Dün facebook’ta gezinirken Orçun’un “BAU iDEA Arturia ile Modüler Synth Tabanlı Live Müzik Semineri”ne katılacağını gördüm. O paylaşımı gördüğümde “aferin lan, kaçırma böyle şeyleri” diye de içimden geçirdim. Zaten kaçırmıyordu, ancak EP çıktıktan sonra bu gibi durumları takip etmesi, Orçun’a dair bazı yargılarımın daha da belirginleşmesini sağladı
Orçun’u birbabaindie dönemimden tanıyorum. Blog’a dahil olduğu günlerde, sürekli müzikte bir şeyler yapmak istiyorum diye cümleler kurardı. Sonrasında ben blog’tan ayrıldım ancak Orçun’la diyaloğumuz hep devam etti. Bu süreçte yaptığı işleri takip ettiğimde bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde doğru adımları atmaya çalıştığını düşündüm. Radyo Kanyon, BBI, Sofar, SAE…
İyi Bir Başlangıç
Çıkardığı EP hakkında oldukça iyi tepkiler almasına rağmen, yukarıdaki seminere katılmaya çabalaması, Orçun hakkında tespitlerimi dediğim gibi daha belirginleştirdi. Orçun benim için gelişime açık ve durumlara adapte olabilen birisi. Sosyal darvinizm de bunu der, sosyal durumlara ayak uydurabildiğin kadarıyla modern hayatta yer alabilirsin. Yolculuğu nereye gider bilmiyorum, ancak bu motivasyonunu kaybetmemesini isterim…
Biraz konuyu değiştirmek istiyorum. Yerli ya da alternatif sahne olarak adlandırılan alandan birkaç adım uzaklaştığınızda birkaç durum tespit edebilirsiniz. Bunlardan ilki bu sahne içerisindeki grupların belli müzik tarzlarında daha çok kümelendiğidir. Mevcut işlere baktığımızda yapılan işlerin büyük çoğunluğunun Pop Rock- Folk Rock ve Alternatif Rock alanlarında yer aldığını görebiliriz. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum elbette, ancak çoğu alan da halen bomboş. Misal halen Türkiye’de bir IDM projesinin olmaması büyük bir eksiklik. Islandman, Ah! Kosmos, Hedonutopia ve Akın Sevgörharicinde elektronik işlerin çok da bereketli olmadığını söyleyebilirim. Dolayısıyla yerli ya da alternatif sahne, global müzik işleri yakından takip edildiğinde halen çok büyük boşluklar ve dolayısıyla fırsatlar barındırıyor.
Bir önceki paragrafın Orçun ile ilişkisi burada başlıyor; Orçun’un yöneldiği alan Türkiye’de pek üzerine düşülmemişti. Ne bu alan: Downtempo. Oysa downtempo biraz üzerine kafa yorulduğunda, teknik olarak Türkiye’de metropolde yaşayan bir insanın dinamiklerine çok yakın bir tarz. Ne bu? Çoğu zaman basit ancak tekrara dayanmayan elektronik düzenlemeler üzerine synthesizer eklentileri ya da canlı kayıt bir enstrümandan çıkan ana melodi, ki downtempo’nun depresif yanını da eklediğimizde, bu zamana kadar bu tarzın Türkiye’de tutmaması bana oldukça garip geliyordu.
Orçun’un müziğinde yukarıdaki standart tanımlar fazlasıyla mevcut. “Moving Until Reach Out” bu formülün Türkiye’deki iyi karşılıklarından biri. Synhtesizer ile çıkarılan iyi bir melodi ve vasat üstü elektronik düzenlemeler. Şarkının dramatik tarafı, yani ana melodisi bence iyi. EP’deki diğer iki şarkı ise, yine downtempo’nun diğer tanımsal kısmındaki durumlardan oluşuyor, yani elektronik düzenlemeler üzerine enstrüman kullanımı.
Bu arada albümdeki trombon’ları Giancarlo Roberti çalmış. Meaning’in diğer iki şarkısı olan “Free Will of a Hill” ve “A Hopeful Disease” ise bu formül üzerinden hayat buluyor. Bu iki şarkıda trombon kullanımı ön plana çıkıyor. Melodiler iyi, kafa yorulmuş belli ki ve daha da önemlisi bu melodilerde kolaya kaçıp, yerelcilik oynanmamış.
Bu çok önemli. Bugün yerli ya da alternatif dediğimiz işlerin büyük çoğunluğunda, haklı ya da haksız yerele oynamak bir seçenek olarak çoğunluk tarafından deneniyor. Oysa trombon üzerinden yerele oynamak için birkaç basit hamle yapılabilirdi. Bunu seçmemesi, yüzünü neredeyse tamamen ülke dışına dönmesi yaptığı işi değerli kılıyor ve farklılaştırıyor.
Ancak her şey güllük gülistanlık da değil. Düzenlemeler biraz daha komplike hale gelmeli. Orçun albüm nasıl diye bana gönderdiğinde, ilk dediğim şey melodiler iyi, güzel bir yola girmişsin ancak elektronik düzenlemeler daha komplike ve progresif olması gerek demiştim. Örnek olarak da Plaid- Melifer’i göndermiştim. Melifer’deki düzenlemeler elbette Orçun’un müziğini yansıtmıyor, ancak düzenlemelerle müziğinin kalitesini nereye çekebileceğini de gösteriyor. O alanı geliştirmesi gerek.
Şarkıların melodik yanı iyi olduğu için bu düzenlemelerdeki sıradanlık pek göze batmıyor ancak bu alanın yurt dışındaki temsilcilerine baktığımızda temel farkın melodiden ziyade, düzenlemelerdeki progresif yan üzerinden şekillendiği görülebilir. Belki ilk iş olması, belki de fiziksel eksiklikler düzenlemelerin biraz basit kalmasına neden olmuş. Bunun üzerine diğer işlerinde biraz daha düşmesi gerek. Eğer bu kısmı hallederse Floex ve Ochre sularına göz kırpabilir. Bu Orçun için çok da iyi bir yol haritası olabilir.
Orçun piyasa içindeki boşlukta bence başlangıç için iyi bir iş yaptı ancak halen geliştirmesi gereken noktalar da var. Bunlara kafa yorarsa, Türkiye’den ziyade yurt dışında ses getirerek Türkiye sahnesinde de iş yapabilir çünkü yaptığı iş dediğim gibi Türkiye’yi hedeflemiyor. Kendisini kolaya kaçmadığı için tebrik etmek isterim. Genç birisi olarak çok daha piyasa bir işle üretimlerini ortaya koyabilirdi. En azından bu yönü seçmemesi oldukça takdire şayan.
Volkan Öktem’in, Korhan Futacı’nın ya da Sig’in kitlesi… Hiç bilmiyorum ama herkes memnun ayrıldı konserden.
