DasDas Yeni Yeriyle Huzurlara Sunuldu!

Comments (0) Bizim Sahneler, Güncel, Kritikler, Serbest Bölge

22 Aralık Cumartesi akşamı, 2017 Nisan ayında İstanbul’a yeni bir soluk getirmesi ümidiyle açılan DasDas’ın, yeni yerindeki ilk büyük konseri gerçekleşti.

 

2017 Nisan ayında Batı Ataşehir’de açılan DasDas, çok kısa zamanda İstanbul’un en önemli kültür-sanat ve yaşam merkezlerinden olmuştu. 2 Aralık’ta Ataşehir Metropol İstanbul’daki yeni yerinde ziyaretçisine kavuşan DasDas, tiyatro sahnesinde Joseph K., Timsah ve Zengin Mutfağı ile siftahı yapmışken, Cumartesi günü ilk büyük konserini Koray Candemir ve Mor ve Ötesi performanslarıyla gerçekleştirerek çok kalabalık bir dinleyici kitlesiyle müzik sahnesinin açılışını yapmış oldu.

Şu sıra yeni kayıtlarını heyecanla beklediğimiz, çoğumuzun Kargo’dan hatırlayacağı (yaşımın kusuruna bakmayın), Türk rock camiasının güçlü seslerinden Koray Candemir’in harika konseri ardından dokuz konserlik Amerika turnesinden yeni dönen Mor ve Ötesi’nin 1500’e yakın dinleyicinin tüm şarkılarını hep bir ağızdan söylediği uzun performansıyla coşkulu bir gece geçirdik.

DasDas; sahne, müzik, mutfak ve atölye şeklinde dört kısımdan oluşuyor. Hedef, farklı disiplinleri bir araya getirerek sahne ve mutfak sanatlarının aynı yerde tüketilebildiği sosyal bir yaşam alanı sunmak. Harika tasarlanmış, modern bir mimariye sahip, Batı Ataşehir’deki eski yerinden çok daha büyük (3000 metrekare kapalı, 600 metrekare açık kadar) bir kültür-sanat ve yaşam alanı. DasDas’ın ortakları ise hepimizin çok yakından bildiği isimler: Harun Tekin, Koray Candemir, Mert Fırat, Didem Balçın ve Muzaffer Yıldırım. Kolektif bir düşünce yapısı ile İstanbul’a yeni, alternatif bir sahne kazandırmak istemişlerdi, şimdi daha da büyüyerek bize bunu sunuyorlar. Üretmek ve paylaşmak ana tema; yenilikçi ve yaratıcı bir çerçevede ilham, deneyim, kalite ve keyifli zaman vaat ediyorlar.

Mert Fırat, Didem Balçın, Koray Candemir, Harun Tekin, Muzaffer Yıldırım.

Önceki mekanın tasarımına da bayılmıştım, zira her bir detayının en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü daha adımınızı attığınız anda kendini belli ediyordu. Yeni mekan daha geniş bir alan ve naçizane, daha güzel bir tasarımla uzun uzun zaman geçirebileceğiniz; DasDas Atölye’de sanatın her alanına hitap eden seminerlerden, atölyelerden yararlanıp Mutfak’ta yemeğinizi yedikten sonra Sahne’de oyununuzu izleyebileceğiniz yahut Müzik’te konserinizi dinleyebileceğiniz keyifli bir ortam sunmuş yine. DasDas Sahne ve DasDas Müzik için gelecek sanatçılara ayrı ayrı düşünülmüş karşılıklı kulisler ile seyirci ve dinleyicilerle tanışmak ya da sadece bir arada olmak için tasarlanan ortak alan fikrinin harika olduğunu da belirtmem lazım! Mert Fırat’ın Ataşehir’in böyle geniş ve çok işlevli bir merkeze ihtiyacı olduğu düşüncesine katılmamak da elde değil.

Mekanın yeri olarak Ataşehir’in seçilmesi ilk kez duyanlar için “Biraz uzak değil mi?”, “Merkezin dışında sanki”, “Gitmesi zor” gibi tepkiler oluşturuyor olsa da benim oldukça hoşuma giden bir tercih olmuştu doğrusu. Ataşehir’in kendine özgü bir kitlesi olmuştur hep. Bir yandan (özellikle Doğu tarafını düşününce) aklınızda geniş alanlar, yemyeşil parklar ve siteler canlandırırken diğer yanda yüksek binalar, iş merkezleri ve gece ışıklarıyla hareketli ve oldukça lüks yaşam alanları canlandırıyor. Sakin yaşam tarzıyla yoğun plaza insanının kendi başına bir şehir gibi olan bir semtte buluşması geliyor hep aklıma. Bu iki hayatın tam birleştiği yerde böyle bir fikrin oluşması, semtin her yere aslında ne kadar yakın olduğunu düşününce oldukça hoş aslında. Ki mekanın büyüklüğü düşününce uygun bir alan sunulmuş oluyor, semtin tam da göbeğinde.

Mert Fırat, Didem Balçın, Harun Tekin, Koray Candemir.

Kendi alanlarında çok önemli ve başarılı isimler olan ortakları düşününce büyük konserlere, birbirinden çeşitli sahne sanatları ve oyunlara ve her damağa hitap edecek lezzetlere ev sahipliği yapacağından şüphem yok DasDas’ın. Önceki mekandaki geçtiğimiz sezon ağırladığı birçok kapalı gişe oyunu, konser ve atölyeleriyle yeterli bir referans olsa gerek. Özgür ve bağımsız sanatla, başarı ve insan dolu olmasını dileyelim, bize de “Gençken açılışına gitmiştik” demesi düşer umarız.

Read article

Lin Pesto ve Ahir Zamanlarda Müzisyenlik

Comments (0) Kritikler, Serbest Bölge

Bundan birkaç yıl önce şöyle bir yazı yazmıştım. Yazım genel anlamda müziğin dijital halini ele alıyordu çünkü dijitalleşme müziğin üretim süreçlerinin çoğu aktörünü doğrudan etkiliyor. Yeni ağlar, yeni distribüsyon kanalları ve dahası… Yazımın çıkış noktası geleneksel anlamda müzik aktörlerinin dijitalle ilişkisi üzerineydi.

Ancak geçtiğimiz aylarda benim de hayalini kuramadığım bir şey oldu. Ankara’da yaşayan bir kadın, muhtemelen kendi evinde yaptığı kayıtları Youtube üzerinden yayınlamaya başladı. Bu kayıtlar genellikle Türkiye’de bir dönem popüler olmuş kayıtların, synthesizer üzerinden yeniden ele alınmasından oluşuyordu. Bu cover’lar bir anda viralleşmeye başladı ve dinleyiciler Lin Pesto adlı karakterin dünyasına girmeye başladı. Benim derdim size bu dünyayı anlatmak ve geçmişte yazdığım yazının eksik bir yanını ortaya çıkarmak üzerinedir.

Lin Pesto Neden Viralleşmiş Olabilir?

Lin Pesto’nun kayıtlarının viralleşmesinin önemli nedenlerinden biri,  dergi içerisinde de çokça konuştuğumuz cover meselesi aslında. Burada Lin Pesto’yu asla cover yaptığı için küçümsemiyorum ki; kendisi de muhtemelen bu noktalara geleceğini tahmin etmeden bu çalışmaları yapıyordu. Hedef, strateji, taktik gibi promosyonel dokunuşlar yoktu üretim sürecinde.

Sadece Lin Pesto için değil, müzikle aşina olan çoğu kişi için Lin Pesto hazırlıksız bir işti. Lin Pesto beklemediğimiz yerden vurdu bizi . Cover meselesi sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde insanların ilgisini çeken bir durum. Ancak cover dediğimiz hikayede, Lin Pesto’nun bir istisnai durumu var bana kalırsa. Kendisi coverlarını ‘standart’ bir şekilde yapmıyor. Genelde cover dediğimiz şey, bir şarkının farklı enstrümanlarla, lokal duyarlıklar üzerinden yorumlanmasıyla hayat bulması üzerinedir. Bir klişedir bu. Biraz da kolay olan.

Lin Pesto’nun farklılaştığı nokta ise bu formülün dışında olması. Evet, Lin Pesto yine bir dönemin popüler şarkılarını ele alıyor ancak ortaya çıkan üretim, o popüler şarkıların yeniden üretiminin aksine bir tür yapı sökümü bana kalırsa. Yani şarkının üretildiği müzikal bağlamdan koparılarak, bambaşka bir bağlamda ele alınması. Yani şarkıların kimyasının değiştirilmesi üzerineydi.

Biraz alakasız olacak ama son dönemlerde cover işinde, şarkının ruhunu tamamen değiştirerek ortaya çıkaran iş A Perfect Circle’ın Imagine yorumudur. Elbette Lin Pesto bir A Perfect Circle’ın işi kadar müzikal anlamda doyurucu değil ancak yine de basit bir formül üzerinden gitmemişti.

Lin Pesto eski popüler şarkıları synth pop sularına iterek, adeta şarkıların kimyasını bozmayı seçmiş. Nağmeli vokallerin aksine soluk bir vokal, ana şarkının ‘sıcak’ melodisinden ziyade, soğuk ve tekrara dayalı melodiler… İnsanların ilgisini çeken de tam olarak buydu çünkü 2010’dan bu yana gelişen popüler müziğe alternatif  yeni yerli sahnenin temel dinamikleri, nağmeli vokaller, sıcak melodiler değildi. Aksine daha Batı temelli bir müzikti. Dolayısıyla Lin Pesto insanların ilgisini kendisinin de tahmin edemeyeceği şekilde çekti.

Küçük bir odada yapılan besteler

Dediğim gibi Lin Pesto’nun şarkıları müzikal anlamda bence çok doyurucu değil. Düzenlemeleri daha belirgin ve kendine has olmalı. Ancak mevcut üretimleri bana başka bir şeyi fısıldıyor. Lin Pesto bu kayıtları muhtemelen Ankara’daki küçük odasında kaydetmişti çünkü dijital araçlar müzik üretimini eve kadar indirgeyebiliyordu. İnsanlar artık evde şarkılarını üretebiliyor. Garageband’i kullanarak ilk ‘bestemi’ yarım saat içinde yapmıştım ve o bestemi yaparken sadece bilgisayarım ve kulaklığım vardı. Enstrüman kullanımına dair herhangi bir fikrim yoktu.

Benzer bir durum olarak, Lin Pesto viralleştikten sonra canlı dinleyecek miyiz seni sorularına karşılık olarak açıkça “ee ben sahnede çalmaya henüz hazır değilim” gibi bir cümle kurmuştu. İşte bu cümle oldukça önemli bir noktada duruyor çünkü geçmişte yazdığım yazının ve dijital üzerine düşünceler üreten çoğu kişinin kaçırdığı nokta tam da burada yer alıyor. Dijital araçlarla enstrüman çalma gereksinimi dahi ortadan kalkıyordu. Ancak bu durum ise;  aslında gün yüzünde olan bir ikilemin daha da belirginleşmesine neden oluyor.

Bir İkilem: Müziğin demokratikleşmesi ya da özünün yitirilmesi

Müzik tarihi uzun bir süreci kapsıyor. Bülent Somay ile yaptığımız röportajda, Somay müzik ile ilişkimizi anne karnına kadar götürüyordu. Tarihsel olarak ise mağara duvarlarına kadar gidiyordu bu süreç. Dolayısıyla müzik üzerine cümle kurmak zor olsa da, modern anlamda müzik üretimine baktığımızda müzik araçlarının genellikle kapital ve sahiplilik üzerinden ortaya çıktığını görüyoruz.  Kayıt şirketleri, onların distribüsyon ağları, promosyon ve dahası. Dolayısıyla dijital araçların varlığı, müzik üretimini eve kadar indirerek, üretimi ‘elitlerin’- burada elitler kapitale sahip olan kitledir- elinden alarak demokratik bir zemine indirgedi. Ancak ve ancak, bu tez aynı zamanda anti-tezini de üretiyor.

