Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her hafta sonu radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz.
Üniversite radyoları dünyanın birçok köşesinde iletişim sektörünün baş tacıyken ülkemizde bu değeri asla göremeyen, amatör ruhla profesyonel iş yapma konseptinin dibine kadar yaşandığı, ekipmansızlıkla, çoğu zaman bütçesizlikle tehdit altında olan, ama değer verenlerin emekleriyle bir şekilde ayakta kalma savaşı veren mecralardır. Bu haftanın podcasti de ülkemizin güzide üniversitelerinden Koç Üniversitesi’nin radyosu KuRadyo’dan bize seslenen ve şimdi podcast ve blog işine de el atan Ceren ve Yiğit’in Cazgır’ı.
4 senedir her hafta bir caz müzisyeninin hayatını kendi eğlenceli üsluplarıyla ele alan bu ikiliyi sakın tarih kitabı gibi caz anlatıyorlar zannetmeyin. Aksine, bazı kesitleri hikaye gibi bazılarını da ilk kez öğrendikleri anki heyecanla anlatıp, güzel bir denge ve uyum yakalamayı başarıyorlar.
Seçtiğimiz bölüm ise Cazgır’ın Ella Fitzgerald özel bölümü. Muhteşem sesli Ella’nın hayatından ve müziğinden detayları dinlerken – Cazgır’ın aslında bir radyo programı olmasından dolayı – bolca Ella parçası da dinliyorsunuz. Bu anlamda da Cazgır, keyifli zaman geçirme olasılığını katlayan bir program.
Cazgır’ı her pazartesi 21:00’de radyo.ku.edu.tr ‘de ve Power App’te, podcastleri de Spotify’da dinleyebilirsiniz.
Kutsal Cuma’ya hoş geldiniz. Aşağıdaki liste sanırım sadece gününüzü değil çalma listelerinizi de şenlendirecek.
SiR ft. Kendrick Lamar – Hair Down:
Kendrick’ten yeni albüm beklemeyen yoktur diye düşünüyorum, abartarak. Dahimiz müthiş bir verse ile karşımıza geçti; “Ben buradayım” dedi. Sanatçıların uyumu ise uzun süredir rastlamadığımız türden. (2-3 haftadır falan)
Yelawolf – Unnatural Born Killer:
Yelawolf son albümü Trunk Music 3 ile beklentileri karşılamıştı ve şimdi de yeni single ile yeni müzik hayatına devam ediyor. (Biliyorsunuz, Eminem’in sahibi olduğu Shady Records’tan ayrılmıştı kendisi.) Bu parçada da şaşılacak şekilde (!) yine kendine has. Beat’e yorum yok!
Trippie Redd – !:
Yeni neslin en çok eleştirilen isimlerinden Trippie, beklenen albümünü çıkardı ama ismini 9’a tekrar çıkarması zor görünüyor.
Ufo361 – WAVE (Albüm):
Avrupa trap’in Türk ama Alman temsilcisi UFO361, yeni albümünü yayımladı, kendi kategorisinde “en iyi benim” dedi. Yani en azından çalıştı. 17 parçalık albümün incelemesi de yakında bu ekranlarda.
Snoop Dogg – Let Bygones be Bygones:
Fazla söze gerek yok, görüyorsunuz!
Joyner Lucas ft. Tory Lanez – Suge:
Bu ikili daha fazla “iyi” işe imza atacakmış gibi hissediyoruz. Trap sound üstüne söz nasıl yazılır dersi gibi parça.
Blueface – Dirt Bag:
“3-5 şarkılık kariyeri var” eleştirilerine karşın Blueface ömrünü uzatmış gibi duruyor. The Game’in eşlik ettiği Stop Cappin not edildi.
Geçtiğimiz günlerde Anıl Aba’nın MilyonFest’e dair yazdığı yazı ile Türkiye’de müzik festivallerine dair de tartışmalar başlamış oldu. Aba’nın yazısına Serkan Fidan’dan bir cevap geldi, son olarak ise dün Tantana Records konu üzerine bir açıklama yaptı. Ayrıca geçtiğimiz aylarda Bant Mag müzik festivalleri üzerine bir dosya hazırlamıştı.
Müziğe Artan İlgi ve Kültür Endüstrisinin Değişimi
Konuya gelmeden önce bu tartışmaların neden çıktığına dair kafa yormak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de boş zamanın tüketiminde büyük bir değişim yaşanıyor. Futbolun aşırı siyasallaşması nedeniyle insanlar ve özellikle gençler ilgilerini futboldan müziğe yönlendirmeye başladı.
Artık futbol ya da fanatizm değil, daha birleştirici bir unsur olan müzik ön planda, çünkü son seçimlerde de görüldüğü gibi toplum kutuplaştırıcı siyasi dilden fazlasıyla dertliydi ve alt yapı politikaları- biz yol yaptık, hastane açtık- artık toplum nezdinde işe yaramıyordu.
Dolayısıyla toplumun beklentileri, kutuplaştırıcı dilin artık bir şekilde son bulunması ve devlet politikalarının fiziki alt yapı üretiminin ötesine çıkmasıydı. Kutuplaşma dilinden sıkılan gençler, aradıklarını müzikte bulmuş oldu. Ne de olsa müzik hem henüz siyasallaşmamıştı, hem de ayrışmadan ziyade birleştirici bir sosyal işleve sahipti. Müziğe artan sosyal ilgi, aynı zamanda müziğin ekonomik işlem hacminin de artışı haline geliyordu.
Değişim bana sorarsanız, 2014’te başladı. Artan otoriterleşme, kutuplaştırıcı dil, artan siyasallaştırma ve birbiri ardına patlayan bombalar Türkiye’de kültür endüstrisinde büyük bir değişime de göz kırpıyordu. 140 journos’un, “değişen eğlence endüstrisi ” adlı mini belgeselinde bu konu çok güzel bir şekilde ele alınmıştı.
Bu belgeselin en değerli çıktılarından biri, merkezi müzik kültürünün bombalardan sonra Türkiye’ye yayılmasına dairdi. Gerçekten, özelikle 2015’ten sonra birçok müzik festivali ülkenin farklı bölgelerinde organize edilmeye başlandı. Bozcaada Caz Festivali, Cappadox, Kaş Caz Festivali, MilyonFest ilk çırpıda aklıma gelenler.
Ne bu tantana şimdi?
Evet, var. Müziğin merkezi bağlamından kopuşu, müziğin Anadolu’ya yayılmasıyla sonuçlandı. Bu aynı zamanda büyük bir işletme fırsatını da barındırıyordu. Yani Anadolu’da yapılacak müzik organizasyonları orada yaşayan ya da metropol ile kısıtlı bir iletişimi olan gençlerin büyük ilgisini çekecekti.
Bunu sanırım ilk görenlerden biri MilyonFest ekibi oldu ve yatırımını buraya aktardı. İyi kötü, hem maddi kazanç elde etti hem de yıllardan bu yana göz ardı edilen Anadolu’daki gençler, yine iyi kötü bir müzik kültürü ile tanışmış oldu. Burada da herhangi bir sıkıntı yok. Serbest piyasa ekonomisi içerisinde yaşıyoruz ne de olsa.
Ancak artan ilgi, bir anda müzikte farklı tartışmaların doğmasına ya da yaşanmasına neden oldu. Rapçiler bir tarafta, bu festival tartışması bir tarafta; bitmiyor agresif cümleler. Ancak bu tartışmaların, pratiğinde “hasır altı edilen konular tartışılsın” ya da “bağımsız müzik şöyle gelişsin” naifliğinden uzak olduğunu da belirtmek isterim.
Dinleyicinin uzak kaldığı tartışmalarda tüm cümleler “pastadan bir şekilde pay kapmaya” çıkıyor. Ben müzik dünyasından daha naif bir tartışma ortamı beklerdim, hiç öyle değilmiş. Festivaller üzerine kurulan cümlelerde yaşanan mevzuyu tam olarak anlamadığımı açık bir şekilde dile getirmek istiyorum.
Sıkıntı Etik Kaygılar (mı?)