Peyote’de çaldığım günleri ve konser dinlediğim günleri kıyaslıyorum ister istemez. Çalarken, enstrümanları duymakta zorluk çekerdim ve çoğunlukla ezbere çalardım. Dinlerken de mekan küçük olduğu için dert olmazdı herkesi duymak ancak bu sefer, değişen sahne tasarımıyla; aşağıda duyduğum sesi, ikinci katta da bozulmadan duymak müthiş keyif verdi.
Parçalar emprovizeydi. Birbirlerini o kadar iyi tanıyorlar mı emin değilim ama sıkıcı bir şey çıkmadı ortaya. Korhan Futacı’nın saksafon tonu inanılmaz. O tonla evlenirim… Korhan Futacı’yı çok fazla canlı dinledim, her performansı da birbirinden iyi. Ne hep aynı, ne hep farklı… Bir standardı var ama yok gibi…
Volkan Öktem… Ah beee! Tremololarını seviyoruz. Doğaçlama çaldığı zaman nerede ne yapacağını, tarzını bilen biz davulcular ezbere söyleyebiliriz… Bu, ‘abi farklı bir şey olmadı mı?’ diye soranlara gelsin; Her şey farklıydı… Sadece doğaçlama ve Sig’in caz kompozisyonlarına uyan bir trafik olsa bile Volkan Öktem, Volkan Öktem işte… Müthiş!..
Sig’i ilk kez kez canlı dinledim, Youtube videoları dışında… Caz müziğine çok hakim değilim ancak sahnedeki rahat tavırları, birlikte çaldığı iki iyi müzisyene duyduğu güvenden olsa gerek. Böyle olmasa bile rahatlık, sahnedeki en güzel şeylerden biri. Bunu da dinleyiciye ziyadesiyle gösterdi. Dinleyici de rahat ve mutluydu…
Peyote konserleri ya da festivalleri başlasın! Yeni mekan tasarımı ve ses düzeniyle Taksim’in ölü toprağını üstünden atan yegane mekanı olarak en başta yerini alsın!
Kime sorsanız akla ilk gelişi Cenk ve Erdem’in Cenk’i şeklinde olur. Bende durum biraz farklı. Benim için geçen uzun yıllar boyunca hep Badluck’ın Cenk’i oldu. Thrash ve Hair Metal arası sıkışmış gençliğimde ülke topraklarından Sunset Strip’e verilmiş bir selam olarak teybimin gediklilerindendi ve Bon Jovi konserinin açılışında da canlı izleme şansı bulmuştum. Sonraki zamanlarda benim müzikal tercihlerim sertleşmişti ama zaten onlar da dağılmıştı.
Uzun süre bir daha bir grupta olduğunu duymadım. Belki o bir yerlerde devam ediyordu da ben denk gelmemiştim, kimbilir…
Derken bir gün, Malt’la karşılaştım. “Oha olm Cenk geri mi dönmüş” falan derken, kısa sürede ilk albümleri Kendi Adını Taşıyan İlk Albümü kaç kere dinledim bilmiyorum.
Grup, vokalde Cenk Durmazel’in yanında bas gitarda Cenk Turanlı, gitarda Barış Ertunç ve davulda Güray Gürsoy‘dan oluşuyordu. Müzik Badluck’a göre daha sertti, hard rock dendiğinde ne anlaşılıyorsa dolu dolu oydu hatta. Ancak asıl önemli ve keyifli kısmı da ironili, kelime oyunlu müthiş Türkçe sözleriydi.
“Maymundan geldiğim şüpheli belki, yaşlandıkça katıra gidiyorum. En azından orası belli” (mesela ben de. :))
Uzunca denebilecek bir aradan sonra 2010’da Arıza albümünde de ne müzikal, ne de sözler öncekinden en ufak bir gerileme olmadan devam ettiler.
2014’te de bir single yayınladıktan sonra 2016’da Cenk gruptan ayrıldığını duyurdu. Niyesini, nedenini hiç öğrenemedik…
Cenk Durmazel müzikal kariyerine herhalde solo olarak devam etme kararı aldı ki 2017 yılında önce Namlunun Ucunda single’ı geldi. Akustik denebilecek şarkıda yine vurucu sözleri dikkat çekiyordu. Akabinde de Canınsın Sen Senin single’ı yayınlandı.
Geçtiğimiz hafta ise bu yazının yazılmasına sebebiyet veren Kentsel Gidişim single’ı geldi. Müzik de sözler de Malt’ta bırakılan yerden devam ediyordu. Sert, riff’li gitarın üstüne, şehir hayatında sıkışıp kalmamızı tiye alan ironi dolu o sözler…
Malt’ı ilk dinlediğimde kafamda çakan “oh be cayır cayır Hard Rock” hissi Kentsel Gidişim’le tekrar yerini aldı. Umarım Cenk bu hatta, biz gerçek rock müziğini özleyenlere keyif yaşatmaya devam eder. Artık çok ara verme be üstat, zaten “sulandırmayınca içilmiyor bu hayat…”
Lisans zamanlarımda dinlemekten hiç bıkmadığım üç grup vardı: A Perfect Circle (APC), Tool ve Trespassers William. Bu üç grup da, şu an dinlediğim şarkıların ya da notaların esas temelidir aslına bakılırsa. Mer de Noms, ender olarak CD’sini aldığım albümler arasındadır.
Halen cover denince aklıma ilk gelen iş, APC’nin Imagine yorumudur. Geleceğe umutla bakan bir şarkıyı, geleceğin içinde kapkaranlık bir bakış açısıyla yeniden yorumlanması, aradan yıllar geçse de bana halen çok yaratıcı gelir. Bir şarkının tüm balans ayarlarıyla oynamak ve ondan bambaşka bir kimya yaratmak gerçekten dâhiliğin sınırlarını zorlamaktan başka bir şey değildir gözümde.
APC haftaya 14 yıl sonra yayınlanacak yeni albümü “Eat The Elephant” ile tekrardan bizlere merhaba diyecek. Bugün yaşı 30’lara dayananlar için kuşkusuz çok farklı anlamlar ifade eden bu albüm öncesinde, APC’nin tarihini oldukça kişisel bir gözle hatırla(t)mak istedim.
Kuruluş Günleri
Billy Howerdel, 90’ların ilk çeyreğinde Tool’da gitar teknisyenliği yaparken, Maynard’ın yanına gelir ve elindeki hazır bestelerden bahseder. Bu bestelerden oldukça etkilenen Maynard, ilerleyen yıllarda Tool’un poliritmik ve kompleks müziğinin yanı sıra, melodik, progresiften ziyade alternatif rock’a daha yakın ve hatta kendisinin‘feminen’ yanını müziğine yansıtmak için Billy’nin yanına sokulur.
