalemiz!

  97/13, Eskişehir ‘de başlayan bir müzikal serüven, ekseriyetle de orada çalmaya devam eden bir müzik kolektifi. Bu hikaye; beni ilk gençliğimi geçirdiğim Eskişehir’den ve İstanbul’a geldiğim zamanlarda, Banliyö. Fanzin‘i çıkarma uğraşları sırasında tanışıp arkadaş olduğum Mustafa Geyik ve Ömer Berk Yüksel’den yakalıyor. Geyik’le Eskişehir, Peyote, Perec ve 97/13’ün gelişimi üzerine konuştuk:

Nedir bu 97/13 ?

Her şey Ömer ve benim ortak arkadaşımız Gözde sayesinde tanışmamızla başladı. O sıralar ben İstanbul’da üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Ömer halihazırda Anadolu Üniversitesinde Endüstriyel Tasarım okuyordu. Eskişehir’de canı sıkılıyor olmalıydı ki sıkça İstanbul’a konserlere geliyordu. Bu sayede samimi olmaya başladık. Benim de Anadolu Üniversitesi İletişim Tasarımı bölümünü kazanmamla ev arkadaşı olduk. Ortak zevklere sahip insanlar olduğumuz için sürekli muhabbet edip planlar yapıyorduk fakat bu planları hayata geçirecek motivasyonunu bir türlü sağlayamamıştık.

Bir gün ben evi kurcalarken üzerinde “97/13 maymunun yapamayacağı bir şeydir bu” yazılı bir stencil kalıbı buldum ve Ömer’e bunun ne olduğunu sordum. Kalıbın ölü doğan bir street art ekibinden hatıra olduğunu söyledi. Street art ekibi için isim arayışında olan Ömer, arkadaşından bir sayfa ve satır sayısı söylemesini istemiş ve 97/13 cevabını almış. O sıralar okuduğuGeorges Perec’in “Uyuyan Adam” kitabının 97. sayfasının 13. satırını açmış ve “maymunun yapamayacağı bir şeydir bu” cümlesine denk gelmiş sonrasında bunu isim olarak kullanmaya başlamışlar.

 

Perec’in “Uyuyan Adam”ı benim için de önemli kitaplar arasındaydı ve bu rastgelelik çok hoşuma gitmişti. Yapmayı planladığımız şeyleri 97/13 ismi altında yapmaya karar verdik ve ilk olarak dinlediğimiz müzikleri insanlarla paylaşabileceğimiz bir internet radyosu olarak yayın hayatımıza başladık. Yaklaşık bir ayın sonunda hemen hemen her gün yayını olan bir internet radyosuna dönüşmüştük. Zamanla 97/13 olarak, insanların ilgisini çekmeye başladık ve ekibimiz de genişlemeye başladı. Bu da beraberinde yeni fırsatlar doğurdu ve ilk dj setimizi Ankara Araftafaray’da gerçekleştirdik. 2015 yılının Şubat ayında 97/13’ü bir kültür sanat portalı haline getirmeye karar verdik.

Birinci yılımızı ise Peyote Eskişehir’de düzenlediğimiz bir dj setle kutladık. Karşılaştığımız kalabalık ve aldığımız reaksiyon bizi fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Fiziksel ortamdaki heyecanı sanal ortamda yakalayamayınca kültür sanat karmaşasından sıyrılmaya, hevesle inşa ettiğimiz şeyleri daha net ve özgün hale getirmeye karar verdik. Şu an ben, Ömer Berk Yüksel, Zaim Sancaktar, Levent Tanagöz ve Taha Kiremitçi’den oluşan beş kişilik kemik kadromuzla etkinlik odaklı bir müzik oluşumu olarak hayatımıza devam ediyoruz. İki yıldır aktif olarak Eskişehir başta olmak üzere İstanbul ve Ankara’da dj setler düzenliyoruz. İnternet ortamındaki varlığımızı da yine müzik odaklı olarak sürdürüyoruz.

Mustafa Geyik ve Ömer Berk Yüksel Sahnede

Neler çalıyorsunuz?

İlk başlarda radyo yayınlarından kalma bir özellik olarak setlerimiz genelde eklektik karakterde oluyordu. Fakat zamanla ekip içerisindeki herkesin müzikal kimliği oluşmaya ve oturmaya başladı. Ben ve Ömer genelde hip hop temelli setler hazırlarken Zaim ve Levent genel olarak techno setler hazırlıyor.

Hip hop temelli başlayan bir set techno devam edebiliyor. Setlerin sertliğine göre tam tersi de olabiliyor. Çalacağımız mekanların hazırladığımız setlerin karakterinde belirleyici etkileri oluyor. Tabii ki kendimizi bir çok farklı janrdan beslemeye devam ediyoruz. Dans müziği dışındaki janrlarda hazırladığımız setleri çalmak için özel alanlar yaratmaya çalışıyoruz. Ekip içerisindeki bu müzikal farklılıklar farklı kitleleri yakalamamızı sağlıyor. Bu sayede insanların yeni şeyler keşfetmesini ve farklı olana şans vermesini sağlayarak müzikal bir deneyim yaşatıyoruz.

