Tansiyon Yükseliyor: Trap ve Tepkiler

Comments (0) Genel, Kritikler, Serbest Bölge

Bir odada senden daha iyi flow yapan yoksa muhtemelen yanlış odadasındır.

Yazıya başlamadan önce bir albüm önerisi: Skepta – Ignorance is Bliss (Cahillik Mutluluktur)

Hip-hop dünyasını bilenler, bilmeyenler. Rapçileri iyi tanıyanlar, sanatçı karakterine göre dinleyenler, hiç dinlemeyenler. Gündem diss. Belki de bundan 10 sene önce bu kadar konuşulmasını tahmin bile edemeyeceğimiz, rapçilerin birbirini yenmeye çalıştığı şarkılar. Sadece yenmek de değil. Birbirlerinin kariyerini bitirmeye çalışıyorlar.

Her şeyden evvel şunu da netleştirmek gerekiyor: Diss, hip-hop kültürünün kalbidir. Hip-hop sokakta kavga etmeyi değil, atıştığı kişiyi stüdyoda “bitirmesini” teşvik eder. Ve kendine güvenen bir MC, herhangi bir özelliğini, müziğini beğenmediği bir MC’ye diss atar, normaldir. Eğer kaliteli işler çıkarsa bundan en kârlı çıkan taraf ise dinleyici olur. Rap saldırgandır. Yarışa teşvik eder. En iyi olmaya çalışırsın.

Şimdi, Türkiye piyasasında daha önce çok görülmüş ancak hiçbir zaman bu kadar ilgi çekmemiş bir konuyu konuşuyoruz. Son 1 haftada tam 6 diss şarkısı dinledik. Son 3 senede büyümekle meşgul olan MC’ler, Trap-Rap tartışmasını Twitter’dan stüdyoya taşıdı; ki olması gereken buydu.

Newschool isimlerden Ati242, PMC kanalına telif atarak kapattıran Hayki’ye “Sürtük” isimli parçayla diss attı. Buraya en son geleceğiz.

Bir konuyu kesinleştirmemiz lazım. Neden kavga ediyor bu insanlar?

Ana sebebi basit. Tüm dünya tutuşmuş durumda. Trap müziğin, politikadan, sokaktan uzak olduğunu düşünenler, “müzik değil” iddiasıyla suçluyor sanatçıları. Trapçiler de “biz özgürüz, hip-hop özgür, istediğimizi yaparız” açıklamasını yapıyorlar çoğunlukla. Çünkü şarkı içeriklerinin çoğu “kadın, seks, viski ve araba.” Trap’in arkasına sığınan sanatçıların gerçek trap sanatçıları Khontkar gibi isimlerden ayrıldığını da belirtmek lazım.

Rap yeni bir müzik. 30 sene önce dinleyen sayısı dünya nüfusuna göre bir avuç insan kadardı. Değişiyor, gelişiyor, gelişirken evrim de geçirebiliyor. Dünya, eski-yeni tartışmasına bugün bile çare bulamamışken, “yeni nesil bitmiş” klişesi hala kullanılıyorken rapte de böyle bir şey yaşanmasını normal bulabiliriz. Bugün rapin 15’ten fazla çeşidi var.

Peki dinleyici için önemli olan nedir? Kalite. İnsanların aradığı şey de o. Benim için Khontkar’ın “Olmaz” şarkısı  Hidra’nın “Gibi” şarkısı kadar önemli. Belli konular dinleniyor diye sadece o konuların üzerine giderek şarkı yapmak saçmalık. Bugün sokak çocukları işi tutuyor diye bir parça çıkarmak da buna dahil. Sound da önemli değil. Bir derdi anlatsın, bir mantıktan bahsetsin, bir konu etrafında dönsün yeter.

Türkiye’de kalite sadece müzikte değil neredeyse tüm alanlarda es geçildiği için rapte de aslolanın dinleyiciye -hangi tarzda olursa olsun- duygu vermek olduğu unutulabiliyor.

Khontkar, kendini “bizimki özgür müzik değil mi abi” diyerek savunuyor. İyi de savunuyor. Karşı taraf da “müzik yapmıyorsunuz” iddiasında. Yazının bu tarafı cepte.

Bir de arada Ben Fero var

Ben Fero ile Khontkar’ın arasında temel bir fark bulunuyor. Khontkar kim ne derse desin çok iyi bir müzisyen, ayağı yere basan, müzik şirketi sahibi, istediğinde çok kaliteli şarkılar çıkarabilecek biri. “Ben trapstarım” diyor. “Özgürüm”. Khontkar’a saldırıldığında bu özelliklerini öne çıkarabiliyor.

Ben Fero ise biraz daha basit bir rapçi. Yaptığı işe büyük saygı duyuyorum, çünkü Türkiye’de olmayan bir şeyi yaptı ve oradan yürüdü. Akıllı bir taktikti ve tuttu. Ama “insanlar eğleniyor bu da yeter” cevabından kurtulması gerekiyor.

Norm Ender geçen hafta çıkardığı “Mekanın Sahibi” isimli parçada Ben Fero, Ceg ve Khontkar başta olmak üzere yeni akımı hedef aldı. İddiası, basit müzik yapıldığıydı. Viskiden bahsetti, polis diyaloglarından bahsetti, -ki Ceg’in şu an devam eden 7-8 davası var- bunu yapması da, herkes laf edip susarken, Norm Ender’in “kral çıplak” demesi de olağan bir şeydi. Şarkıdan birilerine karşı olduğu net şekilde anlaşıldı ancak şahsen ben pek bir mantık bulamadım. Hem de o kadar çok yüklenilecek şey varken. bu benim uzun süre dinlememe rağmen çıkarabildiğim sonuç buydu. İkinci bölümde bas Autotune, ol Lil Pump” kısmı bu kadar başarılıyken, “Beni devrimci gençler dinler” kısmı tam fiyasko. Zaten burada çoğu rap sever ile de ortak paydada buluşuyoruz. “Guerrilla Republik” gibi. Burayı da cepte tutalım.

Sonra Hidra, dün gece “Sniper” isimli bir parça çıkardı. Hayranları sevdi. Çünkü Twitter ortamından çıktı, stüdyoya geçti, Khontkar’ın mixtape’lerine saydırdı ve basit iş yaptığını, rapçi olmadığını, yazamadığını söyledi. Flowların çok başarılı olduğu yerler vardı. Normal bir şarkı olsa her zamanki gibi Hidra’ya övgüler yağardı. Ama bence bu kez fazlası yoktu.

Hidra ve Norm Ender, şarkıları çıkarırken karşı taraftan cevap gelmeyeceğini düşünüyordu. Özellikle Hidra. Çünkü “diss”inin yarısında şarkı sözü yazamadığı iddia edilen Khontkar, 4 saat sonra şarkı çıkardı ve cevap verdi: Altın Diş.

Şarkının isminin “Altın Diş” olma sebebi var ve güzel bir seçim. Bundan seneler önce Hidra, kavgalı olduğu Grogi’ye “Beyaz Diş” isimli bir parçayla diss atmıştı ve hâlâ güncelliğini koruyan o şarkı, Grogi’den bile alkış almıştı.

İlk bölümde “ben traplordum, battle da yapabilirim” diyen Khontkar, herkese meydan okudu. Kritik de bir tespitle şarkıya girdi, çevirisi, “biz trap işiyle çok para kazandık, siz de o yüzden bize saldırıyorsunuz”du. Güzel bir eleştiri çünkü bunun tersini açıklayamazlar. Olmaz yani. Yeni sound’ların, evrim geçiren müziğin daha çok ilgi çektiği yüzde 100. İlgi de parayı getiriyor. Khontkar’ın küfür ettiği yerler ise fecaat. Seviye düşüyor, şarkının başında yakaladığı havayı kaybediyor.

