Bu hafta protest bir albüm/parça göremesek de istediğimizi aldığımızı düşünüyorum sayın seyirciler. Ayrıca en çok “eleştirdiğimiz” hafta olabilir. “Çok iyi be!” de demedik ama yine de üretimden mutluyuz/umutluyuz.
Patron – Benden Bu Kadar:
Saf üretim! Patron ve PMC hakkında bu sözü rahatlıkla kullanabiliriz. Bu sene çıkan albümlerin yanında ara ara yayımladığı single’larla da beğenildi ve bence bu da beğenilecek parçalardan biri. En önemlisi de Patron’un bir standart yakalaması.
Furkan Karakılıç – Fuego (Albüm):
Ben Fero‘nun albümünü dinlerken, “Yalnız sözler tamam da, altyapısı da çok iyi abi adamın” dediyseniz bu albüm tam size göre. Ben Fero parçalarının altyapıları Karakılıç’a ait. Piyasada beklentinin büyük olduğu işlerden Producer albümüne, KOKSVL, Maho G, Khontkar, Ati242, Tankurt Manas ve Metth gibi isimler eşlik ediyor.
Sayedar ft. Önder Şahin – Gölge Boksu (Albüm):
Türkçe Rap’te basit ama güzel beat, albüm konusu ve lirik kalitesi arıyorsan, bir de piyasadan kaçma gibi bir düşünceniz varsa bugünkü menümüzden bu albümü tavsiye ederiz.
Redman – Black Man in America:
Yukarıda Patron için “standart sağlandı” dedim ama Redman için hangi kelimeyi kullanabilirim bilmiyorum. Kalite hiç düşmüyor.
Snoop Dogg ft. Migos – My Family:
Addams Family filminin soundtrack’lerinden bir tanesi. Bir film müziği ne kadar normal olabilirse, öyle!
French Montana ft. Gunns- Suicide Boys:
Son 3 senede French Montana şarkısı dinlediyseniz bunu da dinlemişsinizdir. Çünkü sadece sözler farklı.
Wiz Khalifa – Neighbors
Khalifa yükseliş aradığı ve eski formundan uzak olduğu bir dönemde bence. Sadece Youtube’da yayımlanan bu parçanın amacını çözmek de güç. 3 gün arayla parça çıkarıyor.
Joyner Lucas – ADHD:
Joyner Lucas‘ın yükseldiği nokta çok şaşırtıcı. Son dönemde kötü parça dinletmedi, bir de bunu trap sound’la yaptı. Yine başarılı bir iş. Listeme aldım.
Pazardı. Sen arka koltukta biriyle sevişiyor, ben de ön tarafta karayolları app’iyle şehir planlamacılığı üzerine girdiğim koyu bir tartışmadan sağ çıkmaya çalışıyordum. Bir şeyleri tartışmadan nereye varabilirdik ki… İşte bunu – o günden beri – daha yeni anlıyorum.
Aklıma gelen sesleri duymaya çalışıyordum. Çünkü bilirsin ki düşüncelerin seni yakalayacak ve seni alt edecek… Duygularını saklaman da bir şey ifade etmiyor artık… Düşüncelerden kaçmak için başka sesler lazım…
Tam o anda; “dün kafanın içinde duyduğun sesin ne olduğunu hatırlıyor musun?” diye sordum sen arkada sevişirken. “Hayır” dedin.
Kısa cevabın bitmeden, durduramadığım bir kusma isteği olduğunu hissettim. Sabah oluyordu, üstüme güneş vurdu, çocukluğuma gittim. Umutlarım, arabayı park ettiğimiz deniz kıyısından yuvarlandı.
O son notayı hatırlamıyorduk ve hayat devam ediyordu…
Tool’un 10.000 days albümü yayınlandığında lisansa dahi başlamamıştım. Albümün çıkacağı haberi yayınlandığı günden, albüm çıkışına kadar her gün MSN’de iletilerle geri sayım yapmıştım. Tool benim için hiçbir zaman bir müzik grubu olmadı. Hayatımda müziğe dair bakışımı değiştiren, müzikle uhrevi bir yolculuk yapılabileceğini de, kompleks yapıların inanılmaz bir harmoni ile üretebileceğini de, müzik ve matematik ilişkisini bambaşka bir noktaya taşınabileceğini de, müzikal üretimlerin popüler müziğin ötesinde, gerçekten sanatsal kaygılar taşıyabileceğini de gösteren yegane bir müzik ‘şeyidir’.
10.000 days albümünden bu yana tam olarak 13 yıl geçti ve bu 13 yıl boyunca çok şey değişti. Bir karşılaştırma olarak ve oldukça subjektif bir yorumla, Guns’n Roses Chinese Democracy ‘i yıllar sonra yayınlandığında küresel olarak acaba bu kadar şey olmuş muydu? Kendi bakış açımla, bence bu kadar şey, bu kadar hızlı değişmemişti. Küreselleşmenin dizginlenememesi ve karanlık yüzü, neoliberal politikaların çıkmaza girmesi gibi temel konular ile birçok amansız veba ile baş başa kaldık. Çok şey değişti sonuç olarak. Misal o zamanlar lisans eğitimime dahi başlamamışken, şu an doktora tezimi bitirmekle meşgulum.
Bu kadar şey yaşanırken, müzik de değişti pek tabii. Çok köklü bir değişim yaşandı müzik alanında. Bu değişimin neler olduğunu şu yazımda dile getirmiştim. Tool’un 13 yıl sonra albüm çıkarması ister istemez, dinleyicideki Tool açlığı ve grubun müzikte dijitalleşme sürecini bu zamana kadar yok sayması ile nedenleriyle albüme dair büyük bir beklenti oluştu. Müzik değişti, peki Tool bu dönüşümde nasıl yer alacaktı? Değişecek miydi, yoksa adeta icat ettiği Tool müziğini devam mı ettirecekti? Ne olacaktı sahi?
İşte bu anlamsız ve büyük beklentiler bu gibi soruları üretirken, özellikle ülke sınırları içerisinde grubun yeni albümünün değerlendirilirken duygusal yorumlarla ele alınmasına neden oldu. Genellikle albümün farklı mecralarda ‘negatif’ sıfatlarla eleştirildi. Peki albüm hakikaten bu kadar sıkıntılı bir albüm mü? Bence değil, az yukarıda bahsettiğim nedenler albümün ülke sınırları içerisinde biraz haksızca eleştirilmesine neden oldu. Dolayısıyla bu yazı, Fear Inoculum’u grubun en iyi albümü olması gibi bir iddia ile kaleme alınmadı, aksine metin 13 yıl içerisinde Tool’un müziğinde neler değişti, neler değişmedi gibi sorulara cevap verme kaygısı taşımakta.
Bir ‘problem’ olarak uzun introlar
Fear Inoculum’u diğer Tool albümlerinden ayıran en belirgin özelliği, ‘aşırı’ uzun introları olsa gerek. Özellikle grubun Türkiye’deki fan’ları en çok bu konuda eleştirdi grubu, hatta grup sanki bu yaklaşımı ilk defa müziklerinde kullanıyorlar gibi bir yaklaşıma da girdiler. Oysa Tool bu intro’ları hep kulanmıştır. İlk aklıma gelen, The Patient, Parabol, The Patient, Reflection, Right in Two ilk aşamada aklıma parçalar. Unutulmasın, Tool Wings For Marie Part1&2‘da bu introları kullanarak adeta bir ağıt üretmişlerdi. Yani Tool bu uzun intro’ları kullandığında ortaya kötü bir iş çıkarmıyordu ancak bu şarkılar sayı olarak diğer albümlerinde çoğunlukta değildi. Fear Inoculum’da ise bu durum çoğunluğa geçmiş. Pneuma, Invincible, Descending ve Culling Voices introlarıyla dikkat çeken parçalar. Eee tabii uzun giriş pasajları, grubun yaptığı müziğin içeriğindeki agresifliğin görünmemesine neden oluyor. Oysa şarkılar biraz dikkatlice dinlendiğinde, çok da sakin şarkılar değil. Peki bu bir problem mi? Kesinlikle değil. Benim oldukça hoşuma da gitti bu uzun pasajlar, ki bu introlar sıradan da değil. Hepsi kendi içerisinde farklı denemelere sahip. Culling Voices’ın intro’su bu zamana kadar Tool’un pek de denemediği bir intro modeli ve bu parça benim oldukça hoşuma gitti. En azından yeniyi aramaya devam ediyorlar.