 

Eskişehir’i ve müzik ortamını anlatır mısın? Nerelerde çaldınız mesela, çaldığınız diğer illerle bir kıyaslama yapabilir misin?

Ben de dahil olmak üzere ekibin büyük çoğunluğu büyük şehirlerde doğmuş ve yaşamış insanlardan oluşuyor. Bu yüzden Eskişehir’deki yaşantımızı yeterli bir yaşam alanı olarak görmemiz pek mümkün gözükmüyor. Evet Eskişehir’de benzer zevklere sahip olduğunuz veya beraber çalışabileceğiniz insanlara çok rahat ulaşabiliyorsunuz fakat Eskişehir bizim için bir konfor alanı. Eğer büyük şeyler başarmak istiyorsak bir yerde sevdiklerimizi öldürüp bu konfor alanını terk etmemiz gerekiyor.

Baktığınız zaman Eskişehir mekan açısından da çok kısıtlı bir yer. Genel olarak mekanlar müzikal kimliğimize uymuyor ya da teknik açıdan yeterli yerler olmuyor.

Bu sınırlılıklara rağmen Türkiye’deki müzik ortamı için Eskişehir en önemli yerlerden biri.Aklıma gelen ilk isimleri sayacak olursam Gevende, Ayyuka, Ağaçkakan ve M4NM tayfası gibi isimler bu şehirde doğdu diyebiliriz. Bu anlamda Eskişehir geçmişten günümüze müziğimiz adına birbirinden farklı janrlarda çok değerli isimler katmış ve katmaya devam edecek bir şehir. Bunun yanında güzel olan bir müziğin yolu mutlaka Eskişehir’den geçecektir.

Çaldığımız mekanlar arasında Eskişehir’de başta Peyote olmak üzere SüngerSocial ve HIP İstanbul’daysa Arkaoda ve Pixie var. Tabii ki aralarında bir kıyaslama yapıyoruz. İki şehrin de sahip olduğu kitle ve müzik kültürü birbirinden kalın çizgilerle ayrılıyor. Eskişehir’in kitlesi aynı eğlence anlayışına sahip belirli stereotiplerden oluşurken İstanbul, kozmopolit yapısından ötürü farklı kitleler ve kültürleri bir arada barındırabiliyor.

Peyote Eskişehir için neler söylersiniz? Etkinlikleriniz genelde orada gerçekleşiyor. Mekan, kitle ve işletme nasıl?

Peyote Eskişehir, müziği ve müzikal duruşuyla öne çıkan bir mekan. Yıllardır underground müziğin destekçisi olan ve günümüzde belirli bir başarıyı yakalamış isimlerin çıkmış olduğu bir basamak. Bu anlamda Peyote Eskişehir’e müzisyenler tarafından da büyük saygı duyuluyor. Peyote Eskişehir’in İstanbul’da dahil olmak üzere çoğu yerde erişemeyeceğiniz kalitede bir sahnesi var.

Bizim gerçek anlamda ilk sahne deneyimi yaşadığımız yer diyebiliriz. Onlarca konsere gittiğimiz bir yerde sahneye çıkmak bizim için çok kıymetli bir hissiyat. Biz de bu sahnenin hakkını vermek ve dinleyicilere herhangi bir dj setten farklı bir deneyim yaşatmak için Peyote Eskişehir’deki sahnelerimizi bir vj eşliğinde gerçekleştiriyoruz. Bu sayede müzikal bir deneyimin yanında görsel bir deneyim de yaşatıyoruz. Peyote Eskişehir’de geçekleştirdiğimiz etkinlikler hem bizim için hem de dinleyicilerimiz için diğerlerine göre daha özel bir konumda yer alıyor.

Peyote Eskişehir’in resident dj’leri olarak müdavimi olduğumuz yerin bir parçası olmak 97/13’ün müzikal gelişiminin bir göstergesi diyebiliriz. Peyote kalemiz!

Levent Tanagöz ve Zaim Sancaktar’ın Peyote Eskişehir Performansı

Aklınızda yeni projeler var mı? 97/13 etiketiyle neler göreceğiz gelecekte?

Çok yakın bir zamanda genel olarak dans müziği dışındaki janrlarda hazırladığımız ve mekanlarda çalamadığımız setlerimizi de insanlara ulaştırmak için internet sitemiz üzerinden live yayınlar gerçekleştirmeye başladık. Bu yayınları farklı farklı ortamlarda ve farklı dj’lerle gerçekleştirerek gezici bir hale getirmeyi hedefliyoruz.

Bunun yanında mekan kültürünün dışındaki yerlere de müziğimizi ulaştırmak için pop-up etkinlikler yapmayı planlıyoruz.

Müziğin prodüksiyon kısmında da yer alarak daha özgün işler yapmak motivasyonuyla yaşıyoruz.

Eskişehir dışındaki şehirlerde etkinlikler yaparak farklı şehirlerden ve kültürlerden beslenmek, daha büyük sahnelerde performanslar sergilemek istiyoruz ve bunun için çalışıyoruz.