Sonuç Yerine

Yazının sonunda, yazı boyunca cebimize attığımız şeyleri toparlayalım. Bana göre, bir insan yüzbinlerce kişinin dinleyeceği bir iş yapmadan önce kendini iyi anlatmaya çalışır. “Derdimi iyi anlatayım” der en azından. Bir de şarkıların ismi “diss” olunca, bu daha çok beklenir.

Şimdi, benim aklıma tüm şarkıları dinledikten sonra şu takıldı: Bu insanlar neden kavga ediyor? Kişisel husumetleri mi var, yoksa cidden müzik için mi tartışıyorlar? Bu soruların cevabını herkes alabiliyor mu?

Çünkü şarkılarda neye, niçin laf edildiğini anlayamıyoruz. Birilerinin çok iyi, birilerinin çok kötü olduğu anlamını çıkarabiliyoruz. Şehinşah, yazının en başındaki sözü gerçekten şarkısında geçiriyor, bu yaz “Yaz Yağmurum” adlı sadece ticari kaygılar taşıyan bir şarkı çıkarmışken.

Hidra, kadını obje gibi gösteren Khontkar’a bu konuyla ilgili bir kez bile soru sormuyor. “Abi yeter, derdiniz ne?” diyemiyor. “Neden elmas kolyelerinle rap yapmaya çalışıyorsun?” demiyor. Pembe saçlı diyor. “Jenga” şarkısından bahsetmiyor. Tüm bunların yerine kendini üstün gördüğünü söylüyor. Trap’in eleştirilecek onlarca noktası var. Eğer müzik iyiye gidecekse bu noktaların dinleyiciye de anlatılmasıyla gidecek.

Norm Ender, büyük bir çıkış yapıyor ama sadece kendi için yapıyor gibi duruyor. Yani bir sağlam dayanağı, sağlam flow’u, “oooo” dedirtecek sağlam “punch” yok.

Ezhel, “LOLO” şarkısında yine de kendini iyi savunmaya çalışıyor. Ama kendini. Yaptığı müziğin haklı tarafını anlatamıyor. Herkes bir şeyler biliyor, konuşmuyor.

Biz kaliteden bahsettik ya, son 1 yıla kadar kendi dilimde rapi kaliteli bir tarzda dinleyebildiğim için şükreden ben, artık bunu kaybettim. Çoğunluk kaybetti. Evet, yeni dinleyiciler de akın akın geliyor. Ama ben kendilerinde olduğunu söyledikleri özellikleri yansıtamayan insanların şarkılarına “oha çok güzel olmuş” diyemiyorum. Ati242’nin yüzde yüz haklı olduğu bir konuda çıkardığı parçanın hiçbir şey yansıtmadığı gibi.

“Çünkü içi boşaltıldı bütün kavramların.
Uyuştular en kuytu köşelerde vazgeçenler.
sonra vücut buldu zihinlerde çaresizlik,
bana bunu sorup durma yok bir çare belki de.”

(Gazapizm– Kafam Karışıyor)

4:otuzüç diss sıralaması

  • Hidra-Sniper 6/10
  • Khontkar-Altın Diş 5.5/10
  • Norm Ender-Mekanın Sahibi 5/10
  • Ezhel-LOLO 4.5/10
  • Şehinşah- Shedder’in Krang’i 4/10
  • Ati242 – Sürtük 3/10

Read article

Machine Gun Kelly// Hotel Diablo

Comments (0) Albüm, Genel, Kritikler, Serbest Bölge

Amerika’daki rap piyasası malumunuz. Trap akımı aldı başını gidiyor. Ana akım dinleyiciye hitap eden çoğu şarkı, benim gibi oldschool rap ile büyümüş insanları -en azından büyük ölçüde- tatmin etmiyor.

Ancak yeni nesil isimler arasında her türü harmanlamayı başaran bir isim var:  Machine Gun Kelly. 

2012’de MGK’in “See My Tears” şarkısını ilk dinlediğimde tüylerim diken diken olmuştu. Anımsayabiliyorum; ki o zaman lise 1’deydim. “Lace Up” albümü 2012’nin en iyilerindendi. Asi bir çocuk ama duygusal. Tam aradığımız.

Sonra ise duraklama dönemi. Flow’larıyla, göndermeleriyle, içinden gelenleri yansıtan bir tarza sahip MGK duruldu. “bloom” ve “General Admission” isminde iki albüm çıkardı, benim gibi sevenlerini kendinde tutmayı başarsa da büyük kitlelere ulaştıramadı. Ama 10 senedir her gün rap müzik tüketen ve piyasayı baştan sona bildiğini düşünen ben ve birkaç yüzbin kişi, Machine Gun Kelly‘nin yetenekli olduğunu ve patlama yapabileceğini düşünüyorduk.

Arada çıkardığı single’lar da çok başarılı oldu.

Ama asıl patlama, Eminem’i disslediği “Rap Devil” ile geldi. Öncesinde de çok iyi şarkılar yaptı ancak diss, dünya çapında yankı buldu. Bu da sektörün kötü tarafı. Belki de potansiyelini ortaya çıkarmasını bekleyenlerin hoşuna gitmişti. Bilemeyiz.

MGK’i görenler -tam tabirini bulamıyorum, sanırım “bad boy“- moduna girer. Tüm vücut dövme, sürekli bağıran, saldırgan bir kişilik gibi. Ancak işler bunun tam tersi. Tıpkı Lil Wayne’de olduğu gibi. Machine Gun Kelly‘nin tüm şarkılarını dinleyenler, içinde duygusal tarafın ağır bastığını bilir. Öyle bir adam zaten. Bakmayın piyasada kötü çocuk ilan edildiğine.

 Gelelim asıl konumuza: Hotel Diablo 

Hotel Diablo anons edildiğinde ben de herkese salladığı bir albüm bekliyordum. “Rap Devil”den sonra kalitesiz Binge EP’nin hırsını bu albümde alacak diye düşündüm. Sonra single’lar çıktı. Chester Bennington’dan ilham aldığını her fırsatta belirten Colson, Hollywood Whore şarkısıyla “Benim başka bir tarzım var” diyordu. “El diablo” kendi kitlesini memnun eden, “I Think, I’m Okay” ise yeni dinleyiciler kazandıran bir şarkı gibiydi. Ama hepsi beklentileri karşılıyordu.

Sonra albüm çıktı. İlk dakikalarında normalde albümün şarkı sırasına göre dinleyen ben, ortasından başladım ve FLOOR 13 şarkısını dinledim. Sonrasını anlatmayayım. FLOOR 13‘de Eminem’e göndermeler vardı ve aşırı hoşuma gitmişti bu durum. Altyapısı, lirikaritesi ile 9/10 bir şarkıydı. Albümün devamında tabiri caizse “iyice gaza geleceğimi” düşündüm. Olmadı. MGK hepimizi yıktı geçti.

İlk sırada Sex Drive var. Deneysel, MGK solosunun bulunmadığı, elektro sound’ların kullanıldığı ve sonundaki “Welcome to Hotel Diablo” sözüyle hepimizi heyecanlandıran bir intro. Yani bize “Şeytanın oteline hoşgeldiniz” diyor. Kapakta da MGK’nın çocukluk fotoğrafını, beynini dışarı çıkarmış şekilde görüyoruz.

İkinci parça “el diablo”. MGK’in albümdeki 3 solosundan biri. MGK’in dünyasına bu şarkıyla giriş yapıyoruz.

Hollywood Whore. Colson burada artık iyice içini döküyor, bizi de bitiriyor. Çok para kazandığından, hayal bile edemeyeceği bir hayata girdiğinden ama içinde mutsuz olduğundan bahsediyor. Müzik, kendi performansı, Linkin Park sample’ı, mükemmel. Sözler de tamam. Tam 3756 kez art arda çalmalık.

“Am I wrong for being lost?