Olgunlaşan Bir Müzik
Albüme getiren bir diğer eleştiri ise tahmin edeceğiniz gibi, parçalardaki agresifliğin daha az bir şekilde hissedilmesi üzerine. Maynard’ın vokalinin soft’laştığı ise bir diğer getirilen eleştiri. Ancak şu var ki, Maynard’ın vokalindeki soft’luk zaten 10.000 days albümünden bu yana geçerli olan bir süreçti. Yeni değil. Fear Inoculum‘da bu vokal yaklaşımı zirve yapmış. Bence bu durum bir problem değil. Hatta çoğu rock grubunda görülen genel bir temadır da aslında, belli bir yaştan sonra rock vokalleri daha soft vokal denemeleri yapıyor. Bu fiziksel yaşlılığın getirdiği bir süreç olduğu kadar, aynı zamanda yine zihinsel olgunluğa erişmenin de bir sonucu olabilir. Grup üyelerinin yaşları artık kemale erdi. Eski agresif günlerinden uzaklaşmaları normal. Bunun yanı sıra, albümde 7empest adlı bir şarkı var ki, agresif parça arayanlar için çoğu unsuru da sunuyor. Hatta Tool tarihinin en güzel şarkılardan biri bu şarkı. Aenima zamanlarından fırlayan, Adam, Justin ve Danny’nin adeta şov yaptı bir parça. 15 dakikanın dinlerken nasıl geçtiğini adeta unutuyorsunuz.
Albümün diğer albümlerden farklılaştığı bir diğer nokta ise, albüm kayıtlarının temizliği ve Justin’in o duymaya alışık olduğumuz bass partisyonlarının eskisi gibi baskın bir şekilde duyamamamız. Tool’un galiba bu zamana kadar ki, en temiz albüm kaydı Fear Inoculum‘da yer almış. Oysa Tool’un diğer albüm kayıtlarına baktığımızda, kirliliğin temel prensip olduğunu söylemek mümkün. Bu da biraz biz Tool fanilerini azıcık üzdü, ancak dert değil. İyi bir kayıtla Tool dinlemek de kendi içinde oldukça iyi. Dediğim gibi Justin biraz geri planda kalmış kayıtlarda, ancak bu sefer de Danny Careyhiç olmadığı kadar ön plana çıkmış. Bu durum, çoğu yorumda albümü kurtaran kişinin Danny değerlendirmesine kadar gitmiş. Kayıtların temizliği ister istemez Danny ve Adam Jones’u biraz daha ön plana çıkmasına neden olmuş. Adam Jones‘un gitar melodileri parçalarda genellikle Lateralus ve 10.000 Days tonuna yakın.
Nereden çıktı bu 7?
Albümün White Board’u. Her 7 ile dolu maşallah.
Ancak bu albümün öyle bir özelliği var ki, diğer albümlerde bu kadar belirgin olmayan bir şeydi bu. O da ahenk, harmoni. Bu harmoninin temel kodu ise, Matematikten beslenmekten hiç çekinmeyen Tool’un 7 rakamıyla kurduğu ilişkide gizli. Adam Jones yazdığı riff’leri saydığında genellikle 7 sayısına denk geldiğini belirtmiş. Albüm ise yine 7 şarkıdan oluşmakta. Albümdeki birçok ritim ve poliritim 7/4ya da 7/3‘lük . Maynard da albümdeki şarkıların liriklerindeki temel belirleyicinin 7 rakamıyla oluştuğunu belirtmiş ve tüm bu olanların bilinçli olarak yapılmadığını da belirtmiştler. Grubun böyle işleri çok vardır ve bilinçli birer tercihtir. Bu albümde ise şans eseri ortaya çıkan bir durum. İşte bu şans eseri hal albümdeki belirttiğim, ahengin de temeli olsa gerek. Bu vesileyle 7empest’in adının da neden bu şekilde olduğu anlaşılmıştır diye düşünüyoru.
Kızgınlıklar Geçtiğinde Bu Albümü Bir Dinlesek
Fear Inoculum kuşkusuz Tool’un diskografisindeki en iyi albüm değil. Zaten grup da her anını, her saniyesini birlikte geçiren kişilerden oluşmuyor. Zaten 2016’dan bu yana albüme dair açıklamaları da hep bu yöndeydi. Bu albümde en iyi albümümüzü yapalım gibi bir iddiaya da sahip olmadılar. Fear Inoculum 13 yıl sonra, hadi artık bir albüm mü yapsak diyerek bir araya geldiklerinde ortaya çıkan bir iş. Bunun yanı sıra, 2006’da bıraktıkları gibi bir yer küre ya da müzik dünyası da yok. 13 yıllık Tool hasreti dinleyicilerde beklentiyi hem çok artırdı, hem de bir tür kızgınlık da üretti. Çoğu zaman “neredesiniz be?” derken bulduk kendimizi. Üstelik Spotify gibi mecralarla da anlamsız bir savaşa girdiler. Dağda, çimende, bayırda doğru düzgün dinleyemedik de. Hatasız Tool olmaz dostlar.
Dolayısıyla hasret, özlem, kızgınlık her şey iç içe girdi Fear Inoculum öncesinde. Bu his karmaşası özellikle Türkiye’de albümün biraz duygusal olarak değerlendirilmesine yol açtı. Oysa albüm o kadar da ‘kötü’ bir albüm değil, hatta bana sorarsanız Tool diskografisinin en iyi 3. albümü. Ortaya çıkan iş objektif olarak değerlendirildiğinde ise, Tool’un bu zamana kadar ki en olgun işi. Hele şu kızgınlık ya da kırgınlık biraz azalsın, albümün değeri zamanla anlaşılacaktır.
Hip-hop kültürü eleştiridir. Eleştirir. Şu sıralar eleştirinin kendisi olsa da, bugün bir kez daha özünü yansıttı. Ses çıkardı. Zaten kısa tarihi boyunca baş kaldırmıştı. 90’larda Biggie ve 2pac siyahiler için söyledi. N.W.A “Fuck tha Police” dedi, tutuklandılar. Ülkemizde Ceg, Server Uraz‘ın mahkemeleri sürüyor. Türkiye’de de bir şeyler ülkenin çoğunluğuna göre iyi gitmiyor ve yine -tarihte olduğu gibi- rap sanatçıları sorumluluk hissederek “bağırdı”. Fuat Ergin‘den Kamufle‘ye, Ados’tan Sokrat’a “bir şeyler için” dertli olan 20 MC, farkındalık için bir parça yaptı. Ve proje sadece bir parçayla sınırlı değil. Tüm gelirler köy okullarına kitap olacak. Tişörtler satışa sunuldu, geliri de sosyal sorumluluk projelerinde değerlendirilecek. Sosyal medya için de #Susamam isimli bir yüz filtresi ile “challenge” başlatılacağı iddia ediliyor. Umuyoruz gereken yerlere ulaşır!
Ezhel – OLAY:
OLAY da politik tedirginliklere dayanıyor. Ezhel kendi stilinde karışık gündemi değerlendirmiş. Bu haftaya damga vuracağı kesin.
Sayedar & Önder Şahin ft. Ceza / Komedi V Dram:
Sayedar ve Önder Şahin lirikaliteye önem veren 2 MC, Ceza’yla buluşunca da ortaya çok iyi bir iş çıkmış. Yine bir şeylerden dertli olanların parçası!
Post Malone – Hollywood Bleedings (Albüm):
Tüm dünyadaki hip-hop severlerin beklediği Post Malone albümü çıktı. İçinde 17 parça bulunan albüm, çok ses getirecek.
EARTHGANG – Mirrorland (Albüm):
Dreamville eşraflarından Earthgang, 14 parçalık albümünde “newschool” olmanın gerekliliklerini çok iyi yansıtıyor.
Fat Joe ft. Cardi B & Anuel AA – Yes:
Listeleri uzun süre sallayacağı kesin gibi. Cardi B verse’ü ile yine dikkat çekiyor.
Danny Brown – Dirty Laundry:
Günün önerisi! Kendine has tarzlara saygı duyanlara.
Hip-hop kültürü tarihi ve yapısı gereği politiktir. 1970lerin Bronx’unda ‘ghetto’lardaki siyasi-ekonomik duruma, siyahilere yapılan haksızlıklara ve sosyal yapıdaki eşitsizliklere tepki olarak yükselen bir ses olarak rap, müziğin protest boyutlarını en radikal şekilde kullanan türlerden olmuştur hep. Hangi kıtaya sıçradı ve topluma yayıldıysa oranın kültürüne eklemlenerek azınlıklara, ezilmişlere, başkaldıranlara, bir gruba girmeksizin sadece söyleyecek çok şeyi olanlara mikrofon tuttu.
