“Sevgilim! Sevgilim! Bak yine şafak söküyor…”
Yatağın bir tarafında oluşan derin çukura takılarak uyandım. Sabah olmuş, işinde gücünde insanlar yerlerini bulmuş… Bende öyle yatağımın ortasında tek başıma. Fakülteyi bitireli on yıl, üçüncü işimden ayrılalı sekiz gün, olmayacak duaya amin deyip son sarıldığım insan gittiğinden bu yana üç saat oldu. Kalkıp camdan baktım, hayat birden buğulu göründü. Bir şeyleri sevdiğim kesindi ama neyi bilmiyordum. İnil inil bir sızı sarıyordu ortalığı, benden başka gören ve anlayan elbette yoktu. Zira ben damarlarımda ağrı, eklemlerimde sızı olmadan yürümemeye and içmiştim. Kim beni, nasıl anlayacaktı ki? Bu an sürmeliydi, bu an buhur buhur tütmeliydi! Ekmek arasına salça sürene kadar, kahvaltım bitene kadar, şu yataktan kalkana kadar, güneş devrilene kadar, tekrar tekrar çal, yine söyle Ferdi Baba! Seninle yeniden çok kalabalığım!
“Dışarda hafiften yağmurun sesi, gözümde aşkımın hasret nöbeti”
Yaşım on oldu sen söylerken yine be!… Okul öncesi alınan yuvarlak burunlu yeni ayakkabılarımla fuara konser dinlemeye götürülüyorum. Jilet gibiyim, yakalı gömleğim, olur da eserse diye elime tutuşturulan hırkam, pantolon cebime koyulan mendilim… hasta değilim ama temkin çok mühim konuydu o yıllarda… Ne deniyorsa onu yapıyorduk maaile, misal televizyonda “Her eve iki anahtar” deniyordu, tez elden alıyorduk anahtarlarımızı. Ay sonuna doğru anlıyordum evdeki yokluğu, hissediyordum hep o anahtarların yüzündendi, markette alınmayan çikolata, tasarruf yüzünden kapatılan lambalar, sıkılan musluklar ve edep sahibi bir çocuk gibi hiçbir şey istememek zorunda oluşum. Ne geçiyorsa aklımdan durmadan içime atıyordum. Beden küçük içe atılanlar listesi kabarık olunca bende giderek şişiyordum.
Kutuplardan basık ekvatordan şişkince olduğum yıllardı teyzemlerin atölyede tela kesmeye başladığımda… Parça başı para alıyor, bazı ihtiyaçlarımı karşılıyordum. Ne de olsa patron yeğeniydim ama kalbim işçi ablalarla aynı şekilde atıyordu. Bir işliyordu ki ruhuma Orhan baba, Ferdi baba… Kesinlikle çok iyi insanlar olduklarını düşünmeden edemiyordum. Mine Koşan keşke burada klip çekse ne güzel olur diye içleniyordum. Kestikçe kesiyordum telamı, ağır ağır geçiyordu kanıma arabesk. Baktığım her yerde posterlerden bana uzanan yumrukları, kaşı devrik bakışları görüyordum. Kalabalık bir aileydik, birkaç babamız, derdimize derman ablalarımız vardı. Sabahtan akşama kadar ayakta çalışan, çok demli çay ve ucu ucuna sigara ekleyen ablalarımın dermanıydı bu şarkılar! Gün ilerledikçe duvarlara kazınıyordu isyan “Batsın bu dünya”, “Henüz üç yaşında bir kardeşim var, seni ondan bile kıskanıyorum”. Saat başı artıyordu sitem. Kadere isyan, duvarların dilinden üstüme akıyordu. Birinin evinde unutulmuştum ve orada çok huzurluydum.
