Ağaçkakan: “Berbatı izliyor, dinliyor ve artık ona gülüyoruz bile”
Sadece Bu Yeterli Değil, No Call Recently, RSPC ve Sahtekar gibi projelerin yanı sıra solo işleriyle de tanıdığımız, M4NM bünyesinden Ağaçkakan’la kendisi, projeleri ve rap’in gidişatı üzerine konuştuk:
Burkay Yalnız kimdir? Kendini nasıl tanımlar? Sana dair yapılan tanımlardan kendine yakın bulduğun oldu mu?
‘89 Ankara doğumlu, Samsun ve Eskişehir yaşantılı, bu aralar İstanbul’da vakit öldüren ve yaptıklarından ibaret bir insandır. Otobiyografimin en kıssadan hisse hali: Sanatçı bir aileden gelmiyorum, olur galiba. Kelimelerle oynamayı, uyanınca içilen sigarayı, öğlen biralarını, az eşyaya sahip olmayı ve bir kitabı defalarca okumayı severim. Milliyetçi bir sülalenin çıkıntılık yapan tek ferdiyim, yürümek beni sakinleştirir ve gömleklerimi ütülemem. Deneysel kelimesi keyfimi kaçırır, canımı bir şey sıkarsa şehir değiştiririm. Yugoslav mimarisini, Fransız Oulipo oyunlarını, Doğublok bilimkurgusunu ilham verici bulurken; siren sesi, reklam müzikleri, uzlaşmacı insanlar ve kendini fazla önemseme hastalığı beni canımdan bezdirir.
Bir röportajında müziğe 2004’te başladığını söylüyorsun? Nasıl oldu da bu oldu? O yaşta bir çocukken, hangi motivasyon müziğe yönelmeni sağladı?
O zamanlar, yani 14 yaşındayken beni stüdyoya sokan duygu özentilikle merak karışımı bir şeydi. Hatta daha önce cesaret etmeyi de isterdim ama kültürün cahiliydim. Sonra birkaç insanla tanıştım, benden daha donanımlı oldukları aşikar olan. Yardımlarıyla ilk kaydımı aldım, ziyadesiyle gerilla bir stüdyoydu, aslında şimdi dönüp bakınca orası stüdyo bile değildi. Neyse, ortaya çıkan şey sesimdeki ergenliği gizlemek için Silahsız Kuvvet gibi kapkalın bir sesle söylediğim inanılmaz kötü bir şarkıydı. Kendimden galiba çok şey bekliyordum ki bu olay biraz şevkimi kırdı. Uzun süre boyunca kayıtlar alsam da kimseyle paylaşmadım, denemeler yaptım. Zaten o yaşta bir insanın da dünyaya söyleyeceği çok bir şey yok. 2007 – 2008 yıllarında myspace üzerinden kayıtlarımı internette paylaşmaya başladım.
Üniversite dikişi niye tutmadı? Akademide seni rahatsız eden, lüzumsuz dediğin şeyler neler?
Devam zorunluluğu en büyük etmendi galiba. Gitmedikçe gitmemeye devam ettim. Beş sene Eskişehir’de güya üniversite için vakit öldürürken bölümden, bölümü geçtim fakülteden bile hiçbir arkadaşım olmadı. Zaten daha yolun başında büyük bir konsantrasyon ile okul bitirmek maksatlı ayrılmamıştım Samsun’dan. Gidip asayiş berkemal mi diye kontrol etmek istedim ve gördüm ki değilmiş. Bu zamana dek 4 üniversiteye yerleşip hepsinde aynı senaryoyu yaşadım, ama bunun sebebi silah altına alınmaktan kaçınmaktan başka bir şey değildi. Zira tercih listemi görsen hiçbir hedefim olmadığını kolaylıkla anlarsın. Okul meselesi beni lisedeyken bezdirmişti zaten, zaman makinem olsa geçmişe dönüp küçük Burkay’a bırak abi ortaokuldan sonra derdim, sevdiğin işi yap.
Şarkıların için birçok karakter ve kurgu yaratıyorsun. İlhamın kaynağı neresi, kendin mi?