Bestelerini kayıt edebilmesi için Billy’e bir ev kiralayan Maynard, ortaya çıkan işten oldukça memnun kalır ve Billy ile APC’yi kurmaya girişirler. İlk aşamada gruba Tim Alexander (Primus davulcusu) ve Paz Lenchantin (Judith klibindeki bass çalarken saçını inanılmaz bir karizmayla toplayan kadın olarak da kendisini hatırlayabilirsiniz) katılır. Ancak stüdyo kayıtlarında ise davulun başına, Tim Alexander yerine Josh Freese geçer ve grubun resmi davulcusu olarak albüm kayıtlarına adını yazdırır.
Başlangıç: Mer De Noms
Mer De Noms çıktığında öylesine bir gürültü koparmıştı ki; albüm o yıl Billboard 200 listesine 4. sıradan giriş yapmış, sadece ilk hafta 150.000 binin üstünde kopya satmıştı. Çıktığı yıl birçok listede yılın albümleri arasında yer almıştı.
Albümün çıkış şarkısı olarak Judith seçilmişti Judith, Maynard’ın annesinin sancılarını ilk defa öğrendiğimiz şarkı olarak da tarihe geçebilir. Maynard’ın “Fuck Your God” çığlığıyla beyinlere kazınan şarkı, hayatını dini kurallara ve tanrıya adayan Judith Keenan’ın felç geçirip, hayata küsüşünü konu alır.
Maynard, annesine neden o meyvenin tadını bakmıyorsun da, dua ediyorsun der. Sen ona her şeyi verdin, peki o her şey oldu mu senin için der… Kuşkusuz bu cümleler, Judith’in hastalığının Maynard’da yarattığı psikolojik tahribattan başka bir şey değildi elbette… Belki de annesinin söylemekten çekindiklerini, söyleyebilme cesaretiydi… Oysa Judith her gün dua etmeye devam etti ve öldü…
“Did it all for you?”
“Peki o, senin için her şey oldu mu?”
İşte tam da bu nedenle APC, Tool’dan çok daha farklı bir iştir. Judith, Maynard’ın Tool’da yapamadıklarının göstergeleriyle doludur adeta. Albümün geneline bakarsak, modern bir rock sound’unun hakim olduğunu söyleyebiliriz.
Mer De Noms, belki Tool kadar her detayın en ince ayrıntısına kadar düşünüldüğü bir albüm olmayabilir ancak her unsur kusursuz bir paydada buluştuğu bir albümdü. The Hollow ve Magdelena’daki Maynard’ın doğu tandanslı vokalleri, Led Zeppelin’in orta doğu dokunuşlarından farklı bir yol değildi… Orestes merkezine bir Yunan Tragedyasını almıştı. Yine spiritüel bakış, yine teoloji… Liriklerde metaforik anlatımın sınırlarını zorlayan Maynard, albümün adını adeta metaforların denizine dönüştürmüştü. (Albümün adı Fransızca İsimler Denizi’dir)
Albümde çalanlara gelince, Mer De Noms’ta Paz Lenchantin görevini ustalıkla yapmıştı. Josh Freese davullarda yine basit olanı, karmaşık halde anlatmaya koyulmuştu. Diğer albümlerle kıyaslandığında, APC’nin hard rock’a en yakın albümüydü. Bunda Mer De Noms’un debut bir niteliğe sahip olması ve grubun bu albümdeki kadrosunun müzikal öncelikleri önemli bir noktada duruyor olsa gerek…
Thirteenth Step: Kimliği Ararken
APC’nin kimlik arayışına girdiği albüm olarak Thirteenth Step gösterilebilir. Albümün kayıtları sırasında bass gitarist Paz Lenchantin yerini The Smashing Pumpkins’in kurucu gitaristi olarak bilinen James Iha’ya bırakmıştı.
James Iha’nın gruba dahil olmasıyla adeta bir ‘supergroup’ haline gelen APC, bu albümde ilk albümdeki agresif sound’unu, daha sakin, gitar efektlerinin ön planda olduğu bir anlayışa çekmişti.
The Noose gibi bir ağıt bu albümde ortaya çıkıyor, Wings for Marie (Part 1&2) adeta bizlere uzaklardan göz kırpıyordu. Blue yine ilk albümdeki albümlere kıyasla oldukça sakin, gitar delay’lerinin baş rolde olduğu bir şarkıydı.
Ancak albümde sadece ‘yeni’ APC’den oluşan şarkılar bulunmuyordu. Albümde Mer De Noms dönemini yeniden ele alan şarkılar da fazlasıyla vardı. İlk anda aklıma gelenler The Outsider, Pet ya da Weak and Powerless oldu.
The Outsider gitar rifflerinin adeta Mer De Noms’dan fırladığı, Maynard vokalinin daha agresif bir tonda yankılandığı ve albümdeki diğer şarkılara karşın metronomu oldukça yüksek bir şarkıydı. Pet yine benzer bir şekilde, daha introsundan kızgınlığını en yükseklere taşıyan bir şarkıydı. İlk albümden Sleeping Beauty’e yapısal olarak benzer bir intro’ya sahip şarkı, uyuşturucu bağımlısı birinin uyuşturucu ile kurduğu ilişkiyi şizofrenik sözlerle anlatımına sahipti. Çok iyi liriklere sahip bir şarkıdır.
Zaten albüm bağımlılık teması etrafında şekillendiği için, ilk albümdeki spirütel göndermeler bu albümde neredeyse hiç yoktu. Konsept denilince, aklıma gelen ilk işlerden biridir bu albüm. Her şarkı incelikle düşünülmüş, Tool etkilerinin biraz daha gözümüze sokulduğu, bağımlılık temasının getirdiği bir sonuç olarak buram buram atmosfer üreten bir albümdür.
APC’nin kanımca sindirmesi en zor işidir. Bu albüme dair yazılmış şöyle güzel bir ekşi sözlük entry’si de vardır, ki adeta düşüncelerime deryadır.
eMOTIVe günleri: Şu Cover Meselesi ve Kimlik
Yazımın girişinde bir Imagine güzellemesi yapmıştım. Imagine güzellemesi aslında, daha önceden şu yazıda Sinan’ın değindiği konudan ibarettir. Cover’da temel mesele nedir allah aşkına?
Okurken sıkılanlar olacak ama cover dediğimiz meseleye etimolojik olarak baktığımızda, cover’ın bir şeyi muhafaza etmekten ortaya çıktığını görürüz. Yani korumaktan. Ancak koruma eylemi, burada daha çok üstünü örten yani kapsayarak koruyan bir yana işaret eder.
Bu tanımı müzik etrafında düşündüğümüzde ise, karşımıza mevcutu koruyarak, yani kapsayarak, yani üstünü örterek, mevcut durumun varlığına yeni anlamlar ekleme mevzusu olarak karşımıza çıkar.
Şöyle anlatayım; geçmişte arabaların üstünü örttükleri bir case vardı. Bugün 30’larında olanların kabusu gibidir o sahne. Baba bir tarafta, çocuklar bir diğer tarafta, parlak gri bir muşambayı takmaya çalışırlardı. Sonra tekrar çıkar, katla derken, üst baş berbat bir hale gelirdi.