The pressures of being boss exhausted every bone in my body

I can’t walk

I don’t talk, I scream, I don’t stop to think

I’m so close to the dream that I can’t go to sleep

Ironic, I know, so I need more chronic to roll

Tryna find what’s more important, the money or my soul

It’s cold, I’m low, I’m caught between the roads”

Sonrasında ise herkesi bitiren o şarkı. Machine Gun Kelly, Glass House’da “Cam bir evin içinde yapayalnızım” diyerek o kadar iyi yansıtmış ki kendini, her şeyi o kadar net anlatmış ki. Glass House’a eşlik eden Naomi Wild da üst seviyeye çıkınca şarkı sizi resmen hapsediyor. Bir zamanlar intihar girişiminde bulunduğunu açıklıyor, ünlü ve zengin olmanın kişisel zararlarından bahsediyor. Mac Miller, Lil Peep, Chester Bennington, Nisey Hussle‘a mesaj gönderiyor. Şaheser!

Kalan parçaların hepsi, MGK’nın iç dünyası. Sözler çok iyi kurgulanmış, altyapılar Roulette hariç iyi seviyede. Candy parçasının ana akıma dahil edilmek için yapıldığı bariz. 5:3666, Death in my Pocket,  Waste Love, ilk dinlendiğinde benzer tarz gibi görülebilir ama derinlerde çok değerli parçalar. Değerli çünkü flow’lar önde. Albümün gerçek bir konsepti var. 29 yaşında, beyaz, 9 yaşında annesi tarafından terk edilen milyoner rapçinin neler düşündüğünü öğreniyoruz.

Benim favorilerim;

  • Hollywood Whore
  • Glass House
  • Waste Love

Düşünün, bir MGK albümünde FLOOR 13 şarkısını en iyi parçalar listesine koymadım.

Duygusal günlerinize eşlik etmesi dileğiyle.

 

Read article

Microphone Check / Terrace Martin: “I Believe You Should Be Yourself”

Comments (0) Genel, Hafta Sonu, Serbest Bölge

Microphone Check

Sunucu: Frannie Kelley & Ali Shaheed Muhammad

Bölüm: Terrace Martin: “I Believe You Should Be Yourself”

Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her hafta sonu radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz. 

NPR’dan Spotify’a transfer olan seri: Microphone Check

NPR’ın yeri birçok müzikseverde olduğu gibi müzik podcasti üreticisinde de ayrıdır. Microphone Check NPR çıkışlı – ki bu zaten oldukça iyi referans – ama artık Spotify Podcasts’in yıldızı olan podcastlerden birisi. Microphone Check, hip hop kültürüne ve kültürün topluluklarda yarattığı etkilere farklı açılardan ışık tutmaya çalışan bir podcast. Başarılı sanatçıları konuk alarak onların hayat hikayelerini, başarı sırlarını, hayata, müziğe ve hip hop kültürüne bakışlarını kendi ağızlarından bize ileten harika bir seri. Sunucular deneyimli gazeteci Frannie Kelley ve efsane A Tribe Called Quest’ten tanıdığımız Ali Shaheed Muhammad ise bahsettiğimiz derin hip hop dünyasına oldukça hakim iki önemli karakter. İkisi de alanlarında uzman iki sunucu olunca, konuklarla sohbetleri de doyumsuz oluyor, bölümlerin akıcılığıyla da bunu anlayabiliyoruz.

Haftanın podcasti müzisyen, rapper ve prodüktör Terrace Martin’in konuk olduğu 8 Nisan 2016 tarihli Microphone Check bölümü. Bu bölüm, Terrace Martin’i müzisyen kimiliğinin ötesinde bir evlat, bir dost ve iş arkadaşı olarak da tanımanızı sağlayan çok özel bir bölüm. Bölüm boyunca oldukça derin ve özel sayılabilecek konuları bütün içtenliğiyle paylaşan, ilham dalgasını daha ilk cümlelerinde başlatan bir Terrace Martin dinliyoruz. İnsanın kahveleri alıp karşı karşıya oturmuş ve Terrace Martin’den kendi kilometre taşlarının perde arkasını dinliyormuş hissi dinledikçe artıyor sanki. Kendisi sözleriyle bize ilham olurken kendisine ilham olan isimleri de anmayı atlamıyor. Terrace Martin, kendi hikayesi bir yana hip hop kültürünün kapsayıcılığı ve birleştiriciliği üzerine de çıkardığı dersleri bölüm boyunca bizimle paylaşıyor.

Yine anlıyoruz ki gerçek hip hop’un ulaşamayacağı sorun, birleştiremeyeceği topluluk yok – ya da en azından bu kültür böyle doğmuş ve özünü Terrace Martin gibi sanatçılarla korumayı sürdürüyor.

Terrace Martin‘in Microphone Check‘e konuk olduğu bölümü buradan dinleyebilir, podcastin NPR’daki bölümlerine buradan, Spotify’daki yeni bölümlerine ise buradan ulaşabilirs,iniz.

Read article

Anıl Aydın//Belong

Comments (0) Genel, Kritikler

Geçtiğimiz günlerde iki arkadaşımın önerisiyle  adı verdiği ilk teklisini dinlediğimde, fazlasıyla post punk etkileşimi hissetmiştim. Ancak şarkıyı birkaç kez dinlediğimde, alt yapıda yer alan elektronik tınıların da varlığından bahsetmek gerekti. Jakuzi’nin prodüktörü olarak da tanıdığımız Taner Yücel’in prodüktör koltuğuna oturduğu Belong’ta, elektronik alt yapılar beni günümüz elektronik sound’undan ziyade 80’lerin çiğ elektronik sesleri üzerine kurulmuş. Yani  ne post punk kadar gitar etkileşimli bir sound, ne de elektroniğin baskın olduğu bir yerde Aydın’ın ilk teklisi. Tam ortası. Bu ikilinin ortaya çıkardığı sonuç ise atmosferik bir müzik olmuş. Ne de iyi olmuş?

 Post punk ve 80’lerin Çiğ Elektronik Sound’u 

80’lerdeki post punk ruhunu fazlasıyla koruyan Anıl, kendine has sakin vokaliyle dinleyenlerde pek belli etmese de derinlerde iz bırakıyor. Hani böyle, çaktırmadan içe işler bazı şarkılar, sızısı sonra çıkar. Anıl’ın tam da benzer bir vokal performansı ve yaklaşımı var. Şarkıdaki tüm dramatik yükü, Anıl’ın omzuna yüklememek gerek. Hiç kuşkusuz burada Belong’un melodik olarak güçlü yanı da oldukça önemli bir noktada yer alıyor. Dile takılan bir melodisi var şarkının.  Gün içerisinde “Lalalalalala” diye mırıldarken kendinizi bulursanız, hiç ama hiç şaşırmamalısınız!

 Bir Kış Şarkısı 

Bu kadar cümleden sonra, bir eleştiri de getirmek gerek. Böylesine bir sonbahar/kış karanlığını barındıran bir parçayı yazın hemen başında çıkarmak, piyasaya yeni giriş yapan bir vokal adına oldukça riskli bir hamle. Bu durum, ister istemez Anıl’ın müziğinde beklenilen ya da beklediği görünürlülüğü sağlayamamasına neden olabilir. Ancak kulislerden duyduğum kadarıyla yeni besteler yoldaymış. Umarım bu tondaki bestelerini sonbahar ya da kış aylarında dinleriz ve depresyonlardan depresyonlara sürükleniriz. 

  

Read article

Seven Days Walking: Ludovico Einaudi ile Müziğin Ruhuna Yolculuk

Comments (0) Genel

2018 şubatında canlı dinleme onuruna eriştiğim klasik müziğin yaşayan en büyük isimlerinden dünyaca ünlü piyanist ve besteci Ludovico Einaudi, geçtiğimiz senenin kasım ayında hemen aşağıda izleyebileceğiniz Seven Days Walking isimli yeni albüm serisinin duyurusunu yaptı.