Sıkıntı sanırım Milyon Fest’in iş yapma biçimlerindeki ‘etik’ kaygılar. Sanırım diyorum, çünkü cümleler o kadar üstü kapalı bir şekilde kuruluyor ki; yani neyin paylaşılıp paylaşılamadığını tam olarak anlamadım, anlayamıyorum. Tüm metinlerde üstü kapalı bir dil var.
Dolayısıyla, tartışma etik iş yapma biçimleri içerisinde tartışılacaksa metinlerde konu daha açıklayıcı bir tavırda olmalı. Gün sonunda biz neyi tartışıyoruz şimdi derken buluyorum kendimi çoğu zaman. Hatta daha önemli bir soru, dinleyiciler olarak biz bu tartışmanın neresindeyiz? Neden tartışma içerisindeyiz?
Eğer sadece bu özelde konuşuluyorsa da, ortada beklediğimizden çok daha fazla çıkar vardır. Müziğe artan ilgi ve sonucunda müziğin ekonomik tüketimin artışı, ister istemez müzikteki çıkar çatışmalarını da artırdı, artırır da. Kapitalin konu olduğu tüm mefhumlarda, çıkar çatışmaları yaşanır.
Hele bu miktar artarak devam ediyorsa, bu tartışmalar daha da alevlenir. Yıllar önce futbolda da böyle tartışmalar yaşanırdı, şimdi bu durum müziğe kaydı. Kapitalin kirli dünyası müzik tarafını da ele geçiriyor maalesef. Ancak ülkenin temel bir durumu olan vasatlığı da yanında getirerek…
Sonuca Gelirken: Bir Kültür Politikasına Ne Canlar Gidiyor ya Rab!
Sona gelirken, bu yazının üç temel iddiası ve cevabı var. Bunlardan ilki müziğe artan ilgi ve pazar payının artması. Bu ilginin sonucunda ise müzik kültürünün tek bir merkezden değil, birden fazla merkezden üretime geçmesi. Dolayısıyla bu festival dalgası bir anda oluşmadı. Sosyal bir sürecin sonucu.
Özellikle kültür politikalarının iktidar tarafından yıllarca hasır edilmesiyle de bu durum bugünkü çıkar çatışmasını ortaya çıkardı. Müzik tarafındaki farklı tartışmaların temelinde de pastadan daha fazla pay kapmaktan fazlası yok. Devletin bu alanı düzenleyememesi -kısıtlasın anlamı çıkmıyor elbette- kültür alanında yıllardan bu yana düzenli tek bir politikamızın dahi olmaması, meydanı boş bulan sektörel aktörlerin bu alan içerisinde ‘etik’ iş çizgisinden uzaklaşarak at koşturmasına neden oluyor.
Festivaller üzerine yapılan tartışmalar iki gün içerisinde “Senin Festivalin vs. Benim Festivalim” kapışmasına döndü bile… İnanılmaz bir şey şu durum! 2000’li yılların ortasından itibaren aşina olmaya başladığım müzik sektöründe böylesine tartışmaların yaşandığını hiç görmemiştim. Olmazdı da…
Entelektüelinden sıradanına vasatlık her yerde karşımıza çıkıyor. Ülkedeki kutuplaşma ortamı her şeyi maalesef etkiliyor. Müzik birleştirici bir güç olarak literatürde yer alırken, bizde yaklaşık 2-3 ay içerisinde ayrışmaların bir parçası haline geldi. İnanılmaz hakikaten.
Bugün festival mevhumu sadece MilyonFest vakasına indirgenmeyecek kadar da karmaşık bir konu. Bu konu hakkında ne devlet üstüne düşeni yapıyor, ne de diğer aktörler. Herkes artan pastadan bir şeyleri kapma derdinde. Ee konu çıkar olunca da sesler fazlasıyla agresifleşiyor. Eğer bu konu tartışılacaksa sadece birkaç özne üzerinden değil, sektörün farklı paydaşlarının bir araya gelerek ortaya bir politika önerisi koymasıyla sonuçlanacaktır. En azından benim aklıma başka bir cevap gelmiyor.
Bir enstrümanın ağırlığında olan müzikler, genelde o enstrümana hâkim olmaya çalışan veya enstrümana yakınlık duyan kişiler tarafından daha çok seviliyor. Bu nokta hâlihazırda olan bir gerçekliği sunmakta. Enstrümantal müzikler, birçokları için bir fon müziği olarak özelliğini korusa da; esasında vadettiği kompozisyonların çeşitliliği diğer türlerden ayrılan bir nitelik sunuyor. Gitar müziğini de bu kapsamda ele alacaksak yeni ve modern gitar temelli müzikteki değişimleri görmemiz gerekiyor. Gitar müziği denilince akla gelen Hendrix, Satriani, Santana, Vai gibi klasikleşmiş isimlerin yanı sıra bugün gitarı müziğin içerisine oturtabilen ve kompozisyonları sadece gitar üzerinden yaratmayan isimleri de anmak artık bir zorunluluk hâline dönüşüyor.
Gitar müziğine progresif dokunuşu: Djent
Esasında bir progresif metal türü olan Djent, ilk olarak Meshuggah grubunun genel gitar kompozisyonları ve tonlarıyla ortaya çıkan bir tür olarak
Aaron Marshall
bilinse de; bugünkü aldığı şekil itibariyle ortaya çıkış özünden daha da genişlediğini ve birçok farklı türevi içerisine aldığını belirtebiliriz. Genel olarak progresif metal üst başlığında toplayabileceğimiz djent grupları, müziğe verdikleri yeni soluğun yanı sıra; özellikle gitar müziğine sunduğu katkı açısından adeta bulunmaz bir nimet denilebilir. Bu noktada djent gruplarından form olarak ayrılan ve gitar müziğini djent kodlarıyla yapan birçok isim mevcut. Ben; bu noktada yeni, modern gitar müziğini ileriye taşıyan kişileri progresif metal vurgusuyla öne çıkarmak arzusundayım. Djent ya da post-rock gibi sonradan üretilme kavramların karşısına konabilecek doğru kelimelerden biri olarak modern progresif rock müziğini kullanmanın daha doğru olacağı düşüncesindeyim.
Modern gitar müziği doğrudan Y kuşağının işi
Tosin Abasi
Millenials olarak da nitelendirebileceğimiz Y kuşağının içinden gelen modern gitar müziği temsilcilerinin müzik kompozisyonlarına ve müziğe bakışları elbette bu kuşaktan besleniyor. Karakterlerinin doğrudan bu kuşağa ait olduğunu anlatmamız, bu türdeki diğer gitaristlerden farklarını anlatmak için temel çıkış noktası olmalı… Sadece müzik yapmayan, kendi play-through (kişisel performans) video’larını çeken, bunu Adobe programlarıyla editleyen, klipleri için fikir düşünen, konsept görselleri kendi aklıyla yaratan, içerik stratejisini kendisi belirleyen isimlerle karşı karşıyayız. Belki de bu nedenle yeni ve modern gitar müziği yapan isimleri, değişen yeni medya düzleminde birden çok işi kendi başına yapan yaratıcı içerik editörlerine oldukça benzettiğimi itiraf etmeliyim.
Ekipman müziğin içerisine doğrudan katkı sağlıyor
Müziğin üretiminde de çoklu yaklaşımı benimseyen bu isimlerin öncüllerinden en önemli farklarından biri olarak teknolojiden sonuna kadar faydalanmaları söylenebilir. Kullanılan synthesizer’lardan, hacimli synth pad’lere kadar bu isimlerin müziği sadece gitar formu üzerinden değil, bütünlüklü bir odakla çözebilmesi de en büyük avantajları. Elbette burada artık sinyal işlemeye doğru kayan dijital müziğin olanaklarından faydalanmada, teknolojiyi kullanmada Y neslinin etkisini göz önünde bulundurmak gerekir diye düşünüyorum. Buzdolabı büyüklüğündeki amfilerin yerini alan çoklu efektli prosesörlerin, amfi simülatör ve profilleyicilerinin olduğu bir alanda bu isimlerin ‘’çözüm analog’’ta gibi saplantılara bağlı kalmaması da elbette kendilerinin önlerini açan en büyük nedenlerden bir tanesi. Fender, Gibson gibi markalardan giderek butik gitar üretimine doğru kayan gitar piyasasında bu isimlerin gitara yeni vizyon katan üreticilerle de çalışması, müziklerine yönelik yeni ve farklı bir estetik anlayış da katıyor.