 “maymunun yapamayacağı bir şeydir bu”

97/13

Read article

90’lar Müzesi: Flyer

Comments (0) #Göç ve Müzik

Göç, uzuuuun bir yolculuk aslında. Bazen yolda geçen, bazen bir anda vardığın yerde yıllarca süren…

Şimdiki RT’ler, like’lar, 90’lı yıllarda fiziksel paylaşımlarla mümkündü ve o paylaşımlar durmadan göç ederdi. Bazen Japonya’dan İstanbul’a gelir orada kalır, bazen İstanbul’dan çıkıp Türkiye’de dolanır ya da dünyanın öbür ucuna giderdi. Oradan kimbilir nerelere?..  Şimdi size oradan oraya göç eden o birkaç kağıt parçasından bahsedeceğim.

 

Flyer: Basit anlatımı ile el ilanı. Ancak flyer’ların 90’lı yıllarda daha derin bir anlamı vardı. İnternetsiz yıllar… Hani derler ya, “bizim zamanımızda müzikleri, grupları arayarak, müzik dükkanlarında kasetler doldurarak bulurduk, emek vardı be emek.” diye… İşte o yıllar. Grupların birçoğunu internetlerden, spotify’lardan iki dakikada araştırarak değil; mektuplarla şehirden şehre, ülkeden ülkeye göç eden flyer’larla öğrenirdik.

 

 

                

 

 

Mektuplaşma Kültürü: Yurt dışından ya da yurt içinden gelen tüm mektuplar itinayla cevaplanır, hiçbiri affedilmezdi. Fazla fazla gelen flyer’lar, gidecek mektupların içine bölüştürülür ve göç başlardı. Flyer’ların yolculuğu sizin gönderdiğiniz mektupla sınırlı değildi. Bunu siz de, o kağıt parçaları da çok iyi biliyordu. Gönderilen bu fotokopi ilanlar, şimdiki sosyal medya e-ticaret sitelerinin atalarıydı. Demo albümler, fanzine’ler, EP’ler hatta LP’ler bile bu ilanlar sayesinde dinleyicisine (moda tabiriyle; kullanıcısına) ulaşıyor ve alışveriş başlıyordu. Göç eden flyer’ların görevi yıllarca sürdü… Ta ki internet ve e-posta popülerleşene kadar…

 

 

 

                 

 

 

Hızla Yayılan Bilgiler: Tabii ki internet dünyası kadar hızlı değildi ancak, senden önce eline geçen flyer’ları olan arkadaşlarından haberleri alıyordun. Sadece mektupla değil, elden ele geçen ilanlarla da alışveriş devam ediyordu. Yeni mektuplaşmalar ise yeni flyer’larla göçe devam ediyordu. Paylaşılan her bilgi, gecikmeli de olsa yayılıyor ve herkes bir müddet sonra aynı şeylerden bahsetmeye başlıyordu. Bir nevi trendtopic durumu… Yazılan her cümle, edilen her sohbet aynı konular üzerine olunca fanzine’lerdeki başlıklar da ona göre atılıyor ve bilgiler daha geniş kitlelere ulaşıyordu. Ülkelerin dinamiklerine, rahatlıklarına ya da keyiflerine göre hazırlanan fanzine’ler her yere gidebiliyor, erotik çizimler de legal dergilere (playboy gibi) çılgın rakipler olarak ülke ülke dolaşıyordu. Gündem, sadece yeni demo albümlerle değil, her türlü fanzine ile sürekli dinamik tutuluyordu.

 

 

                  

 

 

Perde Kapanıyor, Göç Boyut Değiştiriyor Ve o an… Her döneme ait kavramlar, upgrade olarak yerine yenisini bırakır. Flyer yerine, e-mail ile gelen haberler, dönemin manuel büyüsünden koparmıştı bizi artık. Mektupları, flyer’ları hatırlamıyorduk bile. Böylesi daha iyidi, daha hızlıydı. Göç, boyut değiştirmişti. Bilgiler uzaklara gidiyordu ama farketmiyorduk. Sanki bizden hiç ayrılmıyorlar gibiydi… En nihayetinde uzun bir dönemin sonuydu ama paylaşımlar dijital olarak devam ediyordu işte… Ne diyor bir büyüğümüz: Durmak yok, yola devam! 90’ların ruhu özellikle müzikle içiçe olanlar için unutulmazdı…  Hayatımıza mektup zarflarının içinde bir anda giren flyer’lar hayatımızdan bir anda göç ettiler… O halde, o günlerden kalan unutulmaz mektup sonu cümlesiyle bitiriyorum.

 

“Pulumu geri göndermeyi unutma!”

 

Read article

Emre, Setrak, Eril : Gitmenin Kaçınılmazlığı

Comments (0) #Göç ve Müzik

Asia Minor’ın ülke topraklarından ayrılışı ve sonrasında ortaya çıkan eşsiz müziğin uzun hikâyesini usta kalemimiz Mehmet Şenol yazdı

“Gideceğim buralardan…”

Kalamış’ta o zaman bu kadar modern olmayan yat limanının herkese açık kayalıklarına gece yarısı bir grup arkadaş olarak şarap ve peynirle her zamanki gibi konumlanmıştık. Tıp son sınıftaydı Emre, kısa bir süre önce merak salmasına rağmen dev adımlarla ilerlettiği saksafonuyla gelmişti yine. 80’lerin sonuydu, Jan GarbarekJohn Surman zamanlarıydı. Ülkeye dair, bu topraklara dair, yaşadıklarımıza dair umutsuzlukların giderek boy attığı günlerdi…

 

Hep böyle olur. Üniversite biter. Hayatımız bir süre sonra kökünden değişmeye başlar; gerçeklikle tanışma; hayalleri önce biraz, sonra biraz daha, sonra artık belirsiz bir geleceğe erteleme zorunlulukları..