Albümler yayınlamaya başladığım ilk zamanlar ilham kaynağım okuduklarım ve izlediklerim oldu daha çok. Sivil hayatın bir önemi yoktu, iyi bir gözlemci de değildim zaten. Görece karışık gibi görünse de metinler, M4NM’i ilk kurduğumuz zaman yaptığım işlerde başı sonu belli olan bir hikaye ve tek bir karakter olurdu. Bu karakterin başından geçenleri ya da hissettiklerini de az önce söylediğim gibi kendi hayatımdan değil, roman ve filmlerden damıtırdım, araştırma yapardım, dedektifçilik oynardım. Bu gayret, yani kendi yaptığım müziğin içinde başkalarının arkasına saklanma ve tuhaf maskeler takma meselesi A Naşkvit’e kadar sürdü. Belki bunun sebebi yaşadığım hayatın abartılarak paylaşılacak bir yanı olmadığını düşünmemden, belki de şayet fazla dürüst olursam kendimi çıplak hissedeceğim içindi, inan bilemiyorum. Daha sonra bu saplantım kırıldı A naşkvit’i yaparken. Kendimle çok didiştiğim, suni, gerçekten kopup kendimle hesaplaştığım ve bir türlü can sıkıntımın geçmediği, öfke nöbetlerinin artık gündelik rutinlere dönüştüğü bir dönemdi. Belki de tedavi A naşkvit’i yapmamdır diye düşünüp ilk kez salt kendimden bahsettim, nihayet ilhamın kendisi olmayı hak ettiğimi düşündüm.
No Call Recently’deki kurgular mesela?
NCR’deki ilham kaynağı Buck 65’ın ‘Mr. Nobody’ şarkısı aslında. Biz o şarkıdaki karakteri alıp iyice derinleştirdik, ona bir geçmiş ve gelecek verdik. Şüko da nevi şahsına münhasır bir kitap canavarı olduğu için karakterin inşası esnasında bana çok yardımcı oldu. Projenin ruhunu yansıttığını düşündüğümüz bir sürü film ve kitap tavsiye ettik birbirimize.
No Call Recently albümlerine göz atmak için:
Üretim sürecinde özellikle şarkıları yazarken zorluklar yaşıyor musun? Spesifik bir örnek?
Buna iki türlü cevap verebilirim. Teknik ve duygusal zorluklar. Teknik olanlar akışı yakalayamadığım, kalemin bir türlü kıpırdamadığı, kıpırdasa bile ortaya çıkan metnin beni tatmin etmediği, kelimelerin hiçbir manaya gelmediği anlar. RSPC’nin son albümündeki Kılıkbaz’ın 3 Günü şarkısı öyleydi mesela. Defalarca yazdım o şarkıyı altyapının garipliğinden ve aksaklığından dolayı. Duygusal zorluklar ise oradan filizlenmesi için şarkının merkezine koyduğum konunun bana ağır geldiği anlar. Manevi açmazlara girdiğimde bunun üstesinden bir şekilde gelebiliyorum zira bittiğinde bir yükten kurtulmuşsun gibi bir illüzyon yaratıyor. E sanrı da olsa yolun yarısı demek bu. Aklıma ilk Sahtekar(Farazi v Ağaçkakan)’da yaptığımız Peyderpey, Herhangi Kasabanın Herhangi Çocukları ve niyeyse NCR’deki Van Gogh geliyor.
Bir de çöpe atıyorum dediğin işler olmuş Flow Radyo röportajında bahsettiğin. Üstünü kapatıyor musun tamamen onların?
Yok yahu, tam olarak değil. Şarkıdan tamamen vazgeçebiliyorum elbette, ama çöpe attığım şarkının sözlerini tekrar değerlendiriyorum. Fakat tamamını değil, parçalayıp kullanmayı yeğliyorum.
Cut-up dediğin şeye giriyor mu bunlar?
Galiba giriyor. Evvelinde de bu tekniği çok kullanmıştım günlük hayatta karşıma çıkan yazılar üstünde. Prospektüsler, bildiriler, makaleleri kesip biçiyordum. A Naşkvit’te nerdeyse bütün albümü öyle oluşturdum stil olarak. Tek fark bu kez kendi yazdığım şeyleri parçalayıp birleştirdim.
İçine en çok sinen çalışma?
Lirikal açıdan kesinlikle A naşkvit. Sonik dünyada ise Le Cafard. Ama şarkı bazında söylersek; Kara Çatılardan Kente, Fatalerrorist, Kaygı Karnavalı, Etrafındalar, Münkir. Münkir hariç diğer şarkıların 140 BPM olması bunda ne derece rol oynadı bilemiyorum.
2011 de Berbat Bir Yıldı adlı bir şarkın var. Berbatın senin için ölçütü nedir? Başka hangi yıllar berbat? Neden öyle?