Modern progresif gitar müziği için kimleri dinlemeliyiz?
Bu sorunun yanıtı, yeni müzik formunu anlayabilmek için oldukça önem taşıyor. Klişeleşmiş Rock personalarının dışında yer alan ve hepsi bugün müziği bıraksa başarılı YouTuber’lara dönüşebilecek isimler olan bu kişilerin; belirli bir jenerasyonun kodlarını taşıdığını söylemiştik. Peki bu kodları en iyi yansıtan ve müziğini de aynı ölçüde başarıyla devam ettiren isimler kimler? Yazının son kısmında buna değinmek gerekiyor.
Plini
Avustralyalı, 1992 doğumlu gitaristi esasında diğerleri gibi ‘’yeni’’ başlığı altında toplamak yersiz olacak. Neredeyse 10 yıla yakındır aktif müzik yapan Plini Roessler-Holgate, Steve Vai’nin de tabiriyle ‘’geleceğin gitar müziği’’ olarak değerlendiren kompozisyonları yaratan isim olarak biliniyor. Albümlerinin bu kadar iyi olma sebepleri arasında ise diğer isimlerle de çalışan Simon Grove, Troy Wrightsanatçılar bulunuyor.
Aaron Marshall
Yeni gitar müziğinin en yaşlı isimlerinden biri olarak değerlendirebileceğimiz 1980 doğumlu Marshall’ı kurduğu Intervals projesinden bilmekteyiz. Bıçak gibi bir sağ ele sahip olan gitaristin özellikle caz akorları üzerinden oluşturduğu progresif gitar kompozisyonlarının aşığı olduğumu belirtmem gerekiyor.
David Maxim Micic
Sırbistan, 1992 doğumlu Micic’in kompozisyonlarının post-rock severlere hitap edeceğinden eminim. Kendisinin parçalarında doğu ezgilerini de kullandığını belirtelim. Micic’in, uzun bir dönem Osmanlı kültüründe kalmış Sırbistan’da doğması bunda elbette önemli bir etken.
Tosin Abasi
Abasi’yi birçoğumuz djent grubu ‘’Animals as Leaders’’ta yaptığı insanlıktan çıkmış hareketlerle biliyoruz. İnanılmaz bir slap tekniğine sahip olan ve bunu elektrikli gitara uyarlamış olan Abasi, günümüzde ürettiği butik gitarlarla da bilinen bir müzisyen.
Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her hafta sonu radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz.
Punk ve hip hop özünde benzerlik gösterebilen iki tür olmakla beraber genelde iki tarafın fanları bu benzeşmeleri reddeder ve bu tartışma hep büyür gider. Bu hafta adeta dünyaları çarpıştıran bir podcast önerisiyle geldik. Efsane İngiliz punk grubu The Clash’in müzik serüvenini dinleyebileceğiniz Stay Free serisinin en önemli detayı ise anlatıcının yine bir efsane olan hip hop grubu Public Enemy’den Chuck D olması. Dünyalar tam da bu noktada çarpışıyor!
Chuck D seri boyunca yer yer Public Enemy ve The Clash özelinde, bambaşka görülen müzik dünyalarındaki iki efsane grubun aslında ne gibi ortak dertleri olabileceğine değinirken bir yandan da The Clash’in hikayesini hem bir dinleyici hem de gerçek bir hikaye anlatıcısı olarak bizlere sunuyor. Chuck D’yi böylesine büyük bir usta yapan şeyin de kendisinin hikaye anlatıcılığı metodları olduğunu düşünürsek bu seri hem The Clash fanlarını hem de iyi hikaye severleri kesinlikle memnun edecektir.
Seri 2019’un başında yayınlanmaya başladı ve geçtiğimiz nisan ayında 8. bölümüyle noktalandı. Arşivlik diyebileceğimiz bu podcastin devamını isteyenler harekete geçmiş olsalar da henüz konuyla ilgili bir gelişme olmadı. Serinin yaratıcıları da Chuck D de bu konuda herhangi bir yorumda bulunmadı ama devamı olsa hiç hayır demeyiz ve bu konunun da takibindeyiz.
Rap camiası için Cuma günleri kutsal günlerden sayılır. Cuma günleri genellikle yeni parçalar piyasaya sürülür. “Hayırlı Cumalar” adlı yeni bölümümüzde her Cuma yayınlanan yeni rap parçalarını sizlerle paylaşacağız. Bu vesileyle, hepiniz hayırlı bir Cuma geçirmeniz dileğiyle…
FARAZI ft. Kamufle – Aklım
Yeni albüm hazırlığında olan Kamufle, Türkiye’nin en iyi beatmaker’larından Farazi ile birlikte yaptığı “Aklım” parçasını yayımladı, bu, albüm öncesi single’lardan biri.
Killa Hakan – Fight Kulüp (Albüm) ft. Ayben, Eko Fresh, Summer Cem, Ayaz Kapli, Eypio, Ceza, Ben Fero.
Killa Hakan‘ın çok konuşulan “Fight Kulüp” şarkısından ismini alan 15 şarkılık albümü yayımlandı. Albüme Türkçe rap dünyasından birçok tanıdık isim eşlik ediyor.
Ghostface Killah – Party Over Here:
Ghostface Killah dinleyicilerini “doyurmayı” sürdürüyor. Bu sene çıkardığı albümün ardından şimdi de “Party Over Here” ile karşımızda.
Sokrat St- Sağım solum belli olmaz:
Kendi ve gençlerin düşündüklerini şarkılarına iyi yansıtan rapçilerden Sokrat, “Somurtan Adam” teklisinin ardından bir parça ile daha karşımızda.
Şehinşah – Çocuk:
Karma Company isimli yeni bir müzik oluşumunu yakın zamanda duyuracak olan Şehinşah, öncesinde sürpriz şarkılar yayımlamaya devam ediyor. Şah, bu kez de AlamutHaremeyn isimli Youtube kanalından, Ozoyoo’nun beat’ini yaptığı bir parça yayımladı.
Yungblud – Hope for underrated youth:
Rock sound ile rap’i birleştiren yeni nesil isimlerden Yungblud bir tekli daha yayımladı. Yükselen grafiğini sürdüren Yungblud’ın ismini sadece hip-hop dünyasında değil, tüm müzik dünyasında daha sık duyabiliriz.
Sims ya da Football Manager oyunlarında olduğu gibi ince detaylarla uğraşmaktan ve ilgili olduğunuz alana düzenli bir şekilde uzun süre emek vermekten benim gibi keyif alan biriyseniz (ikinci oyunu 18 senedir oynamaktayım) yeni müzisyenler keşfetmekten, hatta onları kariyerlerinin ilk adımlarını atarken dinlemekten de keyif alırsınız. Michael Kiwanuka ile dinleyici olarak tanışmam da böyle oldu.
Bilenler hatırlar, 2011 senesinde “stajyer sürücü” süreci dile getirildiği ve bu durumun yasalaşma ihtimali de olduğu için, söz konusu durum yaşanmadan ehliyet alabilmek adına sürücü kurslarına kayıt yaptıran birey sayısında patlama olmuştu. Yine aynı sene, yine benzer mantalite ile Adele ’in uzun bir süre piyasada olmayacağı söylentisi yayılınca hem yerel hem de yabancı basından birçok yazar/dergi/basın kuruluşu -ve onlar sayesinde ben de- kendisinin o yıl çıkardığı albüm sonrası düzenlediği Avrupa ve Kuzey Amerika turunu yakından takip etmişti. O tur esnasında bölgelere göre değişmekle birlikte çok kaliteli ön gruplar çıktı. Bu isimlerden bir tanesi akustik performanslarını takip etmekten epey keyif aldığım The Civil Wars , bir diğeri de gitarda eşlik eden ve o zamana dek tanımadığım Michael Kiwanuka idi!