Adorno modern anlamda müzik üretimi üzerine çok keskin cümleler kurmuştur. Ona göre müzik modernleşerek bir meta haline gelmiştir, yani tüketim unsuru haline gelmiştir. Modern müzik kayıt stüdyolarında, canlı şovlarla özünden kopmuştur. Adorno’ya göre insanlar artık müziğe değil, sese aşinadır (Şu ana kadar sadece kulaklıklara 6.000 TL’ye yakın bir meblağ ödemiş bir insan olarak çok haklı görüyorum bu yorumu, ama yine olsa yine öderim 🙂 ). Hatta ve hatta Adorno gerçek anlamda son müzisyen olarak Bach’ı görüyor. Çok iddialı bir yorum olsa da aslında Adorno’nun demek istediği şu: Modern müzikte, müziğin  özü önemli değildir, müziğin bir paket halinde sunulup satılmasıdır önemli olan.

Ee benim yaptığım ‘beste’ ya da Lin Pesto’nun varlığı tam da bu ikilemin ortaya çıkardığı bir durum. Dijital araçlar artık müzisyenin en temel unsurlarından biri olan enstrüman kullanımını dahi geri plana atabilirken, aynı zamanda herkese de üretim imkanı sunuyor. Yani modern anlamda elitlerin ürettiği zincirden dışarı da çıkabiliyorsunuz. En azından başınızda gitarın sesini kıs diyen bir prodüktör ya da bir plak şirketi yok. Müzisyenler görece de olsa daha bağımsız. Ancak yine de büyük bir ikilem söz konusu.

Lin Pesto Neydi? Müzisyen ya da Dijital Müzik Üreticisi

Lin Pesto bu ikilemin tam ortasında yer alıyor. Hatta haksızlık etmeyeyim, müziğin demokratikleşmesine daha yakın bir noktada yer alıyor diyebilirim. Belki de kendisinin hikayesi gelecekteki müzik üretimine dair önemli ipuçları da içeriyor olabilir. Bu nedenle Lin Pesto gibi yeni nesil müzisyenleri/dijital müzik üreticisi muhtemelen önümüzdeki günlerde çok sayıda göreceğiz. En azından buna hazırlıklı olmakta fayda var.

Bunun yanı sıra, kişisel olarak Lin Pesto’nun müziği benim için halen çok çekici değil, biraz daha komplike hale gelmesi gerek. Ancak Lin Pesto öyle bir noktada yer alıyor ki; yaptığı müziği eleştiremiyorum çünkü böylesine bir duruma ben ilk defa şahit oluyorum.

Edit: Lin Pesto’nun hikâyesi Lorde’nin ya da Clap Your Hands Say Yeah’inkinden çok farklı.

Read article

Ankara’nın Müzik Tılsımı

Comments (0) Albüm, Kritikler

Kiminin nefret ettiği kiminin ayrılmak istemediği şehir: Ankara… Kedisiyle, keçisiyle, döneriyle ve müziğiyle bir anlamda “tuhaflıklar” şehri olan Ankara. Bir anda nereden geldiğini anlamadığınız hanımeli, iğde veya ıhlamur kokusu bile tuhaf demek için yeterli olabilir. Ortaçgil’in dediği gibi kokuların şarkısı başlar aniden Ankara’da. Bir tür karmaşıklıklar şehri de aynı zamanda burası. Genelde “memur kenti” olarak bilindiği için planlı ve düzenli olmasına vurgu yapılsa da içten içe bir karmaşıklık/karışıklık vardır bu şehirde. Sokaklarında dolaşırken her telden insanla karşılaşmanız mümkün. Özellikle Kızılay resmen insan manzarası sunar. Bu arada ayrılmak istemeyen tarafta olduğum anlaşılmıştır diye düşünüyorum 🙂

Bu kadar çok sevdiğim şehrin müzikle ilişkisi ise ona olan bağlılığımı daha da arttırıyor sanırım. Ankara’da yapılacak hiçbir şeyin ve gidilecek “doğru düzgün” yerin olmamasından çokça yakınılır. Denizin olmaması en büyük eksikliğidir zaten. Bütün bu olumsuz olarak tarif edilen şeyler aslında Ankara’ya olumlu bir etki bırakıyor. Muhabbet etmek, (sözde) az olan mekanlardan birinin müdavimi olmak ya da evde arkadaşlarınızla toplanmak gibi insanları birbirine yaklaştıran şehirdir Ankara. İstanbul’da olduğu gibi Boğaz ya da Adalar turu yapamıyor olabilirsiniz ama yapılacak şeyi size Ankara buldurtur yani kendi başınızın çaresine kendiniz bakarsınız. O yüzden yalnızsanız da sorun değil. Mesela yalnızken yapılacak en iyi şeylerden biri yürümek. Uzun yürüyüşler yapmak bir şehri tanımak için en iyi yollardan biri ayrıca. Hele ki iki tarafı yeşile boyanmış Ankara sokaklarından birindeyseniz ya da parkların içinden geçip yolunuzu uzatıyorsanız ister istemez müzik dinlemek gelir içinizden. Yürüyüş güzergahınıza göre bile playlist oluşturabilirsiniz. Alarga’nın Bu Şehrin Zaptiyesi şarkısında geçtiği gibi bir defa yollara düştüğünüzde dönmek nedir pek bilmeyeceksiniz zaten. Gece’nin “bana bir şarkı söyle yolumuz uzun” demesinde Ankara etkisi var mı bilinmez ama bu şehre çok uyduğu bir gerçek.

Şehrin özellikle bazı noktaları öylesine müzikle iç içe ki… Bu konuda Kale civarının ilham verici yanını unutmamak gerekir ki İkaru bunu müthiş şekilde göstermiştir. İçinde Ankara veya Ankara’ya dair şeyler geçen şarkıları düşününce de şehrin müziğe nasıl bir etkisi olduğu daha net çıkıyor ortaya. Mesela Kalben Kuğulu’da buluşur, Vega Tunalı’da kahvaltı tutkusuna kapılır ve asıl mesele Ankara’da aşık olmaksa zaten zordur.

İnsanları bir araya getiren, yalnızken de kendinizi dinleyebildiğiniz bir şehirde müzik yapabilme ihtimaliniz de haliyle artıyor. Bugün birçok iyi müzisyenin/grubun Ankara’dan çıkması da tesadüf olamayacak kadar şehrin kendisiyle ilişkili. Özellikle de rock müzikte Ankara etkisi inkar edilemez. “Gri Değil, Siyah: Ankara Rocks” belgeselini izlediğimde bu düşüncem daha da netleşti. Yönetmenliğini Ufuk Önen’in yaptığı bu belgeselde 70’li, 80’li ve 90’lı yıllarda Ankara’da yapılan ve yaşanılan rock müzik ve Ankara’nın griliğini bu müzikle “siyaha” çevirenler konu edinilmiştir. O yıllardaki müzik tutkusunu görmek insanı bugüne dair ümitlendiriyor. Günümüze gelinceye kadar o dönemdeki rock etkisinin azaldığı bir gerçek olsa da o zamanlardan bir şeylerin hala kaldığını umuyorum.

Ankara’da olmak “evde olma” hissi gibidir; kafanız ve ruhunuz sakinlemiş ve artık kendinizlesinizdir, bir şeyler yapma zamanıdır. Bu zamanını güzel şarkılar yaparak kullanan Ankaralı müzisyenler sayesinde de hislere tercüman birçok şarkının memleketi olmuştur Ankara.

Read article

Spotify’da En İyi Üçüncü Parti Uygulamalar

Comments (0) Serbest Bölge

Spotify ilk açıldığı yıllarda, şu andakinden çok daha farklı bir mantıkta çalışıyordu. Özellikle üçüncü parti uygulamalarla, son kullanıcıya farklı deneyimler sunuyordu. Ancak Spotify, Türkiye’ye girdikten sonra şu anki aşina olduğumuz yapısına döndü. Bu dönüşümle birlikte kullanıcı deneyimini zenginleştiren tüm uygulamaları spotify app’inden kaldırarak, büyük verinin merkezde olduğu daha kişisel bir keşif ziyafeti sunmaya başladı. Hatta bu kişiselleşme öylesine bir hal aldı ki; bugün çoğu kullanıcı kendi spotify hesabını eğitme yoluna bile giriyor. Spotify bugün çıkış noktasından çok uzakta, ve dinleyicisine gücün daha çok Spotify algoritmalarında olduğu merkezi bir dinleme deneyimi sunuyor.

Bu noktada, genellikle bir sorun ortaya çıkıyor. Keşfedilen yüzlerce şarkı varken, bunları genelde kendi kafamıza göre listeleştiriyoruz. Peki spotify listelerinin kürasyonunu yaparken bize yardım edecek herhangi bir üçüncü parti uygulama hiç mi kalmadı? Listelerimizi nasıl daha çekici hale getirebiliriz?

Çok basit, pek bilinmese de Spotify özelinde halen aktif olarak çalışan bazı uygulamalar mevcut. The Echo Nest adlı firmayı 2014 yılında bünyesine katan Spotify,  kullanıcılarına playlist kürasyonlarında efektif çözümler sunuyor. Bunun yanı sıra, bazı developer’lar özel uygulamalar sunarak, son kullanıcıya güzel çözümler sunuyor. Bu üçüncü parti uygulamalar şu adreste yer alıyor. Bu uygulamalar içerisinde benim en çok kullandıklarım ise şunlar.

1- Sort Your Music

Şarkılarınızın BPM’ini (Beat Per Minute) mi merak ediyorsun? Hemen The Echo Nest’in Sort Your Music adlı sitesine giriş yaparak, spotify’daki tüm şarkılarınızın BPM’lerini öğrenebilir, şarkılarınızı BPM’leri üzerinden sıralayabilirsiniz. Bunun yanı sıra, sisteme giriş yaptığınızda şarkılarınızı farklı özellikler üzerinden de sıralayabilirsiniz. Misal bir playlistinizdeki şarkıları Tempo, Dance, Akustik gibi farklı başlıklar üzerinden de sıralayabilirsiniz. Böylelikle dinleyicilerinizi kolaylıkla etkileyebilirsiniz. Bu, özellikle spotify üzerinden DJ’lik yapan ya da Spotify listeleri üzerinden kürasyon yapan kişiler için oldukça kullanışlı çözümler sunuyor. Tek yapmanız gereken, spotify hesabınızla aşağıdaki siteye giriş yapmanız. Sonrası ise oldukça kolay.

2-  Organize Your Music

Binlerce şarkınız var ve bu şarkılarınızı türlere göre kategorik hale getirmek istiyorsunuz. The Echo Nest yine çok tatlı bir çözümü bize sunuyor. Organize Your Music adlı web uygulamasına spotify hesabınızla giriş yaptığınızda, herhangi bir playlistinizdeki şarkılarınızı türlerine göre sıralayabiliyorsunuz. Bu türleri ise ekleme tarihlerinize, mood durumlarına ve bilimum özelliklere göre sıralayabilirsiniz. Böylelikle müzik türleri ile yaşadığımız içinden çıkılmaz durumlara hızlı çözümler edinebilirsiniz.

3- RoadTrip Mixtape

Google Maps ve The Echo Nest ortaklığında yapılan bir diğer üçüncü parti uygulama ise RoadTrip Mixtape. Bu uygulamaya girerek, gideceğiniz yol koordinatlarını sistem içerisinde belirtmekle başlıyorsunuz. Sistem yolculuğunuzun zamanına göre, 15 dakikalık  yenilenen listelerden oluşan özel listeler üretiyor.