İşte o üstü örtülü arabalarda şu durum vardır aslında, aslında halen arabandır ama bambaşka bir hale bürünmüştür artık araba.Parlak kırmızı renge sahip araba, parlak gri bir bezle kapsanmıştır, ve artık araba yeni bir kimliğe bürünmüştür.
Arabanın halen orada olduğunu biliriz, bu ‘özdür’ aslında, ancak araba farklı bir görünüm elde etmiştir. Bir bakıma varlığı dönüşmüştür. Yani arabanın diğer nesnelerle ilişkisi tamamen değişmiştir.
İşte eMOTIVe’in çıkış noktası da bu değişen ilişki üzerinedir. Albümdeki tüm şarkılar adeta bu etimolojik tartışma üzerinden çıkmaktadır. Imagine örneğinden yola çıkalım; John Lennon Imagine’ı daha majör bir (müzik) key’ine sahipken, APC versiyonundaki hali daha dramatik bir minör key’e sahiptir.
Düzenlemesi karanlıktır. vokal karanlık, hatta klip bile karanlıktır. Bir şarkının kimyasıyla böylesine radikal bir şekilde oynamak, müzikal yetenek, yaratıcılık, dünyaya bakış gibi birçok unsuru da yönetebilmekle alakalı olsa gerek.
Grup bize artık dünya 60’lardaki gibi bir yer değil, dolayısıyla Imagine de günümüzde bu kadar aydınlık bir şarkı olmamalı savı ile şarkının kimyasını değiştiriyor. Sosyolojik bir bakış açısıyla müziğin ruhunu değiştiriyor ve bunu mükemmele yakın yapıyor.
Bu albümdeki tüm şarkılar- Passive haricinde- kimyası tamamen değiştirilmiş cover’lardan oluşmaktadır. Bunun ilk sinyalini Maynard, Led Zeppelin’in No Quarter cover’ında denemişti. Yine şarkının kimyasını tamamen değiştirdiği bir cover denemesiydi.
Bu nedenle, albümdeki tüm cover’lar, cover meselesinin özü üzerine kuruludur. Zaten ilk dinleyişte de, “Hangi şarkının cover’ıydı bu?” diyerek adeta yeni bir şarkıyı dinliyormuş havasına giriyorsunuz çoğu zaman.
2004- 2018: “APC Şimdilik Bitti” (mi?)
İşte bu güzel günlerden sonra, 2006’da Tool 10000 Days adlı albümünü çıkardı. Sonrasında grubun beyni, gitaristi ve bestecisi Billy Howerdel’dan “APC is done for now” açıklaması geldi. Daha ne oluyor demeden, Billy yeni projesi Ashes Divide’ı açıkladı, Maynard ise şarapçılık ve Puscifer kanadında yoluna devam etti.
İki proje de, o kadar eksikti ki gözümde… Ashes Divide’da Billy vokale geçmiş, Josh Freese stüdyoda davula, Maynard’ın oğlu Devo Keenan ise albümün yaylı kayıtlarında yer almıştı. Aslına bakılırsa Ashes Divide, APC müziğini ortaya koyuyordu ancak, Maynard’ın eşsiz vokali -biraz da gizemi- Ashes Divide’ın bir APC etkisi yaratmasını engelliyordu.
Maynard ise solo projesi Puscifer ile yola devam etti. Puscifer’da biraz daha deneysel işlere girip, elektronik düzenlemelerin baskın olduğu bir müziğe yelken açtı. Ama dediğim gibi, ne Ashes Divide’dan, ne de Puscifer’dan bir APC çıkmıyordu. Bu da biz APC fanileri için elbette büyük bir hayal kırıklığından başka bir şey değildi.
Yıl 2012’yi gösterdiğinde ise canımız ciğerimiz Billy yine durduk yere bir açıklama yapma gereği duydu ve “artık canımız istediğinde stüdyoya girip şarkı kaydedeceğiz” dedi. Bu açıklamanın sonu ise bir şekilde yeni albüme çıkacaktı.
Grup 2017’nin ikinci yarısında yeni albümün müjdesini verdi. Albümden ilk By and Down geldi, sonrasında ise sırasıyla Dissillusioned, The Doomed ve TalkTalk geldi. 14 yıl aradan sonra, yani Tool’un son albümünden bile uzak bir süreçten bahsediyorum. Çok uzun zaman oldu. Ben 2003’te daha Lise 3’teydim, şu an ise doktora öğrencisiyim. Hayat çok değişti, ülke değişti, dünya ise tahmin edilemeyecek noktalara geldi… Önümüzdeki günlerde yeni bir APC albümü ile karşı karşıyayız. Biraz geçmişi hatırlayalım istedim.
Eat The Elephant yıllar sonra tanıdık birinin, bir anda tekrardan ortaya çıkışı gibi… Merhaba!
Film üç kardeşin uzun zamandır konuşmadıkları babalarının araması üzerine yola çıkışlarını ve babalarının köyüne ulaştıklarında yaşananları anlatan bir yol ve kendini bulma hikayesi. Filmin müzikleri ise filmin içinde de küçük bir rolü olan Gevende’nin, vokalist ve gitaristi Ahmet Kenan Bilgiç’e ait.
Filmin genellikle duyguların en yoğun yaşandığı anlarında kulağımıza gelen Bilgiç’in tınıları oldukça minimal ve duygusal. Gitar ve bağlama kullanarak yaptığı müzikler, Oscar’lı yönetmen Innaritu’nun da bir çok filmde birlikte çalıştığı usta müzisyen Gustavo Santaolalla’nın sanki doğu-batı sentezi gibi . Santaolalla’nın kendine has melodramatik soundunu biraz da buraların Anadolu ezgisiyle harmanlamış gibi geliyor kulağa. Bilgiç bu çalışmasıyla filmin duygusal yoğunluğuna güç katmayı başarmış.
Orijinal film müziklerinin yanı sıra filmde kullanılan şarkılar da çok yerinde ve anlamlı kullanılmış. Üç kardeşin de kendine ait bir şarkısı var ve her şarkı ait olduğu karaktere dair bir fikir veriyor. Büyük kardeş Cemal’in şarkısı, yola çıktıklarında açtığı Grup Gündoğarken’den Bir Yaz Daha Bitiyor olacakların habercisi gibi dururken, Kenan’ın şarkısı olan Erkut Taçkın’dan Baba, adeta bu film için yazılmış gibi duruyor. Üç kardeşin de babalarıyla ilişkisinin özeti dersek yanlış olmaz. Küçük kardeş Suzan ise kırılganlığını, üzüntüsünü ve bezginliğini filmin 90’lara küçük bir yolculuğa çıkaran sahnesinde Nazan Öncel’in Gidelim Buralardan şarkısıyla dinletiyor izleyicilere.