Başlangıç: Home Again
Pek tanınmayan sanatçı, takip eden sene ilk albümü olan Home Again’i çıkardığında dikkatleri üzerinde toplamayı başardı. Muhteşem bir albüm değildi belki ancak kariyer başlangıcı için birçok müzisyenin sahip olmak isteyeceği türdendi. En dikkat çeken ve albüme de ismini veren Home Again parçası, albümden piyasaya sürülen ilk single olma şerefine de erişti. Albüm Birleşik Krallık piyasasında 4.lüğe kadar tırmandı. Belçika, Hollanda, Fransa ve Norveç gibi folk rock türünde her daim kemik bir kitleye sahip ülkelerde de epey dikkat çekti. İlk sahnesini 2-3 sene önce yapmış bir sanatçıysanız söz konusu rakamlar hiç fena değil.
Love&Hate: Olgun Bir Albüm
Bu süreci konserler ve PR çalışmaları izledikten sonra çoğu sanatçının “tamam mı, devam mı?” sınavı olan ikinci albüm süreci izledi. Açıkçası bu sınavı oldukça başarılı bir notla geçtiğini düşünüyorum. Çünkü 2016 senesinde çıkan 10 parçalık Love&Hate albümünde son derece olgun, altyapısı sağlam ve ne anlattığını bilen çok sayıda eser var. Bunların arasında albüme de ismini veren Love&Hate kadar Cold Little Heart, Black Man in a White World, One More Night ve Rule the World’ü sayabilirim. Albümdeki favorim ise Cold Little Heart . Kendisi albümün açılış parçası ve biraz da uzun bir eser olduğu için Spotify’da “radio edit” versiyonu da var. Orijinalini tercih etmenizi öneririm, çünkü her şeyin orijinali daha iyidir.
One Love’a Gelince
Tür olarak folk rock kadar indie rock’a da yakın bulunan Michael Kiwanuka’nın aslında şarkılarında muhteşem bir blues harmanı yapabileceği konusundaki düşüncelerim canlı performansını dinlememle perçinlendi. Kaldı ki, bazı parçaları blues gibi okunmaya çok müsait. Şunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, canlı performansı gerçekten çok başarılı. Sesinin rengi kadar yüksekliğine çok güveniyor. Hem elekto gitar hem de akustik gitar performansında ve parçalarının hem normal hem de akustik okunmasında kesinlikle bir tereddüttü yok. Detone olmadı, parçaları ve sahneyi çok güzel kullandı. Geri vokalleri ve ekibin diğer üyelerini son derece kaliteli isimlerden oluşturmuş. Festivalde headliner olmamasını kalitesine değil popülaritesinin hala en üst seviyede yer almamasına bağlıyorum. Umarım yeni albümünde daha çok blues esintileri görürüz ve yine umarım, daha sık canlı dinleme fırsatı buluruz.
Bas gitarist, besteci, prodüktör, plak şirketi sahibi ve festival organizatörü gibi, isminin başına sayısız unvan koyabileceğimiz, modern piyasanın en önemli ekiplerinden Snarky Puppy ve Bokanté’nin kurucusu Michael League ile 26. İstanbul Caz Festivali öncesi uzunca konuşma imkânımız oldu.
Müzik dünyasında olan bitenlere ve siyasete kendimizi kaptırmadan önce UNIQ Açık Hava Sahnesi’nde 9 Temmuz’da gerçekleşecek Snarky Puppy konserinden, yeni Snarky albümünden, uzun süre burada kalan ve etrafı dolaşan Michael League’in Türkiye anılarından konuştuk. Herkesin cesaret edemediği soruları sormak istedim, röportajlarda bir türlü göremediğim fakat çok merak ettiğim o soruları sormak için daha uygun bir zaman olamazdı.
Shai Maestro Trio / Fotoğraf: Selçuk Polat
26. İstanbul Caz Festivali biteli bir hafta oluyor. 17 Temmuz’da gerçekleşen Shai Maestro Trio konseri ve 18 Temmuz’da önce Makaya McCraven, daha sonra Jacob Collier ile inanılmaz iki gece geçirdik. Shai Maestro ve ekibi tüm salonu öne eğilmiş pür dikkat dinlerken ve dinlemeye gelen çoğu müzisyeni kendini sorgularken bırakırken (konuşmalarla sabit!), Jacob Collier kendi gibi multi-enstürmantal ekibi; sahne dekoru, ışıklandırması ve yüksek enerjisiyle UNIQ Açık Hava’yı tam da hak ettiği festival moduna soktu. Gecenin en sevdiğim kısmı en ön sıralarda oturan ‘ciddi’ ve bağırıp alkışladığınızda size garip bakan dinleyicilerin konserden tek tek ayrılmasıyla geriye kalan samimiyet ortamı olabilir. Herkesin ayağa kalkıp yanındakiyle dans etmesiyle kapanışı 18 Temmuz’da yapan festival, Jacob Collier’ın dört seri olarak çıkacak Djesse albümlerinin ikincisinin yayınlandığı tarihe de denk gelmiş oldu. Müthiş bir kutlama ortamıyla gece 12’ye yapılan geri sayım ardından şarkılar söylendi ve 26. İstanbul Caz Festivali harika bir kapanış gerçekleştirmiş oldu.
Jacob Collier / Fotoğraf: Emre Durmuş
Biz de verdiğimiz sözü tutarak, festival ardından Michael League röportajımızın Türkçe çevirisini yayınlamayı görev biliriz. İyi okumalar!
Müzik konusunda tam bir gezginsiniz. Birçok farklı kültürden, müzik tarzından esinleniyorsunuz; dünyayı dolaşıyor ve farklı müzikler üzerinde çalışıyor ve yeni enstrümanlar öğreniyorsunuz. Tüm bunlar nasıl başladı? Size bu yolculukta kim ilham verdi?
Kendisi müzisyen olan erkek kardeşim ben henüz lisedeyken beni dünyadan müziklerle beslemeye başlayan ilk kişiydi sanırım. Meraklı biriyim, işin aslı bu. Yeni bir sound duyduğumda onu merak ediyorum. Bir an önce onu öğrenmek ve kendi yaptığım şeyde bir şekilde bir kısmını kullanabilmek istiyorum, saygılı bir şekilde tabii. Her şeyden çok kişisel bir özellik.
Bir yerde kardeşinizin aynı zamanda sizi caz ile tanıştıran kişi de olduğunu okumuştum. Sonrasında Texas’ta üniversiteye müzik okumaya gitmişsiniz. Ama her zaman okulda yaptıklarınızdan daha fazlasının olduğunu söylüyorsunuz ki bir noktada bu sizi okulu bırakmaya kadar götürmüş. Sizi, tanıdığımız Michael League yapan nedir? Ve daha spesifik olarak, kendinizi nasıl Erykah Badu ile bir kilisede çalarken buldunuz?
Ödevinizi iyi yapmışsınız!
Okulu bıraktığımda neredeyse her gece gig’lerim oluyordu. Bir sürü beyaz kilisesinde çalıyordum. Bir arkadaşım Texas’taki bir jam session’da çalmam için beni aradı. Ben de çalmaya gittim ve orada Philip Lassiter adında, o dönem sadece bir kilisenin orkestra lideri olan biriyle tanıştım. Tabii Philip daha sonra Prince’in tüm üflemeli bölümünün başına geçti ve Grammy ödüllü bir prodüktör oldu. Jam session’da Phil funky bir şeyler çaldığımı duyunca “Kiliselerde çalıyor musun?” diye sordu, ben de “Evet” dedim. “Benim kilisemde çalar mısın?” diye sordu, ben de “Evet, tabii” dedim, sonuçta çalma çalmadır.