1990 ve 2000ler itibariyle rap; büyük şirketlerin, beyazların ve piyasa taleplerinin dahiliyetiyle kutuplara ayrılarak ve mizojini (erkeğin kadına üstünlüğünü ve düşmanlığını pekiştiren düşünce ve inanç sistemi); kadınların objeleştirilmesi, küçük düşürülmesi, seksist söylemler; pornografik içerik, uyuşturucu ve alkole teşvik, abartı zenginliklerin ve hayat tarzlarının göze sokulması gibi içerikler üzerine eleştirinin tam ortasında yer aldı. Bir tarafta Wiz Khalifa, Snoop Dogg, Rick Ross, 50 Cent gibi isimlerin temsilciliğini yaptığı apolitik bir rap ve duyarsızlık eleştirileriyle günümüzde yükselmiş trap; öbür tarafta 2pac, Biggie, J. Cole, Kendrick Lamar gibi isimlerin yer aldığı, kökenlerine sadık ve sosyo-kültürel, politik, siyasi eleştiri olarak rap yer almakta. “Zengin Ol Ya Da Olmaya Çalışırken Öl” benzeri albümlerle hip-hop kültürünü ve rap’i dejenere etmiş albümler bir yanda, müzikleriyle eşitsizliğe ve haksızlıklara ses getirmeleri sebebiyle tehdit olarak algılanıp tutuklanan rap’çiler bir yanda.
Muhalif Ol ya da Olmaya Çalışırken Tutuklan
Bu tartışmalar uzun süredir Türkiye’de de dönüyordu. Bir-bir buçuk yıl içerisinde ana akım seviyesine yükselip dinleme ve hayran sayılarıyla ortalığı kasıp kavuran rapçiler arasındaki ayrışmalar ve içerik farklılıkları sebebiyle, bir noktada asıl rap müziğin tarihinden değerine kadar sorgulandığını ve içeriğinin tamamen boşaltılışını üzüntüyle izledik. “Rap politik olmak zorunda değil”, “Bu müziği eğlendiğimiz için yapıyoruz” gibi tercihe yönelik açıklamalar ardından anlamsızlaştırılan ve başkaldırı niteliğini yitirmeye yüz tutan Türkçe rap’in dün ve bugün tekrar radikal bir şekilde doğuşunu gördük.
Rap, zaten, protest bir müziktir. Hiçbir zaman üst sınıfın yahut gösteriş meraklılarının sadece eğlence amaçlı icra ettiği bir müzik olmamıştır. Rap’i apolitikleştirirseniz bu türü köklerinden sarsarsınız. Rap eleştiridir, başkaldırıdır, direniştir, sosyal ve siyasi sorunlarla mücadeledir. Sesi olmayanın sesi olmuştur, baskı görene mikrofon tutmuştur. Zevk ü sefa sofralarında yapılan alemlerin, objeleştirilen ve değersizleştirilen kadınların, zengin hayat tarzlarının göze sokulması bu kültüre aykırıdır.
İnsanlardaki düşünme yetisini yok eden, statükocu ve devletin ideolojik aygıtı olarak kullanılan müzik, tür fark etmiyor. Bu pop için de, rap için de, ana akım müzik olarak kullanılacak herhangi bir müzik türü için de geçerliydi. Piyasada şu an apolitik pop müziğin geldiği yerle aynı işlevi gören ve sistemin siyasi, kültürel, ekonomik yapısına onay veren ve rap olarak kabul edilen müzik, zaten hip-hop kültüründen aslen kopuk ve kökenlerine sadık olmayan bir tür olarak kabul ediliyor.
Müziğin, rap’in, bundan çok daha fazlası olduğuna ve değişim yaratabileceğine inanan, bunu çalışmalarına taşımış müzisyenlerin birleşerek kolektif bir tepki verdiğini gördük bu iki gün. Önce Şanışer “Susamam” dedi, daha sonra Ezhel’den “Olay” geldi.
#Susamam
Müziğin bir şeyler değiştirebileceğine inanan 20 rapçi, Türkiye’de yıllardır onca insanın anlatmayı başaramadığını, insanların sessiz ya da duyarsız kaldığı, unuttuğu, tepki göstermediği sorunları #Susamam diyerek 15 dakikayla özetledi. Ve dedi ki “Parça uzun değil, memleketin sorunu çok”. Doğa, adalet, hukuk, eğitim, kadına şiddet, hayvan hakları gibi çok uzun süredir canımızı acıtan konuları tek tek ve cesurca irdeleyen ekip Sarp Palaur (Şanışer) önderliğinde, zamanında Almanya’dan barış, kardeşlik, dostluk çağrıları yaparak rap’i Türkiye’ye getiren o güzel insanlara selam göndererek çok uzun süredir ortalıkta görünmeyen radikal rap’i gündemin ortasına bomba gibi bıraktı. Ki belirtmekte fayda var; bu insanlar bu meseleler hakkında çok uzun süredir konuşuyor, mümkün olduğunca bunlara tepki gösteriyordu. Aslında müzik ‘nihayet’ konuşmadı, bu birliktelik doğurduğu güçle varoluşunu artık reddedilemeyecek ve görmezden gelinemeyecek bir şekilde önümüze taşındı. 20 kişilik, ayrı ayrı kendi hayran kitlesine sahip bir ekip bu sebeple bu kadar önemliydi.
Sarp Palaur, onu bildiğimden beri bu müziğin içinin boş olmadığını savunan figürlerden biri. Rap’in piyasada yalnız eğlence bazlı kullanılmasına ve hip-hop kültürünün içinin boşaltılarak rap müziğinin salt beat’ler ve anlamsız sözlerden oluşmasına bu projeyle tepkisini net bir şekilde koyan Palaur, kendi gibi düşünen ve hatta bu sebeple aralarında hâlâ yargılanmaları devam eden diğer 19 müzisyeni birleştirerek gördüğümüz en büyük kolektif hareketlerden birine imza attı 5 Eylül’de. Bu parçayı bir sosyal sorumluluk projesine dönüştüren ekip, proje kapsamında tasarlanan ve internetten satışa sunulan #Susamam tişörtlerinin gelirlerini köy okullarına bağışlayacak. Instagram’da parçaya özel hazırlanan yüz filtresi ile Şanışer, sanatçılara bağış yapmalarına yönelik meydan okuyor ve farkındalığı arttırabilmek için mesajı olabildiğince yaymaya çalışıyor.
Projeye eşlik eden isimler şu şekilde: Fuat, Ados, Hayki, Server Uraz, Beta, Tahribad-ı İsyan, Sokrat St, Ozbi, Deniz Tekin, Sehabe, Yeis Sensura, Aspova, Defkhan, Aga B, Mirac, Mert Şenel, Kamufle. Parçanın aranjörlüğünü Murat Acar yapmış, mix & mastering Kadim Tekin’den, video klibi ise yine Sarp Palaur yönetmiş.
En son da Ege Çubukçu’nun bu harekete katkıda bulunuşunu ve harika sözleriyle parçaya yaptığı eklemeyi keyifle dinledik.
#Olay
Bugün yayınlanan ve gündeme; siyasetin ve toplumun çürümüşlüğüne, duyarsızlıklara, yaşanan acılara, sürekli yaşadıklarımızdan ötürü artık normalleştirdiğimiz tüm olaylara tepki veren bir başka çalışma da Ezhel’in Olay adlı parçasıydı. Görülmemiş bir cesaretle hazırlanan video klipte Hrant Dink’ten Gezi’ye, kadın cinayetlerinden terör olaylarına, IŞİD tarafından yakılan Türk askerlerinden Hande Kader’e, bugüne dek görüldüğünde kafa çevrilen, unutulan, sessiz kalınan tüm korkunç olaylar bir bir izleyiciye sunuluyor. Parçanın prodüktörlüğünü DJ Artz ve Bugy üstlenirken dokümantasyonu Yavuz Günal ve Berkant Akarcan yapmış.