2013 ve 2016’da bu şarkıyı seriye dönüştürüp devamını yapmayı istedim aslında. Onlar da kendi alanlarında en berbat senelerdendi sahiden. Fakat fırsat olmadı bir türlü, belki ileride. Berbatın ölçütü sorulur mu Türkiye’de yaşayan birine hiç? Berbatı soluyoruz, berbatı yiyoruz, berbatı içiyoruz, berbatı izliyor, dinliyor ve artık ona gülüyoruz bile.
M4NM 2009’da kurulmasına rağmen ilk konseri 2012’de gerçekleşiyor. Aradaki bu zamanda yakıcı bir performans yapma isteği size uğradı mı? Böyle bir istek var mıydı? Varsa nasıl bastırdınız?
Konser yapmayı istiyorduk, ama ekipmanımız yoktu. Bastırmak zorunda kalmamıza gerek kalmadı yani onu bizim yerimize ekonomik durumumuz halletti. Niyeyse inatla klasik dj-mc ikilisi şeklinde sahne yapmak istemiyorduk. Sonra yanılmıyorsam Replikas’ın Dadaruhi Tributealbümüne davet edildiğimiz zamanlardı, yavaş yavaş ilk ekipmanlarımızı almaya başlamıştık. Şüko (I.mpty) SP303, modelini hatırlamıyorum ama Electribe’in bir sequencer’ini, Mustafa (Armonycoma or slt) SP202 ve Electribe ES1 çözmüştü. Bende hala para yoktu.
21 Kasım 2017’deki Flow Radyo röportajında bölünmekten bahsettin, farklı personalara sahip olduğundan. No Call Recently, roadside.picnic(RSPC) gibi farklı farklı projelerden. Bu bölünmeyi neye bağlıyorsun? Bu bir sığamamak mı? Taşma mı?
Sığamamak değil, bu direkt kelimenin kendi anlamıyla bölünme. Ben insanlarla iletişime geçtiğimde nerdeyse birebir aynı olaylara bile birbirinden çok ayrıksı reaksiyonlar verdiğimi fark ettim. Buna mod da diyebilirsin, ruh hali de. Evvelinde böyle bir farkın ayrımına varamamıştım. Sonra saçma da olsa bir bağlantı kurdum bu hallerle Saligia arasında, yani yedi büyük günah. Birbiriyle hiç tanışmayan aynı bedende insanlar gibiler. Kendini eşeledikçe ortaya çıkardıkların muhakkak seninle alakalı bir iz, bir öz taşıyor. Sen de gayri ihtiyari bu izi takip ediyorsun, paranoyakça gelebilir ama baktığın yerlerde aramaya başlıyorsun. Ben şu an doğru mu yapıyorum, yoksa yanlış mı acaba sorusunu kendime o kadar çok sordum ki bu bende birden çok doğru ve yanlış oluşturdu. Ben de elimden geldiğince parçalara ayrılarak devam edeceğim bu bölünmeye, çünkü görmem lazım nereye gideceğini.
Yıllar içinde performansının geliştiğine şahidiz. Bu süreçte kilometre taşların var mı? Neler bunlar?
İlki 2009’da Cenk(Cxngxvxr), Mustafa ve Şükrü ile tanışmamdır. Zira onlarla tanışmasam ve M4NM’i hiç kurmasak büyük ihtimal müzikle bu kadar ciddi şekilde uğraşmıyor olurdum. Çocuklar benimle kontak kurduğunda ben myspace sayfamı deaktif hale getirmiş, yaptığım her şeyi de kaldırmıştım. Bok gibi bir yalnızlığın içindeydim, üretemiyordum ve bırakmaya karar vermiştim. Sonrası malum işte on yıl geçti nerdeyse. İkincisi NCR albümleri. Şükrü hip hop’la uzaktan yakından alakası olmayan altyapılar yapıyordu, ufkumu açmama yardımcı oldu sağ olsun. Her şeyin planlandığı bir projeden bahsediyoruz ve benim gibi bir adam da yer alıyor içinde uygulayabildiği tek plan, planlarını ertelemek olan. Sonuncuya da RSPC ve Mustafa ile çalışmaya başlamam diyebilirim. Zaten iki grubun da birbirinden hem sound hem de lirikal açıdan ne kadar farklı olduğu aşikar. RSPC’de her şeyi değiştiren artık müziği sahneye taşımaya başlamamızdı galiba. Bir de M4NM’in görünürlüğünü arttıran işimiz oydu. O zamana dek, yani biz Rigor Mortis’i yapana dek, gerçekten Türkiye’de bir avuç insanın bildiği bir ekiptik.