Sinema ile müziğin iç içe olduğu işleri her zaman sevmişimdir. Kelebekler’de ise her karaktere birer şarkı atfedilmesi, bu şarkıların hikayeden yola çıkarak onların bir parçası haline gelmesi ve bunu da az ama öz bir şekilde filmin önüne geçmeden yapması, eminim benim gibi iki sanat dalının bu şekilde buluşmasını seven insanları mest etmiştir. Sonuçta herkesin hayatının bir veya birden fazla döneminde kendisiyle özdeşleştirdiği, o dönemlerin arkasında sürekli loopta dönen bir şarkı olmuştur. Bunu beyazperdede de görmek benim yüzümde bir tebessüm bıraktı. Tolga Karaçelik’in de birçok röportajında dediği gibi insanların salondan çıktığında kendilerini iyi hissetmesi için çektiği bu filmi hala vizyonda olduğu şu günlerde fırsatınız varsa gidip izleyin derim.
“Caddebostan, indie pop sound’uyla kulağımdaki başka müziği delip geçti. Ayrılmaz bir ikili gibiler sanki. İyi anlaştıklarını biliyordum da bu kadar samimi görmemiştim onları daha önce.
Yere uzandım… Şimdi daha çok boşluk vardı. Sadece gökyüzünü görüp onunla ilgileniyordum. Bulutlar ve mavi gökyüzü, Kadıköy’ün blues tınısını duymamı sağlıyordu. Kadıköy metalciliği 90’lardan 2000’lerin ortalarına kadar sürdü ama Kadıköy deyince kulağımdaki ses blues müziği… Belki de Shaft’ın rolü büyüktür bu konuda, emin değilim. Bilinçaltında bir blues melodisi duyuluyor Kadıköy deyince sadece…
Yattığım yerin beni tutması ve gökyüzünün de orada durup hiçbir şey yapmaması şımarttı. Yan dönüp başka bir keyif aradım. Bir ot parçası, kulağımın arasını kaşındırıyordu. Yaşadığımı hissettiren bu minik acının sürmesine izin verdim. Acı deyince… Mecidiyeköy’ü seven pek kişiyi bulamam ama ben onun çirkin gürültüsünü yukarıdan bakınca seviyorum nedense. O grindcore gürültüsü ve görüntüsü… Grindcore dinleyebilen, zevk alabilen insan azdır derler hep. Mecidiyeköy, bende grindcore’un kalabalık ve çirkin tonlarını hatırlatır. Bu çirkinlik bazen güzel kafa yapar. Gücünü yumruğuna saklarsın ve itiraf edersin brutal bir sarhoş olduğunu… Abuk sabuk ritimler bulur kalbin kendine.
Indie pop sahilinde yatarken, Mecidiyeköy’de kendini her şeye hazırladıktan sonra ordan çıkar Taksim’e doğru ilerlediğini hayal edersin belki. Havan değişir birden. Taksim’in fantezi-alaturka karışık haline kaptırırsın kendini. Öyle hissettirmediğini düşünürsün ama “bir şeyi çok umursamak ve onun tarafından da çok umursanmak” gibi tedirgin edici bir ilişki kurarsın Taksim’in arabesk-fantezi tavrıyla… Geride bırakmıştır seni her şeyin, üstün zekan, büyücü beynin… Taksim’e girince sadece sen ve duyguların olur yanında… Canın eğlenmek istese bile mutsuzluğun sırtında yüktür. Gülersin ama öylesine… Arabesk hayatın, Taksim’in fantezisi olmuştur artık. Ondan kaçmak içinse dolmuşlara koşarsın…
Bakırköy’e vardığında ise thrash metal’in kaosu bekler seni. Bakırköy’ün kaosu, thrash metal’i besliyor ya da thrash metal, Bakırköy’ün ruhunu besliyor… Bakırköy ve thrash metal bütünlüğünde seksi bir kıvraklık hissedersin. Bir anda ise “tam ortada olduğum” duygusunu yitirirsin. Orada bir şey daha vardır çünkü… Bir merkez daha…
Ve ardından… Gözlerimi açtım. Önümdeki ilk otların arasından öbür otları, onların arasından daha ötedeki öbür otları, onların arasından da öbürleri derken, gittikce sıklaşıp, tek bir şey halini alan bütün öteyi gördüm.
Semtlere göre dağılan tüm müzik dalgaları kafamda dönmeye başladı. “Vay be! Güzel gezdim ama İstanbul’u” dedim…
Yuri Gagarin’in uzaya çıkmasından 16, Neil Armstrong’un aya ayak basmasından 8 yıl sonra Voyager Uzay Programı kapsamında Voyager – I ve Voyager – II, 1977 yılında güneş sisteminin dışını araştırmak üzere atmosferin dışına fırlatılmıştı.
Voyager – I (Görsel, https://voyager.jpl.nasa.gov/ adresinden alınmıştır.)
Hikayeyi ilginç kılan ise Voyager – I uzay aracında altın kaplama iki plağın da uzaya gönderilmesiydi.
Altın Plak
Carl Sagan öncülüğünde bir grup bilim insanının uzaya gönderilmek üzere hazırladığı şeyler arasında dünya ve insanlık tarihi hakkında birçok bilgi ve fotoğrafın yanı sıra 55 dilde kaydedilmiş selamlamaların, doğadan seslerin ve dünyadan çeşitli tarzda müziklerin yer aldığı Altın Plak (The Voyager Golden Record)da vardır.
Bir nevi gezegence Ne Dinliyorum Özelliğini açtığımız bu plaklar; dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kurt Waldheim’in şu sözleriyle başlıyor:
“As the Secretary General of the United Nations, an organizations of the 147 member states who represent almost all of the human inhabitants of the planet earth. I send greetings on behalf of the people of our planet. We step out of our solar system into the universe seeking only peace andfriendship…”
Mesajdan da görülebileceği gibi Voyager’in amacı uzay hakkında edindiği bilgileri dünyayla paylaşmak olduğu kadar dünyaya dair bulundurduğu bilgiler vasıtasıyla da olası dünya dışı yaşam formlarıyla dostane ve barışçıl yollarla iletişime geçmektir. Altın Plak da muhtevasında barındırdığı insan ve doğa sesleriyle birlikte gezegenin dört bir tarafından toplanan müzik eserleri ile bu amacın bir nişanesidir. Ses ve müzik bu amaçla evrenselleşmiştir.
Voyager Golden Record (Görsel, uzay.org adresinden alınmıştır.)