4- Acrosticify

Sevgilinize, yakın arkadaşınıza ya da ailenizden bir kişiye özel bir akrostiş bir liste yapmak isterseniz, sizi acrostify’a davet etmek isterim. Bu siteye girdiğinizde tek yapmanız gereken, şarkıların hangi türde olduğunu belirtmeniz ve listeyi hangi kelime grubu üzerinden yapacağınızı yazmanız. Sonrasında listeniz hemen karşınızda.

5- The Set Listener

Sevgiliniz sizi bir konsere götürmek istiyor, ve o gruba dair hiçbir fikriniz yok. Grubun konserde ne çalacağını da bilmiyorsunuz. İçinizden keşke spotify’da bu şarkılardan oluşan bir listem olsa ve onu tüm gün dinleyip, şarkılara biraz aşina olsam diyorsunuz. İşte bu gibi senaryolar için bir diğer üçüncü parti uygulaması The Set Listener. Performansına gideceğiniz grubun son konserlerinde çaldığı şarkıları playlist’leştiren uygulama, böylelikle konser öncesi ön hazırlık yapmak için oldukça efektif çözümler sunuyor.

Read article

Beach House’un 7. Harikası

Comments (0) Albüm, Dünyadan, Kritikler

Boşlukta salınma hissi veren gruplardan birisi Beach House. Kendine özgü bir hayran kitlesi olan grubun, 80’lerin ortalarından sonlarına doğru  yükselen ve bir dönem popüler olduktan sonra 90’lı yılların başında cazibesini yavaş yavaş kaybeden shoegaze akımının günümüzdeki temsilcilerinden olduğu da söylenebilir.

Victoria Legrand ve Alex Scally ikilisinden oluşan grup Baltimore çıkışlı. Baltimore hakkında hiçbir şey bilmiyorsak bile, gerçekçilikte çıtayı çok yükseklere çekmiş, eskilerden bir HBO dizisi olan The Wire vesilesiyle bir fikre sahip olabiliriz. Diziyi izlemiş olanlar, ekrandan da olsa sistemin acımasız çarklarının altında ezilmiş ve kısır bir döngünün içinden çıkamayan insanlardan oluşan yorgun, umutsuz bir şehri ve bu şehrin limanlarından içeriye doğru amansız bir illet gibi giriş yapmış, en ücra köşelerine dahi sızarak, arka sokakları, emniyet müdürlüğü binası, okulu, belediye meclisinin koltukları dâhil şehrin her köşesinde hiç durmadan esen melankolik rüzgârı  hissetmişlerdir. İşte Baltimore çıkışlı Beach House, içinde doğduğu atmosferin şekillendirdiği her varlık gibi, bu rüzgârı da katıyor arkasına,  melankolisiyle beslenerek bu bıkkın şehrin. Dolayısıyla, hem Beach House dinleyicisi, hem The Wire izleyiciyseniz ortak paydayı bulabiliyor, ikisindeki ortak hüznü ve yarayı sezebiliyor, adeta bunlardan birinde diğerini görebiliyorsunuz.

Shoegaze, dream pop, lo-fi gibi janrlarda tanımlanabilecek Beach House’un alternatif sevenler arasında hatırı sayılır, sadık bir kitlesi var. Bu kitle, Mayıs ayını heyecanla bekledi dersek abartmış olmayız. Beach House’un 7. stüdyo albümü 11 Mayıs 2018’de yayınlandı. Albümün ismi gayet minimal; 7.  Ayrıca bu albümle beraber toplamda 77 şarkıya ulaşmış oldular. Bu rakamsal duruma, 7 sayısına yüklenen nümerolojik, mitolojik anlamlar da eklenince, özellikle gizemli işlere meraklı Beach House fanlarının kafasında çeşitli soruların ve teorilerin oluşması kaçınılmazdı. Victoria Legrand bunun sadece tesadüften ibaret olduğunu söylese de sıkı takipçileri nezdinde bir süre daha teorilerin havada uçuşacağını öngörmek zor değil.

Grubun Teen Dream, Devotion ve Bloom gibi kişisel olarak çok beğendiğim ve üzerine çıkmalarının zor olduğunu düşündüğüm albümlerinin varlığında bile 7 gerçekten başarılı görünüyor. Aslında bunları söylerken, istikrarı koruyarak kaliteyi hep belli bir seviyede tuttuklarını teyit etmiş oluyoruz.  Bir önceki albümleri olan Depression Cherry içinde yine hipnotize edici özellikte parçalar barındırmasına rağmen çeşitli olumsuz eleştiriler almıştı, fakat 7’nin daha fazla olumlu eleştiri alarak Beach House albümleri arasında en iyilerden birisi olarak görüleceğini düşünüyorum.

Dream pop öğeler içeren şarkılar da barındırmasına rağmen albümün geneline bakılacak olursa shoegaze damarının daha ağırlıklı olduğunu söyleyebiliriz. Dikkatimi çekenler, yine birçok dinleyicinin de beğendiği açılış parçası Dark SpringDive, Girl Of The Year ve farklı temposuyla Lemon Glaw  oldu. Victoria’nın albümle ilgili röportajında Los Angeles melankolisini sembolize ettiğini belirterek “karanlık bir barda oturan, çılgın bir geçmişe sahip eski ve yaşlı bir yıldız” hissiyatıyla betimlediği Drunk in L.A. ise benim için albümün en etkileyici şarkılarından biri. Sözleri kendisine ait olan bu parça hakkında Victoria Legrand’ın yaptığı tasvir, aslında Beach House’un geçmiş birçok parçasında ve genel çizgisinde bulunan atmosferi yansıtıyor. Ve tam da bu yüzden, sadece son albümdeki yaygın shoegaze damarın iyice belirerek kristalize olduğu bir şarkı değil, Beach House diskografisinin özeti niteliğinde bir şarkı olarak bile görülebilir.

Kısaca, Baltimore çıkışlı bu güzel ve hüzünlü ikili, yine uykuyla uyanıklık arasında, hipnotik, melankolik tınılarla dolu olan ve aynı zamanda mistik yorumlara müsait bir isim taşıyan “7”yi kucağımıza bırakarak, son albümleri bekleyen hayranlarını hayal kırıklığına uğratmadı diyebiliriz.

Read article

In Hoodies: Müzik Benim İçin Yaşamsal Bir Boyuta Sahip

Comments (0) Bizim Sahneler, Röportajlar

İlk albümü “A Lunar Manoeuvre” ile yerli alternatif sahnede kendine hatrı sayılır bir yer edinen In Hoodies ile EPIC etiketiyle çıkan yeni single’ı “Coo Coo” üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. In Hoodies için müzik “Yaşamsal Bir Boyuta Sahip”.


İlk albümden sonra tepkiler nasıldı?

Ulaşabildiğimiz kişilerden genelde olumlu tepkiler geldi. Dinleyen eleştirmenlerin ya da dinleyicilerin çoğu da beğendiklerini ifade ettiler. Pek çoğu yazdı, çizdi ya da paylaştı. Dinleyici anlamında da aynı şekilde değerli geri dönüşler oldu. Burada temel sorun, dinlediğinde bu müziğe tepki verebilecek, bu müziğe duygusal karşılığı olan kişilere ulaşabilmek.

Bu sorunu aşabilmek için neler yaptınız?

Kendi adıma söyleyecek olursam, yaptığım şey müzik ve benim için de bu yaşamsal bir boyuta sahip. Dolayısıyla sürekli üretip, daha çok ve daha iyi üretip, daha çok paylaşmak doğru cevap olabilir.

Başka bir yol var mı peki sence?

Bu konu sadece müzisyenle ilgili değil. Tabii, müzisyen ya da herhangi bir formda üreten bir sanatçı hep daha iyi, daha yeni ne olabilir, ne yapabilirim diye düşünmeli, çabalamalı. Ama o eserle iletişime geçecek dinleyiciyle ulaşabilme boyutu, bence başka konumlardaki insanların temel görevi.

Dijital araçlarla birlikte bir bakıma promosyon veya tanıtım konuları gibi durumlar, artık sanatçıların üzerine bir ‘iş’ olarak da ekleniyor. Bu senin üretim alanını kısıtlıyor mu, yoksa sanatçılarının bu tür promosyonlarla uğraşması gerektiğini mi düşünüyorsun?

Farklı farklı üretim ve paylaşım süreçlerine sevk eden ya da bir şekilde mecbur eden her şey hoşuma gidiyor bazen. Bu elbette kolay değil ancak benim adıma sınırlarımı zorladığım bir süreç olduğu da gerçek. Ama bu konuda, tıkanmış süreçler de var.

Özgürlük Yokluğu Hissedilen Şey

Neden tıkandı bu kanallar?

Bloklu kanallar, duvarlar var. Bunları aşmak, doğrudan müzisyenin yapabildiği şeyler değil. Bu son yıllardaki müziğin biraz daha dijital paylaşıma yönelmesi, farklı kanallarda farklı etkiler doğurdu. Tabii ki, temelde algoritmaların yönettiği, maddi desteğe veya çok insana ulaşabilen kişilerin paylaşımına yönelik bir dinlenme yapısı var. Dolayısıyla tek isteğim, insanların kendi istediği müziği, kendileri için anlamlı olabilecek müziği kendilerinin bulabilmesi. Müziği araması ve bulması, ona sunulan veya dayatınla sınırlı kalmaması.

Bir özgürlük mücadelesi olarak adlandırabilir misin bunu?

Burada özgür olabilmek, özgür düşünebilmek gerçekten aranılan, yokluğu hissedilen şey. Kişinin kendini bulabilmesi, ifadesiyle bağlantı kurabilecek insanlara ulaşabilmesi önemli, çok bilinen bir mecranın paylaşım yapması değil. Bunlar kötü şeyler değil elbette, yani insanların yazması çizmesi çoğu zaman çok değerli oluyor. Ancak bir sınır da var, yani bütün sanatsal etkileşim bu süreçlere dayalı olduğunda, sadece sunulan, sana iletilenle çok limitli bir alanda kalıyorsun. Buna temelde ana akım deniyor işte. Bu nedenle kişinin müziği kendisinin arayıp bulması daha önemli diye düşünüyorum. En azından benim için bir anlamı var bunların.

Biraz önce insanlara ulaşabilme konusunda bir sınır var dedin, bu sınırı biraz daha açabilir misin?

Sınır temelde, ekonomik sebepler. Ekonomik sebepler derken de şöyle. Maddi karşılığının ne olacağını veya ne boyutta olacağı, en temel belirleyen oluyor müziği paylaşan insanlar için. Pek çok mecra bu anlamda sorumlu görülebilir. Konser mekanından menajerlere, basın mensuplarından radyolara kadar. Ekonomik karşılığı en çabuk, en hızlı ve en fazla olan işlere yönelim her zaman vardı. Fakat bunu böyle görmeyip, yeni işlere, yeni insanlara, yeni üretimlere yer veren insanlar da var. Ama genele bakıldığında, ilk duvar ekonomi. Veya sanatı ya da sanatsal üretimi, herhangi bir mal alım satımı gibi ticari ya da iktisadi paradigmanın içine sokarak, bir nesne olarak alıp satmak da diyebilirim… Bunun ne kadar kâr edebileceğini, ne kadar kazanç sağlayabileceği üzerinden değerlendirebilmek bu en büyük duvar ya da sınır. Diğer sorun da tanıdıklık. İnsanların mecralarında sadece, ilişkide ve iletişimde olduğu kişilere yer vermesi.

Bu sınır ne gibi problemlere yol açıyor sence?