Kiliseye gittiğimde birlikte çaldığım ekibin Roy Hargrove’un RH Factor grubu olduğunu fark ettim. Çalmaya başlayana kadar anlamamıştım ama birden saksafon tonunu tanıdım ve o trampet sound’unu. Sonra her şey oturmaya başladı tabii. Ve o insanlar sayesinde Dallas’taki oldukça zengin siyahi müzik sahnesinin bir parçası oldum; Eykah Badu’nun, Marcus Miller’ın, Roy Hargrove’un ekipleri bunlardan birkaçı. O müzisyenlerle çalmaya başlayınca benim çevrem de o oldu. Snarky Puppy’den çocukları çağırdım, onlara söyledim ve onlar da o çevrenin bir parçası oldular. Bu büyük ihtimalle hayatımı en biçimlendiren müzikal deneyimdi çünkü ilk defa gerçekten benim olan bir ses oluşturmuştum ve bu ses oldukça dışa vurumcuydu. Kendim olma konusunda gerçekten rahat olduğum ve herhangi ölü bir adam gibi çalmaya çalışmadığımı hissettiğim bir andı.
Tarık Aslan benim öğretmenim
Türkiye’ye gelip gittiğiniz oldu ve Tarık Aslan gibi müzisyenlerle çalıştınız. Sizi İstanbul’da jam session’larda ya da Türkiye’nin güney doğusunda ve ardından Orta Doğu’ya geçerken gördük. Tüm bunlar neydi, ne arıyordunuz tam olarak ve onu bulabildiniz mi?
Tarık Aslan benim öğretmenim. Türkiye’ye ne zaman gelsem onunla çalışıyordum. Güney Doğu’ya, Mardin’e onun düğünü için gitmiştik. Mısırlı Ahmet Ritimhanesi’nde öğretmenlik yapan Erdem Erol’dan dehollo (darbuka) öğrenmeye de başlamıştım. Bir noktada altı hafta orada kaldım, sonra birkaç günlüğüne ya da haftalığına; Tarık ile erbane ve Erdem ile dehollo çalışabileceğim ve onlardan ders alabilme fırsatı bulabildiğim her an gittim.
Sanırım bunu Snarky Puppy ve Bokanté’deki son albümlerinizde biraz duyabildik. Misal, Immigrance albümündeki son parçada?
O parçayı ud ile yazmaya başlamıştım ve kayıt sırasında da ud çaldım. O yüzden sanıyorum Türk müziğinden biraz hissiyata sahip. Ben Türk değilim, Türk müzisyen de değilim dolayısıyla bu müzik Türk müziğine benziyor diyemiyorum zira benim yetkim değil. Ama tabii, orada kaldığım zamanın etkisi olduğunu düşünüyorum üstünde. Bir de, parçayı yazarken Türkiye’de olduğumu düşününce mantıklı geliyor. Ama aynı zamanda biraz Arjantin hissiyatı da var parçada, tango gibi. Ve çok ilginç, Türk ve Arjantin müzikleri arasında benzerlikler var. Bir sürü Türk tango dansçıları var örneğin, dünyaca ünlü. Müzikal, kültürel bir ilişki olduğunu düşünüyorum aralarında.
Snarky Puppy ile buraya en son 2015’te gelmiştiniz. Ekibi tekrar getirmek nasıl bir his?
Harika. Türkiye’de son dört yılda oldukça güzel zaman geçirdim. Onları tekrar İstanbul’a getirmek çok özel çünkü orada bir sürü arkadaş edindim, orada müzik çalıştım. Çocukları şehre tekrar getirmek güzel olacak.
İlk adım insanları dinlemek
Bu kadar insanı tek bir ekipte toplamayı nasıl başarıyorsunuz? Kültürel olarak, mental olarak çok farklılar. Ve 15 yıl oldu, öyle değil mi? Ekip gittikçe büyüyor, bunu nasıl yapıyorsunuz?
İlk adım insanları dinlemek, tiranlık yapmamak. Herkese saygı duymak ve sadece kendi hisleri olduğunu ve bir şeylere kırılabileceklerini düşünmekten çok bu grubun onların değil, benim hayalim olduğunun farkına varmak sanırım. Bu benim hayatım, benim hayalim fakat ekipteki insanların kendi istekleri, gerçekleştirmek istediği kendi hayalleri olduğunu anlamalıyım. Ben de buna izin veren bir sistem yaratmaya çalışıyorum. Bu ekibin üyesi olabilecekleri ve bu topluluktan faydalanabilecekleri fakat “Hayır, o turneye gelmek istemiyorum, kendi turnem var”, “Hayır, kendi albümümü çıkarmak istiyorum ve birkaç ay üzerinde çalışmalıyım” gibi şeyler söyleyebilecekleri bir ortam olması lazım. Ve bunu yapmakta özgürler.
Çocuklar kendi ailelerini kurmaya başladılar, biri arayıp da “On ay turneye gelmek yerine kızımla olmak istiyorum” derse “Tabii ki, sıkıntı yok” diyorum. Normalde bu şekilde olmazdı herhalde, çünkü normal şartlarda bir grupta tek davulcu, tek perküsyoncu oluyor ama Snarky Puppy’de bizim üç davulcumuz, üç perküsyoncumuz, altı üflemelimiz var. Dolayısıyla her zaman bunu değiştirebiliyoruz. Bence bu, insanları ekibe yakın tutuyor. O kadar iyi müzisyenler ve iyi insanlar ki, onlarla birlikte olmaya ve birlikte turneye çıkmaya bayılıyorsun.
Festivalde kaçınızı görüyor olacağız peki?
Sanırım on.
Yeni albüm dışında konserde ne duymayı bekleyebiliriz?
Her gün farklı bir setlist’imiz oluyor ama her zaman çaldığımız parçalar olacak konserde. Aynı zamanda İstanbul’dan özel konuklarımız da olacak.
Festivale dair düşünceleriniz neler? Daha önce İstanbul Caz Festivali’nde yer almış mıydınız?
Bokanté iki yıl önce Beykoz Kundura’da çalmıştı İstanbul Caz Festivali’nde. Ve Bokanté ile orada olmaktan çok keyif almıştım. Yönetimi oldukça iyi tanıyorum. Festivalin tavrını da çok beğeniyorum. Özellikle terör saldırıları olduğunda, sanırım bir hafta öncesinde olmuştu, festivali devam ettirmelerini çok takdir etmiştim. Sanırım dört yıl önceydi bu. Bir kere Türkiye’yi çok seviyorum, sanırım bunu neredeyse iki ay orada yaşadığım gerçeğini düşünerek tahmin edebilirsiniz. Ama aynı zamanda insanların müziği takdir etme şeklini çok beğeniyorum. Orada olduğum zamanlarda konserlere giderdim ve insanların İstanbul’daki müziğe samimi bir sevgisi olduğunu görüyordum. Hâliyle, böyle insanlar için çalmak oldukça tazeleyici bir deneyim. Her zaman öyle olmuyor.
Bulunduğumuz binaya biber gazı kapsülü atılmıştı
Buraya birçok kez geldiğinize göre bir sürü çılgın anınız olmalı. Başınıza gelen en garip şey neydi?
Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Snarky Puppy ile çaldıktan birkaç ay sonra bir haftalığına Tarık ile çalışmak için tekrar gelmiştim. Normalde üç günlüğüne kalacaktım. Ama o kadar güzel zaman geçiriyordum ki uçuşumu sürekli bir sonraki güne erteleyip durdum. Bir gün daha geç gitme kararı almıştım ve İstiklal’e hemen yakın bir binada oldukça yüksek bir katta def/erbane provasındaydık. Caddeden gelen silah sesleri duydum ve herkes aşırı normal bir şekilde karşıladı bu durumu. Meğer, Onur Haftası için İstiklal’de yürüyüş planlanmış fakat güvenlik sıkıntısı sebebiyle yürüyüş iptal edilmiş. LGBTİ+ topluluğu da yasağa rağmen yürümeye karar vermiş. 20 dakikada bir polis gelip gidiyordu ve insanlara biber gazı sıkıyor ya da plastik kurşunla cevap veriyorlardı. Herkes çığlık atıyor, binalara giriyor, sonra tekrar sokaklara çıkıp çay içmeye gidiyordu. Ben de “Neler oluyor, dalga mı geçiyorsunuz benimle?” şeklinde şaşkınlık içindeydim.