Kubbede Bir Hoş Sadâ
Bach, Beethoven, Mozart, Chuck Berry ve Louis Armstrong gibi müzisyenlerin eserlerinden Bulgaristan, Azerbaycan, Senegal, Peru, Avustralya ve Çin’in geleneksel müziklerine değin uzanan geniş skalalı bir müzik seçkisi olan Altın Plak’ın çalma listesine ulaşmak için:
Altın Plak’la birlikte uzaya gönderilen şeyler arasında; fotoğrafçı Jonathan Blair’in Türkiye’de çektiği sakallı ve yaşlı bir adamın fotoğrafı ile yıllarca Türkiye’de çalışmalar yapmış, Cornell Üniversitesi’nden arkeoloji profesörü Peter Ian Kuniholm’um seslendirdiği, “Sayın Türkçe bilen arkadaşlarımız, sabah şerifleriniz hayırlı olsun.”, mesajı da bulunuyor.
Old Man with Beard and Glasses (Turkey), Jonathan Blair (Görsel, https://www.gizmodo.com.au/ adresinden alınmıştır.)
Ali Ece ile yaptığımız röportajda bir anı var hafızamda. Kadıköy’de büyük bir terası bulunan bir kafede buluşmuştuk, üstelik yalnızdık o kocaman alanda. Gri renkli, yağmurun her an yağma opsiyonunu kendinde taşıdığı bir havada Ali abi çoğu zaman eğlenceli, bazense keskin çıkışlarıyla cümlelerini ardı ardına sıralıyordu. Bir an İngiliz indie sahnesi üzerine konuşurken, “Ancak niye antemik şarkılar yok?” demişti sakin bir ses tonuyla. Sonrasında sesinin seviyesi giderek yükselmeye başladı ve konuyu Tony Blair’e getirdiğinde ise sesi adeta zirve yaptı.
“Antemik şarkılar ortaya çıktığında Thatcher döneminin de sonuydu. Muazzam bir coşku geldi tabii. Sonra Tony Blair hepsini hayal kırıklığına uğrattı. Mahvetti insanları ve beklentilerini. 2000’lerin ortasında yapılan albümlerde bu hayal kırıklığının yoğun etkisi vardır. Misal Ian Brown’un yaptığı bazı kayıtlar genellikle Irak Savaşı’nı konu aldı. Aldatılma, çok büyük aldatılma hissi ve akabinde daha karamsar müzikler ortaya çıkmaya başladı.”
Bu anı çok iyi hatırlıyorum çünkü bu yorumda müziği farklı bir gözle değerlendirebilme kaygısı var. Bugün müzik üzerine yazan az kişide bu bakış açısı söz konusu… Oysa ister yerel ister global olsun, geçmişteki çoğu müzik kritiğinde toplumsallık önemli bir noktada yer alıyordu geçmişte. Dolayısıyla böyle çıkışlar, akademik yanım nedeniyle bazen ilgimi çekebiliyor.
O gün Ali Ece, müziğin politikadan uzun vadede nasıl etkilenebileceğini anlatıyordu… Yaşadığımız zamanlar sadece Türkiye’de değil, global anlamda da sıkıntılı dostlar…
Arctic Monkeys son albümü çıkardığında takvimler 2013’ü gösteriyordu. Dünyanın gidişatı açısından düşünüldüğünde, 2013’ten bu yana neler olmadı ki!
Bir çırpıda aklıma gelenler;
Katalanların bağımsızlık mücadelesi, Brexit, terörün globalleşmesi ve ardı ardına patlayan bombalar, mülteci sorunu, agresif Trump politikaları, iklim sorunu, yükselen muhafazakarlaşma, Suriye meselesi, Kuzey Kore’deki ‘sevimli’ şey, Israil ve Filistin arasındaki yaşanan gerilimler ve halen hafızalarda yer alan Eagles of Death Metal’in trajik Paris performansı…
Ee kusura bakmayın, müzisyenler de insan! Toplumsal ya da politik durumlardan etkilenebilirler! İnsanlar üstüne üstlük yaşlanıyorlar da… Aynı bizler gibi… Dolayısıyla bu radikal değişimler müziklere de yansıyor.
Arctic Monkeys’in yeni albümünü bu şekilde düşünmek gerek. Neden indie’de eskisi gibi antemik şarkılar üretil(e)miyor? Cevabım ise; “Neden üretilsin ki?” olur. 60’larda değiliz. Geleceğe umutla bakamıyoruz. Umutsuzuz.
İşte tam da bu nedenle 60’lar sound’u tekrardan gündemde. İnsanlar geçmişi özlüyor. Tame Impala sadece iyi müzikle iş yapmadı, insanların nostalji özlemine de bir neden yarattı. Ancak bu özleme hali sadece yaşlanmak üzerinden değil, global anlamda yaşanan kaosla birlikte daha da perçinleniyor. Çoğu grup bugün 60’lar sound’una dönmek için çaba sarf ediyor.
Arctic Monkeys’in yeni albümündeki durum da bunun tezahürü. Üzerinden tam 50 yıl geçmişken, 60’ların hayaleti tekrardan üzerimizde geziyor. “Tranquility Base Hotel & Casino” her notasıyla buram buram 60’lar kokan, o dönemi özleyen 4 adamın hikayesini barındırıyor.
Ancak burada bir parantez açmam gerek, grubun müziğinde 60’lar etkisi hep vardı. Hatta biraz daha iddialı konuşacaksak, bir tür olarak indie’de 60’lar etkisi hep vardı. Dolayısıyla bugün “bu sound ne be kardeşim?” demek bana çok acımasız ve cahilcegeliyor. AM’deki No. 1 Party Anthem son albümdeki şarkılardan çok mu farklı diyesim geliyor, bu cümleleri mesnetsizce söyleyenlere?
Bu 60’lar özlemini yeni albümün merkezine koyduğumuzda, ilk dikkatimi çekenler sound ve prodüksiyon oldu. Dijital kayıtların zirve yaptığı dönemde, böylesine analog bir sound’u ortaya çıkarmak gerçekten çok çok zor ve ‘piyasa’ adına riskli bir iş. En azından AM gibi bir albümden sonra böyle bir albümü yapmasıyla bile grup büyük takdiri hakediyor.
Ama grup bu 60’lara yolculuk stratejisini sound olarak o kadar iyi becermiş ki, ben bile bu kadarını beklemiyordum. Hatta albüm kapağında bile, o dönemin kayıt cihazlarına gönderme var! Bu nedenle prodüksiyon çok hoşuma gitti, çünkü ben de maalesef ve artık geçmişi özlüyorum. Yapabilecek bir şey yok! Geçmiş yeni geleceğim(iz) artık!
Albüm kapağındaki kayı cihazı detayı bile albümün neden 60’lar izinde yürüdüğünü gösterir nitelikte.
Albüm çıktıktan bu yana yoğun bir eleştiri söz konusu. Grubun kemik fanları çok yoğun bir şekilde albümü eleştiriyor çünkü beklentileri AM gibi bir albümdü, ancak dediğim gibi 2013’ten bu yana çok zaman geçti. Sahi son zamanlarda antemik, kıpır kıpır bir albümü hangi grup çıkarabildi ki? Ben kitleleri sürükleyen, eğlenceli bir rock şarkısının varlığını uzun zamandan bu yana hatırlamıyorum. Varsa da, bilen söylesin! Indie öldü, yaşasın geçmiş!