 7 Ayda 7 Albüm 

Seven Days Walking; sanatçının 7 ayda 7 albüm yayınlama hedefiyle 2019 martında başladığı, insanı yedi farklı yolculuğa çıkaran bir yolculuk bütünü. Bu durum, Ludovico Einaudi’nin hayatını ve son 6-7 senedir müziğini yönlendirdiği alanı düşününce epey mantıklı. Torino’da doğup büyüyen sanatçı, bir röportajında sadece klasik müzikle değil; annesinin de yönlendirmeleriyle çok farklı türleri dinlediğini ve onlardan etkilendiğini söylüyor. Bu noktadaki en net izleri 2013 yılında piyasaya çıkan In a Time Lapse albümünde görmek mümkün. Albüm, “Life”, “Walk”, “Waterways” ve “Experience” gibi İtalyan Barok Müziği ile (evet Vivaldi diye bağırdığınızı duyar gibiyim) daha deneysel tınıların harmanlandığı çok sayıda şarkıyı içerdiğinden bu değişimin seslerini duymak aslında o günlerden mümkündü. Aralarındaki favorim ise Experience. Hatta söz konusu şarkının ve tüm albümün en güzel canlı performans kaydı bir dönem kapatılan ve sonra tekrar açılan Londra’daki ünlü mekân Fabric’te çekilmiş, bütün konseri izlemenizi tavsiye ederim.

 Sonrasında neler yaşandı? 

Bu albüm serisine başlamadan 3 yıl önce, yani 2016’da, küresel ısınmaya (yazılı ve görsel basındaki algı operasyonu sayesinde empoze edilen daha minnoş söylemle: iklim değişikliğine) karşı çarpıcı bir duruş sergilemek için Kuzey Buz Denizinde performans sergiledi. Söz konusu video kısa sürede büyük yankı uyandırdı ve bu albüm serisinin hazırlanmasında, kendisinin açıklamalarından çıkarım yaparak bu performansın önemli bir yeri vardı diye düşünüyorum.

“Peki bu albüm nasıl oluştu, ne aşamada?” diyecek olursak, bu yazının yazıldığı gün itibarı ile Spotify ve Youtube başta olmak üzere çeşitli müzik platformlarında yayınlanmış olan dört albüm ve beşinci albümden de bir single var. Beşinci albümün tamamının bu ay içerisinde gelmesini ve ağustos ile eylül aylarında bu serinin kalan üyelerinin tamamlanmasını bekliyoruz. Bu seride keman ve viyolada İtalyan Federico Mecozzi (ki kendisi 2018 yılındaki İstanbul konserinde Ludovico Einaudi’ye eşlik etmişti) ve çelloda Arnavutluk doğumlu Redi Hasa eşlik ediyor. İncelediğinizde fark edeceksiniz ki, her albümün başından sonuna kadar bir hikâye ve bir yolculuk var. Bu nedenle bir oturumda tüm albümü, yolculuk deneyimini kişiselleştirmek için ise özellikle yalnızken dinlemeye gayret göstermenizi öneriyorum. Çünkü bu noktadan sonra albüm ile ilgili söyleyeceğim ya da sizin kuracağınız her bir cümle tamamen kendi yolculuğunuza ait olacaktır.

Read article

The A to Z of David Bowie / Marc Riley & Rob Hughes

Comments (0) Genel, Hafta Sonu, Serbest Bölge

The A to Z of David Bowie

Sunucu: Marc Riley & Rob Hughes

The A to Z of David Bowie – H Part 2

Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her Cumartesi radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz. 

David Bowie’yle ilgili ne konuşsak ne kadar konuşsak hep bir şeyler eksik kalır sanki. Bence bu kadar karmakarışık bir kafa yapısına, hayata ve bazen şarkılara sahip ama bir yandan da çok basit duygulara dokunabilen az sanatçı var. İngiliz radyo programcısı Marc Riley de uzun yıllardır David Bowie’nin kıdemli fanlarından kabul ediliyor. Hatta Riley, David Bowie hayata veda etmeden önce kendisiyle son röportajını gerçekleştiren sunucu olmasıyla kendine bir misyon yüklemiş. Rob Hughes’la bir araya gelen Marc Riley, David Bowie’nin hayatını sadece müziğinin değil hayatındaki birçok önemli kişinin, yerin, anının, hatta bazen bir yiyeceğin ekseninde ele aldıkları The A to Z of David Bowie’yi ortaya çıkarmışlar. Podcastin adından da anlaşılabileceği gibi David Bowie’nin hayatından detayları A’dan Z’ye ele alan ikilinin bence en çok dikkat çeken özellikleri anlattıkları hikayelere istemsizce kattıkları heyecandan nasıl bir çılgın fanlıkla karşı karşıya olduğumuzu anlamamız.

Bu hafta seçtiğimiz bölüm The A to Z of David Bowie podcastinin H – Part 2 bölümü.Tabii anlıyoruz ki David Bowie’nin hayatı 27 harfle özetlenecek kadar da basit değil. Bazı harflerin birden fazla kısmı da bölümler boyunca karşımıza çıkıyor. Bölüm “H is for Hansa!” dye başlıyor. İkili Berlin’deki Hansa Studios ve David Bowie bağlantısı üzerine hikayelerle açılışı yapıyor. Bir süre sonra şunu duyuyoruz: “H is also for Heroes!”. H harfinden gidiyor olunca bölümü dinlerken Heroes nerede diye beklemeye başlıyorsunuz ve tabii ki Heroes albümüyle ilgili birtakım bilgiler de yer yer kulaklarınıza serpiştiriliyor.

Podcasti dinlemeyi ve Bowie’nin hayatını keşfetmeyi bölümlerden küçük bir alıntıyla size bırakıyoruz:

David Bowie’nin harikulade ve korkutucu dünyasına hoşgeldiniz!”

 

Read article

Büyüleyici Bir Performans: Joss Stone İstanbul Konseri

Comments (0) Genel, Konser

İlk olarak şu konuda hemfikir olmalıyız: Joss Stone kesinlikle “popçu” değil. Asla da olmadı. Bunu yazının çeşitli noktalarında tekrar hatırlatacağım.

Dün akşam Volkswagen Arena’da Joss Stone konserine katıldım. Hani “abi sesi zaten güzel ama sahnesi de çok iyiymiş diyorlar” denir ya bazı sanatçılar hakkında, Joss Stone o listeye üst sıralardan yazılması gereken bir isim (Hala bu “kötü sahne” konusunda Sigur Ros ve PJ Harvey’e kırgınım). Pek uzun sürmeyen ancak damakta enfes bir tat bırakan performans ortaya koydu, tartışmasız herkesi eğlendirdi, coşturdu. Şöyle özetleyeyim, “hepiniz burada mısınız yahu bir kontrol edeyim” diyerek ikinci şarkısında sahneden seyircilerin arasına karıştığında herkes ağzı kulaklarında ayağa kalkmış dans ediyordu.

Spring” şarkısıyla başlayan şarkı aralarında Türkçe kelimeler kullanma çabası bir noktada, karnında tümör olan köpeğine kemoterapi yerine uyguladığı alternatif tedaviyi seyircilerden birine cümle cümle çevirtip anlattırmasına kadar geldi. Hatta “Super Duper Love” şarkısını söylemeden önce seyircileri oturdukları yerden dans etmeye teşvik etmek amacıyla yine Türkçesini öğrenip “kıçınızı kaldırın” demesi çok sempatikti. Ve tüm bunları yaparken bir “popçu” değildi. Her zamanki gibi R&B ve soul çizgisindeydi.