Maddeye teşvikten başı bir türlü açılan suçlamalardan kurtulamayan Ezhel’in hiçbir zaman bu sebeple yargılandığını düşünmedim. Kliplerinde Ali İsmail Korkmaz’ı ve ülkedeki sefaleti yansıtma şeklini gördüğümden beri aldığı tepki ve yarattığı korkunun alkol ya da uyuşturucudan çok daha fazlası olduğuna inanmışımdır. Bu sebeple özgür müziği, özgür ifadeyi savunduk hep. Ezhel’in bu süreç boyu yaşadığı siyasi baskıya karşı dimdik duruşu, Olay’a yazdığı sözleri ve klibin hikayelenişiyle anlattıklarına duyduğumuz saygı çok büyük. YouTube’da birinci sıraya yükselen klibe yaş sınırı getirildi. İşin ironisi ise; bu videoda bir kurgu yok, görüntülerin hepsi ulusal, ana akım medya kanallarında yayınlanmış haberlerin derlemesi. Zaten televizyon başında, sosyal medyada yaş fark etmeksizin sürekli gözümüzün önüne getirilmiş haberler derlenmiş.
Bir hocamın da belirttiği gibi, memleketteki muhalefet boşluğunu rap’çiler tek başlarına doldurmaya karar vermiş gibi duruyor. Ve dün, bu iki parçayla birlikte bağımsızlığını ilan eden radikal politik rap, Türkiye siyaset gündemine bomba gibi düşerek müzik piyasasındaki uyuşma, gamsızlık, tepkisizlik ve duyarsızlık konularına bir darbe indirdi. Ağızlar açıldı, kalemler konuştu ve çok uzun süredir birikmiş öfke iki parçayla gündemin ortasına oturdu. Bir araya gelip ses çıkarabilmenin hiç kolay olmadığı zamanlarda böylesine kuvvetli bir iş içimize umut serpti.
Olumsuz popülerleşme eleştirilerinin öbür tarafında, rap şehirlerin damarlarına yayılarak demografik yapılar fark etmeksizin her bir mahalleye işlemiş durumda. Hiçbir zaman yukarıdan tabana inen bir tür olmadı. Aksine tarihi boyu halktan, ‘ghetto’dan, tüm bu gerçeklikleri çoğu zaman yaşayarak deneyimlemiş insanlardan çıktı. Ve şimdi ülkede ulaştığı kitlenin boyutu düşünülünce; eğer sokaktan geçen arabalardan bu parçalar duyulacak, öğrenciler -örneğin- kadına şiddete dair yazılmış bu sözleri ezberleyip söyleyecekse, bu parçaların yeşereceği yer asıl orasıdır. Bu mesajlar müzikle zihinlere girecek, tepkiler söyledikçe çoğalacak.
O duyarsız, mutsuz ve tepkisiz olarak yaftalanan nesil, belki de en beklenilmeyen yerden vurdu şimdi müzik piyasasını. Eğlence sektörüne malzeme edilmiş, insanları güncel konulardan saptırması ve uyuşturmasıyla eleştirilerin gündemine oturan rap, özüne dönerek karşımıza çıktı şimdi. Susamam’dan şu sözlerle her bir müzisyene bu iki parça için şükranlarımızı ve saygılarımızı sunalım.
“Ben bir beyaz Türk’üm
Yasaların Anglosakson ama kafam Orta Doğulu
Apolitik büyüdüm, hiç oy vermedim
Kafamı tatile, gezmeye, borca yordum
Adalet öldü, ucu bana dokunana dek sustum ve ortak oldum
Şimdi tweet atmaya bile çekiniyorum
Kendi ülkemin polisinden korkar oldum
Üzgünüm ama senin eserin ülkede bu umutsuz nesil
Senin eserin bu mutsuz kesim ve bu kurşun sesi!”
Bu yazıya katkıda bulunan 4:otuzüç ekibine; Alaz Kuseyri, Alperen Delibaş, Asrın Yesir, Ceren Bilgili, İrem Elbir ve Umut Erdoğan’a ayrıca teşekkürlerimi sunarım.
Pozitif organizasyonuyla 17 Ekim – 27 Ekim tarihleri arasında gerçekleşecek 29. Akbank Caz Festivali’nin eksiksiz programı geçtiğimiz hafta düzenlenen basın toplantısıyla açıklandı. Bu yıl da her yıl olduğu gibi konserlere ek olarak atölyeler, söyleşiler, Kampüste Caz, Liselerde Caz etkinlikleri festivale renk getiriyor olacak. On bir gün sürecek festival, birbirinden farklı temalarla 36 mekanda 130’dan fazla sanatçıyla 35 konsere ev sahipliği yapacak. Bu yıla Caz Odada ve Caz Mutfakta adlı iki yeni konsept ekleyen Akbank Caz Festivali ekibi, şehrin her tarafına yayılarak birbirinden farklı etkinliklerle dinleyicilere geniş seçenekler ve dolu dolu bir festival deneyimi sunuyor.
Uzun süredir “Şehrin Caz Hâli” sloganını kullanan Akbank Caz Festivali, bu yıl bu sloganın hakkını vererek İstanbul’un iki yakasında Akbank Sanat, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Babylon, Zorlu PSM, Nardis Jazz Club, BOVA, Caddebostan Kültür Merkezi, Moda Sahnesi, The Badau, Tamirane Akasya, Zuhal Concept, Avusturya Başkonsolosluğu, Soho House ve Feriye gibi çeşitli mekanlara yayılıyor.
Festivalde yer alacak isimler arasında Art Ensemble of Chicago, Yonathan Avishai Trio, Mats Eilertsen Trio, Jakob Bro Trio, Charles Lloyd Sky Trio, James Carter Organ Trio, Bugge Wesseltoft & Erkan Oğur & Friends, B’R ŞEYLER EKS’K, Mehmet Uluğ Gecesi: İ.M.C. Trio, Kerem Görsev Trio ve KOKOROKO yer alıyor. Modern İngiliz sahnesinin genç ve önemli isimlerinden Alfa Mist ve Maisha’yı da -sonunda- İstanbul’da dinlemek mümkün olacak. Festivalin tüm programına link üzerinden erişim sağlanabilir.
Festivale dair ilk öğrendiklerimiz, ECM Records’ın 50. yıl kutlamalarının festivaldeki temalardan biri olacağı ve İstanbul’a gelecek ECM sanatçılarıydı. Bu haber oldukça şaşkınlık ve heyecan yaratmıştı. Naçizane, Türkiye’de adı duyulduğunda herkesin oturuşunu bir düzeltip gerildiği “çağdaş”, “modern” kelimelerinin, dünyada en büyük temsilcilerinden biri olan ve 1969’dan bu yana caz, klasik ve dünya müziğinde çağdaş sahnenin en önemli isimlerinden çoğunu çatısı altında toplayan Edition of Contemporary Music gibi bir plak şirketinin, Türkiye’de bir festivalde bu şekilde kutlanacak olması oldukça cesur ve ilerici bir hamleydi. Maddi kaygılar, talepsizlik, bilinçsizlik ve biraz da sabit fikirlilik dolayısıyla yalnıza pop caz ya da ana akım caz icra eden, yahut cazla ilgilenme iddiasında dahi bulunmayan fakat büyük kitlelerce müziği tüketilen sanatçıların isimlerinin büyük puntolarla caz festivali posterlerine yazıldığı günümüzde, bu temanın kullanılması ilerici ve takdir edilesiydi. Türkiye için küçük, caz sahnesi için uzun süredir yapılması gereken fakat sevindirici bir adım olduğunu düşünüyorum.
Bu kadar övdüğümüz ECM Records’ın önemi, tüm gerici müzikal düşünceler ve eleştirilere rağmen yeniliği ve çeşitliliği hedefleyen felsefesinde yatıyor. Özellikle modern sahnenin kilit isimleri, müziğin ilerici güçleri, sisteme direnenler, otoritelere karşı gelenler, kural tanımayanlar, sınırlamaları kabul etmeyenler, özgürlük ve yeniliğe ömrünü adamış müzisyenlerin yer aldığı bir sanatçı listesi düşünün. Yaptıkları işlerle tepki alanlardan her yaptığı iş sorgusuz sualsiz kabul edilenlere, gencinden efsanesine, yeni türlere kapı açanlardan var olanı mükemmelleştirenlere geniş bir yelpazesi var ECM’in.