Bir yerden sonra sahnede söylenecek şekilde düşünerek şarkı yaptığın oldu mu? Mesela No Call serisi sahne için daha zor ama şimdilerde üretirken sahneyi düşünerek hareket ettiğin oluyor mu?
No Call serisini yaptığımız sırada canlı performans meselesine uzak olduğumuzu biliyordum, o yüzden çok üzerine düşmedim. Fakat ilk sahne deneyimimden sonra, hacım böyle yazılmaz dedim kendime, bende öyle bir ciğer yok. Günde iki paket sigara içiyorum ve bu alışkanlığımdan da bir süre daha vazgeçmek istemiyorum. Ama tecrübe kazandıkça ve bir şarkıyı tekrar tekrar söyledikçe anlamaya başladım. Birkaç arkadaşımdan da idareli nefes kullanmak üzerine birkaç trick öğrendim. Bu inat sahnede bana eşlik eden ya da söylediğim şarkının üstünde bıraktığım back vokaller olsun istemediğim içindi. Şimdilerde sahnede nasıl olacağını elbette düşünüyorum, ama çok da kurcalamıyorum. Eylül ayında yeni albüme başlıyoruz Golem (Kaan Akay) ve Emiladil ile beraber yapacağız her şeyi. Bu kez sanırım tamamen sahneyi düşünerek yapacağız albümü.
Eski şarkıları da Spotify’a yüklemeyi düşünüyor musunuz?
Düşünmüyoruz. Bazılarını düşünüyoruz, bazılarını aklımızın ucundan bile geçiremiyoruz aslında. Önceden bandcamp, soundcloud gibi mecralardan bedava yayın yapıyorduk. Dolayısıyla buradan maddi bir gelirimiz olmadığı için kafamıza göre sample alıyorduk. Ama şu an bu şarkıları bahsettiğin mecraya yüklemek başımıza çorap örebilir.
Spotify’da bulunamayacak birkaç Ağaçkakan şarkısı için:
Geçtiğimiz senelerde bahsettiğin o tembelliği aşmış görünüyorsun. Bunu neye bağlıyorsun? Ne söyleyebilirsin?
Hala tembelliği aşabildiğimi düşünmüyorum. Eskisinden daha iyi görünüyor durum ama bana kalsa senede üç tane proje yapabilmeliyim, galiba erken öleceğim ondan mı korkuyorum bilmiyorum…(gülüşmeler) Seninle Taksim’de karşılaştığımızda ben İstanbul’a daha çok yeni gelmiştim. Henüz bir düzen oturtamamıştım ve yaklaşık yedi sekiz ay daha oturtamayacaktım. Haliyle bir şey yapma fırsatım yoktu. Mustafa Tuzla’ya, Şüko Samatya’ya, ben de Kadıköy’e yerleşince aynı evde yaşayıp müzik yapan insanlar artık İstanbul içinde haftada bir görüşebilir hale gelmiştik. Herkes kendi hayatıyla meşgul olmaya başladı o sıralarda, benim de en nefret ettiğim şeylerdendir böyle zamazingolarla uğraşmak; ev tut, elektrik açtır, dünyanın en manasız işini yapan emlakçılarla muhatap ol. O zamanlar tembellik diye adlandırdığım aslında zamansızlıkmış, bunu şimdi anlıyorum. Ama o zamanlar bir şey yapamadığımız için içim için için sıkılıyordu.
En iyi konserin, konser anın hangisi? Seyirciyle iletişime geçiyorsun konserlerde, çok kez şahit oldum buna…
Sahneler bir ile bir buçuk saat arası sürmesine rağmen ben nasıl bittiğini anlayamıyorum bile. Önceden daha fazla kontak kurardım seyirciyle, ufak tefek konuşmalar yapardım, şimdi bıraktım onu. Sadece eğer şarkı aralarında çok konuşuyorlarsa sessiz olmalarını rica ediyorum ya da Golem ve Emil’e üçümüzün anlayacağı şakalar yapıyorum. Bu sene yaptığımız en iyi iki konser Babylon ve Haymatlos’tu nezdimde. Babylon çünkü mayısta bitmiş albümün temmuzda provalarını yapmaya başladık ve ilk konseri kasım ayında verdik, sabırsızlanıyorduk artık. Ankara’da verdiğimiz ilk konser için Haymatlos’a gitmiştik, teknik olarak istediğimizi alamamış olsak bile o kadar keyifli bir konserdi ki, bayağı evimde gibi hissetmiştim. Ankara seyircisi gerçekten konserin hakkını sonuna kadar veriyor, cehennemvari bir sıcak vardı içeride ona rağmen sigara içmek için bile dışarı çıkmamışlardı. Seyirciyle kontak kurmak değil de tam olarak geçtiğimiz Karga konserinde son şarkıda seyircilerin arasına girmiştim, sen de geldin daha önce insanlar zıvanadan çıkabiliyor bazen öyle durumlarda. Herkesin birbirini itip kaktığı bir anda ani bir hareketimle bir arkadaşımın kız arkadaşının suratına sağlam bir dirsek yapıştırmıştım, ona hem çok üzülüyorum hem de çok gülüyorum hatırladıkça.