 

Etrafımızı çaktırmadan sarmaya başlayan “kurulu düzen”…

 

Emre’nin başka bir derdi daha vardı.. Annesi ve babası nam salmış efsane siyasilerden olduğu için “Belli” soyadından dolayı hep takip altındaydı; yıllarca süren zorluklara abisiyle bana mısın dememişlerdi asla ancak müzik ve doktorluktan oluşan nefes alanını bile ona açmayacak gibiydi kurulu düzen.. İhtisas dahi yapamayacak kadar acımasız günler… Sadece Kalamış’ın kayalıklarında saksafon çalıp, arada bir İstanbul’a düşecek isimleri takip etmek… Daralan, daralan, hepimizi çevreleyen o çember… Bunalmıştı Emre ve bu yüzden gitmek istiyordu artık bu topraklardan…

 

Gitti de. Arada sırada bir haber alabildik Emre’den… İnternetin olmadığı, telefonun, mektuplaşmanın, ama esas karşılıklı oturmanın, içmenin, muhabbetin iletişim olduğu zamanlar… Grubumuz da dağılmaya yüz tuttu; okullarımız bitmişti; işler güçler, askerlikler, ev kurmalar, evlilikler, ayrılıklar bizi bekliyordu… Dağıldık; herkes kendi yolunda, kendi labirentinin içinde…

 

Bir iş gezisi için epey zaman sonra Paris’e gittiğimde buluştuğumda gördüm Emre’yi… Bir hastanede doktor olarak çalışıyordu ama esas hedefinin yani müziğin yolunda ne çok mesafe kat etmişti. Pompediu Merkezi’nde kiraladıkları küçük bir odaya götürdü o akşam iş çıkışı beni… İki Fransız arkadaşıyla birlikte saatlerce çaldılar. Şarap, sigara ve jazz. Görünen o ki bir caz grubu olmanın eşiğindeydiler.. Oranın”ortamı”, Emre’yi istediğinin peşinde yürüme fırsatı veriyordu demek… Bizim Kalamış grubunu düşündüm; kimimiz bir şirkete girmişti, kimimiz doktor, avukat olmuş hastane, adliye yollarında ömür geçirmeye başlamıştık, hatta kimimiz baba mesleğini devam ettirip lokantacılığa başlamış, kasanın arkasına bile geçmişti! Bu da bizim buraların “ortamının” bize verdiği yürüme yollarıydı!

 

Emre, daha sonra çok iyi bir saksafon sanatçısı oldu, kurduğu gruplarla Paris caz ortamının seçkin isimlerinden biri haline geldi… İstanbul Müzik Festivali’ne bile çağrıldı, yüzlerce dinleyicinin karşısında harika konserler verdi bir zamanlar kaçarcasına gittiği bu topraklarda “konuk sanatçı” olarak… Tıpta da özgürce yürüdü; Fransa’nın en saygın kalp doktorlarından biri oldu. Hatta Türkiye’de bir ara kendisi açısından çok normal bir tavrından dolayı haber bile oldu…

 

Bu topraklara dair meraklıları dışında pek kimsenin bilmediği bir başka hikaye…

 

Bundan tam 65 yıl önce Türkiye’nin güneyinde, kebabı ve sıcaklığı ile ünlü bir ilinde birer yıl arayla iki çocuk doğdu… Birinin adı Setrak, diğerinin adı Eril’di.. Birbirlerini tanımayan bu iki gencin yolu St. Joseph Koleji’nde kesişti. 1970’li yılların hemen başıydı; tüm dünya 68’in etkisi ve gençliğin sınırsız yaratıcılığıyla sarsılıyor, depremin artçı şokları İstanbul’a, Kadıköy’ün göbeğine ulaşıyordu. Mesela 1972. Bugün artık bir hayal gibi olan geçmiş: Her yıl düzenlenen müzik yarışması nedeniyle her lisede sürekli grupların kurulduğu, plakların peynir ekmek gibi satıldığı, müzik dergilerinin en çok satanlar arasında yer aldığı, sözlerinden bestelerine herkesin kendisini sürekli geliştirdiği, yaratıcılığa açıldığı günler… St. Joseph’i o yılki yarışmada temsil edecek (üstelik hem beste, hem de icra dalında birinci olacak) okul “orkestrası”nın, bugün hala devam etmekte olan Asia Minor efsanesinin tohumlarını atacağını kim tahmin edebilirdi?

 

İşte o lise grubunun 3 genci SetrakEril ve Can da, okul bittiğinde doğdukları toprakları arkalarında bırakıp okumak için göç ettiler. Setrak ve Eril Paris’e, Can da güney Fransa’daki Grenoble’e…

 

 

Birinin adı Setrak, diğerinin adı Eril’di..