ECM Records, elli yıldır kataloğundaki 1,600’den fazla albümle çağdaş sahnenin en önemli temsilcilerinden olmuş bir marka. Dünya piyasasında yer alan yayın ve plak şirketlerinin genel durumun aksine çalışmalarının hiçbirini gelişigüzel, maddiyat odaklı ya da samimiyetsiz bir şekilde yapmıyor. ECM etiketiyle çıkan çalışmaların, minimalist ve yüksek kaliteli kapak tasarımlarından, temsil ettikleri özgün müziğin arkasındaki konsepte kadar en ince detayının dahi ne kadar bütüncül, estetik ve düşünceli bir görüşten çıktığını görebiliyorsunuz. Şirket, kendisini “the most beautiful sound next to silence” (sessizliğin bitişiğindeki en güzel ses) olarak tanımlıyor. Çıkan her özgün albümün ardında, ECM’in kurucusu, klasik eğitimden çıkmış basçı ve yapımcı Manfred Eicher‘in imzası var. Eicher, ECM’deki çalışmalarıyla 20. yüzyılın son 30 yılında Avrupa’da post-bop caz sahnesini şekillendiren ve etkileyen ileri görüşlü figür olarak biliniyor. Tek bir düşüncesi varmış tüm bunları yaparken; beğendiği müziği ve başarılı bulduğu müzisyenleri bir araya getirerek onların bulundukları zamandaki etkileşimini kaydetmek ve bunu bilmeyen insanlarla paylaşmak. Yıllar içinde türleri, ırkları, kültürleri ve kıtaları aşarak ileri görüşlü müzisyenler için kapsayıcı bir markaya dönüşen ECM’in ana felsefesi bu minimalist görüşte yatıyor aslında. Bu minimalist görüş, elli koca yıl çağdaş müzikte bir devrime öncülük ediyor.
Naná Vasconcelos, Manfred Eicher, Pat Metheny ve ses mühendisi Jan Erik Kongshaug ECM’de.
Örnek olarak, ECM’de adını gördüğümüz sanatçılardan birkaçı şöyle: Aaron Parks, Art Ensemble of Chicago, Arve Henriksen, Bill Frisell, Charles Lloyd, Charlie Haden, Chick Corea, Chris Potter, Dave Holland, Dave Liebman, David Liebman, David Virelles, Don Cherry, Eivind Aarset, Jack DeJohnette, Jan Garbarek, Joe Lovano, John Abercrombie, John Cage, Keith Jarrett, Lee Konitz, Mark Turner, Mathias Eick, Meredith Monk, Paolo Fresu, Pat Metheny, Shai Maestro, Steve Kuhn, Steve Reich, Terje Rypdal, Tigran Hamasyan, Tomasz Stańko, Tord Gustavsen, Vijay Iyer, Zakir Hussain… Ne kadar önemli olduklarını anlatmak için her biri adına bir yazı yazmalı elbet, şimdilik onu seri hâlinde ECM’i blog tarafına taşıyan Akbank Sanat’a bırakalım, biz de zamanla katkıda bulunuruz.
Ortada böyle gerçeklik varken, ECM Records’ın kuruluşunun 50. yılını kutlayan ve onu festivale taşıyan Akbank Caz Festivali ve Pozitif ekibinin, naçizane, ne kadar önemli bir girişimde bulunduğunun üstüne basa basa belirtmek gerektiğini düşünüyorum.
Bu kadar dolu ve insanı seçim yaparken arada bırakan bir festival programı görmeyeli de uzun zaman olmuştu. Yalnızca konserlerle değil farklı etkinliklerle de tam bir festival deneyimi sunacak olan 29. Akbank Caz Festivali’ni iple çekerken konserde dinleyeceğimiz isimlerden oluşan bir çalma listesiyle veda edelim. Orada görüşür müyüz?
İmpala, bazı çevrelere göre underground’un genç ismi, dinleyicilerine göre idol, kendine göre ise nitelik peşinde olan bir sanatçı. Kayra‘yı örnek alıyor, kendine has tarzıyla gençlerin, sokakta yaşayanların, yaşarken yaşamayanların sorunlarını anlatıyor.
Her şeyden önce Türkiye’de okuyan, sorunlarla boğuşan ve mücadelesine raple devam eden gençlerden biri. Anlatacak çok şeyi var. “Derdimi anlatmaya açım” diyor, biz de sesini duyurmaya çalışıyoruz.
Nayah’ta verdiği konser öncesi buluşuyoruz, yaklaşık 2.5 saat süren bir sohbet ve röportaj biterken aklımda beliren, “iyi ki böyle gençler var” düşüncesi.
Keyifli okumalar.
Klişeden başlayalım. Çalışmaların ne durumda?
4-5 ay önce Yolculuk isimli bir albüme başladım. 5 tane parçayı da kaydettim. Tüm prodüksiyonunu ben üstlendiğim için biraz sarktı, okul da devam ediyor tabii, bu yüzden istediğim zamanda bitiremedim. Ama muhtemelen Ağustos sonu, Eylül başı gibi mix-mastering de bitecek ve hazır hale gelecek. 5 şarkı vardı normalde, Onur abi (İnal) aka. Kayra sağ olsun stüdyoma geldi, hem kendi albümünün kayıtlarını aldı hem de beraber bir şarkı yaptık. 6 parçalık bir albüm haline geldi “Yolculuk.”
Direkt derine gireceğiz. Rap müzik icra eden kişilerin gençlik dönemlerinde rap’e neredeyse tamamen odaklandığını, hayatlarında başka hiçbir şeyle rap kadar ilgilenmediklerini görüyoruz. Az önce okuldan bahsettiğin için soruyorum; Ege Üniversitesi-Sosyoloji bölümünde okuyorsun, müzikte başarılısın, bir de geçen sene Amerika’ya gittin. Tüm bunların sana faydası-zararı ne oranda oldu? Ki zaten bizce özellikle rap yaparken eğitimi sürdürmen önemli.
Ben şarkılarımda kayda değer şeyler yazmaya çalışıyorum. Rap müzikte zaten toplumsal sıkıntılardan, insanların yaşadığı her durumdan bahsediyorsun ve bunların hepsini iyi cümleler ile aktarmak zorundasın. Okuduğum bölüm de sosyoloji olunca besleneceğim çok fazla şey oluyor, oldu. Bakış açını genişletiyor, hocaların söylediği, normal bir kişinin zor bulabileceği kitapları okuyorsun. Kısacası okul bana besin kaynağı oldu hep. Beni besledi. Hem düşüncelerimi etkiledi, hem hayata bakış açımı etkiledi, hem de yazdığım şarkılarda vizyonumu etkiledi. En azından temelini sağlam atmama sebep oldu.
Bunların yanında tabii ki zorlukları da vardı. Çünkü okulumu devam ettirmek zorundayım. Bölümüm müthiş zorluğu olan bir bölüm değil tabii ki. Düşünmeyi, okumayı ve araştırmayı gerektiren bir bölüm. O yüzden ben okulumu her zaman faydalanabileceğim bir alan olarak gördüm. Sadece odaklanmam gereken işlere zaman zaman konsantre olamamama sebep oldu. İkisi de 5 üzerinden 5 gidecekken 5 üzerinden 3 gitti. Ama şimdi okul bitti ve bir süre daha müziğe tamamen odaklanıp bir şeyler yapmak istiyorum. Okuldan sonra çıkacak olan albümüm de bu yüzden kritik. Attığım son kurşun sağlam olsun istiyorum.
Madem eğitime girdik, biliyorsun, tüm bu hengamenin içinde bir de insanın kendi kendini eğitmesi gerekiyor. Ben rap dinleyicisi olarak bunun çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. Sen de edebiyat-sanat-müzik üçlüsünün birbirinden ayrılamayacağını çoğu kez söyledin. Yeni şarkılarında da bunu görüyoruz, özellikle edebiyat-müzik ilişkisini nasıl değerlendirirsin?
Bu ikisinin ilişkisi hiçbir zaman azımsanamaz. Çünkü günümüzde artık popüler olan işlere baktığında öğretici herhangi bir unsur göremiyorsun. Buna sıkça rastlıyoruz bu dönemde. Bence tüm bunların da rap müzik üreticisinin hayata bakış açısıyla ilgisi var. İnsanın beslendiği şeyler ilk etapta hayat, sonrasında okuduğu şeyler, daha sonrasında da hepsini yorumlama kabiliyeti. Ben her zaman okumayı seven bir insandım. Kitaplarla aram fena değil. Türkiye’de şu an rap müzik denince, bir şeylerden beslenip bir şeylerde bahsetme telaşında olan insanlardan birisi olmaktı benim amacım. Edebiyattan tabii ki bahsedeceksın bu durumda. Hepsini birleştirdiğin zaman da insana fayda sağlamış oluyorsun.