Hem sanatçıları kırıp, başka türlü üretmeye yönlendiriyor, hem de bazı sanatçılar bu işi yapamaz hale geliyor. Müzisyeni kendi müziğini yapamaz hale getiren ve daha popüler işlerde yer almasına neden olan bir sınır bu.  Bir diğer etkisi ise, ki bu bence çok daha önemli, bir toplumu sığ, yapay, kendini tekrar eden, çoğu zaman çalıntı, kültürel ve sosyal anlamda atıllaştıran seslere mecbur etmek sonucunu da doğuruyor. Buna pop demek ya da ana akım müzik olarak kategorize etmek doğru olmaz, ama temelde atıllaştıran, hayır demeyen, sorgulamayan, sadece eğlenceye yönelik, ya da vakit geçirmeye yönelik işlerin önü açılırken, itiraza yönelik ya da başka seslere ilişkin seslerin önünde daha büyük engeller oluyor.

Şu an itiraza ihtiyaç var mı müzik piyasasında?

Her zamankinden fazla var tabii.

Neden?

Dünyanın genelindeki eğilim gibi, her alanda, her kolda ya da endüstride olduğu gibi her şey hızla yokuş aşağı gidiyor ve buna itiraz etmediğimiz sürece, hayır demediğimiz sürece bu sonun canlı tanıkları haline geliyoruz. Bu yaşam tercihimizde de geçerli. Tükettiğimiz her nesneden, günlük hayatımızdaki tüm pratiklerimize kadar işlemiş bir durumdan bahsediyorum. Müzik ve sanat için de aynı şeyler geçerli. Beslemediğimiz, özen göstermediğimiz şeyler yok olmaya mahkum ve biz de onlarla birlikte yok olmaya mahkumuz. Yani bütün gün, sadece kendimizle ilgilenirsek, kendi kurtuluşumuza odaklanıp sadece kendi konforumuzu düşünürsek, diğer tarafta bazı şeyler ölüyor.

Popüler Olma Kaygısı Taşımadan Üretim

In Hoodies hem gerek sound olsun, hem de diğer farklı sanatları kendi müziğinin bir parçası olarak görüyor. Sence ‘popülere karşı’ bir direniş olarak okunabilir mi?

Çaba olarak öyle algılanması beni mutlu eder. Bir işin popüler olması sorun değil ama popüler olma kaygısı taşımadan üretilmesi değerli. Kitledeki ilk karşılığı yerine, temelde hissedilene, ifadeye ağırlık verilmesi yani. Yapmaya çalıştığım şey insanlarla bir araya gelerek üretmek. Çünkü çok fazla ve çok sayıda iyi üretim yapan insan var. Bunların bir araya gelmesi,  farklı yeteneklerin bir araya gelebilmesi çok değerli benim için. O yüzden beraber çalışabildiğim insanlar, kendimi çok şanslı hissetmeme neden oluyor. İkincisi ise farklı formları bir araya getirerek, ifadeyi daha kuvvetli hale getirebilme imkanı doğuyor ve esas istediğim şey de bu aslında. Benim için bunlar müzikle birlikte evriliyor zaten. Başka görsel formlar, illüstrasyonlar, fotoğraf, video ya da yeni medya araçlarıyla yeni ne yapılabilir diye düşünüyorum. Önümüzdeki tabloya, yeni ne katılabilir diye düşünüyorum. Bu sürekli kafamı meşgul ediyor. Ben bu şarkıyı yaptım ve oldu diye hissetmiyorum. Hep farklı formlarla birlikte kafamda canlanıyor. Orada da farklı birliktelikler doğuyor. Kolektif ruh eşsiz bir şey, o işi başka türlü bir bütün olarak ortaya çıkarmamızı sağlıyor.

Multidisipliner anlamda örnek aldığın ya da beğendiğin bir proje var mı?

Çok fazla multidisipliner çalışmalar olarak görmesem de, mevcut sınırları nasıl aşabiliriz düşüncesine yönelik tekil örnekler görüyorum. Tabii müzikle, diğer görsel sanatların da içinde yer aldığı değerli örnekler var ama bir kişinin yaptıklarını takip etmek yerine, etrafımdaki şeyleri hissetmeye çalışıyorum diyebilirim. Burada ne oluyor, çevremde neler oluyor, dünyada neler yaşanıyor, yaşadığımız şey ne ve neyin içindeyiz. Bu tekrarın ya da kısır döngünün içinden nasıl çıkılabilir. Bu bir şarkıyla da olabilir, ama daha kuvvetli ifadeler denemek, özgün üretimleri olan sanatçılarla bir araya gelebilmek çok daha değerli geliyor.

Hikayenin tek kanaldan akmasını istemiyorsun sanırım.

Tabii; örneğin kenara yazdığınız 3-5 satırın, bir illüstrasyon sanatçısının elinde başka bir şeye dönüşmesi, bir şarkıyı dinleyen heykeltıraşın, şarkıyı dinleyip, şarkının heykelini yapması,  sizin onun heykeline bakarak, bir melodi yaratmanız, ifadeyi çok daha anlamlandırıyor. Çok katmanlı bir hal almasını sağlıyor.

Bir besteyi yaptın, aslında bitmiş bir iş o. Onu daha ileriye götürmek için neler yapıyorsun?

Genelde üretim süreci içinde canlanıyor kafamda. Yani şarkıyı yazarken de, bir söz aklıma geldiğinde de başka şeylerle birleştirmeyi seviyorum ya da başka insanların tetiklediği şeyler de oluyor. Biri mesaj atıyor, görsel tarafa ağırlık verdiğinizi görüyorum ve ben de bir şeyler çizmek isterim diyor. Ben de, karşılık olarak böyle bir şey yaptım geçen gün diyorum, aklımda şöyle şeyler var diyorum. Bir araya gelmeye başlıyoruz sonrasında. Bunun tersi de oluyor tabii; ben birisinin işini görüp, bir şeyler üretmeye yelteniyorum. Eğer yakın hissediyorsam, ulaşıp beraber bir şeyler yapmayı öneriyorum. Böyle böyle, sonu gelmeyen süreçlere dönüyor.

Yeni single “Coo Coo”  nasıl bir üretim süreci vardı?

“Coo Coo” uzun süredir, riffleri kafamda olan ve bir süredir de konserlerde çaldığımız bir şarkıydı. Konser sonlarında insanların gelip sordukları, dolayısıyla benim için farklı bir değere oturan bir şarkı oldu. Tabii herkesin nasıl algılayacağı farklıdır ama benim için ilk itici güç delirtici bir rutine oturan günlük hayat oldu.

Bir Mahşer Sürecinin İçinden Geçiyoruz

Coo Coo” neyi dert ediniyor?

Sonu aslında yaşıyor olduğumuz. Nasıl diyeyim, bir mahşer sürecinin içinden geçtiğimiz ancak hiçbirimizin bunu ifade etmeyişi ve bir şekilde devam ediyor olmamız üzerine bir şarkı. Bendeki karşılığı bu nedenle daha farklı olmaya başladı. Bu yüzden nakaratta “la la la” diyor şarkı. Durdurmadığımız gibi sanırım durdurmaya çok çalışmadığımız bir şeyin içindeyiz ve yüzleşmek yerine zaman geçiriyoruz. Bu noktada müziğin de sadece eğlenceye yönelik üretilmesi bir diğer sorun. Sadece eğleniyoruz, dans ediyoruz. Aslında burnumuzun dibinde olan o şeyi görmemek için kafamızı çeviriyor, duymamak için “la la la” diye bağırıyoruz.

Sorun var mı peki?

Var fazlasıyla var. Bu nedenle şarkıyı bir çeşit kese kâğıdı ile yayınlama fikri doğdu. Kese kâğıdının üzerinde liriklere ve şarkının ifade ettiği slogan vari ifadelere yer vererek anlatmak istedim. Çok fazla plastik var, çok fazla tüketim var gibi… Şu şu sorunlar var ve neden umursamak artık önemli değil gibi düşüncelerle…

Müzikte bilinçsiz tüketimi bir problem olarak görüyorsun sanırım.

Dijital streaming servisleri, şarkıların artık herhangi bir sosyal medya portalındaki içerikler, her hangi bir reklam gibi sadece scroll edilen, 10-15 saniye dinlenen şeylere dönüşmesi, içselleştirmeden tüketilmesi benim için bir yaklaşım problemi. Şarkı ve bağlantılı tüm üretimler bu yüzden özellikle fiziksel olarak boş olan bir formda yani boş bir kese kâğıdında. Kâğıt atılacak, yerlerde uçuşacak bir şeyken bazen görülebilecek, bazı kişilerce farkedilecek, kişinin belki aldığı elmayı, kahveyi taşıdığı şeye bakıp, bunun içinde bir şey varmış diyebileceği ve bir şekilde o formu sorgulamakla, müziğin geldiği formu ve tüketimi sorgulamakla şekillendi kafamda. Bunların hepsi aslında, temelde anlam ifade edebileceğini düşündüğüm, insanlarla bağ kurabilme çabası… Yok olduğunu düşündüğüm bir şeyin içindeyken, ifadede bir yoğunluğun ve bir tür aciliyetin gereki olduğunu düşünüyorum. Bu kadar üretme çabası, bu kadar insanlarla iletişim kurma çabası da bu yüzden.

Ne gibi çalışmalar olacak yeni single için?

Kese kağıdındaki linkte 20 farklı sanatçının şarkıya ilişkin üretimleri olacak. İllüstrasyonlar, hikayeler, gifler, videolar ve farklı başka materyaller… Kısacası şarkı için hazırlanan içerik hızlı tüketilebilecek bir şey değil. Köleliğe ilişkin metinlerin gizlendiği choker modellerinden, haşere ile mücadele ilanlarına, diş gıcırdatmayı önleme için üretilmiş sahte dişlik reklamlarından, sosyal anksiyeteyi işaret eden kıyafet eskizlerine kadar farklı 50 civarı üretim var linkte ama yüzeydeki kese kağıdı alınıp atılabilecek hatta çoğu zaman hiç görülmeyecek bir form. Görsellerin büyük kısmı;  temelde sömürüye dayalı sistemlerden başlayarak bugünümüze geliyor. Kölelikten tutun da, cinsiyet ayrımcılığına ya da fikirlerimizin hiçbirinin, kendi fikrimizin olmayışı, rızanın üretimi konularına ya da dünyadaki siyasi konularına kadar… Temel düşünce, herkes müziği, sanatın ekonomik karşılığı üzerinden tartışırken, tüm üretimleri farklı bir formda, farklı medyalarla ve karşılıksız olarak insanlara sunabilmek. Bir arada üretip tüm işlerin birbirini beslemesi.

Müziği bütün dünya dinlesin, Türkiye dinlesin diye yapmıyorum

Coo Coo” da nasıl bir sound var?

Biraz daha sert, biraz daha gürültülü, synth’lerle başlayıp aynı şekilde biten yüksek tempolu bir şarkı. EP’deki sound’a biraz daha yakın diyebilirim.

Sony BMG’den çıkacak bu albüm. Sony ile ilişkiniz nasıl? En nihayetinde ana akım’la ilişkili bir firma.