O kavruk yüzler hiç gülmez zannederken duman, kül ve makine seslerinin arasına eniştemin yaptığı kıyağın müjdesi düştü. Fuar Ekici Över gazinosuna babalardan biri gelecek ve hepimiz gidip izleyecektik! Sonunda biz de ailemizin kalan kısmına kavuşacaktık. Üstelik biletler duhuliyedendi! Müşkülpesent dendiğinde döpiyesli çok şık bir kadından bahsedildiğini hayal ettiğime göre duhuliye bilette isminin cakasından kelli en havalı yer demekti zannımca. Demek ki babamızı bir adım mesafeden görecek, yeri geldiğinde “Anlıyorsun değil mi?” der gibi gözünün içine bakabilecektik.
“Sevgilim, sevgilim inan ki çok özledim seni”
Eniştemin minibüsü evin önüne geldiğinde en müşkülpesent halimle hazırdım. Hemen arabaya atlayıp orta yere kuruldum. Ama artık kimse tanıdık değildi. Vatkalı geniş gömlekler, pilili eteklerin içine kalın kemerler eşliğinde sokulmuştu. Gözlerin farındaki ışıltıdan, arabadaki curcunadan, kavuşmanın verdiği heyecandan kalbim dokuz sekizlik atarken ağzımı da şaşkınlıktan bıçak açmıyordu.
“Duhuliye: Sen rüyalar aleminde, yeni aşklar hevesinde”
Nihayet gazinoda yerimizi bulduk. Salonun en arkasında köşede tahta sandalyelerin olduğu bölümdeyiz. Demek duhuliye… Elime çerezim tutuşturuldu. Sahneye çıkanlar değiştikçe bizimde önümüzdeki menü değişiyordu. Maazallah kıyamet kopsa biz tıka basa gidecektik öteki dünyaya. Eylül esintisi, ve açık havanın ama en çok envai çeşit yemeği yutmanın verdiği ağırlıkla uykum gelmeye başlamıştı ki papyonlu bir sunucu az sonra Ferdi babanın sahneye çıkacağını müjdeledi. Tezahüratlar, çığlıklar eşliğinde papyon bey sahnede kaybolurken ışıklar hafif karardı. Yemek sepetleri telaşla toplandı. Ve! Ve babamız sahneye çıktı!!! Aaaağh!!! Birden ablalarım sandalyelere tırmandı, öndeki ağbiler jiletlerini çıkardı, çığlıklar içinde baba şarkıya girdi “Sevgilim! Sevgilim bak yineeee şafak söküyor!” Kıyamet kanla, gözyaşıyla şarkının içinde savrulan kalabalıkta kopuyordu. Ben, sandalyelerin arasında küçücük boyumla sıkışıp kalmıştım, babayla göz göze gelmek hayaldi ama sesi buradaydı işte! Hem de az öteden geliyordu, jiletlerin, kesilen kolların arasından geçmek mümkün değildi. Sandalyemde kapıldığına göre… Yine unutulmuştum…
Başımı önüme eğdim, ayakkabılarıma hala basan yoktu çok şükür. Gözlerimi kapatıp yavaşça sallanarak inlemeye başladım “Şimdi sen kim bilir ne duygulardasın… Belki de en tatlı rüyalardasın!” Artık bende kalabalığın kopmaz bir parçasıydım, içimden coşa coşa boyumu aşan acılar çekiyordum bir sabahçı kahvesinde. “Sevgilim sevgilim bak yineeee sabah oluyor” diyerek şarkı bittiğinde yepyeni bir dinin en imanlı müridi olarak savaşa hazırdım. Ağlıyordum ve kimse nedenini sormuyordu. Arabesk yaşama inattı, yoksulluk ve mahzunluktu, her haksızlığın haddini bildirmekti, en fazlaydı, koyuydu ve zifire yakındı. Görünmeyenin kaçak yapmış yüzüydü. Volkandı ve patlıyordu. Ölüyorduk ama gururumuz kalıyordu. Birlikteydik ve birbirimizi anlıyorduk.
Gün devriliyor, bir şeyleri sevdiğim kesin ama neyi bilmiyorum. Hissediyorum ama söyleyemiyorum.
Konuk Yazar: Ceylan Güleç