 

 

 

Bir yandan üniversite okurken, diğer yandan da müzikle daha çok uğraşmaya başladılar. Setrak ve Eril, “Layla” isimli bir grup kurdular. O dönem Eric Clapton’un meşhur Laila şarkısına mı referans vermişler yoksa Fars mitolojisindeki karakteri kendilerine isim olarak seçmişler bilinmez ama giderek doğup büyüdükleri toprağın müzikleri ile progressive rock’u birleştirmeye yöneldiler. Can da Grenoble’dan Paris’e gelip gruba katılınca daha da hızlandılar, 1975 yılında kendileri için çok çok büyük bir adım atıp Layla olarak Paris Festivali kapsamında 3 gece üst üste salonda çaldılar. Ertesi yıl, Can (Kozlu) kendi yoluna gitmek üzere aralarından ayrılınca, Jean Philippe Bottier’i aralarına alarak isimlerini Layla’dan Asia Minor Process’e çevirdiler. “Asia Minor”, herkes bilir, şu an yaşadığımız toprakların Anadolu isminden önce kullanılan adıydı. Bu ismi seçerek, hem köklerine atıfta bulunmayı hem de yaptıkları müziğe nereden ilham aldıklarını göstermeyi amaçlıyorlardı. (1977’de bugün de hala grubun üyesi olan Beltrami’nin önerisiyle isimlerinden “Process”i attılar.)

 

 

 

Setrak’ın sesindeki “hüzünlü” doğu esintisi, Eril’in Camel’daki ezgileri andıran güçlü flütüyle birleşince, zaten sağlam prog rock yapısı, yepyeni bir derinliğe ulaşmaya başladı. Artık bir albüm çıkarma kıvamına gelmişlerdi. Verdikleri konserlerle giderek tanınan Asia Minor, nihayet 1979’da ilk albümlerini, kendi “marka”larıyla piyasaya çıkardılar. Crossing The Lineadını taşıyan bu mükemmel bir prog rock albümü, ne yazık ki, olanaksızlık nedeniyle fazla tanıtımı yapılamadığı için o dönemde sınırlı ilgi gördü. Ancak gerek besteleri, gerekse de melodik yapısıyla zamana o kadar iyi direndi ki, bugün dünya Prog Rock çevrelerinde bilinen, dinlenen ve artık değeri çok iyi bilinen bir albüm oldu.

 

 

 

İlk albümleri Crossing The Line’den çok güzel bir parça: Mahzun Gözler. 8 dakikayı aşan bu müthiş parça, progressive rock’da Türkçe sözün nasıl güzel durabileceğini de gösteriyor.. Sözlerdeki güzelliğe dikkat:

 

 

 

 

“Sessiz gecenin sokaklarında/ Arar durmadan bu sevgiliyi/Şehrin karanlıklarında/ Mutsuz yollarında/Mahzun gözlerin/Bitkin ve halsizdir/Haykırır durur adını her gece/Sevgi denince aklına her an o gelir/Kara sevdası/Sevgilisi..”

 

 

 

Bu albümü 2 yıl sonra bir diğer müthiş çalışma, Between Flesh and Divinetakip etti. Bu albüm de, dinleyen herkesin tartışmasız kabul ettiği gibi, gerçek bir başyapıt olduğu için hiç unutulmadı. Hatta yıllar sonra 1991, 1993, 2006 ve 2016 yıllarında Avrupa’da ve Japonya’da tekrar basılarak daha çok izleyiciye ulaştı. Bugün prog-rock la ilgilenen herkesin bilgisayarının bir köşesinde, pikabının yanında bu 2 albüm durur.

 

 

 

En sevdiğim, durup durup dinlediğim uzun (7:45) bir Asia Minor parçası. İkinci albümlerinden.. Müzikal yapısı çok sağlam, her enstrüman müthiş kullanılıyor. Melodik yapı mükemmel. Camel bile bu kadarını yapamazdı. Setrak’ın İngilizcesi, söyleyişi çok naif, çok güzel.

 

 

 

Asia Minor, 1982 yılında dağıldı. Dağılmalarına rağmen 1988’de, prodüktörlüğünü Alan Parsons’un yaptığı (Yani şu bildiğimiz meşhur Alan Persons Project’in esas adamı, Pink Floyd’un ses mühendisi Alan Parsons!) bir 3. albüm, “Landscape Pictures in Rock” adıyla yayınlandı. Asia Minor’un kısa süren ömründe Alan Parsons gibi bir efsane tarafından keşfedilmesi elbette imkansız değildi. Ancak yıllar içinde Asia Minor ile Alan Parsons arasında “şehir efsanesi” haline gelen bu esrarengiz ilişkinin ve o toplama albümün aslını yıllar sonra Eril Tekeli şu cümlelerle anlatıyor:

 

 

“1988 yılında CD olarak kimin tarafından çıkarıldığını bilmediğimiz, Asia Minor albümü olarak piyasaya çıkarılan, “Landcape Pictures in Rock” isimli albümün arkasında prodüktör olarak Alan Parsons ismi geçiyor. Bu bizim Crossing The Line albümünün, kayıt stüdyosunda, o zaman bizim editörlüğümüzü yapan Lido-Mélodies ve tarafımızdan yapılan ve sadece film, reklam vs türü şeylerde kullanılabilinmesi için sözlü bölümlerin çıkartılarak enstrümantal bölümlerin birleştirilmesiyle oluşturulan bir çalışma. Kim bunu CD olarak piyasaya çıkardı ve albüm kapağının arkasına Alan Parsons adını prodüktör olarak yazdı bilemiyoruz.”