Bu yaşanıp durdu. Bulunduğumuz binanın merdiven boşluğuna biber gazı kapsülü girdi ve bütün binayı gazla doldurdu. Beşinci kattaydık ve 25 kişi koşarak binayı boşaltmaya çalıştık. Sokak bloke edilmişti ve polisler kalabalık bir grup olduğumuz için geçmemize izin vermedi. Tarık onlara “Bakın, biz müzisyeniz, davullarımız var. Sadece buradan çıkmaya çalışıyoruz” dedi ama diğer yöne gitmemiz gerektiğini söylediler. Söyledikleri yöne gittiğimiz anda, orada bekleyen polisler bize ateş etmeye başladılar. Herkes sırtında erbanelerle farklı yönlere dağıldı. En son Taksim’den çıktığımızda taksilere bindik ve Karaköy’e gittik. Gittiğimizde birbirlerine “Eee bira içmek ister misiniz?” diye sordular, gittik bira içtik. Nasıl yani, biber gazına maruz kalıp plastik mermilerle vurulduktan sonra bira içmeye gidelim mi de ne demek?
Tadını beğendiniz mi bari?
Çok lezzetliydi. İki buçuk hafta boyunca tattım. Bolca limonla. Ben de “Peki, tamam. Hadi bakalım Türkiye…” diye düşündüm.
Ertesi gün uçağım kalktı ve vardığımda telefonum Atatürk Havalimanı’ndaki saldırıya dair gelen mesajlarla doluydu. Saldırıdan bir ya da iki saat önce uçmuşum. Çok ilginçti. Bir hafta önce cennet gibiyken son iki gün çılgınca geçti. Ama bir açıdan oldukça derindi, güzeldi de. Arkadaşım Tuğçe, Taksim’den kaçıp bira içtiğimiz zaman ağlayarak “Bunu gördüğün için çok üzgünüm, burada seni güzel ağırlayabilmek ve iyi hissetmen için çok çalışıyoruz ve bu tip şeyler oluyor, insanlar bizim hakkımızda yanlış düşünüyor” dedi. Türkiye’de misafirperverlik gerçekten harika. Bir gezgin olarak çok fazla şey düşünmemi sağladı bu olay, ilginç bir deneyimdi.
Solo bir albüm üzerinde çalıştığınızı duydum. Şu ana kadar nasıl gidiyor ve bize albümünüze dair ne söyleyebilirsiniz?
Oldukça ham durumda şu an. Parçaları yazmaya yeni başladım. Kaydettiğim milyonlarca fikrim var ama onları bir form hâline getirmeye ve parçaları bitirmeye daha yeni başlıyorum. Oldukça erken hakkında konuşmak için ama çok heyecanlıyım, bunu daha önce hiç yapmamıştım.
Snarky Puppy’nin yeni albümü hakkında konuşalım. Immigrance’ın tanıtım videolarında çalıştığınız insanların ve grup üyelerinin göçmenlik geçmişlerinden bahsettiniz. Bu fikrin Donald Trump ve aşırı sağcıların söylemleri sonrasında çıkmış olabileceğini düşündüm, bu konuya dair ekipçe bakış açınızı detaylandırabilir misiniz? Ve bu albümle ne söylemek istiyorsunuz?
Albüm başlığını bulmadan önce her şeyi kaydetmiş ve mix’lerini tamamlamıştık. Albümü bu fikirle yapmadık. Her şeyi mix’ledikten sonra, tekrar dinliyordum ve bunu bir gözlem olarak fark ettim. “Vay canına, bunda Türk esintileri var, bu parçada Fas etkisi, bu hip-hopvari bir şeylerden geliyor, bunda biraz funk var” gibi ve hiçbir müziğin aslında senin olmadığı gerçeğini düşündüğüm bir an yaşadım. Funk’ı bile bir noktada, benim ülkemden olmasına rağmen, öğrenmek zorunda kaldım. Ve funk’a dair hiçbir şey bilmeyen bir sürü Amerikalı var, arabesk bilmeyen birçok Türk olduğu gibi. Bir müziğin teknik olarak senin ülkenden olması, onun üzerine uzman olduğun ya da onu çalabilme yetin olduğu anlamına gelmiyor. Bu durum da beni müziğin kıtalar ve nesiller boyunca yaptığı yolculuğu düşünme üzerine itti. Ve tüm bunların ne kadar ilginç olduğuna dair.
Müzisyenler olarak sürekli müziğin göçünü takip ediyoruz ve o göçün bir parçasıyız aslında. Belki Türk bir çocuk Snarky Puppy’yi dinleyecek ve ondan esinlenerek kendi Türk kimliğiyle birleştirdiği garip bir müzik yapacak ve bu bir piyasa yaratıp müzik türü olacak. Ve belki de bundan 300 yıl sonra Japon bir çocuk onu keşfedecek, anlatabiliyor muyum? Her şey bir patika gibi.
Büyük ihtimalle tüm bunlar aklıma dünyada, özellikle Amerika’da tüm olan biten şeyler ve göçmenlerin Amerika’da şeytanlaştırılması üzerine geldi. Bir insanı göçmen olarak yaftalayıp şeytanlaştırma gibi saçma bir fikir, özellikle babası göçmen olan bir başkan tarafından, oldukça dar görüşlü. Bu röportaj serisini de bunu göstermek için yapıyorduk. Donald Trump’ı, Marie Le Penn’i, Nigel Farage’ı ve benzer popülist liderleri destekleyen bir sürü hayranımız var. Onlara bir göçmenin nasıl olduğunu göstermek istedim.
Ekibimizde Bobby Sparks diye bir üyemiz var. Komşusu ırkçı olmasına rağmen Bobby’yi çok seviyor. Onu sürekli evine davet ediyor ve siyahilere dair söylenip duruyormuş. Bobby de “Hey, ben de siyahım!” deyince, “Sen Bobby’sin!” diyormuş. Fark ettiğimizden daha çok böyle düşünüyoruz sanırım. Aynısını biz de Cumhuriyetçiler için yapıyoruz örneğin. Oysa insanoğlu bu; insanları şeytanlaştırmak yerine onlarla bağlanmak daha önemli, barış içinde olmak ve daha önce düşünmedikleri şeyleri onlara göstermek. Düşünmediğim şeylerin bana gösterilmesini çok isterim.
Siyasi bir mesaj yaymaya çalışmıyoruz
Herkes enstrümantal müziği dinlerken farklı bir fikre sahip oluyor. Siyasi ya da sosyal olarak bulunduğunuz yeri göstermeyi nasıl başarıyorsunuz? Ya da müzik aracılığıyla bir mesaj yaymayı?
Snarky Puppy doğası gereği siyasi değil. Siyasi bir mesaj yaymaya çalışmıyoruz. Sanırım, Bokanté’de olduğu gibi, sırf ekibi izleyerek anlaşılabilecek bir sosyal mesaj var. Farklı kültürlerden farklı insanlar birlikte müzik yapıyorlar ve herkesin tek bir şey olmasına çalışmaktansa birbirlerinin farklılıklarının altını çiziyorlar. Birbirimizin bireysel kişiliklerinden gerçekten keyif alıyoruz. Müzik, müzikle ilgili. Ama müziği, onu yaratan kişiden ya da onun o an yaratılmasını besleyen ve o isteği arttıran toplumdan ayıramazsınız. Albümde göçmenlik ya da popülizme dair spesifik bir parça olmamasına rağmen en azından o duyguyu yakalayabiliyorsunuz. Parçalar bizim için bile spesifik duygulara sahip.
Snarky Puppy’de mesaj çok direkt değil, yoruma açık. Fakat Bokanté’de oldukça düz ve net. Çünkü Malika onları işaret edecek sözler söylüyor ve ben ikisinden birini yapma seçeneğine sahip olmaktan memnunum.