“Stuck on You” şarkısına geçmeden önce kime aşık olacağınızı seçemezsiniz diyerek lafa girdi ve performans içindeki ruh hali değişimini güzel yönetti. “I Put a Spell on You” performansını -buna cüret edeceğim sanırım- Nina Simone izleyebilseydi içtenlikle tebessüm edip Joss Stone’un omzuna destekleyici bir tavırla dokunurdu diye düşünüyorum. “Love Me” şarkısı öncesinde seyircilere sufle verip tüm salonla düet yaptı. Bunların haricinde “Choking Kind”, “Big Old Game” ve “Tell Me What We Gonna Do” gibi şarkılarını da seslendiren başarılı sanatçı, konseri bis yaptığı “Right to Be Wrong” ile bitirdi.

Özetle, canlı performanslarının videolarını izlemiştim ama dün canlı canlı şahit oldum ki, kesinlikle stüdyo sanatçısı değil. Canlı performansı, ses rengi, sesinin yüksekliği, gırtlak hakimiyeti, sahneyi kullanımı çok etkileyici. Samimi tavırları daha konserin başında tereddüt eden suratlara bir gevşeme getiriyor. “İlk fırsatta keşke tekrar gelse de tekrar dinlesek” dedirtti. Ayrıca konser esnasından şöyle bir kısa video da mevcut:

Tahmin edebileceğiniz gibi, bütün bunlar çok başarılı bir R&B ve soul sanatçısı olmasından kaynaklanıyor.

 

Read article

Bir Portre: Travis

Comments (0) Bir Portre, Genel

Herkesin stresli, üzgün ve depresif anlarında kendini daha iyi hissetmek için dinlediği belli isimler vardır. Kimi zaman böyle durumlarda daha da dibe batma isteğiyle hüzünlü şarkılar da dinlemeye yatkın olabiliyoruz ama a beraber sürüklendiğiniz isimlerden birini başka bir yazıda görürsünüz belki, beklemede kalın!

Kime göre neye göre daha iyi hissetmek ve iyi hissetmek zorundayım mıyım sorularını bir kenara bırakarak “biraz havam değişsin” dediğim zamanlarda dinlemek istediklerim arasında ilk 10 arasında yer alabilir Travis. İsmini Paris, Texas filmindeki Travis Henderson karakterinden alan grup, özellikle 2000’lerin başında, gruba büyük başarı getiren The Man Who albümüyle beraber, kendisinden sonra gelen Keane ve Coldplay gibi gruplara öncülük etmesiyle anılmaya başlandı. Kaldı ki Travis’in Oasis geleneğindeki brit-pop sonrası post- britpop akımının başını çekenlerden olduğunu söylersek yanlış olmaz. Yine de bu brit-pop’tan tamamen kopmak anlamına gelmedi tabi ki. Bunun örneğini The Man Who albümünde yer alan Writing To Reach You şarkısında görebiliriz. Şöyle ki; şarkının başlangıcı Oasis’in Wonderwall şarkısının başlangıcına çok benzer, hatta ne çaldığını bilmeseniz belki Wonderwall bile sanabilirsiniz. Yine de aynı albümde “there is no wonderwall to climb” demekten de geri durmamışlar. 🙂

 Günlük Güneşlik Havadan Yağmurlu Bir Güne 

Her ne kadar The Man Who grup için bir dönüm noktası olmuşsa da ilk albümleri Good Feeling’in de hakkını yememek gerek. Bu albümde özellikle All I Want To Do Is Rock, parıldaması gereken şarkılardan biri bence. Gelelim birçok kişinin gönlünde Travis’in taht kurmasına yol açan The Man Who albümüne. Why Does It Always Rain On Me?, Writing To Reach You ve Turn gibi şarkıların bulunduğu albüm, tam olarak depresif ama umudunu korumaya çalışan bir ruha sahip. 1999’daki Glastonbury festivalinde Why Does It Always Rain On Me? çalmaya başladıklarında günlük güneşlik havanın bulutlanıp bir anda yağmur yağmaya başlaması da şarkının ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyor. 🙂

Veee 2000’ler… 2001 yılının belki de en iyi şarkılarından biri olan Sing geldi kapımızı çaldı. Ummadığım anda duyduğumda yüzümde gülümseme oluşturan bir şarkı… The Invisible Band albümü, The Man Who sonrası grubun başarısını devam ettirip ettiremeyeceği sorusuna bir cevap niteliğindeydi. Side, Flowers In The Window, Dear Diary ve Sing gibi şarkıların olduğu albüm yine Travis’den beklenen şekilde hayatın içinden her duyguyu yansıtıyordu. Sonuçta “Dear diary, what’s wrong with me?” gibi bir cümleyle de karşılaşabileceğiniz bir albümden bahsediyoruz.

 Healy’nin Depresyon Hırkaları 

Grup, Neil Primrose’un geçirdiği kaza sonrası iyileşmesiyle beraber daha önceki albümlerinden biraz daha farklı içerikteki 12 Memories albümünü 2003’te çıkardı. 12 Memories daha sonra Healy’nin açıklayacağı üzere kendisinin depresyona girmesine yol açan 12 sebebe dayanıyordu. Bu albümdeki şarkıların yazımının uzun sürmesi de yine Healy’nin depresyonu kaynaklıydı. Geçen zaman içinde palazlanan ve boynuz kulağı geçti dedirtecek derecede ilerleyen Coldplay’in rüzgarında 4 yıl aradan sonra The Boy With No Name albümü çıkmış olsa da bu albümün güzelim şarkılarına rağmen arka planda kaldığını düşünüyorum. Oysa ki Closer, Battleship, Big Chair ve My Eyes gibi şarkılar bu albümde yer alır. Grubun son iki albümü Where You Stand ve Everyting At Once ustalık dönemi eserleri olarak yerini aldı, albümleri dinlerken grubun kendi imzasını yıllar boyunca nasıl oluşturduğunu çok net duyabiliyorsunuz.

İngiliz basınının zamanında “depresyona girmemiş Radiohead” olarak tanımladığı grup aslında yıllar içinde hayatın her noktasına dokunarak adım adım dinleyicilerinin anılarında yer edindi. İster üzgün olun ister mutlu sizi muhakkak yakalayacak bir Travis şarkısı bulabilirsiniz ve bence grubun gücüde tam olarak buraya dayanıyor.

Read article

Bir İmaj Toparlama Çabası Olarak: Ibrahim Maalouf‘un Yeni Single’ı “Happy”

Comments (0) Genel

Geçtiğimiz senenin kasım ayı sonlarında gazetelerde şöyle bir haber çıktı: “Ünlü trompet virtüözü Ibrahim Maalouf, 2013 yılında stüdyosunda 14 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz ettiği gerekçesiyle dört ay ertelemeli hapis ve 20 bin avro para cezasına çarptırıldı”. Bu durum 2015 yılında çıkardığı “Black & Red Light” albümünü ailesindeki kadınlara adayan ve hatta albüme bonus şarkı olarak Beyonce’nin “Run the World (Girls)” coverını ekleyen birisi için pek de normal değil. Sanatçı iddiaları reddetse de söz konusu durumun sonuçlarıyla bir süredir yüzleşiyor.

Ibrahim Maalouf, -farklı jenerasyonlara ait olsalar da- bir diğer Kuzey Afrika kökenli sanatçı Dhafer Youssef ile birlikte Türkiye’de bilinen, sevilen ve sık sık burayı ziyaret eden iki erkek sanatçıdan biri. Bu arada belirtmeden edemeyeceğim, Dhafer Youssef’in Hüsnü Şenlendirici ve Aytaç Doğan ile İzmir Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde 2013 senesinde verdiği konser gerçekten çok güzel ve tamamı Youtube’da mevcut:

Ibrahim Maalouf’a ve sanatçı geleneği olan Maalouf ailesine dönecek olursak, amcası ülkemizde de çok sevilen Amin Maalouf. Babası trompet sanatçısı, annesi piyanist. Ek bir bilgi olarak, Ibrahim Maalouf’un sahnede kullandığı mikro tonal trompet babasının icadı. Kariyeri de 2010 sonrasında “genç yetenek” olarak lanse edilmesinin ardından yükselişe geçti ve parladı. Bunda etkilendiği türlerin çeşitliliğinin ve yaratıcılığının fazla olması etkili olsa da albüm bazlı ve dönem dönem değişen bir kitleye hitap ettiğini söyleyebiliriz.