Birkaç konu var aslında. Bağımsız görülen alternatif sahne, ana akım dışı sahnede görülen müzisyenlerin biraz daha paralelindeki yerle bağlantıya geçtiğinde bir çeşit bir burun kıvırma durumu oluyor. Bence oradaki en değerli şey, ana akım label’ların özellikle sub-label’larıyla farklı müziğe ilgi gösterebilir hale gelmesi. Zaten böyle bir şeyin tebliğ edilmesi gibi bir durum yok, zorunluluklar içerisinden çıkan bir şey değil. Siz içinize sindiği ölçüde, kendi hayallerinize uyduğu ölçüde bir şeye evet ya da hayır diyorsunuz. Bizim Sony ile işbirliğimiz, tamamen bu şekilde gerçekleşti. Sony’nin burada oluşturduğu sub-label’lar üzerinden ilerledi. EPIC gördüğüm kadarıyla biraz daha alternatif işlere kapı açacak bir yapı olmayı hedefliyor. Yine anlaştıklarını bildiğim ve benim de çok çok sevdiğim insanların işlerini yayınlayacaklar. Ben bu adımları olumlu görüyorum. Birincisi müziğin daha çok insana ulaşması açısından önemli. İkincisi müzisyenlerin, bir meslek olarak müziğe devam edebilmesi konusunda, en azından daha iyi bir alan oluşturabilmek için bunu değerli görüyorum. Zaten yaptığımız şeyi, buradan çok zengin olmak amacıyla değil, temelde bir ifade etme biçimi ya da paylaşabilme güdüsüyle yapıyoruz. Bunu genişletebilecek şeyler çok daha olumlu oluyor. Benim tek başıma yapamayacağım bir şey, firmanın desteğiyle başka formlara ulaşıyor. Bunu böyle görmeye çalışıyorum. Zaten yaptığım müziği bütün dünya dinlesin, Türkiye dinlesin diye yapmıyorum. Bu gerçekçi de olmaz. Sadece dediğim gibi, dinlediğinde bir duygusal karşılığı olabilecek insanlara ulaştırılabiliyorsa, bu benim için çok daha değerli.

İlk albümde Müzik Hayvanı, şimdi ise EPIC. Üretim süreçlerinde ne gibi farklar var?

İkisi de aslında bitmiş işlerin onlara sunulmasıyla oldu. Ben de tabii yaşayarak göreceğim. Sadece daha kalabalık ve dinamik bir ekiple, yaklaşım ve özen farkının olduğunu söyleyebilirim.

Yerli sahne üzerine ne düşünüyorsun? Büyük bir alev vardı, fakat zamanla köz haline geldi. İnsanların ilgisi yavaş yavaş kaybolmaya başladığını düşünüyorum.

Aslında bu konuşmanın başındaki ekonomik ve siyasi etkenlerle ilişkili bu soru. Bana sorarsanız bu ülkede veya dünyanın herhangi bir yerindeki müziği, yerli sahne olarak ayırmak bile doğru değil. Etrafımızdaki üretim üzerinden değerlendirildiğinde, her yerde çok iyi işler yapılıyor. Bu yine ne şekilde ve nasıl sürdürüldüğü ile ilişkili. Ekonomik ve siyasi engeller, bir sosyal olay sonucunda yurt dışından grupların gelememesi gibi nedenlerle buradaki gruplara daha fazla ilgi gösterilmesi gibi yaklaşımlar çok yüzeysel kalıyor.  En üzücü şey bu kısa süreli ilginin temelsiz karşılığına kapılıp sonradan üretimin sekteye uğraması olur, ancak ben üretimin azaldığını düşünmüyorum. Çok fazla insan, çok değerli şey üretiyor. Yanlışlık sadece müzisyenlerle ilgili değil. Tabii ki müzisyenlerin daha çok üretmesi ve paylaşması gerekiyor. Yani kendi limitlerini zorlaması ve bir arada daha çok durması gerekiyor. Bir de bu endüstriyse, her ne kadar bu güzel bir tabir olmasa da, bir işse müzisyenlik, bu endüstrinin diğer kollarındaki insanların da daha hassas olması gerekiyor. Konser mekanları, organizasyon firmaları, festival düzenleyen yapılar fikir sanat üretimine yaklaşırken konunun ne olduğunu fark ederek, biraz daha hassas olmalı.

Peki mekanlar sence yerli sahneden müzisyen ya da gruplara yeteri kadar yer veriyor mu?

En başta kimse, kimseye yer vermek zorunda değil. Böyle bir zorunluluk yok. Ama yanlış olan şeylerden biri; buradaki sömürü devam ederken ve limitli bir sahne söz konusuyken, yurt dışından gelen veya burada daha bilinen gruplara tavırla, daha genç veya yeni gruplara gösterilen tavır arasındaki fark, çifte standart. Bu dinamik aslında çok değişmemişken, yerli sahneye, bağımsız müziğe destek gibi tanıtımlar yapmak çok yanlış. İkincisi ise bir şeyi olduğundan farklı göstermek. Burada çok değerli mekanlar var elbette. Ancak halen çoğu mekan, pek çok müzisyeni, sadece kapıya çalmak dediğimiz yani satılan bilet üzerinden bir pay karşılığı veya ikram üzerinden çaldırıyor. Benim limitli bildiklerim dahilinde, bunun sömürü dışında bir tanımı yok.

Neden?

Çünkü dünyada evrensel temel iş hukuku prensibi çalışan insanın emeği karşılığında, çalışması sonunda alacağı maddi karşılığı bilmesidir. Dolayısıyla siz herhangi bir iş kolunda, bu akşam buraya gelecek insan sayısı adedi üzerinden, ya da bilet sayısı üzerinden, ya da oradaki içki satışı üzerinden ücret alacaksanız diyemezsiniz. Eğer diyebiliyorsanız, dükkanlarının önüne bugün lokantamıza gelecek kişi sayısına göre garson ücretlendireceğiz, ona göre garson aramaktayız demek de gerekiyor. Bu neden olmaz ? Çünkü mavi yaka ya da fizikesel iş gücüne dayalı gördüğü kişilerin itirazından daha çok korkarlar. Ama daha eğitimli, beyaz yaka gördüğü, nazik veya daha hassas gördüğü müzisyenlere, fikirsel çalışması daha yoğun kişilere bunu diyebiliyorlar çünkü biz müziğinize sahne açıyoruz, bunun bir ekonomik karşılığı yok düşüncesi oluyor. İki cevap akla geliyor; ekonomik karşılığı yoksa bunu savunarak hareket eden kişilerce bu iş yapılmamalı, farklı bir iş yapmalılar. Şu an bütün Beyoğlu’nda olduğu gibi, büfe açabilir, dönerci açabilirler fakat bu yaklaşımla kitapçı açılmaz, çünkü orada ekonominin ötesinde bir değer söz konusudur.  Kültür ve sanat yaşadığınız yerdeki yapıyı, meyvenin kilosundan daha farklı boyutta etkiler. Konser organizasyonu üzerinden konuşacak olursak, bunun bir iş olduğunun ve iktisadi tarafının olduğunu farkındayım, fakat sanat sadece bu şekilde değerlendirilecek bir şey değildir. Sanata böyle yaklaşıldığında etki toplumsal anlamda çok daha yıkıcı oluyor. İkinci faktörse, sahne açmak savı; burada da bir duygu sömürüsü olduğunu görüyorum. Özellikle genç ve müziğini çok sayıda kişiye ulaştırma gereği duyan kişilerin, müziğe tutkusunun sömürüsü var. Herkes müzik yapmak istiyor, herkes sahne almak istiyor. Burada birlik sağlanamadığı sürece sömürü devam ediyor.

Sence bu birlik sağlanabilir mi?

Elbette sağlanabilir.

Nasıl olacak bu iş?

İnsanların aynı gemide olduğumuzun farkında olması gerek. Biri punk yapıyor, öbürü rap yapıyor, bu ünlü, diğeri değil, biri Peyote’de çıkıyor, diğeri Zorlu’da çıkıyor demeden, biri “no-name”, diğeri “established” gibi saçma etiketleri kenara bırakarak, temel değerin ses olduğunu, ses üretmek olduğunu farkına varmak gerekiyor. Bu merkezde birleşip diğer ayrılıkları bir kenara bırakıp, ortak kararlar alınması gerek diye düşünüyorum. Bugün İstanbul’da müzik mekanlarında çalan atıyorum 50 grup varsa, bunların hepsi aynı anda ben çalmıyorum dediğinde, sistemde bir çatırdama olacaktır.  Aynı şekilde müziğe zarar verdiğini düşündüğümüz yaklaşımlara karşı hep birlikte hayır dersek veya nelerin değişimiyle müziğin ve müzisyenin, dolayısıyla toplumun kültürel ve sosyal yapısının daha iyi besleneceği konusunda bir arada düşünüp, bir arada hareket edersek pek çok değişebilir.

Read article

Dünya’yı Hissettiği Müziğe Dönüştüren Grup: Angus and Julia Stone

Comments (0) Dünyadan, Konser

Son günlerine yaklaştığımız (İngiltere- Hırvatistan maçı akşamı) Dünya Kupası heyecanına  -bu turnuva için “heyecan” kelimesi tartışmaya açık-  Zorlu PSM’de kurulan dev ekran vesilesiyle dahil olmanın ardından, ön grubumuz Kalben’i dinlemeye gecikmeli bir giriş yaptık.

Maçı izleyen kalabalık kitleye güvenerek, konsere giren kişi sayısının az olacağını ve en önlerden yer kapabileceğimizi düşünmenin büyük bir hata olduğunu anlamamız birkaç saniye sürdü. Çılgın kalabalığı selamladık ve kendimize güzel bir yer bulmak için çabalamaya koyulduk. Bu sıralarda Kalben sahneye çoktan çıkmış, son şarkılarına yaklaşmıştı. Bu çaba esnasında fark ettik ki, ana grubumuz Angus and Julia Stone’u dinlemeye gelen kalabalık, ön grubun şarkılarına pek hakim değillermiş. Böylece biz de kendimizi bu konuda pek fazla yadırgamamış olduk. Ancak Kalben severlere güzel bir spoiler verebiliriz: son şarkı olarak, konserden üç gün önce evvel bestelediği parçayı paylaştı bizlerle. Yeni bir şeyler geliyor yakında, beklemede kalınız!

Şimdi gelelim canımız, naif, sakin, dingin, melankolik yanımız Stone kardeşlerin nefis konserine;

Kullandığımız sıfatların böyle olduğuna bakmayın, konserde gördük ki yüksek tempoya uyarladıkları şarkıları ve klavyenin gücüyle eğlenceli yanımıza da dahiller!

Konsere en sevilen parçalarından biri olan “Draw Your Swords” ile giriş yapan grup, albüm versiyonlarından farklı olarak şarkıyı çok daha galaktik bir hale getirmişler. Bunun şaşkınlığıyla karşılaştık derken, fonlarında beliren uzay temasıyla sanki yer çekimi ortadan kaybolmuş ve ütopyalara doğru uçuyormuşuz gibi bir atmosferin içinde bulduk kendimizi. Müzik ve dev görsel kullanımı bu anlamda birbirlerini muazzam tamamlıyordu. Julia’nın naif sesi ve Angus’un karizmatik duruşu da tüm bunları destekleyici nitelikteydi tabii ki…

Angus ve Julia kardeşlerin neredeyse her şarkı için farklı bir enstrümana geçiş yaptıklarını söylesek abartmış olmayız herhalde. Zaten kendileri de, yaptıkları konser öncesi röportajda “müzik araçları değişse bile biz farklı enstrümanlar keşfederek çalmaya devam edeceğiz.” şeklinde dile getirmişler bu durumu. Bu kadar çok enstrümanın bir açıklaması olmalıydı. Bu da şöyle bir güzellik katıyor bizce onlara; grubun şarkıları genellikle hisler üzerinden ilerliyor ve temasal olarak “gitmek”, “kalmak” gibi eylemler ön planda. Ancak bunların hepsini öyle farklı ses ve ritimlerle karşımıza çıkıyorlar ki… Hepsi farklı bir “gidiş” oluveriyor böylece. Aynı temalardan ilerlemenin büyük bir riski de “sürekli kendilerini tekrar ediyorlar.” gibi eleştirilere maruz kalmak olsa gerek. Angus ve Julia kardeşler ise her birine apayrı tatlar vermeyi çok şahane başarmışlar.

Grup, her ne kadar son albümleri “Snow” kapsamında ülkemize gelmiş olsalar da, setlistlerine eski albümlerinden ( özellikle en sevilenlerden biri olan “Down the Way”) parçaları da bolca dahil etmişler. Turne kapsamında olan bu konsere çok özenerek hazırlandıklarını daha ilk saniyelerde hissetmiştik ve bu atmosferi konserin son anına kadar korudular hatta arttırdılar desek yeridir.