Albüme dair eleştiriler genelde TLSP etkisinin yoğun bastığı yönünde, ancak bana göre albümde çok ağır Tame Impala havası var. Yeni albümü TLSP ile kıyasladığımda, TLSP’nin son albümünün AM’e daha yakın durduğunu hatırlatmak isterim. Elbette sound olarak bir kıyastan bahsetmiyorum, sadece TLSP’nin enerjisinin AM’e daha yakın olduğunu söyleyebilirim.
Albüm bu zamana kadar yapılmış en karanlık Arctic Monkeys işi. Albümün neden karanlık olduğunu bu yazının ilk satırından bu yana anlatmaya çalıştım. Tüm şarkılarda bu etki fazlasıyla var. Bestelerin akılda kalıcılığında biraz sıkıntı var sadece. Catchy melodilerden kaçınmışlar gibime geldi, bu da iyi müzik adına sevindirici bir şey. İnsanların da bu kadar eleştirmesine de neden olan şey bu aslına bakarsanız…
Misal bu albümü, AM kafasında kayıt etseniz yani gitarın sesini yükseltip, dijital olarak kayıt edilmiş tertemiz bir gitar sound’u ile bu albüm, AM’in çok karanlık bir haline dönüşebilir. Misal Four out of Five ya da Science Fiction fazlasıyla özünde AM barındırıyor. Four out of Five bildiğimiz Arctic Monkeys introlarını barındırıyor yani bass yürüyüşüyle giren bir intro… Birçok AM şarkısında kullanılan bir formüldür bu zaten! Yine Tranquility Base Hotel & Casino’da klavye ve bass adeta birbiriyle sevişiyor… Klavye ve bass öylesine birleşik bir haldekiler ki, çoğu zaman Alex’in vokali bile geri planda kalıyor. Bu şarkıyı standart Arctic Monkeys kafasında, yani daha gitar temelli olarak kaydedilse söylenecek cümle, “Albümün 505’ı bu şarkıdır. Çok net!”
Tranquility Base Hotel & Casino bana kalırsa tam bir turnusol kağıdı gibi… Müzik üzerine kafa yoran ve yormayanı ortaya çıkaran bir albüm olmuş! Karbon kopya müziklerin ötesinde, yeni denemeleri geçmişe yolculuk yaparak gidermeye çalışan bir stratejiyle kaydedilmiş. Arctic Monkeys, The Strokes gibi daha ikinci albümlerinde elektronik geliyor diye, yelkenleri elektronik sulara yelken açan bir grup değil. Bugün bu albüme sadece hit şarkı yok diye giydirmek, bana çok anlamsız geliyor. Milenyum’da değiliz, dünyaya umut ile bakmıyoruz ve maalesef bundan müzisyenler de etkileniyor. Ne de olsa gün sonunda, onlar da bizler gibi birer insan.
Heavy metalin her türünde olduğu gibi başında Black Sabbath’ın adının yazdığı, 70’lerin psychedelik rock’ını doom metalle harmanlamış bol riff’li bu tarz, startı 90’larda Kaliforniya’da yapsa da 2000 sonrası Amerikan Heavy metalinin “Djent” adlı tarzın peşinde gitmesiyle birlikte kalbi Avrupa’da da atmaya başladı. Bu kalp atışı kendisine Avrupa’da bir kabe yaratmakta da geç kalmadı haliyle. 2012 yılında Berlin ve Londra’da Desertfest adıyla üç günlük bir festival başladı ve dünyanın dört bir yanından bu türün grupları dinleyicileriyle buluştu. Festivale 2014’te Antwerb, 2016’da da Atina ayakları eklenerek bu yıla kadar gelindi. Biz de festivalin Berlin ayağının bir gününe eşim ve bir arkadaşımla gitmeye karar vererek, erkenden biletlerimizi aldık. Ve işte sonunda 5 Mayıs’ta Berlin’deyiz!
“Bir tek biz mi geldik?”
Türkiye’de kazandığımız alışkanlığımızla festival alanının kapıları açılmadan bir saat evvel konserin yapılacağı Arena Berlin’in önünde olduk ama atladığımız bir konu vardı: Almanya’dayız ve tabii ki bizim dışımızda fazla bir kalabalık yok. Çünkü kapının saat 14.00’te açılacağını bilen Almanlar, o saatte geliyor salona. Her neyse, yaklaşık bir saat bekledikten ve “Acaba sadece biz mi geldik?” endişelerinin ardından kapının önü dolmaya başladı. Kapıların açılmasıyla birlikte artık içerideydik.
Konserin yapılacağı Arena Berlin, Spree nehri kıyısında 1920’lerde otobüs garajı, daha sonraki yıllarda da Naziler tarafından cephanelik olarak da kullanılmış olan koca bir hangar. İçeride ne varmış ne yokmuş diye şöyle bir tur atarken, küçük sahneden gitar sesleri gelmeye başladı. Hmm tam da programda yazan saatte…
Fotoğraf: Ayşegül Uyanık Örnekal
İsveç dolaylarına yolculuk
High Reeper, taa Amerikalardan gelip sahneye çıkmıştı. Albümleri çıkalı henüz birkaç ay olmuş, dumanı üstünde. 70’lerin klasik Heavy metalini doom ve stoner sound’la harmanlayan yepyeni bir grup. Enerjik sound’larını seyirciye kolayca aktardılar. İleride bu tarzın adının geçtiği yerlerde onları sıkça duyacağımız kesin.
Fotoğraf: Ayşegül Uyanık Örnekal
Akabinde yine küçük sahnedeyiz. Fransız Doom metal dörtlüsü “The Necromancers”de sıra. İlk albümleri Servants of the Salem Girl’ü 2017’de yayınlayan grup, bu tarzla ilgili pek çok sitede yılın en iyileri listesinde kendisine yer buldu. Karanlık ve tekinsiz bir sound, şeytan, cadılar ve büyücülerle dolu sözler… Dört genç adamın doom metal gibi bir türe bu kadar iyi bir albüm verdikten sonra sahnede de kendilerinden emin çalışı, hele ki vokalistlerinin üstün performansı gerçekten takdir edilesiydi. Saatlerce övebilirim, gerçekten…
Fotoğraf: Ayşegül Uyanık Örnekal
The Necromancers’dan sonra İsveç seyahatimiz başladı. Önce ana sahnede Dead Lord’u izledik. Thin Lizzy ve Kiss’in 70’lerdeki sound’una bir selam gibiler hatta bir ara Detroit Rock City’nin solosunu çalarak Kiss’e saygılarını da sundular. Dead Lord’dan sonra istikamet yine küçük sahne! Bu kez İsveçli dört kadından kurulu MaidaVale sahnede. Neo falan değil gerçek anlamda Psychedelic rock. Jefferson Airplane’den reankarne olmuş gibiler… Çok sevilen ilk albümlerinden hiç parça çalmayıp, sadece yeni çıkan ikinci albümlerine yönelmeleri negatif haneye yazılsa da vokalistlerinin sevimli deli dansları bunu göz ardı etmemizi sağladı.