 

 

Alan Parsons beşinci albümü “The Turn of a Friendly Card”ın kayıtlarını 1979 yılının sonundan 1980 yılının ortalarına kadar, Paris’te, Acousti Studio’da gerçekleştirdi. O yıllarda konser menejerliğimizi Joseph Cohen-Solal isminde bir Fransız arkadaşımız yapmaktaydı. Joseph, Studio Acousti’de Alan Parsons albüm kayıtlarını yaparken teknik yardımcı olarak görev aldı. 33lük albümün poşetinin arka yüzünde teşekkür edilenler arasında onun da ismi yazılıdır… O dönem bizim birinci albümümüz “Crossing The Line” Fransa’da piyasaya çıkmıştı, ikinci albüm çalışmalarına başlamıştık. Joseph, Alan Parsons’a, bizim “Crossing The Line” albümünü dinletmiş , etkilenen Alan Parsons bizimle tanışmak istemiş… Acousti Stüdyo’da Alan Parsons’la bir görüşmemiz oldu. Sohbet esnasında albümümüzü çok beğendiğini, çok sıkı bir çalışmanın sonucu olduğunun belli olduğunu söyleyip, ‘bir albüme dünyaları sığdırmışsınız, tebrik ederim’ şeklinde bir yorumda bulundu. Bu arada yapmakta olduğu kendi albümünden de ham kayıtlar dinletip izlenimlerimizi almıştı. Bu hoş sohbet sonunda kendisine teşekkür ettik , birbirimize başarılar dileyip ayrıldık. Alan Parsons’la ilgili bütün Asia Minor hikayesi bundan ibarettir.”

 

 

 

Grubun 1980’li yılların başındaki bir kaç TV performansını bulup biraraya getiren siteleri de var. Mozaik programından alınan bu kayıtarın hala duruyor olması büyük şans.

 

 

 

1982’den sonraki çalışmaları için bölük pörçük bilgiler var… Grup üyeleri albüm yapmasalar da birbirlerinden hiç kopmamışlar. Eril Tekeli’nin felsefe eğitimi aldığı anlaşılıyor. Paul Feyerabend’in metodolojisinin epistomolijisi isimli bir makalesi yayınlanmış. Sonra Türkiye’ye, doğduğu topraklara, Adana’ya dönüp “Paralel” isimli progressive rock yapan bir grup kurmuş; bir çok konser vermişler özellikle Adana’da. Grup Paralel hala çok güzel işlere imza atmaya devam ediyor. Gençlerin yanı sıra Adana’nın çok verimli rock çevresinin ünlü isimlerini bir zamanlar bir araya getiren Sıfırbir’den Sina Somay’ın da Paralel’de olması grubu daha da mükemmel kılıyor:

 

 

 

Grup Paralel’in güzel video klibiyle, Fırtına

 

 

 

 

Eril Tekeli’nin Asia Minor’üne selam gönderdiği harika bir enstrümental bestesi Oldfriend

 

 

 

 

Setrak Bakırel’in de müzikten kopmadığını Duvar filminden biliyoruz. Yılmaz Güney’in hapisten kaçtıktan sonra Fransa’da tamamladığı Cannes ödüllü Duvar filminin müziklerinde (Ozan Garip Şahin ile birlikte) Setrak Bakırel imzası var.

 

 

 

 

 

Yazıyı bir iki güzel haber ile bitirmeliyim:

 

2014 yılında yeniden biraraya gelme kararı alan grup üyeleri, aradan yıllar geçse de birbirlerinden hala kopmadıkları için genellikle Paris’te yılda en az 1 konser veriyor… İnternet çağında dinleyici sayıları daha da arttı. Asia Minor albümleri adeta yeniden keşfedildi. Dünyanın dört bir yanından hala albümlerini dinleyen insanlar onları daha sık bir araya gelip yeni bir albüm yapmaları için “zorluyor”. Son konser duyurularında “yeni albüm” filan demişler ama emin olamadım; görmeden inanmam ☺

 

 

Güzel haberin ikincisi, Asia Minor’u canlı canlı dinlemek isteyenlerin şu sıralarda Schengen için başvuru yapmaları lazım. Çünkü 2018’in 5 Mayıs’ında Kuzey İspanya’daki küçük bir Bask kasabası olan Peralta’da düzenlenen bir festival kapsamında (Festival Minnuendö 2018) bir konser vereceklerini anons ettiler. Umarız yine ertelenmez bu konser; çünkü geçen yılki Paris konserleri duyuru yapmalarına rağmen iptal edilmişti.