Eski konserlerde yalnızca beatmaker’la sahnede olurken artık bir bas gitarist ve baterist ile sahneye çıkıyorsun. Bu değişim nasıl gerçekleşti? Nasıl buluyorsun?
Dediğim gibi az önce, albümü bitirdikten sonra yayınlanacağı zamana kadar önümde 4 aydan hallice bir vakit vardı. Konserde nasıl çalınır acaba bu diye düşünmeye başladım. Bir sene önceki RSPC konserlerinde Oğuzhan Gedikbize katılmıştı, yine bas gitarda. O zamandan ısınmıştım aslında enstrümanla çalma fikrine, sadece şarkıların normal formlarını bozup, akustik garabetlere dönüştürme korkum vardı, endüstriyel tını üzerinde kalsın istiyordum bir şekilde. Davul ve bas bunun için en doğru seçenek gibi geldi bana, zira her şarkıda kesin olan iki element onlardı. O bir buçuk saatlik sinerjiyi sahnede başka arkadaşlarınla paylaşmak kendini rahat hissettiriyor hem. Tek olsam hatalarıma öfkelenirim kesin, ama suç ortakları da olunca sahnede siktir edebiliyorsun o detayları. Hali hazırda çok yakın ahbabım olan ve müzik zevkini ilham verici bulduğum Kaan’a teklifi götürdüm ilk. O kayıtsız şartsız kabul etti, zaten bir iki kere prova yapmışlığımız da, ilerde beraber sahne yapalım lakırdılarının da çok dönmüşlüğü vardı aramızda. Hatta şöyle saçma bir detay var. Birkaç ay önce albüm bittikten sonra kullandığım bir defter buldum. Oraya davul için Kaan’ı, bas için de Tuğrul Gültepe’yi yazmışım, tabii bundan Tuğrul’un haberi bile yok, ilk önce Emil’i değil onu düşünmüşüm yani. Fotoğrafını attım sonra Emil’e, bak ilk başta sen umrumda bile değilmişsin diye..(gülüşmeler)
Hip hop camiasından olmayan müzisyenlerle de çalıştın. Şüphesiz farklı jargonlar, janrlar ile hemhal oldun. Bu karşılaşmanın seni zorlayan yanları oldu mu?
Aslında hiç olmadı. Albümdeki ortaklıkların çoğunda arkadaşlarım bana enstrümanlarıyla katıldı. Kutay Soyocak dışında vokal desteği yok hiç. Herhangi bir altyapıyı yaparken tıkandığım anlarda arkadaşlarıma gönderip bunun üzerine bir şeyler ekleyebiliyor musun bak dedim sadece. Bazıları oldu, bazılarından vazgeçtik. Ben aceleci biri olmasam daha çok insan dahil olurdu albüme kesin.
Molotoflu Vodvil’i kısa sürede nasıl yaptınız? Bir yandan sokaktaydın Gezi Parkı zamanında, nasıl bu süreçte bu kadar hızlı ve güzel bir şarkı çıktı?
Tektosag tayfasının öncüsü olduğu Diren Müzik isminde bir albüm yapılacağını söyledi bize Koray (Grup Ses). Biz de çeteyle paylaştık bu haberi, projeye katılmak isteyenlerden şarkı istedik. O dönem yalnızca sokakta vakit geçirdiğimiz için bir kısmımız vakit yaratamadı bunun için ama Kadir (Grej) çok kısa sürede altyapıyı yaptı, biz de sözleri yazdık, kayıt kısmına geldi sıra. Ama daha İstanbul’a taşınalı bir haftadan az olduğu için kayıt ortamımız yoktu. Sağdan soldan ekipman toparlayıp Şüko’nun Acıbadem’deki evine gittik, evdeki topraklama probleminden ötürü yapamadık, her şeyi sırtlayıp Üsküdar’a Kadir’in evine geçtik. Kayıt esnasında eve insanlar geldi, bir sürü aksaklık oldu o hengamede. Normal şartlar altında bu kadar aksilik olduğunda ben vazgeçerim o şeyi yapmaktan. Ama anormal zamanlardan geçiyorduk, şarkıyı bitirdik ve ortaya bayağı öfkeli ve cüretkar bir şarkı çıktı. Sanırım zamanın ruhuyla alakalı bir daha hiç o kadar sinirlenmedim ben.