Yine verdikleri konser öncesi röportajda şöyle bir sözlerini okuduk. “Yapılacak en güzel şeylerden biri, dünyayı hissettiğimiz müziğe dönüştürmek.” İşte bizlere tam olarak bu cümlelerinin uygulayıcısı bir konser düzenlemişler. Bir cümle ne kadar iyi somutlaşabilirse, o kadar…

Işık kullanımı da oldukça iyi olan grubun kullandığı hareketli görseller gecenin en göz alıcı kısımlarından biriydi. Her şarkıda değişen görseller hem şarkıya kapılıp gitmemizi sağlıyordu hem de bazılarında öylece durup sadece kendilerine baktırıyordu. Her ne kadar melankoli dolu tınıları olsa da çoğu şarkıya eşlik eden, enerjisi yüksek bir kalabalık ve bundan oldukça memnun gözüken bir grup vardı sahnede. Bu atmosfer sayesinde o gece bizler de dünyayı hissettiğimiz müziklere dönüştürmüş olduk belki de. Kendi dünyalarımızı…

Bir de, bir grup vardır dinleyicileri eğlendirmeye gelmiştir. Bir de Angus and Julia Stone vardır bizleri eğlendirmenin yanında kendi içlerinde de sahnede deli gibi eğlenmişlerdir! Dansları, iki kardeşin aralarındaki şakalı hareketleri, bizlerle sohbetleri… Daha nicelerini dahil edebiliriz.  Bis’te çaldıkları “Big Jet Plane” şarkılarında Angus’un telefonlarınızın flaşını yakıp bize tutun, bizim için çok güzel oluyor demesinden sonra hepimizin telefonları çıkarıp şarkıya eşlik etmesi, konserin en akılda kalıcı, keyifli anları arasında yerini aldı diyebiliriz. Bu noktada, Julia’nın bir şarkıda elinde gitar varken diğer eliyle de trompet çalmasını izlemenin keyfinden de bahsetmeden geçemeyiz…

Konserin kapanışını yine “Down the Way” albümünden “For You” ile yapan Stone kardeşler, bize uzun süre unutamayacağımız bir deneyim yaşattılar ve müthiş bir keyifle ayrıldık konserden. Umarız ki onlar da konser öncesi bol bol gezinti yaptıkları İstanbul’u ve insanlarını sevmişlerdir ve arayı çok açmazlar. Kaçıranlar ve yeniden dinlemek isteyenler için de çıldırmacalı bir mutluluk olur böylece! 🙂

Read article

Tomorrowland 2018 – EDM’in Yıldızlar Geçidi

Comments (0) Dünyadan, Konser

Tomorrowland 2018 bu sene olayı gerçekten abarttı. Zaten her abartan EDM festivali gibi ne yazık ki can kaybı dedikoduları da konuşulmaya başlandı ama ne kadar doğrudur bilemiyoruz. Zira henüz yapılmış resmi bir açıklama yok. Yine de bu, TML 2018’in [her sene olduğu gibi] bu sene de inanılmaz setlere ve dj’lere ev sahipliği yaptığı gerçeğini değiştirmiyor.

Armin van Buuren ve Veni Vici’nin liderliği üstlendiği ekibin bir araya getirdiği United şarkısını 2018 anthem’i olarak açıklayan TML’de AvB’nin insanüstü performansı inanılmazdı. Zira Main Stage’de çıktığı ilk gün sahnede 3 dakika parmağını tek bir noktaya kilitleyerek dinleyicilerle dalga geçen setinin sonunda ‘Abi ısınma turunu bitirdim, haberiniz olsun’ mesajını verirken haftasonu ASOT Stage çıkışında üşenmeden tüm dinleyicileri tek tek transın kaydıraklarından kaydıra kaydıra bitap düşürdü.

 

AvB hızını alamamış olacak ki 1 hafta içinde bu sefer Romanya’daki Untold’da 7 saatlik insanüstü bir performansa daha imza attı. Yazılan yorumlara bakılırsa 10-20 set dinlemek hedefiyle festivale giden bizi kıskanan batının üniversitelerinde okuyan gençleri setlerin ağırlığının gerçek yüzünü gördüklerinde 4-5 sete ancak iştirak edebilmişler. Ne yazık. O avroları ver bakalım GOP’un bağrından kopmuş yağız Türk delikanlısına, her enerjisi bittiğinde akide şekerlerini çaka çaka kaç sete gidiyor. Her neyse.

Bunun yanında Türk Bayrağı da gördük bu TML 2018’de. Tabii AvB setini dinlerken diğer ülke katılımcıları tatlış ve ponçik danslar eylerken bizim gardaşlarımızın dünyanın yıllarca kez üst üste en iyi DJ’i seçilmiş, 2001’den bu yana ASOT prodüktörlüğünü yapan, 37 milyon dinleyicisi olan AvB’yi ‘Bravoaa’ nidaları eşliğinde onaylamaları pek şık değildi. Diğer taraftan, bu sene tüm EDM camiasını üzen bir haberle hayata veda eden Avicii’nin festivalde anılması ve açılan İsveç bayrağı, festivale damgasını vuran olaylardan biri olarak hafızalarda yerini aldı. RIP Avicii.

TML ‘18’de Axwell ve Hardwell’in setleri, EDM favorileri olarak öne çıktılar. Özellikle Axwell’in Sebastian Ingrosso’nun çığırtanklıktan başka pek bir şey yapmadığı mainstage sonrası teklediği performans, her festivalde yaşanan mainstage’e mi gitsek diğer stage’lere mi baksak ikileminin TML’de ne kadar derinleştiğini anlatmaya yetti. Zira ülkemizin popüler Çeşme insanları sayesinde en sevilen DJ’lerinden olmayı başaran ve Türkiye’nin %50’sine göre tek DJ, tek müzik türü, tek dans tipi, tek stage konseptinin global EDM sahnesindeki temsilcisi olan Solomun abimiz mainstage’de kendine yer bulamadı. Diğer taraftan Tiesto da bu sene mainstage’de değildi ve kendisinin yaşının ilerlediği gerçeği dikkati çekti.

Veni Vici, otantik psychedelic setleriyle yine tarzın takipçilerine neden genre’nın 1 numarası olduğunu bir kez daha hatırlattı. Sete AvB ile birlikte düzenledikleri United ile girip Free Tibet ile devam ettiler. Setin sonlarına doğru dinleyicileri sürükleyip götürdüler, getirdiklerinde ise farklı açıyla indiren müthiş dark mix’lere imza attılar. Zira TML’de Veni Vici ile dans edip atletikleşmeyen, hare çıkarıp seviye atlamayan bir tane EDM dinleyicisi yoktur. Varsa da o aslında EDM dinleyicisi değildir, kendisini öyle sanıyordur. Bu konuyu eşelemeyeceğim. EDM’i Coachella’dan ibaret sanan David Baguetta’cılarla uğraşamayacağım zira seti de çok kötüydü.

Steve Aoki’nin klasik Mushi Mushi açılışlı, La Casa de Papel influence’lı seti ve dünyanın (şimdilik) en iyi DJ’i olarak kabul edilen Martin Garrix’in seti dinlemeye değerdi.

Rafine edilmiş, özenle seçilmiş setler de TML Aftermovie’si ile beraber hediye. İyi eğlenceler.

Ozancan Demir

Read article

Koşulsuzluklara Ses Olmak yahut Sakıncalılık Üzerine

Comments (0) #Rap, Serbest Bölge

“Rap ve hip-hop, Robert E. Lee heykelinden daha zararlı”

Bu kışkırtıcı sözler efsanevi caz trompetçisi Wynton Marsalis’in Mayıs ayında Jonathan Capehart’a verdiği bir röportajda geçmişti. Sürekli dönüp dolaşan, hip-hop kültüründeki ırkçılık tartışmaları ve hip-hop’ın siyahi topluluğa zararları tartışmasına bu örnek üzerinden bir bakmak istedim.

“My words are not that powerful. I started saying in 1985, I don’t think we should have a music talking about niggers and bitches and hoes. It had no impact. I’ve said it. I’ve repeated it. I still repeat it. To me that’s more damaging than a statue of Robert E. Lee.”

Güney’in kahramanı Robert E. Lee ve heykel meselesi

Robert Edward Lee, İç Savaş Dönemi Amerika’sının en öne çıkan figürlerinden. Memleketi Virginia’nın köleliğin kaldırılmasını talep eden Birlik’ten ayrılma kararı üzerine, tarıma ve plantasyonların devamlılığı için kölelerin iş gücüne dayalı Güney’in tarafını seçerek Konfederasyon Ordusu’nun efsanevi komutanı olmuş isim. Dönemin en kanlı geçen muharebelerinden Gettysburg’den bahsedilirken ‘yanlış hesaplama’ ve ‘yenilgi’ sözcükleriyle adını tarih derslerinde duyurur aynı zamanda.

Ek bir bilgi: Abraham Lincoln İç Savaş’ın patlak vereceği anlaşılınca kendisine Birlik Ordusu’nun komutasını almasını teklif eder. Karısına yazdığı mektuptan Lee’nin de aslında kölelik yandaşı olmadığını öğreniyoruz. Fakat Virginia’nın Güney’i desteklemesi üzerine memleketine ve insanına arkasını dönemeyeceği için Abraham Lincoln’ın teklifini reddederek istifasını verir. Bu sebeple kimi tarafından onuruyla, kimi tarafından da köleliği seçmesiyle bilinir. Kuzey’e büyük kayıplar verdirmesi, bir nevi kan aşkı ve çoğunu Meksika-Amerika Savaşı’nda öğrendiği söylenilen taktikleriyle kahramanlarındandır Güney’in.

O dönemlerde Konfederasyon’un önemli figürleri için dikilmiş heykeller Amerika’nın bazı eyaletlerinde hâlâ varlık gösteriyor. Köleliğin devam ettirilmesini isteyen tarafın heykellerinin halka açık alanlarda hâlâ sergileniyor oluşu, siyahiler için sessiz bir baskı ve hatırlatma unsuruyken işlenen insanlık suçunun farkında olan her vatandaş içinse utanç verici bir durum. Açık yara misali; unutulmasına, aşılmasına ve onarılmasına izin verilmeyen bir geçmiş ve sürekli bunun yükümlülüğü altında sürdürülen hayatlar.

Marsalis’in memleketi New Orleans, İç Savaş döneminden kalan dört heykeli ile bu eyaletlerin arasındaydı. Konfederasyon Ordusu komutanı Robert E. Lee’nin heykeli, bu dördü arasından boyutu açısından en göze çarpanı ve en son indirileniydi. 2015 yılında bu doğrultuda alınan belediye meclisi kararında en çok etkisi olan ismin de Wynton Marsalis olduğunu öğreniyoruz. Tartışmanın isim konusu buradan çıkıyor.

Peki, yıllarını ırkçılığa karşı savaşarak geçirdiğini bildiğimiz bu isim hip-hop ve rap’in etkilerini karşılaştırırken neden bu kadar ağır bir dil ve figür seçti? Asıl ifade edilmek istenen neydi, böyle önemli bir müzisyen tarafından neden siyasette ‘political incorrectedness’ denen siyasal yerindesizliğe fırsat verilmişti?

Ne yazık ki, bunun bir cevabı yok. Marsalis’in tepkiler üzerine Facebook’ta yaptığı açıklamasına baktığımızda da böyle güçlü bir ifadenin nereden geldiğini anlayamıyoruz. Biraz geri adım, biraz yanlış anlaşılma, biraz genelleme, biraz da alınganlık diyoruz. Pornografi ve benzeri uygunsuz içeriğin normalleştirilmesi ve yaygınlaştırılmasına tepki haklı şekilde aynı tutuluyor, fazla genelleyici ifadede düzeltme görülüyor. Öbür yandan kastının, türü icra eden herkesi kapsamadığını belirtirken ‘Siz yanlış anladınız ve yorumlarınızda fazlasıyla cömert oldunuz’ tavrı seziliyor. Ağır söylem için herhangi bir geri adım ya da ‘Yahu bu da ağır kaçmış, kabul’ benzeri bir ifade yok. Robert E. Lee ve diğer Konfederasyon üyelerinin heykellerinin siyahiler üzerinde hip-hop kültürü kadar göz önünde ve etkili olmadığı (?) önerisi ise hala sorgulanası.