 

 

Grup geçmişten bu yana fotoğraflarını biraraya getirdikleri fotoğraflarından oluşan küçük bir video da hazırlamışlar bu konser için:

 

 

 

 

Aşağıda stüdyoda çektirdikleri son hallerinin çok fiyakalı bir fotoğrafı var.

 

 

(soldan sağa) Setrak Bakırel, Evelyne Kandel (bas gitar çalıyor konuk olarak konserlerde) Lionel Beltrami, Eril Tekeli ve Robert Kempler (Birkaç ay önce gruptan ayrıldı ve yerini Michel Rousseau aldı) fişek gibiler…65 yaşındalar, yolun yarısı!

 

 

Evet, bu topraklardan bazen böyle güzel şeyler de çıkıyor. Çıkması için de bazen göç etmek iyi oluyor. Özlem artıyor, toprağın değeri daha iyi anlaşılıyor..

Read article

Frokedal: “Albüm En Azından Umutlu Olmaya Çalışıyor”

Comments (0) #Göç ve Müzik

Folk ve rock’n roll’dan aldığı ilhamla etkisini Norveç dışında da hissettirmeye başlayan Frokedal ile konuştuk. Hayata ve müziğine dair sorularımızı cevapladı.

60’lar ya da 70’lerde Norveç’te müzik sahnesi nasıldı?

Frokedal: 60’ların sonlarında Norveç caz müziği uluslararası çapta bir beğeni kazanmıştı. Bu dönemde Norveççe liriklere sahip güçlü bir folk sahnesi vardı. Popüler müzik ise yükselişteydi: 60’ların başında genç gruplar genellikle The Shadows cover’lıyordu- ya da o sound’a öykünüyorlardı. Şarkıların lirikleri genelde Norveççeydi, ancak rock müziğin yavaşça daha popülerleşmesiyle lirikler de İngilizce’ye dönüştü.

 

Frokedal’in müziğini bizlere nasıl anlatırsınız? Türk dinleyiciler için birkaç tüyo belki…

Geleneksel müzik, 60’lar folk müziği ve biraz da rock’n roll’dan ilham alan melodik ve minimalistik pop şarkıları diyebilirim

 

Harry’s Gym dağıldıktan sonra artık kendi yolunuzdasınız. Müzik yapma biçiminizde neler değişti?

Bence en büyük değişiklik soundda yaşandı. Harrys Gym, fulldrumkit ile programlanmış 2 synth setine bağlıydı, ben ise çift gitar amfisiyle çalıyordum. Bu biraz “daha fazlası” fikrinin çevremizde yayılması gibiydi. Her şeyin çok belirgin ve üretilmiş olmasından rahatsızlık duyuyordum. Solo projemde, şarkıların özüne odaklanmak ve etrafına daha ez şey koymak istedim. Her yerde çalabileceğimiz pop şarkılar yazdım. Bir kitleyle iletişim kurmak için ekipmanlara fazla bağlı kalmak istemedim. Sonuç olarak kayıtları geleneksel müzik sahneden iki keman, bir klavye ve bir perküsyonistin iki ayrı vurmalıyı –Velvet Underground türü- çaldığı bir düzende kurguladım.

 

Anne Lise Frøkedal

 

“TÜM KARARLARI VERMEK BANA KALDI”

 

Sizi değişime ne itmişti ki?

Kendimi geleneksel müzik sahnesinden görmüyorum, fakat hobilerim arasında arkadaşlarımla Nordik ülkelerinden geleneksel müzik ve ABD’den cajun/eski zaman şarkılarını çalmak vardı. Ee tabii, bu da benim beste üretim süreçlerime fazlasıyla ilham vermeye başladı. Zaten Harrys Gymdağıldığında, uzun bir süredir kendi başıma folk etkileşimli şarkılar yapmayı düşünüyordum. Ve bunu yapmak için bir anda doğru bir nedene sahip oldum.

İlk solo albümünüz “Hold On Dreamer”ı kaydederken kendinizi nasıl hissediyordunuz peki?

Aslında yapımı oldukça kolay bir albümdü. Grupta fikirlerim için çok çaba harcıyordum. Bir anda tüm kararları vermek bana kalmıştı. Çevremdeki diğer insanların fikirlerinden halen etkilenebilirim diye çok endişelendim. Bu yüzden de, yol boyunca kimselerin önerisine danışmak istemedim. Albümü tek başıma ürettim diyebilirim aslına bakılırsa. Kayıt sürecinde kendim için bazı kurallar belirledim, böylelikle stüdyoda ‘kaybolmayacaktım’: Her şarkıda birkaç etkin ses kullan. Temel unsurları stüdyoda kaydet, böylelikle çok kusursuz olmayacak. Eğer bir şeyleri eksik hissediyorsan, müziğe yeni katmanlar eklemekten ziyade bir şeyleri kaldırmayı dene.

 

Anne Lise Frøkedal

 

ŞARKILARDAKİ FOLK DUYGUSU

 

“Hold On Dreamer”; indie pop, folk rock ve elektronik seslerin kesişiminde bir albüm olarak dursa da, albüm çoğunlukla ilgisini folk rock’a veriyor. Kayıt süreçlerinde albüm sound’u nasıl şekillenmişti?