Nazdrave x Rap projesini anlatır mısın? Tekliften icraya ve sonrasındaki tepkilere kadar.
Beni Ozan (Da Poet) aradı bir gün. Fatih’le İstiklal’de aylak aylak yürüyüp akşamı etmeye çalışıyorduk, gündüz birasından uzak durmak için meşguliyet yaratıyorduk işte haybeden. Aradı Ozan, Ediz Hafızoğlu’nun kafasında böyle bir proje olduğunu ve Nazdrave ekibiyle rapçileri bir araya getirmek istediğini söyledi. Daha cümlesini bitirmeden ‘tamam olur, ben yaparım, nasıl çalışacağız’ dedim. Anlaşılan bana fazla iş düşmeyecekti zaten, hali hazırda yaptığım şarkılara tekrardan beste yapılacaktı, biz de çıkıp okuyacaktık sadece. 90 BPM’in stüdyosuna yakın bir barda buluştuk Fırat (Kamufle) ve Ozan ile beraber. Hem hangi şarkılar olacağına karar verdik, hem de tanışmış olduk. Ediz’i ilk görüşte inanılmaz sevdim. Hayatımda bir insana bu kadar hızlı kanımın ısındığı hiç olmamıştı. Sonra bu projeden uzun süre hiç bahsedilmedi, kimse birbiriyle kontak kurmadı. Ben galiba iptal oldu diye düşünürken XJAZZ Festivali’nin açıklanmasına az bir süre kala tekrar iletişime geçildi ve besteler gelmeye başladı. Zaten yapılıyormuş da benim haberim yokmuş sadece. Sadece bir konser projesi olarak başladı ama yakında şarkılar tekrar kayıtlanıp albüm olarak yayınlanacak bir aksilik olmazsa.
Mainstream hip hop ile ne kadar alakadarsın, beğeniyor musun?
Çok alakalı ve bilgili olduğumu söylersem yalan olur. Büyük ihtimalle 17-18 yaşında bir hip hop dinleyicisi benden daha hakimdir o piyasaya. Arada arkadaşlarımın dinlettiği benim de beğendiğim işler muhakkak çıkıyor. Ama kendi başıma kaldığımda aklıma hiç onları dinlemek gelmiyor.
Bir beğeni sunmadın ama?
Tyler, The Creator’ın son albümü bayağı iyi bence. Her ne kadar DAMN.’i çok sevmesem de kesinlikle Kendrick Lamar, J. Cole, Schoolboy Q, Vince Staples, Kanye West asabımı bozsa da prodüktörlüğünü yaptığı Pusha T albümü de kıyak.
Mainstream hip hop lirikal ve endüstriyel garabet mi? 90’ların veya 2000’lerin başlarındaki hip hop’a kıyasla politik ve sosyal misyon olarak, liriklerden, temalardan anladığımız kadarıyla bir gerileme olduğunu söyleyebilir miyiz?
Böyle gaddar bir genelleme haksızlık olur. Her dönemde madalyonun iki yüzüne dair de üretimler oldu. Şarkılarında sosyopolitik içeriğe nadir rastladığın Snoop Dog bile Trump’un içinden geçti BBNG ile yaptığı şarkıda hatırlarsan. Lamar’ın Alright şarkısı adeta bütün siyah hareketinin marşı oldu. Ondan sebep bunun sebebi sadece icracılar olamaz, tüketici alışkanlıklarını yönlendirebilecek mekanizma ve enstrümanlara çöreklenenler sanki bunun müsebbibi. Sadece vitrinde gördüklerine bakıp, artık oyunun kuralı bu ve buna dönüştü demek yanlış. Spotify’ı açtığında zorla Drake dinlettiriliyor sana ya da nerdeyse lirik bile yazmayıp kelime tekrarlarıyla bla bla yapanları, mırıldananları görüyorsun. Bunlar müziğin fast-food formları, şu anki dönemde hızlıca tüketilip yenisini isteyeceğin müzikler istemen isteniyor, sen de bu tufaya düşüyorsun veya düşmüyorsun.