En bilinen ve dinlenen eseri Doubts 2, 2012 yılında çıkan Wind albümünün parlayan eseri ki albümün geneli oldukça güzeldi. Hatta bir noktada albümün, Pink Floyd’un “Dark Side of the Moon” albümü gibi, “birkaç şarkı yerine albümün tamamının dinlenmesi gereken albümler” kategorisinde olduğunu da söyleyebilirim. Şahsi kanaatim, aynı albümdeki “Doubts” ve “Quesitons & Answers” eserlerinin daha güzel olduğu yönünde.

Yine de -yine kişisel bir görüş olarak- en güzel albümü bir sene sonrasında çıkardığı “Illusions” albümü ve en güzel şarkısı da “True Sorry” diye düşünüyorum. Söz konusu şarkının introsunda -ki özellikle gece geç saate kadar çalışmam gerekmişse hafif karanlık bir ortamda yalnız başıma dinlemeyi tercih ederim- insana bütün başarı/başarısızlıklarını hatırlatan, hayatın kişiye getirdiği/götürdüklerini hissettiren bir gücü var. Bir nevi kişisel Z raporu da diyebiliriz.

Yeni single’a gelecek olursak, açıkçası “Black & Red Light” albümünden bu yana sevdiğim çizgiden uzaklaşmış olsa da en az iki güzel albüm yapmış caz orijinli sanatçıdan vazgeçmek kolay olmuyor. Norah Jones’tan uzun yıllar vazgeçmeyerek bunu deneyimlemiş biri olarak Ibrahim Maalouf’un her albümünü dinledim. Ancak son single’ı Happy, ki single’a ait albüm (S3NS) 27 Eylül’de geliyor, pek başarılı değil. Bu noktada sanatçı, kendisini isminden dolayı dinlememizi istiyormuş gibi bir izlenim edindim, tıpkı Norah Jones’un Lily Allen özentisi olan 2012 yılı yapımı “Little Broken Hearts” albümünde olduğu gibi. Dekatlar atlayan MFÖ bile (MFÖ bile diyorum çünkü kendileri 7-8 sanatçı ömrüne sığabilecek kadar hit sahibi bir gruptur) “Kendi Kendine” albümündeki “Beyaz Sayfa” ve “Aşkın Kenarından” şarkıları ile orijinindeki duyguyu farklı nesillere farklı yorumlarla tekrar tekrar iletirken -ve bunu açıkhava konserlerindeki şarkı aralarında açıkça dile getirirken- Ibrahim Maalouf kendisini ifade etmek adına pek bir girişimde bulunmuyor gibi. Türkiye piyasasının deneyimli müşterileri olarak, satması için yapılan albümlerin akıbetinin nasıl olduğunu gayet iyi biliyoruz. Bozulan imajını toparlamak ve takipçi sayısını arttırmak amacıyla Instagram’a sponsorlu içerik sağlayan ve görünüşe göre yine bu minvalde, kariyerine başladığı orijinden uzakta bir albüm çıkarmak üzere olan Maalouf’un bunu nasıl başaracağını zaman gösterecek. Yine de kaybolan duygu bütünlüğünü soluk ekranlardaki insan sayısını ifade eden rakamlarda aramak, müziğin kendisine ihanet olduğu kadar, başarıya ulaşmayacak nafile bir çaba gibi geliyor bana.

Read article

“No music is really yours”: A conversation with Michael League

Comments (1) Dünyadan, Genel, Röportajlar

Bass player, band leader, producer, composer, record label owner, festival organizer… Among countless of achievements, Snarky Puppy’s Michael League has so many titles to be used before his name that it is almost impossible to introduce him with a few sentences without missing a thing. There is a great section on their site that explains everything in detail.

So here is direct quoting:

Michael League is a 3-time Grammy Award-winning musician based out of Brooklyn, New York. He is the creator and bandleader of instrumental music ensemble Snarky Puppy and world music group Bokanté, co-owner of Atlantic Sound Studios, and founder of the record label and music curation source GroundUP Music.

Michael attended the University of North Texas’ jazz studies program for 4 years, then moved to nearby Dallas for another 3 years, where he worked with some of the most influential figures in modern gospel, R&B, and soul music, and was mentored by legendary keyboardist Bernard Wright (Miles Davis, Chaka Khan) before moving to Brooklyn, New York, in 2009, where he currently resides. As an instrumentalist and producer, he has worked with a diverse range of artists in pop (David Crosby, Laura Mvula, Lalah Hathaway, Joe Walsh), gospel (Kirk Franklin, Walter Hawkins, Marvin Sapp, Israel Houghton), jazz (Terence Blanchard, Esperanza Spalding, Joshua Redman, Wayne Krantz, Chris Potter), and world music (Salif Keïta, Eliades Ochoa of the Buena Vista Social Club, Susana Baca, Carlos Malta, Väsen).

We had a long, nice chat with Michael and talked about the new album, today’s concert for Istanbul Jazz Festival and his times here in Istanbul before getting carried away with discussions of politics in the world and in the jazz scene.

Snarky Puppy will be at UNIQ Open Air today (July 9th) and for those who cannot wait any longer to see them live again after 4 years, or even better, for the first time ever, here is appetizers for you to start your day right.

  • You’re a wanderer in music, inspired by so many cultures, genres. You travel around the world, study different music and instruments. How did it all start? Who influenced you through this journey?

I think my brother who is a musician, is probably the first person who started feeding me with music from around the world when I was in high school. I’m just curious, that is the main thing. When I hear a sound that’s new, I’m really curious about it. I want to learn about it and figure out how to somehow use a part of it on my own thing in a way that is respectful. It’s more a personality trait than anything else.

  • I’ve read somewhere that your brother is also who introduced you to jazz. And afterwards, you went to college in Texas. But you always say that there’s more than what you were doing at school so at some point you dropped out. What can we say made you the Michael League we know? And more specifically, how did you find yourself playing with Erykah Badu in a church?

You’ve done a lot of homework there. (laughs)

I just dropped out of college; I was playing gigs pretty much every night. I was playing at bunch of white churches. A friend of mine called me to play at a jam session in Texas. So, I went to play and met this guy named Philip Lassiter who at the time was just a church band leader. But then he became the head of Prince’s horn section, a Grammy winning producer. At the jam session, Phil heard me play funky stuff and said “Do you play at churches?” and I said “Yeah” and he asked “Would you play at my church?” and I said “Yeah whatever, a gig’s a gig” you know? When I showed up to that church, I realized that the band that I was playing with was Roy Hargrove’s RH Factor. I didn’t realize it until we started playing, but then I recognized the saxophone tone and that snare drum sound and then I started putting it together. And through those guys I got to be a part of this very rich black music scene in Dallas. Erykah Badu’s band, Marcus Miller’s band, Roy Hargrove’s band you know. And I just stared playing with those musicians and that just became my community. I grabbed a bunch of the Snarky Puppy guys, told them about it and they became a part of the community as well. That was probably the most formative musical experience of my life because it was the moment in which I really felt like I developed a voice that was really mine, that was also very expressive and that I felt very comfortable being myself and not feeling like I was just trying to play like some old dead guy.

  • You came back and forth to Turkey and you’ve studied with musicians like Tarık Aslan. We’ve seen you at jam sessions in Istanbul, at South Eastern parts of Turkey, later on going to the Middle East. What was it all about, what were you looking for and have you found it?