Şarkıların ana kısımları (beat’lerden oluşan Kid & Eclipse haricinde) stüdyoda hücum kayıt olarak kaydedildi. Melodiler için viyolonseli kilit bir enstrüman olarak kullandık. Bunun yanı sıra, akorlar ve eklenen ritimler albümün folk tarafı için oldukça önemliydi sanırım. Albümün daha “rock” ve biraz da çiğ bir ifadeye sahip olduğunu diyebilirim çünkü stüdyodaki arkadaşlarım geleneksel müzisyenler, onlar müziği kulağa hoş gelecek şekilde çalmazlar. Aynı zamanda davul setini sadece bir snare’e ve floor tom’a indirgemenin bir sonucu olarak, şarkılara folk duygusu kabilesel basitliğiyle eklenmiş oldu.

 

 

Jimmy Robertson ile “Hold on Dreamer” ı mixing sürecinde çalıştınız. Neden albümde mix mühendisi olarak Jimmy ile çalışmayı seçtiniz?

Jimmy ile diğer projelerimde zaten çalışmıştım. Jimmy beni stüdyoda evde hissettiren ilk mühendisti. Müzik hakkında insanlarla iletişime geçmek zor olabilir. Kimileri stüdyoda kendini metaforik terimlerle ifade ederken, kimileri ise her şeyi teknik terimler üzerinden ifade etmeyi seçer. Jimmy bu dillerin ikisini de anlayabiliyor. Bunun yanı sıra, o da benim gibi benzer zevk ve sezgilere sahipti. Kısacası onunla çalışmak oldukça kolay ve değerli benim için, ve elbette ki Jimmy müziğimi daha iyi bir noktaya götürüyor.

 

Anne Lise Frøkedal

 

 

AZ KAYGILI İNSANLARIN ETKİSİ

 

Hold on Dreamer”ın sound’u çok ruhani geliyor. Bu, Eclipse, Demented Times ve Cherry Trees gibi şarkılarda hissedilebiliyor. Bu şarkılar “karanlık tarafını” yansıtıyor diyebilir miyiz?

 

Sanırım melankolik tarafımı temsil eden şarkılar konusunda haklısın. Hold On Dreamer’da, elimden geldiğince kendimi serbest bıraktım: Karşılaştığımız problemleri çözmekten ziyade, mutlulukları kutlama eğilimi de diyebilirim. Fakat albüm de umutlu, en azından umutlu olmaya çalışıyor. “Demented Times” kendinden tamamen zıt bir kişiye olan hayranlığı anlatıyor misal. Az kaygılanan ve gittiği yerlerde mutluluk arayan insanlar bana daha etkileyici geliyor.

 

İlk solo albümünüz hakkında dinleyici tepkileri nasıldı peki?

Birkaç kişi “Hold On Dreamer”ı zor günlerinde bir arada olmalarını sağlayan bir tür yapıştırıcı olarak gördüğünü söylemişti. Nefes alabilmek için bir şarkıyı ya da albümü seçme duygusunu fazlasıyla biliyorum, dinleyiciyken en önemli deneyimlerim de hep bu şekilde oldu. Bu muhtemelen birisinin müziğim hakkında söylediği en hoş şey olsa gerek. Bazısı elektrik gitarları sevdiğini fakat keman seslerini bulmanın zor olduğunu, bazıları albümde bass seslerin neredeyse hiç olmamasına şaşırdığını belirtti. Fakat yaptığınız müziği köklü olarak değiştirdiğinizde alacağınız tepkiler bunlar olur sanırım.

 

 

60’lar sizin için ne anlama geliyor?

60’lar beat müziği, folk sahnesi, muhteşem besteler ve dans eden hippilerii. 70’ler bize glamrock’ı, bazı mükemmel synthesizer’ları ve favori albümüm John Calein Paris 1919’unu verdi

 

 

Birçok eleştirmen vokalinizi Nico ya da Joni Mitchell gibi 60’ların ve 70’lerin kült kadın şarkıcılarına benzetiyor. Buna katılıyor musunuz?

İkisi de muhteşem şarkıcılar, dolayısıyla bu yakıştırmaları büyük bir iltifat olarak kabul ediyorum. Aslına bakarsan, ben vokalimi Nico ya da Joni’ye pek yakın görmüyorum, fakat vokalim ortalarında bir yerde de olabilir.

 

 

“Believe” adlı single’nı yeni çıkardınız. Bu şarkıda, diğer çalışmalarına kıyasla daha fazla elektronik aranjmanlar var gibi. Yeni şarkılar da böyle mi olacak?

Yeni albümün ruh hali ve enerjisi daha çeşitli. Daha fazla öfke, daha fazla umut var. Birkaç şarkıdaki davul seti dışında, grup halen aynı isimler ve enstrümanlardan oluşuyor. Fakat “Hold on Dreamer”ı yaptıktan sonra keşfetmek istediğim yoğunluğa sahip birkaç fuzz gitarlı “rock” şarkı da var.

 

Röportajın İngilizcesi için link‘e tıklayabilirsiniz.

 

Read article