Bu yüzden haftalık keşif’e hiç bakmıyorum, hatta uzun süre radyo dinledim Spotify kullanmamak için…
Ben de müzik dinleme, araştırma konusunda bayağı tembelleştim. Bazen bu öyle bir hal alıyor ki, Kaan’a yazıyorum bana albüm söyle dinleyeyim diye. Geçen gün 90’lardan birkaç albümden bahsetti hatta, hiçbirini bulamadım dijital platformlarda. O yüzden, müzik dinlemek için Spotify’ı yalnızca güncel albümlerde kullanıyorum. Fakat her ne kadar müzisyene pastadan küçücük bir pay düşse bile bu durumun geriye döneceğini, tekrar plak/kaset dönemine doğru bir zaman yolculuğu yapacağımızı hiç sanmıyorum. Elbette plak da, kaset de koleksiyonerler ve meraklıları için daima hayatta kalacaktır, ama bunlar dinleyici kitlesinin az bir kesimine hitap ediyor. Maalesef o eşiği geçtik, artık dijital çağdayız.
Bu senin çok işine yarayan bir şey, plak olsa hiçbir şey yapamayabilirdin.
Galiba öyle, Unkapanı bizi sevmeyebilirdi. Şanslıydık ki; myspace, soundcloud, bandcamp, hatta bunlardan da önce rapidshare falan bizim dinleyiciye ulaşmamızı kolaylaştırdı. Herhangi bir plak şirketine, dağıtımcıya ihtiyaç duymadan kısıtlı da olsa bir kitleye sunabildik her şeyi. Fakat itiraf etmem gerekirse başlangıcından bitişine kadar üretime dair bütün işlemleri kendim yapmaktan bunalıyorum ben.
Müzik bu verileni alma meselesinde kötü. Sinemada sanki seçme şansın oluyor gibi ama sanki müzikte böyle bir seçme şansın olmuyor.
Yok kuzen sinemada da durum kötü. Vizyona giren filmleri görüyorsundur. Hangi filmin kaç salonda gösterileceğini belirleyen mafyatik bir köşe tutma durumu orada da mevcut. Tolga Karaçelik, Kelebekler’i resmen sosyal medya üzerinden örgütleyerek bazı kentlere götürdü. Sanatın her alanında var olmak için yaptığın üretimler yetmiyor artık, cemiyetlerle, ahbaplık ilişkileriyle de mücadele etmen gerekiyor.
Müzikal ve/veya lirikal olarak bir iddia taşımalı mı rap müzik?
Lirikal olarak taşımalı, mesaj kaygısı değil kastım, ama sırtını yasladığı bir fikri beraberinde taşımak durumunda olan tek müzik türü hatta şu anda. Hitap ettiği çoğunluğu ve bu kalabalığın gençlerden oluştuğunu düşünürsek ne kadar kuvvetli olduğunu anlayabiliriz. Diğer popüler müzik janrlarında durum zaten içler acısı.
Evet, aklıma da seni çürütecek bir örnek gelmiyor şu anda.
Düşünürsek kesin buluruz ama vakit kaybı.
Yine ara sıra protest albümler çıkıyor, ne bileyim 2003 Irak Savaşı’ndan sonra Radiohead mesela, ara sıra oluyor bunlar.
İyi ki oluyor, daha tam anlamıyla rigor mortis evresine geçmedik zaten gebermemizde.
M4NM’in uzun süredir dinleyicisiyiz. Eskiden size karşı bir elitizm suçlaması vardı atıyorum roadside.picnic’teki Lagras‘ın konu itibariyle İspanyol İç Savaşı temasına sahip olması gibi. İçeriğin; lirikal olarak da çok sofistike, referanslarla dolu ve eklektik bir dille yazılmış, anlaşılmaz görülmesi bir beğeni konusuydu ama aynı zamanda ciddi bir eleştiri noktasıydı. Bu tip eleştiriler devam ediyor mu?
Muhakkak devam ediyor, önceden bu tip eleştiriler üzüyordu beni, kafama taktığım oluyordu ama sonra umursamayı 21-22 yaş civarında bıraktım. Ben ne yapmak istediğimden emin olduktan sonra boş vermesi müthiş kolay oluyor. Lagras’ı yapma nedenim siyasi görüşümün pratiğe döküldüğü tarih sayfalarındaki yegane dönem olmasıydı, eh açıp İspanya İç Savaşı’nda taraflar kimmiş, nasıl bir ideal varmış arkasında bilmeden, yahu bu adam da entel demek daha kolay. Türkiye’de yaşıyoruz kuzen, cehalet bizde övünç kaynağı. Metinlerin çok kapalı ya da karışık olması konusuna gelirsek, benim zaten amaçladığım şey tek bir anlamı olmayan cümleler kurmak, dinleyicinin bambaşka manalar çıkarmasını sağlamak. Nihai amacım buyken nerede ne kast ettiğimi söylemek, o labirentten dinleyiciyi çıkarmak için yol göstermek çelişkili olurdu.