Fotoğraf: Ayşegül Uyanık Örnekal
Bira molası ve güneşin tatlı yüzü
Festival hızla akıyordu ama hala İsveç sınırları içindeydik. Bu sefer Horisont sahneye geldi. 10 dakikalık Odyssey adlı şarkılarıyla efsanevi bir giriş yaptılar. Şimdi de sıra 70’lerin progresif rock’ını proto metalle buluşturmakta! Karşımızda biraz UFO, biraz Rush var. Büyüleyici bir performas. Çok daha yukarılarda bir yerlerde olmalılar kesinlikle… Horisont’un ardından sırasıyla King Buffalo ve Eldersahne alacak. İkisini de biraz sıkıcı bulduğumuz ve yorulduğumuz için altın rengi biralar eşliğinde nehir kenarında biraz yaymaya gidiyoruz. Almanya sanki bizi selamlar gibi, mevsim normallerinin ötesinde bir güneş tatlı tatlı içimizi ısıtıyor.
Merhaba Graveyard
Ve geri dönüyoruz. Sahnede Lucifer var. En önemli özellikleri, Nicke Andersson’un Entombed’dan yıllar sonra yine davula geçmesi… Festivalde sahneye çıkan tüm İsveçlilerin müzik yapmasında izleri bulunan efsanevi Nicke, ne Entombed’la ne Hellacopters’la, ne de Imperial State Electric’le izleyebildiğim Nicke Andersson. Grup nasıldı çok takip edemedim ama sahnede Nicke’yi görmek başlıbaşına bir keyifti.
Ve sıra günün headliner’ı, Graveyard’da… Stoner rock’ı blues’la buluşturan sound’ları, vokalist Joakim Nilsson’un o çatlak, hırpalanmış sesiyle yer yer sakince, yer yer çığlık çığlığa söylediği şarkılar… The Siren, Uncomfortably Numb gibi ballad’lara, Hisingen Blues gibi bir klasiğe seyircinin katılımı… Konser tek kelimeyle muhteşemdi. 75 dakikalık kesintisiz performans, az diyalog, bol thank you ile son bulan üst düzey bir konser deneyimi sağladı bize. Orada olmak için harcadığımız tüm zaman ve enerjiye değen harika bir gün sonu. Kulağımızda Joakim’in sesi ve o cümleler…
Gitarda UÇK Grind’dan Levent Ersoy, davulda Radical Noise’dan Emre Şahin, basta Nitro’dan Burak Özgüneyve vokalde Antisilence’tan Erdem Çapar’ın oluşturduğu Sülfür Ensemble ikinci EP’leri “II (Four Songs About Religions, Hard Rock, Binding & John Entwistle)”’ı geçtiğimiz günlerde yayımladı. İlk EP’leri gibi 4 parçadan oluşan alb… Nasıl? Çok sıkıcı değil mi? Ben yazarken sıkıldım, eminim siz de okurken sıkılmışsınızdır. 80’ler TRT ağzı albüm tanıtımlarından bıktım yemin ederim. Her neyse, şöyle başlayayım;
II (Four Songs About Religions, Hard Rock, Binding & John Entwistle)
Barbarostan aşağıya inmeye çalışıyorum. Minibüs kalabalık ve sıcak. Bir köşe bulup zorla yerleştim. Twitter’ı kurcalarken Sülfür’ün albümlerinin Spotify’da yayımlandığı haberini veren tweet’ini gördüm. Tam zamanına denk geldi gerçekten. Link’e tıkladım ve…
3 İngilizce, bir Türkçe parça… Grubun iki albümdür sahaya diziliş sistemi sanki.
‘Heaven Prison’. Gitarın sesini duyduğum ilk andan itibaren artık o minibüste değildim. Yaaa biz bu toz toprak içindeki o gitar sounduna aşığız be… Sadece o girişi loop’a alıp günlerce dinleyebilirim. Ama bir dakika, Erdem Çapar’ın vokali girdi önce çığlık çığlığa, öfkeli, üstüne bas ve davul… Şarkı din eleştirisini anlatsa da ben başka bir yerdeyim. Nasıl desem sanki Texas Chainsaw Massacre’daymışım gibi. Tamam, itiraf ediyorum; hayal gücüm biraz kuvvetli. Neyse, bir süre sonra albümü oturarak dinleyemeyeceğimi anladım. Minibüsten indim, yürümeye başladım. Kendi zihnimde klip çekiyor gibiyim. Aklım tamamen şarkının riff’lerine teslim olmuş durumda. Balık gözü kamera, insanların arasında hızlı hızlı hareket ediyor sanki. Sonra ‘Sertkaya’ başladı. Parçanın Türkçe olduğunu biraz geç farkettim.. Hmm 3 İngilizce, bir Türkçe parça… Grubun iki albümdür sahaya diziliş sistemi sanki. Sertkaya riff’leriyle solosuyla albümün en iyisi. Sanki içinde iki ayrı parçayı bulunduruyormuş gibi bir şarkı. Hadi biraz daha ileri götüreceğim, bir doom/sludge klasiği olması için her şeyi var. Mükemmel. Bu arada kafam ara ara ilk albümlerine kayıyor, o da uzun süre keyifle dinlediğim albümlerden biri oldu ama bunda sound daha oturmuş sanki. Ne yaptığını daha iyi bilen bir albüm olmuş. Bunları düşünürken ‘I Sold Your Soul‘ başladı. Kamyon gibi şarkı. Yavaş yavaş gidiyor gibi ama önüne çıkarsanız alır götürür. Solosu da ayrıca zımba gibi, hastasıyım. Ve ‘Die Like John Entwistle‘… İlk EP’de Marilyn Monroe’yu anan grup bu şarkıyla The Who’nun 2002 yılında sex, drugs & rock n’ roll mottosunu bilfiil yaşarken ölen basçısını anarak meşhur meftaların ikinci sayısını yayınlamış. Doom Metal’de marş şarkı olur mu? Olur. Bu olmuş en azından, konserlerde bağıra bağıra söylenir.
Sülfür Ensemble
Türk rock ve metal ortamının gediklisi bu dört adam, heavy metal sahnemiz içinde bile karşılığını bulması oldukça güç olan bir tarz icra ediyorlar. Hem de dünya çapında bir kaliteyle. Tamam, bu müzik herkese hitap etmiyor ama en azından extreme metal dinleyicisinin kesin ilgi göstermesi gereken bir grup.