Ben bunu önemli görüyorum. Yaptığın bir işin herhangi bir gurüha, gruba veya kişiye fayda sağlaması benim için çok önemli. Gündelik eğlencelerden biraz daha uzaklaşıp, insanları biraz daha düşündürmeye yönelik işler benim için daha kıymetli. Zaten şu an tüketim dönemindeyiz. Tüket, tüket, tüket. Artık müzik piyasası da öyle. Kolay tüketilebilen, kolay akılda kalan, belki de 1 yıl sonra açıp dinlemeyeceğin ürünler çıkıyor piyasaya. Ben öyle olsun istemiyorum. Dinleyen bir kez daha dinlemeyebilir ama ilk dinllediğinde o insanı tutabilirsen, senin kalıcılığın daha uzun süreli olur.
O yüzden edebiyattan kopmaman gerekiyor. Senin sözcüklerle aranın iyi olması lazım. Bunu sağlayan da edebiyattır. Matematikte kötü olan bir insanın dahi edebiyat öğrenmesi konusunda önermeler var. Sen bir parçada sayfalarca şey anlatıyorsun. Boşa mermi sıkmamış olman gerekiyor. Piyasadaki üreten insanların en azından bir kısmının bu yoldan yürümesi bence değerli bir şey.
Bundan 10 sene önce tüm rapçiler kendini underground olarak adlandırıyordu. Son 2-3 senedir ise underground’dan tamamen çıktılar sayılır. Anaakıma dahil oldular artık. Günümüzde sosyal medya ve müzik platformları sayesinde bağımsız müzik yaparak da sesini duyurabiliyorsun, örneğin Ezhel. Ama siz hala “underground” olarak adlandırılıyorsunuz. Sence nedeni ne?
Yeraltında kalmak gibi bir niyetimiz yok. Öyle bir bilinçte de değiliz. Sadece senin ürettiğin şarkının popülerleşmemesi bu düşünceye yol açıyor. Bu da toplumsal düzenle alakalı gibi geliyor bana. Bizde eksikler vardır illaki, imaj çalışması eksik dersin, PR yapamıyorsun dersin ama tüm bunların ötesinde Türkiye’de anlamlı şeyler değerli değil artık. İnsanlar düşünmekten kaçıyorlar. Kafayı yormak istemiyorlar. Eğlence ile ilgilenmek istiyorlar. Yaptığımız müzik bu olmadığı sürece bizi yeraltından çıkaracaklarını düşünmüyorum.
Ama ben bizi hala keşfetmemiş insanların olduğunu biliyorum. En azından bizim amacımız da o insanlara ulaşmaya çalışmak olacak. Onlara da dokunabilmek istiyoruz. Çok net bir şey var, bizim yaptığımız müzik herkesin ilgisini çekebilecek bir müzik değil. Bu çok net. Ve hep de böyle kalmasını istiyoruz. Gelecekte ne olur bilemeyiz, herkes popüler olmak ister. Ama bunu olabildiğince sağlıklı bir şekilde yapabilmek önemli. Niteliğini kaybettiğin zaman elde ettiğin popülerlik o kadar da iyi olmayacak. Biliyorum. O yüzden biz çizgimizi koruyup, anlattığımız şeyler yontmadan bir şekilde bir şeyleri anlatma ihtiyacı hep duyduk, duyacağız. Belki 10 bin olur, belki 1 milyon olur, bilemeyiz.
Bu satıra kadar ince ince bahsettiğimiz tüm konular trap-rap sound ve içerik farkları aslında. Teknik bir soru sormak istiyorum, sen trap sound kullanmayı düşünüyor musun?
Trap sound Türkiye’ye yeni gelmedi. İnsanlar bu altyapıyı yeni fark etti. Bazı şeyler bazı dönemlerde çok fazla sükse yapıyor. Bu normal bir şey. Dünyanın her yerinde böyle. Türkiye’de bunun patlamış olması bence rap müzikle alakalı. Türkiye’de rap, traple birlikte popülerleşmedi. Türkiye’de bu tarzın şu anda popüler olması zaten popüler olan kişilerin sound değiştirmesi üzerinde oldu. Bunu kullanmak kötü bir şey değil. Aynı şekilde bunu kullanırken de aptal saptal sözler yazacaksın diye de bir şey yok. O altyapının üzerinde canavar gibi sözler yazabilirsin.
Ben şunun karşısındayım. Bazen insanlar tutulan bir şeyin peşinden gitmek istiyor. Bazen de değişime ayak uydurmak istiyordur. Benim yapacağım 9 şarkıdan 8’i daha “oldschool” tarzda olur. Bir tanesine en azından yeni tarzda söz yazdığım oldu ama aynı zamanda kısa cümleler yazmaktan da kaçındım. O yüzden seçtiğin altyapı ne olursa olsun yazdıkların hala aynı çizgide olmalı. Benim için önemli olan bu. Yeni tarz sound ile iyi sözleri birleştirebilirsin. İşte bu iyi anlamda bir kurnazlıktır. Bakınız:. Şehinşah-Karma.
İzmir için Türkçe Rap’in merkezlerinden diyebiliriz. Birçok rapçi İzmir’de müzik yapmaya başladı. Ama çoğunun İstanbul’a geldikten sonra müziğini dinletmeyi başardığını gördük. Sen de İzmir’desin, bu senin için handikap mı?
Bence İzmir’den çıkan insanların şehrini iyi sahiplenmemeleri problem. İstanbul’da her dönemde kenetlenmiş bir kitle vardı. İzmir’de de vardı bir ara ama İstanbul, her zaman İstanbul’du. Müziğimizi popülerleştiren de İzmir değildi. Son zamanlarda tam tersi, bunun kırıldığını düşünüyorum. İzmir’den çıkan ve popülerleşen çok sayıda rapçi var artık.
Şu da kesin; İzmir’den çıkan insanlar bir şekilde “Ben İzmir’im” kafasından kaçıyorlar. Biraz daha sahiplenilirse daha iyi işler çıkabilir. İstanbul’da “birleşim” çok daha fazla. Açıkçası bana İzmir’deki insanlar ortamın üzerine düşmedi gibi geliyor.
İzmir’de yaşayan, okurken sanat yapmaya çalışan bir gençsin. Gençler arasında bir umutsuzluk, sanata veya herhangi bir uğraşa karşı bir “istememe” durumu var. Nasıl değerlendirirsin?
24 yaşında bir gencim. Ben, şöyle bir şey görüyorum. Bizden sonra gelen jenerasyon bence çabuk pes ediyor. Zorluğu tam anlamıyla bilmiyorlar. Ben kendi hayatımı düşünüyorum; hayatım boyunca çalıştım. Telefonumu, bilgisayarımı kendim aldım. Kiramı ödemeye çalışıyorum. Tüm bunları genellemek belki doğru değil ama rap camiası içinde bu şekilde uğraştıktan sonra devam edenlere çok az rastladım. Biraz daha sorumluluktan kaçan bir güruh var. Şimdi sen böyle düşünen bir gruptan ne kadar nitelik bekleyebilirsin ki? “Abi stüdyo bulamıyorum. Birkaç kayıt aldım ama olmadı.” diyen o kadar çok kişi var ki. Denemiyorlar yani. Ya da denemekten korkuyorlar. Saldırman gerekiyor. Kurtlar sofrasındayız. Okulunu bitirdikten sonra nelerle karşılaşacağını hiçbir zaman kestiremezsin ki. Anlayabilmiş olmak lazım. Hevesin belki birçok kez kursağında kalacak ama çabalayacaksın. Yoğrulman gerekiyor. Bunları küçük yaşlarda yaşayan kariyerinde niteliği zaten yakalalıyor.
Teknolojiyle daha haşır neşir olan, Youtuber’ları örnek alan gençlere bakalım. Bir şeylerin kolay elde edilebileceğinin fark edildiği bir dönemdeyiz. Çocuklar onları görüyor ve örnek alıyor. E tabii biz de sokaklarda büyümedik, annemiz ya da ailemiz bize “gidin” demedi ama herkesin yaşadığı belli zorluklar vardı. Kimin ne savaşlar verdiğini bilemezsin.
Hip-hop’ta “nitelik” sorunundan söz ediyor çoğu rapçi. Sen de “Geceler Uzar Gider” parçanda değinmiştin. Az önce bahsettiklerinle bir alakası var mı sence tüm bu olanların?
Kesinlikle nitelik sorunumuz var. Artık “kült” olabilecek bir şarkı yok. Şu an teknik anlamda çok kaliteli şarkılar var, inanılmaz soundlar var, muhteşem klipler var, 100 binler harcanmış, sponsorlar alınmış, düetler yapılmış, büyük stüdyolar falan, milyonlar izleniyor. Ama birilerinin ilgisini çekerken bize de niteliksiz geliyor. Tabii ki seveni vardır ama ben çok sıcak bakmıyorum içi boş işlere. Sevmiyorum yani.