Tarık Aslan is my teacher. Whenever I was coming to Turkey, I was studying with him. I was in the South East, in Mardin, for his wedding. I also started studying dohola with Erdem Erol, who is one of the teachers at Mısırlı Ahmet School. I was there for 6 weeks at one point, went there for a few days or a week, at any chance I could to take lessons and study erbane with Tarık, and dohola with Erdem.

  • I guess we were able to hear a bit of that in your latest albums with both Snarky Puppy and Bokanté? Say last song on the album, Immigrance?

I started writing it on oud and played it during the recording, so I guess there’s a little bit of feeling a lot of Turkish music has. I’m not Turkish, I’m not a Turkish musician so I don’t want to say it’s Turkish because it’s not my thing. But sure, I think there’s a lot of influence from my time there. Also, it makes a lot of sense because I was there when I was writing the song but it also has an Argentinian feel, like tango. And it’s interesting, there’s a lot of similarities between the two. There’s a lot of Turkish tango dancers actually, like world class. I think there’s a musical, cultural relationship there.

Snarky Puppy

  • You’ve been here with Snarky Puppy in 2015, how does it feel bringing the band back?

Great. I’ve spent a lot of time in Turkey over the last 4 years. To bring them to Istanbul again is very special because I’ve made a lot of friends there, I’ve studied music there. It’ll be cool to have the boys back in town.

  • How do you manage to keep all those people in the same band? They’re so diverse culturally, mentally. And it’s been 15 years, right? The band grows even larger now, how do you do that?

First step is listening to people, not being a tyrant. I think respecting everybody and understanding not just that they have their own feelings and can get hurt but my band is not their dream and recognizing that. It’s my life, my dream but I have to understand that the people in my band have other desires, other dreams that they want to pursue so I try to create a system that allows that. Where they can be a member of the band and benefit from the association with the band but where they can have the option to say “No I don’t want to do that tour, I want to be on my own tour”, “No, I really want to make my own record and take a few months” etc. and they’re free to do that. The guys have started their own families now, so if a guy calls me and says, “I don’t want to be on tour for 10 months, I want to be with my daughter”, I’m like “okay, cool, no problem”. I think normally it wouldn’t be that way because you only have one drummer, one percussionist but in Snarky Puppy we have 3 drummers, 3 percussionists, 6 horn players so we can always adjust our existence for the individuals in the band. I think that keeps people close to the band. They’re just such great musicians and people that you enjoy being around them, on tour with them.

  • How many of you are we going to see at the festival?

I think 10.

  • What can we expect to hear at the concert, except for the new album?

We do a different setlist everyday but there’ll be songs that we always do. And also, we’re going to have special guests from Istanbul.

  • What are your festival thoughts? Have you ever been in Istanbul Jazz Festival before?

Bokanté

Bokanté played at Istanbul Jazz Festival 2 years ago at Beykoz Kundura. And I really loved playing there with Bokanté. I got to know the administration well. I love the attitude of the festival, and that they kept doing it despite the terrorist attacks which happened like, I think a week ago or something. Guess the attacks were 4 years ago. I obviously love Turkey which is why I spent almost 2 months living there. But also, just the way that people appreciate music, I really like that a lot. When I was there, I was going out to see concerts and people really have a genuine love for music in Istanbul. So, playing for people like that is a really refreshing experience, it’s not always like that.

  • Since you’ve been here plenty of times, there must be loads of crazy stories you have. What was the weirdest thing that happened to you here?

When we played at CRR (Cemal Reşit Rey Concert Hall) and I came back a couple of months later to spend a week studying with Tarık, it was supposed to be for 3 days. But then I was having such nice time that I kept moving my flight to the next day and the next day. I decided to stay another extra day and we were in def/erbane rehearsal in this Kurdish building just off the İstiklal on a very high floor. I heard gun shots in the street. And everybody was just super normal, and they were like “Well, yeah”. Apparently, it was supposed to be the Pride Parade but the government cancelled the parade for safety concerns but the gay community kept marching anyway. Every 20 minutes or so the police would come by and they would spray tear gas or shoot rubber bullets, and everybody would scream, run into buildings, then just go back out on the street and drink tea. And I was like “What is going on here, are you kidding me?”. It just kept happening. Then a cannister got into the staircase and smoked out the whole building. We were at the 5th floor, 25 of us had to run down the stairs and get out on the street just trying to leave the area. The street was blocked, and the cops didn’t let us because we were a large group. And Tarık said “Look, we’re musicians, we’ve drums. We’re just trying to leave”. They were like “You have to go the other way”, so we turned around and as soon as we went the way they wanted to, there was a bunch of police officers waiting for us and they started shooting at us. So everybody had their erbanes on their back, running in all these different directions. Eventually we got out of Taksim area, got in taxis and went to Karaköy and they were just like “You guys wanna have a beer?”. What do you mean like you get tear gas and shot by rubber bullets then you go have a beer? (laughs)

  • How did you like the taste though?

It was delicious. I tasted it for three and a half weeks. Lots of lemons. And I was like, okay cool, Turkey, here we go.

I flew the next morning and when I landed, my phone was exploding with people talking about the attack at Atatürk Airport. I flew out an hour, two hours before the attack. It was very strange. A week ago, it was paradise, but the last two days were crazy. But it was deep and in a way,  it was really beautiful. My friend Tuğçe was crying when we were having beers and she said “I’m sad that you had to see this, we work really hard to make you feel welcome here and things like this happen, people think about us the wrong way.” Hospitality in Turkey is really amazing. It made me think about a lot of things as a traveler, it was an interesting experience.

  • I’ve heard that you’re working on a solo album. How’s that going so far and what can you tell us about it?

It’s very much in its infancy. I’m just starting to write songs. I have a million ideas that I’ve recorded but I’m just starting to form and actually complete the songs. Very early but I’m excited about it, I’ve never done that before so.

  • Let’s talk about the new album of Snarky Puppy. For the promo videos of Immigrance, you guys have mentioned the people you work with and the band members’ immigrant background. Supposing this idea came from after Donald Trump and far-right extremism, could you tell us more about your perception on the issue? And what do you guys want to say with this album?

View this post on Instagram

Michael League – This is the first video in our #immigrance series, in which we offer a small peek into the lives and perspectives of musicians who have moved from their native country to a new one (for now, the United States). Since moving to New York from London, saxophonist @vinson_will has worked with the most respected names in jazz (Kurt Rosenwinkel, Ari Hoenig, Chris Potter, Gonzalo Rubalcaba, etc.) as well as artists such as Rufus Wainwright, Sean Lennon, and Sufjan Stevens. I decided to start with Will largely because of his perspective on the terminology used when talking about migrant people and our personal associations with specific words. #immigrance #england #immigrant #expat #migrant #semantics Video series by @simoncfyu.

A post shared by Snarky Puppy (@snarkypuppy) on

We recorded everything and mixed everything before we even had an album title. It wasn’t like we made the record with the idea. After we mixed everything and I was listening to it all, I noticed as an observation like “Wow this has Turkish influence, this one has Moroccan influence, this is coming from a hip-hop thing, this one’s a funk thing” and I had this moment where I thought about the fact that no music is really yours. Even for funk at a certain point, even it’s from my country, I had to learn about it. And there are plenty of Americans who don’t know anything about funk, just like there are plenty of Turkish people who don’t know about arabesk. Just because it’s from your country technically, doesn’t mean that you are an expert on it or whether you have the ability to play it. So, it made me think about the journey music takes across continents and generations and how interesting how all that is.

As musicians we are always tracking the migration of music and we are also a part of the migration of music. Some Turkish kid is going to listen to Snarky Puppy and make some weird kind of music based on that with his or her identity as a Turkish person and maybe that creates a scene and becomes a genre and 300 years from now on some Japanese kid will discover it, you know? Everything is like a path.