Nina Simone’un bir müzisyenin bulunduğu zamanı yansıtma görevi olduğu söylemi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Rage Against The Machine‘den Tom Morello ile yapılan güzel bir röportaj var. Diyor ki: “Her müzik siyasidir ve yaptığınız müzik o dönem siyasi olarak gerçekleşen olaylara seslenmiyorsa aslında var olan düzene onay veriyorsunuz demek bu. Eğer siyasi olarak yanlış olan şeyler hakkında şarkı söylemiyorsam, her şey yolunda diyorum ve bu yüzden ‘Baby Baby Baby’ adında bir parça yazıp söyleyebilirim.” Bir noktada Justin Bieber’ın da siyasi olduğunu söylüyor. O an insanlığın karşılaştığı herhangi bir konuyla yüzleşmeyerek, her şeyin yolunda olduğunu söylüyor. Bu noktaya katılıyor muyum emin değilim ama içinde oldukça gerçeklik olduğunu düşünüyorum.
Sizinki gibi bir ülkede bu açıklamaya katılmama lüksünüz pek yok. Benim ülkemde ise siyasi meseleler daha gizli. Çok büyükler fakat en azından sokakta biber gazı yemiyorsunuz ya da seçimler iptal edilip tekrarlanmıyor. Çok belirgin olmadığı için de ülkemdeki insanlar “Ah, politik olmayabilirim” diyebilme lüksüne sahip.
Amerika’da pop ile ilgilenenler dışında apolitik olmayı tercih eden az müzisyen var. Bunu daha çok hayranlar için tercih ettiklerini düşünüyorum. Eğer biraz olsun siyasi olan bir şey paylaşırsam insanlar hemen “Sus ve müziğini yap” diye eleştiriyor.
Sosyal ya da siyasi bir mesaj paylaştığınızda hayran kitlenizde bir azalma görüyor musunuz? Bu yüzden hayran kaybettiğiniz oluyor mu?
Bir keresinde Amerika’da gerçekleşen kadınlar yürüyüşüne (Women’s March) dair bir şey paylaşmış ve “Bu ekipteki herkesin şu an Washington DC’de yürüyen sizleri desteklediğini söylemek isteriz” demiştim. Trump’ın göreve başlama töreninden bir gün sonraydı ve “Aptal fikirlerini kendine sakla”, “Hayran kitlenizin yarısını kaybettiniz, tebrikler” gibi bir sürü yorum aldık. Amerika’nın yarısı bile Trump’ı desteklemiyor ve ülke dışında yalnızca %4 kabul görme oranı var. İnsanlar bunu bir şekilde göremiyor.
Dolayısıyla bu tip konuşmalara artık girmiyorum. Hatta sosyal medyadaki durumdan o kadar rahatsız oldum ki tüm hesaplarımı bıraktım. Artık sadece basın açıklaması olarak kullanıyoruz, yaptığımız bir şeyi paylaşıyoruz ve yorumlara aldırış etmiyoruz. O yorumları okumak ve onlara cevap vermekle harcayacağım zamanı kitap okuyarak ya da çalışarak geçiriyorum.
Snarky Puppy’nin bir caz grubu olduğunu düşünmüyorum
Zorunlu soru. Branford Marsalis, Kamasi Washington ve Robert Glasper arasında geçenler hakkında ne düşünüyorsunuz? Cazın ne olduğu ve olmadığı konusundaki bitmek bilmeyen tartışma hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Önce tüm müzisyenlere hayranlığım ve saygım olduğunu belirterek başlayacağım. Bu tip şeylerin dramaya döndüğünü görmek gerçekten talihsizlik. Bence müzisyenler olarak birbirimizi alenen desteklememiz çok önemli. Normalde öyle olmasa ya da birbirimize hayran olmasak bile, en azından birbirimizi desteklememiz önemli. Hepimiz aynı sıkıntılardan geçiyoruz; hepimiz ülkeyi korkunç tur otobüslerinde dolaştık, hepimiz parasız ve seyircisiz gig’lerde çaldık, hepimiz çalışma odalarında becerilerimizi geliştirmek için sayısız saatler geçirdik ve bu tip şeylerin birbirimiz tarafından parçalanması bana kalırsa çok üzücü.
Ama aynı zamanda sanatçılar olarak dürüst olmamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Sanatçılar, doğaları gereği belirli fikirlere sahip, önyargılı, en azından özgün sese sahip olanlar. İki hafta kadar önce Snarky Puppy’nin yeşil odasında bu konuya dair çok uzun sohbetimiz oldu. Öncelikle, Snarky Puppy’nin bir caz grubu olduğunu düşünmüyorum. Bence, bir noktada bir piyano bas davul triosundan neredeyse daha fazla caz geleneği içerisindeyiz; çünkü o anki çevremizden ve toplumdan malzemeler alıp caz kökenlerimizden sahip olduğumuz bilgi ve istekle birleştiriyoruz. Ve iki, üç üyemiz dışında gruptaki herkesin caz kökenlerine sahip olduğunu söyleyebilirim. En azından yıllarca ve yıllarca caz üzerine çalışmış ve bu müziği yapmışlar. Bu bana göre Charles Mingus ya da Miles Davis parçaları yorumlamaktan daha çok caz geleneği içerisinde geliyor, çünkü caz geleneği zaten yenilik demek. Şu an, bu zamandan bir şeyler alıp kendini onlar aracılığıyla ifade etmek demek.
Öbür açıdan, Snarky Puppy’nin yaptığı şey benim için bol doğaçlamalı pop müziği. Eğer biri bana “Sizin yaptığınız caz değil” dese, “Evet, tamamen haklısın” derdim. Eğer biri bana kısıtlı caz haznemin olduğunu söylese… Yani… Müzisyen, görüldüğünden çok daha fazlası. Snarky Puppy ile dokuz ya da belki on dokuz konser boyunca hiç solo almadan çalabilirim ve belki o on dokuz konseri gören biri “Ah, doğaçlama yapmıyor” diyebilir. Bu doğaçlama yapmayı bilmediğim ya da yapmadığım için değil, beni doğaçlama yaparken görmediğin içindir. Ama bir başka sanatçı için böyle bir söylemde bulunmak…
Bence Branford’ın gerçekten söylemek istediği şey tam olarak negatif değildi. Kamasi ve Robert kendi şeyini yapıyor demek istedi belki. Bu cazdan daha az ya da daha çok önemli ya da geçerli demek değil. Bu, sadece başka bir şey. Ama sanırım bunu söyleme şekli haklı olarak Robert’dan bir tepkiye sebep oldu. Ve Kamasi bir şey söylemedi değil mi? Size garanti ediyorum “Yorum yok” derdi.
Caz topluluğunda böyle bir şey var; insanlar size manevi bir şekilde onayını veriyor. Saksafon gibi, cazın en ünlü enstrümanını çalarken, o enstrümanın ikonu olmuş birinden kendinle ilgili negatif algılanabilecek bir yorum almak zor olmalı. Dave Holland’ın “Evet, Michael League, bilemiyorum, caz haznesi yok onun” demesi gibi bir şey. Duyması zor olurdu. Ama aynı zamanda Branford’ın “Bu müzisyenler bir çeşit müzik yapıyor ve farklı bir kitleye ulaşıyorlar” gibi bir şey dediğini de düşünüyorum.
Ama eminim Kamasi Washington insanları caz saksafonuna karşı açtı ve şimdi onlar Branford Marsalis ve John Coltrane albümleri satın alıyor. Herhangi birinin doğru ya da yanlış olduğuna inanmıyorum. Asla bir başkasının yaptığı şeyin ne olduğunu söylemeye cüret etmem. Müzisyenler olarak söylem birbirimizi desteklediğimizde çok daha iyi.
Son olarak, size Türkiye’de hayranlık duyan genç müzisyenler için tavsiyeleriniz ne olurdu?