Şimdi bakalım. Yaşadığın dünya iyi bir yer mi? Değil. Yaşadığımız Türkiye iyi bir Türkiye mi? Değil. Çevrene bakıyorsun, insanlar mutsuz. Mutlu olanlar insanlar da var ama şu anki mutsuzluk parayla doğru orantılı. Öyle görülüyor. Ben birtakım şeylerden rahatsızken, hayat görüşü olarak bazı şeyler daha fazla şeyler dikkatimi çekiyorken gidip de başka şeylerden bahsedemem. Yapamıyorum. Yapan insanlara saygı duyuyorum ama benim düşünce yapımda olmadığı için tüketmiyorum. Müzik faşistliğine karşıyım, “bunu yapmayın” da demiyorum. “Düzeltin lütfen” diyebiliyorum.
Şu an bir trap-rap kavgası var ama zaten hip-hop dünyasında bu tarz tartışmalar hep vardı. Bu unutuluyor. 10 sene önce de Sagopa Kajmer’e “bu rap değil” deniyordu. 90’larda Amerika’da kavgalar çıktı. Sence bugün bu tartışmanın daha çok büyümesindeki etken ne?
Değişen hiçbir şey yok. İnsanın doğasında var bir kere. Bir taraf beğenilirken diğer taraf beğenilmeyecek. Bu keşke sadece rap müzikte olsaydı. Edebiyata da bakıyorsun, biri saf şiir, biri toplumsal şiir diyor. Bu her yerde var. Matematikte de var, felsefede de var. Evrensel bir kere. Her yerde olabilecek bir şey. Bunu tartışmak yerine, “Sen bu kültüre ne kattın?” sorusunun cevabını verebilmeli insan. Her birbirine karşı çıkan fikir, topluma bir şey kazandırır. Ama rap camiasına bakarsan, biri birine laf atıyor ama kimseye bir şey katmıyor. Yapıcı olmak gerekiyor. Sen birinin yaptığı işi sevmezsin ama daha iyi bir iş yapmaya çalışırsın.
Diss ve dissler konusuna girelim. Ben yazımda da bahsetmiştim, evet, ortada üretimi artıracak bir durum var ama şarkılar bir şey anlatmıyor. Neden karşıdakinin kötü olduğunu anlayamıyoruz.
Birbirini tanımayan iki insan dissleştiği zaman ortaya iyi bir şey çıkmıyor. Çünkü disste bahsedeceğin şeyler özel olmalı. Çirkinleşmen lazım.
Uluslararası rap’e de geçiş yapabiliriz. The Game’den etkilendiğini söylemişsin önceki röportajlarında.
The Game‘i bana eski bir arkadaşım dinletti ilk kez. California Vocation’dı ismi. Xzibit ile birlikte söylüyorlardı ve hala melodisini duyunca tüylerim diken diken olur. İlk dinlediğim rap şarkısı oydu yanlış hatırlamıyorsam. Yabancı müzik daha çok dinliyorum ve o şarkı da bunu sağlayan faktörlerden biridir. Şu an da J. Cole‘u çok seviyorum, Armyn, Arcitect, Schoolboy Q, Wu Tang‘e hiç girmiyorum. Oldschool dinlemeyi seviyorum. Yeni parçalar keşfetmeyi seviyorum.
İmpala’nın sevdiği 5 kitap
George Rritzer- Toplumun Mcdonaldlaştırılması
Yusuf Noah Harrari – Homo Sapiens
Dostosyevski – Yeraltından Notlar
Ivan Gonçarov-Oblomov
Emile Zola-Kim Nasıl Ölüyor
İmpala’nın en sevdiği 5 film
1-Interstellar
2-Memento
3-Trans
4-Utopia (Dizi)
5-12 Kızgın Adam
Geçtiğimiz haftalarda Mystery Jets, Screwdriver adlı yeni teklisini yayınladı. Uzun zamandır “iyi indie” çıkmıyor diye söylenip söylenip duruyordum. Hatta iddiamı The Kills’ın “Doing it to Death“inden bu yana iyi indie çıkmadıya kadar da getirmiştim. Bu sızımı sanırım birkaç yazdığım post’ta da dile getirdim. Indie antemik parça sıkıntısı yaşanıyor aslına bakarsanız. Kitleleri kendinden geçiren ritmik bir parça uzun zamandır gelmiyor. Üretilen işlerde ise bir yaratıcılık sıkıntısı olduğu da gerçek. Indie’nin kendini bir şekilde güncellemesi gerekiyor.
Mystery Jets ve Arayış
Mystery Jets – 2012’de de ülkemizi ziyaret etmiş ve Salon İKSV’de çalmışlardır, aslında indie sularında gezinen ancak hiçbir zaman o standart indie kalıbı içerisinde yer alan bir grup olmadı. En azından bir süreklilik yok albümlerinde. Indie’de hep yeni şeyler denediler. Radlands gibi bir şarkıyla isteseler hardcore indie yapabileceklerini gösterdikleri gibi, aynı zamanda debut albümleri olan 2006 çıkışlı o A decade of dens‘de oldukça deneysel bir indie çıkarabileceklerini fazlasıyla gösterdiler. 2016 yılı çıkışlı son albümleri Curve of the Earth’de ise rotalarını Pink Floyd’a çevirmişlerdi. Bu albümde olgun işler çıkaracaklarının sinyalini fazlasıyla veriyordu aslına bakarsanız. 1985, Blood Red Ballon gibi birçok güzel şarkı yer alır bu albümde.
Grup geçtiğimiz haftalarda yeni albüm müjdesi verirken, Screwdriver adlı yeni albümde yayınlanacak bir tekli de yayınlandı. İşte o tekli önüme düştüğünden bu yana ben kendimde değilim. Kulaklarım bayram ediyor adeta. Hayatımda belki de en sevdiğim grup olan Tool, 13 yıl sonra yeni parça yayınlamasına rağmen, Screwdriver‘da adeta kilitli kaldım. Çok iyi bir parça… Hatta çok çok iyi bir parça… Ohh!
Olgunlukta zirve
Mystery Jets her albümünde, müziklerinin olgunluk seviyesini bir üst seviyeye taşıyan bir gruptur. Ancak Screwdriver‘daki olgunluk seviyesi bambaşka bir noktada olmuş. Mystery Jets gitarının sesini hiçbir zaman kısan bir grup olmadı. Screwdriver‘daki gitarlar da bir rock grubundan beklenecek düzeyde, yani en azından gitar sesinden tasarrufa gitmemişler. Hatta bangır bangır bir kayıt yapmışlar bile diyebilirim. Fakat gitar riff’leri bir indie işinden beklenmeyecek şekilde agresif ve sinirli. Neden sinirli olduğu ise aslında parçanın sözlerinde gizli. Tamamen politik atıflarla dolu bir parça Screwdriver. Özellikle yükselen milliyetçilik dalgasına karşı oldukça sert bir şekilde mesajlarını verme yolunu seçmişler. Çok da iyi yapmışlar.
Bu öfke şarkının atmosferinde de temel mesele. Atmosferik unsurlar, ve yer yer post-rock vari düzenlemeler ile yine bu zamana kadar pek girmedikleri bir yola sapmışlar. Çok da tatlı olmuş. Indie, post rock ve agresyon üçlüsüne ben bu zamana kadar pek rastlamamıştım. Çok iyi sonuç vermiş. Yani temelde indie esintilerinin ön planda olduğu, agresif riff’ler ve atmosferik outro’su ile kendinden geçiren bir parça yapmışlar. Çok da iyi yapmışlar. Üzerinizde bir agresyon varsa, gidin dinleyin, rahatlarsınız.
‘Eğlenceli’ Indie’den ‘Öfkeli’ Indie’ye
Mystery Jets yıllar içerinsinde ‘eğlenceli’ indie’den rotasını öfkeli indie’ye çeviriyor. Bu zamana kadar yaptıkları işlerde hep kendi istediklerini hayata geçirdiler. Dile kolay 13 yıldan bu yana bir indie grup olarak yoldalar ve çok az tekrar yaptılar. Bu kolay bir şey değil ancak Screwdriver ile adeta müzikal olgunluklarının zirvesini yaşamışlar. Yani resmen bir parmak balı çaldılar ağzımıza, sonra siz bir bekleyin dediler. Ee bir single’da olması gereken şey de bu olsa gerek!