Pornografi ve hakaret içerikli bir müzik türü yahut baskı görmüş toplulukların mikrofonu

Olaya çok büyük tepkiler vermeden iki boyutu da ele alabilmek gerekiyor.

Sığlaşma, rahatsız edici içerik kullanımı ile müzikal açıdan (armoni, melodi vs.) kalitesi görece düşük varsayılabilecek bir tür olarak rap ve bunun kurumlaşmış olarak hip-hop kültürüne yansıyışı, Marsalis’in asıl hedefi. Öbür tarafta ise ırkçılığa, asimilasyona, haksızlıklara ve sokaklara yıllardır ses olmuş ve gücünü günümüzde Common, Mos Def, Kendrick Lamar, Rapsody, Joey Bada$$, J-Cole gibi isimlerle iyice arttırmış bir kültür olarak hip-hop duruyor.

‘Ghetto’dan; varoştan, koşulsuzluklardan çıkan ve bu kültürün temsilciliğini üstlenmiş hip-hop, içeriği ve ilgilileri açısından belirli bir topluluk demografisine sahipti. Siyahi topluluğun yaşadığı sorunlardan bağımsız beyazların hip-hop’a yönelmesi, müzik piyasasında kapitalistleşme, para kaygısı ve küreselleşme ile konular, icra şekli ve dinleyici kitlesi değişmeye başladı.

Para kaygısıyla popüler kültüre kayabilmek için belirli kutulara tik atma yükümlülüğüne giren hip-hop öbür taraftan Tupac Shakur, A Tribe Called Quest, Mos Def, Jay-Z gibi kökenlerine sadık müzisyenleri yetiştirmeye devam ediyordu. Sosyal meseleler işin içinden çıkarılıp içerikte uyuşturucu, pornografi, kimi gruplarca kutsal kabul edilen şeylere saygısızlık ve ağır küfür kullanımının arttırılmasıyla ise farklı bir alana yönelim gerçekleşti. Buna örnek olarak Rolling Stones dergisine de siyasetin umurlarında olmadığını söyleyen Snoop Dogg ve Wiz Khalifa’yı verebiliriz sanıyorum. Baskıyla karşılaşan azınlıkların müziğinden çıkarak kapitalist hayat tarzını en açık şekilde gösteren ve rapçilerin lüks arabalarını, evlerini, kıyafetlerini, takılarını, kadınlarını, kumalarını övdüğü bir tür haline gelmeye başladıkça rap belki de en çok, bahsedilen zorluklardan geçmiş olanları rahatsız eder oldu.

Wynton Marsalis, kardeşi Branford Marsalis’in aksine bu aralar fısıltılarla da olsa kulaklarda dolanmaya başlamış ‘caz polisliği’ne yakın isimlerden. Daha kibar bir şekilde, ‘purist’ deniyormuş kendisine. Cazın avant-garde ve fusion’a yönelmesine, farklı türlerle eklemlenmesine tepkileri ve dolayısıyla gelenekselci duruşuyla tanınıyor. Yenilikçi çevrelerden Marsalis’inki gibi katı yaklaşımlara cevap genelde “Faşist!” oluyor. Dönemin kalıplarını kırmış ve mümkün olduğunca farklı alanlara yönelmiş, kendini asla tekrarlamamış, hatta eski parçalarından birini çalması istendiğinde albümünü almalarını, zira o parçanın o zamanlarda kaldığını söyleyen Miles Davis’e bir rock yıldızı demesine rağmen bu kafa yapısına oldukça çelişkili hareket ettiği söylenebilir.

Aslında Marsalis’in anlatmak istediği; siyahi topluluğu, özellikle de kadınları küçük düşürücü içeriklerin kullanılması, hitabette tercih edilen aşağılayıcı söylemler ile ahlaki değerlerin siyahiler içerisinde kaybolması ve bu durumun özellikle gençlere sakıncalı oluşuydu. Wynton Marsalis gibi Sivil Haklar Hareketi’nden gelen, tüm bu olayları tarih derslerinde değil bir gerçeklik olarak öğrenmiş olanlar için tahammülü mümkün olmayan ‘nigger’ kelimesi, açıklamasındaki yüksek ton ve genelleyici yaklaşıma biraz da olsa anlam getirir nitelikte. Fakat hip-hop üzerine kalın bir fırçayla çizik atılmış olması, yıllardır Afroamerikan topluluğun yaşadığı sosyoekonomik ve siyasi problemlere mikrofon tutup tepki göstermiş, kolektif şuura katkıda bulunmuş, bunu ülke sınırları dışına taşıyarak tüm dışlanmışlara ve azınlık gruplara kendilerini ifade edebilecekleri bir taban vermiş bir kültürün silinmesi demek. Komple bir kültürü bu tip bir yorumla Amerikan toplumunda hala devam eden kölelik ve aşağı ırk algılarını siyahlar üzerinde sessizce direten bu heykellerle karşılaştırmak ve bir spektrum üzerinde aynı zarar derecesine yerleştirmek ne kadar doğruydu, Marsalis’in de aldığı tepkiler üzerine yazdığı ‘Hepsini dâhil etmemiştim’ mesajıyla kendini gösteriyor.

Aynı tip bir söylem, zamanında şu an Amerikan başkanı Donald Trump yandaşı çevrelerce Kendrick Lamar’ın da karşısına çıkarılmıştı. Hatta DAMN albümü çıktığında DNA parçasında bu tartışmayı kızdıran cümlenin sample olarak kullanıldığını dinledik.

“This is why I say, hip-hop has done more damage to young African Americans than racism in recent years.” Geraldo Riviera

Cumhuriyetçiler’in sözcüsü olmuş ve çarpıtılmış haber ve habercileriyle tanınan Amerikan Fox News kanalının spikeri Geraldo Riviera, bundan iki yıl önce Kendrick Lamar’ın ‘Alright’ parçasının BET Ödülleri’ndeki gösterimi ve şarkı sözleri üzerine canlı yayında “Hip-hop Afroamerikalı gençlere ırkçılıktan daha çok zarar vermiştir” açıklamasında bulunmuştu. Kendrick Lamar performansını grafiti kaplı bir polis aracı üzerinde gerçekleştirmişti, arka planda ise parçalanmış dev bir Amerikan bayrağı. Riviera, performans ile birlikte parçanın özellikle “And we hate po-po, when they kill us dead on the streets for sure” kısmını vurgulayarak Kendrick Lamar örneği üzerinden hip-hop’ın vandalizme ve polise, dolayısıyla devlete karşı ayaklanmaya teşvik ettiğini söylemişti. Tartışmanın bu tarafındaki argümanların zayıflığından ötürü o kısmı geçiyor olacağım. Polis şiddetiyle ilgili gerçekleri ortaya bomba gibi bırakan sarsıcı videosu ve BET Ödülleri’ndeki performansı ile sağ kanattan aşırı tepki toplayan K-dot’ın Riviera’ya cevabına gelince; açıklaması oldukça sakin ve basit bir dille yapılmıştı: “Bizlerin sanatçılar olarak yaşadığımız dönemi yansıtma ve bunlara tepki gösterme hakkımız olmalı.” Ve bir cevap daha: “Problem hip-hop değil, gerçekliğimiz. Gerçeklik bu, benim dünyam bu, müziğimde de bundan bahsediyorum.” Zira bilindiği üzre, Amerika’da haksız yere polis tarafından öldürülen siyahilerin sayısı gün geçtikçe artmakta. Sokaklarda öldürülecekleri kesin olan insanların polise karşı nefretini anlatan bir parça mı, yoksa daha başından uygulanan haksız ve orantısız şiddet mi ayaklanmaya teşvik eder sorusu kafalarda döner durur.

Geçen ay R+R=NOW konseri sonrası sohbet etme fırsatı bulduğum Terrace Martin ve Christian Scott’tan da aynı cümleleri duymuştum: “Zaman değişiyor ve bizler için gittikçe kötü bir hâl alıyor. Özgürlüğü ve kucaklayıcılığıyla bilinen Amerika, artık her gün öldürülme riskimizin olduğu bir yer hâline geldi. Ülkemiz, yaşadığımız yer bu ve biz bu gerçekliğin içinden geliyoruz. Küçüklüğümüzden beri böyle, sokaklarda güvende değiliz ve bununla savaşıyoruz.

İç Savaş döneminin en önemli isimlerinden birini böyle bir karşılaştırmada kullanınca -ki Marsalis bu konudaki çalışmalarından biri sayesinde Pulitzer Ödülü’nü kazanan ilk cazcı olmuştur- çok büyük bir açık yaraya parmak basılmış olundu tabii. Röportajın yayınlanmasından sonra gördüğüm ilk tepki Christian Scott’tan gelmişti. Bu tip tartışmalara ve ayrışmalara girmektense birlikte çalışmaya ve birbirlerini yukarı taşımaya davet ediyordu müzisyenleri. Zira kutuplaşma zaten çok büyüktü ve topluluk olarak tehdit altındalardı. Sonrasında yağan tepkiler elbet bu kadar yapıcı değildi. Özellikle Kanye West, daha yeni verdiği bir röportajda ırkçılık konusunda büyük tepki toplamış açıklamalarda bulunmuşken. Öbür yandan, Marsalis’in ona dair olan cümleleri de gayet yerindeydi: Kanye West’in her zamanki gibi bunu yayınlayacağı albüm öncesinde reklamın iyisi kötüsü olmaz mantığıyla yaptığını söylüyordu ve West’e bir satışçı diyordu. VMA’de Taylor Swift ile yaşadıklarından sonra çıkan MBDTF albümü örnek olarak akıllara gelebilir.

Kişisel her zaman siyasidir

Her kelimenin bırakın bir şahsa; bir gruba, topluluğa, hatta bir millete dokunabileceği ve söylenecek her sözün büyük bir incelikle seçilmesi gereken bir dönemde bulunuyoruz. Wynton Marsalis’in kimi taraflarca faşist bulunabilecek caz yaklaşımı ve kast etmek istediği belirli bir rap camiası bir yana, etkileri hâlâ siyahilerin yakasında ve hayatına tehdit oluşturan ırkçılık meselesi bir yana. Bu tip ağır bir söylem elbet büyük tepkileri beraberinde getirecekti.

Aşılması gereken çok yol var hâlâ. En önemlisi belki, ağızdan çıkacak sözcüklere dikkat edebilmek. Üstelik o sözcükler çok büyük kitlelere kolaylıkla ulaşabilecek durumdaysa ve insanlar onları büyük bir merakla bekliyorsa.

Hip-hop’ta, cazda da savunulabilecek bir öneri, kişisel her zaman siyasidir. Tekrar altını çizmekte fayda var, siyasal rap yeni bir gerçeklik değil. Cazda olduğu gibi hip-hop da çıkışı bakımından sosyal meselelere dayanıyor. Günümüzde ise bu ruhu taşıyan müzisyenlerin sayısı, tepki gösterilen apolitik türdeki ilerleme bir yana alınırsa, artış göstermekte. İlk siyahi başkan olma ihtimali sebebiyle Barack Obama da müzik çevrelerince konu olarak fazlasıyla işlenmişti. Fakat önerilebilir ki Donald Trump’ın seçim kampanyalarının başlangıcından beri Amerika’da bu artış daha dikkat çekici bir hâlde. Geçtiğimiz iki yılın müzik açısından en önemli gelişmesinin türler arası işbirliği ve siyasallaşmadaki artış ile müzisyenlerin teknolojinin de sayesinde güçlerinin iyice farkına varışı olduğunu düşünmemek elde değil.