Yakın tarihlerde Ezhel ve Khontkar’ın içeri alınması ve akabinde gösterilen tepkiler için ne düşünüyorsun?
Bariz şekilde muktedirlerin standart gözdağı yöntemi. Ben daha kötüsünden korkuyordum açıkçası, yargılama hakkını elinde bulunduran kurumlar artık kapalı gişe vodvillere ev sahipliği yapıyor. Hakkını savunabileceğin mecralar birer ilüzyon olarak varlar sadece. Neyse ki, benim kötümserliğim bu kez ıskaladı. Korkutucu olan kısmı sanırım bunun aslında herkesin başına gelebileceğini bize bir kez daha anımsatmasıydı. Bu durumun Ezhel ve Khontkar’a patlaması iki sebepten olabilir. İlki zaten aşikar olan çok insana hitap etme ve göz önünde olma hali. Diğeri ise artık ülkenin her yerine sinmiş onursuzluğunu anonimlikten alan muhbir kültürü. Güç sahipleri senin yerine cezayı veriyor ve şikayetçi olan artık her kimse bunun vicdani sorumluluğundan kurtulmuş oluyor. Ne güzel İstanbul ya. Bence meseleyi biraz buradan okumalıyız. Yoksa nasıl müzik yaptıkları, yaptıkları müziğin falan filan olması, yok efendim buranın Türkiye olması hareketlerine dikkat etmen gerekmesi vesaire, bunlar çok tehlikeli söylemler. Bu otosansür başlarsa biteceği yer neresi olabilir ki? Bunun bir hududu olacağını mı sanıyor insanlar, umarım sanmıyorlardır.
Seni ümitvar etti mi bu kadar tepki verilmesi? Çünkü hani kaç kişi dinliyor ki’den bir baktık epey sahip çıktı insanlar.
Aslında bu denli tepki verilebiliyor olmasını görmek beni biraz üzdü. Bu reaksiyonu bugüne kadar dünyalarca şey için gösterebilirdik. Bariz ihmaller yüzünden cinayete kurban giden işçiler, devlet dersinde öldürülen çocuklar, transfobik katliamlar, organize çocuk taciz ve tecavüzleri, haksız yere işinden olan emekçiler, manasızca hapse atılan gazeteci ve öğrenciler için de gösterebilirdik, fakat göstermedik. Bu denli kitlesel bir haykırışı keşke sadece ucu bize dokunduğu için yapmasaydık. Bu konuda ikiyüzlüyüz galiba, kazanacağımızı düşündüğümüz kavgaya palas pandıras daldık. Bu dışarıda oldukları için mutlu değilim anlamına gelmiyor, sadece yanar dönerliğimize üzülüyorum.
Geleceğe dair ne gibi planların var? Müzikle hayatta kalabileceğine inanıyor musun? Sadece müzik yaparak tatmin olabilecek misin?
İnanmıyorum ama umuyorum. Sanırım bundan üç dört sene kadar önce sadece müzikle uğraşıp başka bir işi umursamamak üzerine bir karar aldım. Ne olacaksa olsun diye, oluyor da zaten. Geleceğe dair müzik ekseni dışında bir planım yok. Eylül ayında hem yeni Ağaçkakan albümüne başlıyoruz, hem Nazdrave X Rap’i kayıtlayacağız, hem de yeni bir şarkı yayınlayacağım.
Tatmin konusu?
Belli bir raddeden sonra heykel yapmak istiyorum.
Bitirirken…
Kendrick Lamar mı Childish Gambino mu?
-Kendrick.
Kool G Rap mi KRS-One mı?
Kool G.
Slug mı Evidence mı?
-Slug ya, bayağı açık ara.
Nas mı Big Pun mı?
-Big Pun sanırım.
Saian mı Karaçalı mı?
-Saian.
*Soruların hazırlanma aşamasında emeği geçen ve röportaj esnasında yanımızda bulunan banliyö. fanzin ekibinden Burak Serin, Dilge Karakaş ve Naci Mert’e ayrıca teşekkürler.