Probably that stuff came to my mind because of what has been going on in the world and specifically in the US and the demonization of immigrants. This kind of ridiculous idea of calling someone an immigrant and demonizing them especially for a president whose father is an immigrant is short sighted. We’ve been doing this interview series just to show that. We have a lot of fans who support Donald Trump or Marie Le Penn or Nigel Farage and those kind of populist leaders. I wanted to show them this is what an immigrant looks like.

We have a guy in our band named Bobby Sparks and his neighbor is a racist but loves Bobby. He always invites him over and complains about black people. Bobby’s like “Hey, I’m black” and he says, “You’re Bobby!”.

We think like this more often than I think we realize. We do the same thing with Republicans etc. It’s human being, rather than demonizing people I think it’s more important to engage with them, be peaceful and try to expose them to things they haven’t thought about. I would love to be exposed to what I haven’t thought about.

  • Everyone gets a different idea when listening to instrumental music. How do you manage to show where you stand at socially or politically, or to spread a message through music?

Snarky Puppy is by nature not political. We don’t try to spread a political message. I think there’s a social message just like in Bokanté and that message is evident by simply watching the band. You have a bunch of people from bunch of different cultures, playing music together and highlighting each other’s differences rather than trying to get everyone to be one thing. We really enjoy each other’s individual personalities. The music is about the music. But you can’t separate music from the person who creates it or from the society that feeds and nurtures the desire to create music in that moment. While there isn’t a song specifically on the record that’s about immigration or populism, you can at least capture the emotion. The tunes, even for us have specific emotions.

In Snarky Puppy it’s not so direct, it’s open for interpretation but in Bokanté, it’s ultra-direct. Because Malika is singing with words that are very pointing and I like having the option to do either one.

  • What do you think a musician’s duty of reflecting the times as Nina Simone said?

There’s a great interview with Tom Morello from Rage Against The Machine where he says all music is political and if the music that you’re making does not address whatever is politically relevant at that moment in time, you’re basically giving approval to the status-quo. If I’m not singing about what’s wrong, on a political issue, I’m saying everything is fine and that’s why I can sing or write a song called Baby Baby Baby. He says in that way Justin Bieber is political. By not confronting any of the issues that humanity is encountering in the moment, he says everything is fine.

Not sure I agree with that but there’s lot of truth I believe.

In a country like yours, you don’t really have the luxury to argue with that statement. In my country, the political issues are more hidden. They are massive but it’s not like you’re getting tear gas in the streets or elections are getting turned over and cancelled. Because it is not so evident, people in my country feel like “Oh I can just be not political”. They have the luxury to do that but not in Turkey.

There are few American musicians except for the pop that take that stand of being non-political. I find it, it’s more for the fans. If I post anything that’s even remotely political, people are like “Just shut up and play”.

  • Do you see a decrease in your fan base when you share a social or political statement? Do you lose fans because of that?

One time I posted something about the Women’s March, I was like “Just wanted to say that everyone in this band supports all of you marching in Washington DC”. It was the day after Inauguration, and there were a lot of people who commented and said, “Keep your stupid opinions to yourself”, “Congratulations on losing half of your fan base” etc. Even the half of the US does not support Trump, and he has a 4% approval outside of the States. People just don’t see it.

So I don’t engage in conversations about that. In fact, I’ve become so unhappy with the state in social media that I quit all my accounts. I just use it as a press release, we just share what we do and don’t care about the comments. Instead of reading those comments and waste my time answering them I’d just be reading a book or practicing.

  • A must question. What do you think about what happened between Branford Marsalis, Kamasi Washington and Robert Glasper? What would you say about this never-ending discussion of what jazz is and what it is not?

I’m going to start by saying that I have great admiration and respect for all musicians. And it’s unfortunate to see things like that turning to drama. I think it’s very important as musicians we support each other publicly. Even if we don’t and even if we’re not fans of each other, I think it’s important that we at least support each other. We all go through the same struggles, we’ve all have driven around the country in crappy vans, we’ve all played gigs for no money and no audience, we’ve all spent countless hours in practice rooms trying to build our artistry and it’s sad when you see that kind of stuff get torn down by each other.

But I also think it’s important as artists that we’re honest. I think artists by nature are opinionated, at least the ones that have unique voices. We had a long conversation about this in the Snarky Puppy Green Room about two weeks ago. First off, I don’t think about Snarky Puppy as a jazz band. I think in a certain kind of way we’re almost more in the tradition of jazz than some piano, bass and drum trios in a way because we take the products of our environment and this moment in time and society and combine our desire to use that to make music with a knowledge of the jazz tradition which I would say that every member of our band has with the exception of maybe two or three guys. They have at least spent years and years studying and playing it. In a way to me, that’s kind of more in the jazz tradition than it is to play covers of Charles Mingus tunes or Miles Davis tunes because the jazz tradition is innovation. It’s taking the things from this moment in time and expressing yourself through them. But in another way, what Snarky Puppy does to me is like pop music with a lot of improvisation and freedom. If someone told me “You’re not jazz”, I would be like “Yeah, you’re totally right”. If someone told me I had a limited jazz vocabulary… I mean… A musician is much more than anyone sees. I’ll go 9, maybe 19 gigs in a row in Snarky Puppy without taking a solo and maybe someone who sees those 19 gigs would say “Oh he doesn’t improvise”. It’s not that I don’t know how to improvize or I don’t because you didn’t see me improvize. But to make this statement about another artist…

I think what Branford was trying to say wasn’t inherently negative. I think he was trying to say that Kamasi and Robert are doing their thing. That’s not more or less important or valid than jazz. But it’s just another thing. But I think the way in which he said it kind of justifiably provoked a certain kind of reaction from Robert. And I don’t think Kamasi said anything right? I guarantee you he would’ve told you “No comment”.

There’s this thing about the jazz community; people give you their blessing in a way. Playing an instrument like the saxophone, that is like the most famous instrument jazz, I think it must be hard to hear someone who is such an icon of that instrument in that genre saying something about you that could be thought as negative. It’s like Dave Holland saying in an interview “Yeah Michael League, I don’t know, he doesn’t have a jazz vocabulary”. That would be hard to hear. But I also think that Branford was saying like “These are musicians who are making certain kind of music and they are reaching a different kind of audience.”

But I bet Kamasi Washington has opened people up to jazz saxophone and now people are buying Branford Marsalis and John Coltrane records. I don’t believe that anyone is right, or anyone is wrong. I would never presume to say what it is that someone else does. Discourse as musicians is better when we are supporting each other.

  • Any pieces of advice for young musicians that admire you here in Turkey?

Young Turkish musicians immediately start with a big advantage of coming from a musically rich place. A place with a very long, ancient history of beautiful music and mixes of different cultures. With that advantage, there’s a responsibility there to really learn something about that tradition from where they come. And to develop it into a thing that is really unique and that’s really theirs. Often times, we travel to Europe or to the Middle East and meet musicians that play American music in the American way. But because they are not and they have not spent time in the culture that created that music, they don’t really necessarily have much of an advantage in terms of understanding. Ideally, in order to innovate something, you have to understand it. So basically, there’s a tremendous advantage being Turkish and growing in that culture. There are so many possibilities on how to innovate using that experience of growing up there, combined with the fact that the whole world’s recorded music is available to everyone that has internet connection. But no matter what country you are from, the same things apply: you have to practice hard and long, you have to have an open mind and you have to have technical proficiency on your instrument but also an emotional connection, the ability to communicate that emotion to audiences. And I think for the first time we’re seeing the emergence of the song in having an important factor in instrumental music. I think in vocal music, it has always been about the song. But in instrumental music at certain point it stopped being about the song and started being about the playing. And now I think people are feeling that it’s important again, and I think it’s beautiful. Learning how to compose and learning how to play a song in a way that it’s understood is a wonderful skill.

Read article