Yıllardır gördüğümüz sanatçıların tepkilerini icraları yoluyla gösterme durumu, ulaşılabilirliğin ve erişimin de artmasıyla büyük ölçülerle göz önünde. Müzik türleri ilerliyor ve birbirine eklemleniyor, üzerine bir de siyasi ve kültürel elementleri daha da fazla içine alıyor ve buna ses oluyorken artık eleştirilerin daha düzgün yapılmasını, ilerlemenin ve birlikteliğin savunulmasından başka şeyin mevzu bahis olmamasını diliyor insan.

Tüm bunları demişken, aynı ruhla 2017 yılının en iyi 21 hip-hop albümünü seçerken temayı ırk, alan ve mekan siyaseti olarak belirleyen NPR Music’e de bir gönderme yaparak birkaç albüm önerelim:

• Joey Bada$$, All Amerikkkan Bada$$
• GoldLink, At What Cost
• Jay-Z, 4:44
• Future, HNDRXX
• Vic Mensa, The Autobiography
• Kendrick Lamar, DAMN

Read article

Üçüncü Yeniler, Nekropsi ve Gelecek

Comments (0) Bizim Sahneler, Genel, Serbest Bölge

Geçtiğimiz haftalarda Nekropsi “Sekizler” adında yeni bir single çıkardı. Nekropsi’yi çok özlemişim. Daha ilk notasından buram buram kalite kokan süper bir şarkı çıkarmışlar. Sekizler’i dinlediğimde, kökeni 90’lara giden 2000’lerin ortasında kanımca zirve yapan, alternatif sahne işlerini ne kadar özlediğimi fark ettim. Sonrasında o dönemin tüm klasiklerini arka arkaya dinlemeye başladım. Şarkıları dinlerken ise, “benim alternatif sahneden beklediğim bu işler be abi” Dolayısıyla bu yazı olabildiğince objektif -içi boş bir kavramdır- olmaya çalışırken, bir yandan da bir o kadar objektif bir bakış açısından uzak kalarak -2000’ler alternatif sahnesinin daha ‘iyi’ işler ortaya koyduğunu düşünen bir öznelliğe dem vurarak- yazılmaya çalışıldı.

Üçüncü Yeniler ya da “Üçüncü Garipler”

Üçüncü Yeniler adlandırması şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıktı. Bazı rivayetler adlandırmayı bir Spotify listesinin adı üzerinden ele alırken, bazı rivayetler ise yine bazı müzik yazarlarının verdiği bir adlandırma olarak görüyor. Dolayısıyla adlandırmanın neleri ifade ettiği anlamak biraz daha rasyonel olsa gerek.

Daha çok edebi bir tınlaması olan “yeniler” sıfatı, Üçüncü Yenilerle birlikte multidisipliner bir nitelik kazandı. Dolayısıyla Üçüncü Yeniler, edebiyat ve müziğin bir kesişim noktası olarak karşımıza çıktı -ki Üçüncü Yeniler’in müzik- edebiyat ilişkilendirmesi ortalama üstü de olsa, iyi olduğunu düşünüyorum.

Üçüncü Yeniler adlandırması hiç kuşkusuz edebi bir göndermeye sahip. Dolayısıyla, konunun edebiyatla ilişkisi biraz daha sık dokuyarak, ele almak gerekebilir. Dergide konu üzerine tartıştığımızda, Üçüncü Yeniler’in her şeyden önce “Garipler” – aynı zamanda Birinci Yeniler olarak da adlandırılıyor- akımına daha yakın bir noktada durduğuna hem fikir olduk.

Şöyle ki; Garipler akımının, ortaya çıkardığı edebi metinlerin, “İkinci Yeniler”e göre daha anlaşılır bir dile sahip ve genellikle gündelik hayatın merkezde yer aldığı konulardan ortaya çıktığını söylemek mümkün.

“İkinci Yeniler”e gelindiğinde ise, “Garipler”e kıyasla ortaya çıkan metinlerde, kelimelerle daha çok oynandığı belirtilebilir. İmgesel anlatım, bu metinlerde çok baskın bir noktada yer alır (Bkz: Yerçekimli Karanfil). Pek de alışılmadık ya da olmayan sıfatlar ve kelimeler kullanırlar (Bkz: Ece Ayhan şiirleri) Dolayısıyla “İkinci Yeniler”i anlamak ya da anlamlandırmak, “Garipler”e kıyasla görece de olsa daha ‘zor’dur.

Bu girizgah içerisinde, Üçüncü Yeniler edebiyat üzerinden ele alındığında, “Garipler” akımına daha yatkın olduğunu söylemek çok daha mümkündür. Şarkı sözlerine ya da grup adlarına bakıldığında, konuların genellikle Beyaz Türk’ün bohem gündelik hayatından öteye gitmediği görülebilir. Fakat Üçüncü Yenilerdeki vurgu pek muhtemel, grup isimlerindeki artık geçmişte kalan bir ‘moda’ olan Turgut Uyar göndermeleri olsa gerek.

Dolayısıyla Üçüncü Yeniler’i, “Garipler”in bir tür multidisipliner devamı olarak okumak, ortaya çıkan işlerin niteliği açısından da sağlıklı bir sonuç tanımlama olacaktır.

Peki bu edebiyat birleştirmesi nasıl ortaya çıktı?

Bir. Gezi önemli bir milat. Gezi’nin üretici gücü en çok kelimeler ve metinlerdeki ironiyle ortaya çıkmıştı çünkü Gezi parkı metropolde yaşayan seküler orta sınıfın protestolarıydı. Bu sınıfın en temel özelliği ülkedeki entelektüel üretici güce ‘sahip’ olmasıydı. Bkz Konda Gezi Araştırması.

Gezi protestolarının bir diğer önemli özelliği ise iktidar aygıtlarına karşı, şiddetten uzak bir yaklaşıma sahip olmasıydı. Bunun en önemli ayağı ise kelimelerle ortaya çıkmıştı. Duvar yazıları, sloganlar, sosyal medya mecralarında üretilen milyonlarca içerik ve dahası… Bu o gün sokakta olan gençlerin, üretici gücünü gösteriyordu ve o gençlerin en önemli özelliklerinden biri de metinlerdi.

İki. Bugün alternatif sahne dediğimiz kitlenin yaş aralığına bakındığımızda, 25-35 arasında gidip geldiğini görürüz. Bu kitlenin çocukluğu; kaba tabirle 90’ların medya araçlarıyla haşır neşir, genellikle batı kültürünü ya da değerlerini temele alan- ki yapılan müziklerin türlerine bakındığımızda yine Batı odaklı müzik türleri üzerinden çıktığını görürüz.- ve dijital ekosisteme fazlasıyla uyumlu bir kitle olduğunu gözlemlemek mümkündür.

Bu kitlenin temel özellikleri, aynı zamanda post-modern tüketim kültürünün nitelik ve nicelikleriyle kesişim kümesinde olduğu da açıktır. Dolayısıyla bu kitle, post-modern bir dünya içerisinde doğmuş ve büyümüştür. Dolayısıyla habituslarının bir sonucu olarak üretimlerinde post-modern etkiler olması kadar da doğal bir şey yoktur. Bugün o anlamsız, ya da garip adlarının temelinde bu etkinin olduğunu düşünüyorum. Üçüncü Yeniler’in en güçlü olduğu alan da bu; edebiyat. Ama müzik icrasında temel konunun edebiyattan çok, müzik olmasının gerekliliğinin de altını ısrarla çizmek istiyorum

Üç. 2015’te bombalar bu kadar patlamasaydı, Üçüncü Yeniler bu kadar ön planda olur muydu? Pek zannetmiyorum. Geçtiğimiz yıllarda Karga Mecmua’da yazdığım yazı, Üçüncü Yenilerin ortaya çıkma nedenlerini ele almaktaydı. Gün sonunda yazdığım metnin haklılığına sevindiğim gibi, üzülüyorum da. Bombalar ve bir müzik sahnesinin palazlanması arasında ilişki olması bana çok sarsıcı geliyor.

Üçüncü Yeniler ne kadar yeni?

Eğer bir adlandırma yeni üzerinden kuruluyorsa, yenilerin ne kadar yeni olduğunu sormamız da gerekir. Bu soruyu ise özellikle müzikal anlamda sormamız gerekir. Bu yıl içerisinde Üçüncü Yeniler üzerine yazdığım akademik bir makale nedeniyle görüşme yapma imkânı bulduğum değerli birkaç müzik yazarı da, Üçüncü Yeniler’in 60-80 arasında kullanılan müzikal formülü kullandığını belirtmişti. 60-80 arasındaki yapılan müziğin icrasındaki formül ise alaturka ve alafranga arasında şekillenmekteydi.

Bugün ortaya çıkarılan müziklerin formülünde ise 60-80’lerin modernize bir formu var. Üçüncü Yeniler, özellikle müziğin dijital formunun daha ön planda olması ve biraz da küreselleşme etkisiyle farklı müzikal türlere daha açık. Bugün yerli sahnedeki müzikal türlerin çoğulluğu da bu nedenlerle fazlasıyla ilişkili. Ancak ortaya çıkan müziğin kalitesi, şahsi görüşüm olmakla birlikte, çok da “iyi” olmadı. Yapılan işler, alternatif olsa da, daha çok pop ön adlı türlere yelken açtı.

Popüler müzik yapmak bir suç değil elbette ancak yeniler olarak adlandırılan bir grup müzisyenin, popüler olanla ilişkilenmesi bir tür tezatı da içinde barındırıyor. Sıkıntı tam da bu noktada başlıyor. Bu müzisyenleri alternatif, Üçüncü Yeniler gibi başlıklar altında değerlendirmek, ister istemez yapılan müziği de bu gözle değerlendirmeye yol açıyor, açacak da.

Ancak alternatifin, popülere dönüşümü Türkiye’de ilk defa olmuyor kuşkusuz (bkz: 90’larda satanist bir müzikal türü olarak adlandırılan rock’ın, 2000’lerde mainstreamleşmesi) . Alternatif olan, kapitalist ekonomik sistemler içerisinde kitlesel bir tüketim ürünü hale gelebilir. Bu sosyolojide (underground vs. mainstream) bol bol görülebilen bir tartışmadır.

Dolayısıyla Üçüncü Yeniler’in popülerleşmesi ‘garip’ bir durum değil. Fakat Üçüncü Yeniler’in, adlandırılmaları itibariyle, ortaya konan işlerin çok da yeni olmaması garip. Ablaları/abileri kadar da radikal –radikallik müzikte bir ihtiyaç mı peki? Benim için evet, başkaları içinse hayır- olmadıkları da bir gerçek.

Gelecek: “Bir İhtimal daha var, o da ölmek mi dersin?”

Millileşiyoruz. Çok güçlü bir şekilde millileşiyoruz. Özellikle ekonomik kriz, bunu daha da güçlendirecek kuşkusuz. Dolayısıyla Gezi ile başlayan, maalesef bombalarla büyüyen alternatif sahne, özellikle 2017’nin sonunda yavaş yavaş popülerliğini yitirmeye başlamıştı. Ancak bu sene yaşanan ekonomik kriz, ister istemez alternatif sahneyi tekrardan ön plana çıkaracak. Bu kış geçen senenin aksine, yerli sahneyi daha çok mekanlarda göreceğimiz bir yıl olacak.
Alternatif sahne için 2018-2019 için bir ihtimali daha doğuracak, o ihtimal ne olacak? Belki ölüm, belki de Üçüncü Yenilerin adlandırılmasının hakkını vermek.

Read article