Genç Türk müzisyenler, müzikal olarak oldukça zengin bir yerden gelme avantajına sahip olarak başlıyorlar. Çok uzun ve antik bir tarihe sahip güzel müzik ve farklı kültürlerin karışımı olan bir coğrafya. Bu avantajda, o geleneğe ve onun geldiği yere dair bir şeyler öğrenmenin getirdiği bir sorumluluk var. Ve onu özgün ve gerçekten kendilerine ait olan bir şeye dönüştürme sorumluluğu. Çoğu zaman Avrupa’da ya da Orta Doğu’da gezip oralarda Amerikan müziğini Amerikalı gibi icra eden müzisyenlerle tanışıyoruz. Fakat Amerikalı olmadıkları ve o müziği yaratan kültürle zaman geçirmedikleri için, anlayabilme açısından çok fazla avantajları olmuyor. İdeal olarak, bir şeyde yenilik getirebilmek için onu anlayabilmek gerekiyor. Dolayısıyla, Türk olmanın ve o kültürde büyümenin inanılmaz bir avantajı var. Orada büyüme deneyimini kullanarak ve dünyadaki tüm kaydedilen müziklerin internet bağlantısı olan herkese erişilebilir olduğu gerçeğini göz önüne alarak yenilik getirebilme konusunda çok fazla seçenek var. Hangi ülkeden olursanız olun, geçerli olan aynı şeyler var tabii: çok ve uzun süre çalışmak zorundasınız, açık fikirli olmalısınız, enstrümanınızda teknik yeterliliğe sahip olduğunuz kadar duygusal bir bağa da sahip olmalısınız ve o duyguyu izleyiciye geçirerek onlarla iletişim kurabilmelisiniz. Ve sanıyorum, günümüzde ilk defa parçanın enstrümantal müzikte tekrar önemli oluşuna şahit oluyoruz. Vokal müzikte, mevzu hep parçayla ilgili olsa gerek. Ama enstrümantal müzikte bir noktada bu değişti ve çalımla ilgili olmaya başladı. Ve şimdi, bence, insanlar bunun tekrar önemli olduğunu hissediyor ve bu çok güzel bir şey. Nasıl besteleyeceğini öğrenmek ve karşı taraf tarafından anlaşılabilir bir şekilde onu çalmaya çabalamak harika bir yetenek.
Fotoğraf: Emre Durmuş
9 Temmuz’da UNIQ Açık Hava’da gerçekleşen Snarky Puppy konseri inanılmaz keyifli geçti. Ne kadar gözlerim ve kulaklarım Lettieri ve Sput‘ı aramış da olsa geceyi harika müzisyenlerle inanılmaz eğlenerek bitirdik. Bahsedilen sürpriz konuklar Michael League’in öğretmenleri Tarık Aslan ve Erdem Erol liderliğinde 10 def ve 6 dehollodan oluşan Defjen müzik topluluğu ve eski Mısırlı Ahmet Ritimhane öğrencileriydi. Müziğe doyamayan seyircilerin yoğun alkış ve tezahüratlarıyla iki kere bis yapan ekip, konser sonrasında Immigrance albüm kapağını tasarlayan Zeycan Alkış ile kavuşarak ve tüm katılımcılarla tek tek sohbet edip fotoğraf çektirerek turnelerinin İstanbul ayağını sonlandırdı. Biz de İstanbul Caz Festivali ekibine hem bu röportaj için hem de böyle harika konserler için teşekkür edelim. Seneye görüşmek dileğiyle!
Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her Cumartesi radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz.
Heat Rocks.gazeteci Oliver Wang ve müzik danışmanı Morgan Rhodes’un bazen müzik sektörünün mutfağında pişmiş önemli isimleri. bazen de tamamen canları kimi isterse onu konuk alıp hayatlarına dokunan bir albümle ilgili enine boyunca sohbet ettikleri bir podcast. Heat Rocks’ın en iyi yanlarından birisi ise genre sınırlaması olmaması. Yani bir bölümde kült bir rock albümüyle ilgili sohbetleri dinlerden diğer hafta old school hip hop’tan örnekler duyabiliyorsunuz.
Heat Rocks’ın 95. bölümüne David Ma konuk olmuş ve GZA’nın 1995 yılında çıkan Liquid Swords albümünü birçok açıdan ele almış David Ma başkan. Yazar David Ma,.The Guardian, Pitchfork, Rolling Stone, The Source gibi mecralarda kendini duyurmuş. büyütmüş bir müziksever ve eleştirmen. Kendisi aynı zamanda yakın zamanda detaylı bahsedeceğimiz Dad Bod Rap Pod’un da sunucusu. Belli ki hayatında hip hop’un önemli bir yeri var ve birçok old school hip hop seven insanın saygı duyduğu. önünde eğildiği GZA’ya da bambaşka bir hayranlığı var David Ma’nın. Tabii bölüm boyunca bu hayranlığın baskın geldiği yorumlar duyabiliyoruz ama GZA da neyse ki abartılınca hoş karşılanması gereken bir usta 🙂 GZA’yı henüz tanımayanlara da hip hop tarihinde kelime dağarcığı en yüksek kişilerden ve kıvrak zekalı söz yazımı konusunda en büyüklerden gibi bir özet yapmak yanlış olmaz.
Heat Rocks’ın yeni bölümleri perşembe günleri bizimle buluşuyor. Sunucular her bölümde o bölümle alakalı bir Spotify playlisti de sunuyor. Podcastle ilgili detaylı bilgiye buradan ulaşabilir. bahsi geçen bölümü ise buradan dinleyebilirsiniz.
Rap’in mainstreamleşmesi ile alternatif sahne işlerinin yani jurnalistik adı ile üçüncü yenilerin eskisi gibi görünürlüğü kalmadı diyebilirim. Bu cümleler o dönem artık bitti gibi bir iddia taşımıyor elbette. Sadece eskisi gibi görünürlük sağlayamıyorlar. Üstelik rap’in küresel hakimiyetinden sadece üçüncü yeniler değil, tüm müzik türleri fazlasıyla etkilendi. Bazı müzisyenler rap’e kendini eklemlendirmeye çalışırken, bazıları ise farklı yolları deneyerek bu küresel hakimiyet içerisinde kendine yer bulmaya çalışıyor. Bu tutunma çabalarının merkezi öğelerinden biri, hiç kuşkusuz artık normalleşmeye başlayan retroya dönüş. Bu durumu Arctic Monkeys’in son albümü üzerine yazdığım şu yazıda biraz derinlere inerek analiz etmiştim. Son örnek ise Mind Shifter feat. In Hoodies‘den geldi: E.I.N.
Modernize edilmiş 80’ler
Yerli sahnenin synth-pop gruplarından Mind Shifter ve In Hoodies iş birliğinde geçtiğimiz hafta yayınlanan E.I.N adlı teklide de 80’ler etkisini gözlemek mümkün! Mind Shifter zaten sırtını 80’lere dayayan bir grup olarak doğmuştu. Yeni kadroyla yaptıkları ilk LP “Horizon”da, Depeche Mode‘dan Kraftwerk’e kadar birçok 80’ler referansı görmek mümkündü. Ancak In Hoodies ile birlikte çıkardıkları EP’de ise 80’ler etkisi biraz daha modernize edilmiş. Horizon’daki çiğ 80’ler sound’u yok. Horizon süreci devam ediyor ancak değişim var.
Misal bas sesler düzenlemelerde biraz daha ön plana çıkarılmış. Bu ise parçayı biraz daha atmosferik bir çizgiye çekmiş. Yani tok ve dolgun bir ses var kayıtlarda. Bu bas yoğunluğu özellikle In Hoodies‘in vokaliyle birlikte oldukça uyumlu bir hale gelmiş. Burak’ın davulu diğer kayıtlara kıyasla daha ön planda ve kayıtta davullar sentetik bir sese sahip değil. Bu da kulağa oldukça hoş geliyor. Umarım yakında çıkacak albüm Everything Is Now‘da da davulları bu şekilde dinleriz. Parçaya dair ‘olumsuz’ olarak yorumlayabileceğim tek nokta, introsu… Çok tanıdık geliyor ilk 16 saniye, ancak bu durum elektronik müziğin kaderiyle ilişkili. Son dönemlerde elektronik müzik işlerinde bu gibi durumlar çok fazlalaşmaya başladı. Normalleşti bile diyebilirim.
E.I.N kendi içerisinde karanlık bir havaya sahip, ama aynı zamanda mevsimsiz de bir parça. Yani ağır bir depresif hâlden bahsetmiyorum elbette, ama yine de dreamy ezgilerle karanlık bir hava yakalanmış, ki Everything Is Now‘ın Aralık ayı gibi çıkacağı düşünülürse o dönemlerde albümü dinlemekten daha zevk alacağımı şimdiden söyleyebilirim.