Bu Cuma da doyduk sayın seyirciler. İster rap, ister trap, keyfini çıkarmak lazım! Geçen hafta için sizleri buraya alabiliriz.
Snoop Dogg – I wanna thank me:
Uzun süredir 90’lara yakın bir albüm arayanlara çözüm. Hem de Snoop Dogg’dan! “I wanna thank me” isimli efsane konuşmasını albüme dönüştüren Snoop, Dr. Dre, Tupac gibi efsanelere selam göndermeyi unutmuyor. G-funk beatlerle eskiye götürüyor.
Rick Ross – Port of Miami:
Beklenen Rick Ross albümü geldi. 15 parça, 12 düet. Rick Ross, eleştirilere karşılık verebildi mi bilinmez ama albümün yüz milyonlarca kişiye ulaşacağı kesin gibi.
Drake ft Swae Lee – Won’t be Late:
Drake üretmeye devam ediyor. Bu kez misafiri yeni neslin yükselen MC’lerinden biri.
Macklemore – Shadow:
Macklemore da albüm hazırlığında. Albüm öncesi single’ı umut veriyor.
Young Thug – So Much Fun (Mixtape):
The London teklisiyle piyasayı alt üst eden Young Thug, kendine has tarzıyla trap piyasasının seviyesini artırıyor.
15 Ağustos, 1985; Güney Los Angeles, Crenshaw doğumlu şarkıcı ve aktivist Ermian Asghedom, 31 Mart’ta Crenshaw’da, sahip olduğu kıyafet mağazasının önünde başından ve vücudundan vurularak öldürülmüştü. Polis, kişisel bir anlaşmazlık yüzünden vurulduğu açıklamasında bulunmuş ve cinayete ilişkin Eric Holder tutuklanmıştı. Nipsey Hussle, olaydan bir gün sonra, 1 Nisan’da, eyaletin güneyindeki çete savaşları üzerine Jay-Z’nin kurucusu olduğu RocNation ile birlikte Los Angeles Polis Departmanı ile görüşecekti. Sanatçının ölümüne dünyanın dört bir yanından tepkiler ve baş sağlığı mesajları yağarken, 11 Nisan’da 21.000 kişilik Staples Center’da Nipsey Hussle anısına bir tören düzenlendi. Mekan, Michael Jackson’ın 2009’daki cenaze törenine ev sahipliği yapmıştı.
Nipsey Hussle cinayeti müzik camiasından spor camiasına, herkesi derinden sarsan bir olay oldu. Ailesi hâlâ ağır bir şekilde yasını tutmakta, kendisine yakın müzisyenler sık sık mirasının devam edeceği mesajlarını paylaşmakta. Bugün doğum günü sebebiyle hem ailesi, hem arkadaşları, hem de hayranları için oldukça yoğun bir gündü. Hayranlarının Marathon Clothing önünde toplanacağı biliniyordu, mağazanın etrafı herhangi bir toplanma olmaması için barikatlarla kapatılmıştı. Hussle’ın ailesi kapalı bir etkinlikle kendisini anmayı tercih etti.
Eritrea ve Afro Amerikan kökenli Nipsey Hussle, yalnızca rap sahnesindeki varlığıyla değil, aynı zamanda aktivist yönüyle, yaşadığı bölge ve insanları için yaptıklarıyla da biliniyordu. Onu bu kadar saygı duyulan bir insan yapan özelliği nereden geldiğini asla unutmamış olması ve birlikte yaşadığı topluluk için verdiği bitmek bilmeyen mücadelesiydi.
Bölgenin en tehlikeli çetelerinden Rollin 60s Neighborhood Crips üyesi Asghedom’ın hayatı, 19 yaşında sokaklardan kazandığı parayla baba tarafından kökenlerini öğrenmek için Eritrea’ya yaptığı ziyaret sonrası değişir. Crenshaw’un, Güney Los Angeles’ın, hip-hop camiasının ve müziğinin dokunduğu her insanın saygı duyduğu Asghedom, o üç aylık ziyaret sonrası çete üyeliğinden rapçi ve aktivist kimliğine bürünür.
2004 yılındaki Eritrea ziyareti sonrası kafasında kurduğu ve mixtape’ine de ismini veren “The Marathon” adlı uzun süreli plan ile kendi deyimiyle ‘basamakları tek tek çıkarak’ bugün Kanye West ile yarışabilecek bir servete sahip oldu. Kendi imparatorluğunu kurmak adına büyük plak şirketleri için çalışmayı reddederek 10 yıl gibi uzun bir sürede albümü Victory Lap’i çıkarttı. Tanesi 100 dolar olan 2013 Crenshaw mixtape’inden bin kopya sattı, hatta Jay-Z’yi yüz adet kopya satın alması için ikna ederek kazandığı parayla kendi markasını destekledi. Servetini zenginlik ve gösteriş yerine daha büyük bir amaç için kullanmayı tercih etti. Doğup büyüdüğü Crenshaw bölgesini kalkındırmak; insanlara istihdam, eğitim ve yaşam alanı sağlamak ve bu topluluk bilincini önce tüm eyalete, daha sonra ülke boyunca yaymak için çalıştı.
Hussle, riskleri umursamaksızın doğduğu bölgede kalmayı tercih eden sanatçılardandı. Sokakta korumasız gezdiği, mahallelerde çete riskine rağmen dolaştığı, giyimini mütevazı tuttuğu, pahalı evler ve yabancı arabalara yatırım yapmak gibi “devamlılığı olmayan” işlerle uğraşmadığı biliniyordu. Yıllarca doğup büyüdüğü bölgeyi baştan yaratmak, kalkındırmak; o bölgedeki insanların eğitimi, gelişimi ve refahına katkıda bulunmak için girişimlerde bulundu. Geçinme güçlüğü yaşayan bölge insanının yaşayacağı bir kompleks yaratmayı hedefliyordu. Çoğu zaman evsiz ve yeni serbest bırakılan suçluları, suçların tekrarlanmaması için işe alması, Marathon Clothing Store’u açışı; açık hava müzesi, sanat ve kültür merkezi olması hedeflenen Destination Crenshaw projesine verdiği destek, Crenshaw bölgesindeki okullara ayakkabı bağışlaması ve komplekslerin geliştirilmesi için verdiği finansal destek, Güney Los Angeles bölgesi için yaptıklarından sadece birkaçı. Los Angeles’ta 40,000 üzerinde insana istihdam sağladığı biliniyor. Topluluğu için en çok yatırımda bulunan ve çalışan rapçi olarak geçti tarih sayfasına.
30 yıl boyunca dünya üzerindeki varlığını korumak için savaşmış Eritrea’nın, Amerika’ya göçen en kalabalık topluluğu Güney Los Angeles’ta konumlanıyor. Savaşla birlikte dünyanın dört bir yanına iltica ve göç eden Eritrealılar’ın, Amerika’da görülmesi ve duyulmasını sağlayan, kökenlerine ve geleneklerine sadık kalmış ve her fırsatta ülkesine ve insanına olan bağlılığını dile getirmiş bir sanatçı aynı zamanda Nipsey Hussle.
Kardeşin kardeşe kırdırılması, nefreti ve şiddetine son verilmesi ve aslında bir kabile olunduğu, artık birlikte durulması gerektiği üzerine en önemli çağrılardan birini Sean Combs (P. Diddy) sosyal medya üzerinden paylaştığı bir video ile yapmıştı Hussle’ın ölümü ardından. Hâlâ kulaklarda o cümleler:
“Bizler çok özeliz. Bunu aşabiliriz, bunun üstesinden sevgiyle gelmeliyiz. Bu durum karışık değil. Sevgiyle üstesinden gelmeli ve buna karşı savaşmalıyız. Ama önce kardeşler olarak birbirimize karşı olan cehaletimiz ve sevgisizliğimizle savaşmalıyız.”
Nipsey Hussle’ın 2018’de çıkardığı albüm Victory Lap, ölümünden bir hafta sonra Billboard’da ikinci sıraya yükselirken mixtape’lerinden 4 tanesi Billboard 200 listesine giriş yaptı. Marathon Clothing ve diğer projeleri müzik camiasının en önemli isimleri tarafından destekleniyor. “The Marathon” planı, hak ettiği sesi geç de olsa buldu ve tüm dünyaya yayıldı. Dünyadan fiziksel olarak ayrılmaya zorlanmış, çalışmaları yarıda kesilmiş de olsa, Hussle’ın planının uzun yıllar sürdürülebilmesi için tüm rap camiası ant içti.
Maraton devam ediyor. İyi ki doğdun Nipsey Hussle!