ODTÜ’de Doğan Bir Ankara Efsanesi: Siyah Beyaz

Comments (0) #Ankara, Genel, Röportajlar

Ankara gece hayatının en önemli mekânlarından biri olan Siyah Beyaz, Faruk Sade’nin öncülüğünde 30 yılı aşan geçmişiyle Ankara’da koca bir çınar gibi duruyor. 2016 yılında hayatını kaybeden Kurucu Faruk Sade’den bayrağı devir alan kızı Sera Sade ile Siyah Beyaz hakkında samimi bir röportajı, yazarlarımızdan İrem Elbir gerçekleştirdi.

34 yıldır ayakta duran bir mekan Siyah Beyaz. Hem galerisiyle hem de barıyla özellikle Ankara’nın olmak üzere Siyah Beyaz’ı kültürel miras olarak görebilir miyiz?

34 yıldır aynı yerde, aynı sahiple, aynı işi yapmaya devam etmek çok önemli. Bu bir köfteci de olabilir, bizim gibi bar ve sanat galerisi de… Ankara Siyah Beyaz açıldığından beri çok değişti, kendi sokağınızı tanıyamaz hale geldiniz, çocukluğunuzda gittiğiniz hiçbir yer artık yok. Kendinizi tanımladığınız yerler yok oldu, yok oluyor. Siyah Beyaz hep aynı yerde varolmayı sürdürdü. Ve bu maalesef bizim ülkemizde çok zor. Dünyaya baktığınızda daha çok genç olsak da Türkiye özelinde en eskiyiz.

Hem bar hem de galeri yönetimini yürütmek zor oluyordur büyük ihtimal. Peki bar müşterileriyle mi uğraşmak daha zor yoksa sanatçılarla mı?

İkisinde de insanlarla çalışıyorsunuz. Sanatçılar ve müşteriler arasında bir karşılaştırma yapmamın doğru olacağını düşünmüyorum. Sanatçılar zaten şahsına münhasır kişilerdir ama bu işin keyifli tarafı da aslında odur. Müşterilere gelince de zaten bir çoğu ikinci jenerasyon müşteri diyebilirim. Anneleri, babaları geliyormuş şimdi de kendileri geliyorlar. O yüzden mekanın ruhunu anladıklarını ve buna saygı gösterdiklerini düşünüyorum.

Uzun süre varlığını koruyan bir mekan olarak Siyah Beyaz Ankara’da değil de başka bir şehirde olsaydı bu devamlılığı sağlayabilir miydi sizce?

Ankara; Siyah Beyaz’ı Siyah Beyaz yapan en önemli faktör. Başka bir şehirde olsaydı daha başka bir yer olurdu. İlk kurulduğu yıllara baktığınızda darbe sonrası bir başkentten bahsediyorsunuz. Bunun etkilerinin hissedilmemesi imkansız. Babam ODTÜ Mimarlık mezunuydu ve bu yüzden de en başta gelen kişiler ODTÜ çevresiydi. Siyah Beyaz’a o dönemlerde komünist yuvası bile dendi. Gazetecilerin, siyasetçilerin, akademisyenlerin geldiği bir yer oldu ve aslında şehirde bir buluşma noktası haline geldi. Orda yapılan entellektüel veya siyasi konuşmalar, tartışmalar oranın ruhunu oluşturdu diye düşünüyorum. Bir fanus görevi gördü. Bu devamlılık babamın arnavut inadıyla yine sürerdi ama başka bir yer olurdu.

Siyah Beyaz ve Ankara

Siyah Beyaz’ın kendini Ankaralılık ile özdeşleştirdiği özelliği hangisi olurdu?

Tek başınıza gittiğinizde mutlaka tanıdık birini görürsünüz ve muhabbet edersiniz.Ankaralılar’ın da şehirde kendini tanımladığı şeyler yavaş yavaş yok oluyor. Şehrin dönüşümü ile ilgili siz ne düşünüyorsunuz? Şehirde zaman geçirilen yerlerde kayma var gibi mesela. Yıllar içinde Ulus’tan Kızılay’a, Kızılay’dan Tunalı tarafına ve şimdi de Tunalı’dan Farabi tarafına doğru bir yukarı çıkma hali var sanki?

Bütün şehirler için aynı şeyden bahsedebiliriz aslında. Merkezler değişebilir ama bu mekanların değişmesini ya da o dönemin isteklerine göre şekil değiştirmesini gerektirmez.

 

Değişikliklerden bahsetmişken gece hayatı kültürünün değişiminden de söz etmek gerekir. Bu değişimi nasıl değerlendirirsiniz? Özellikle gelen kitle açısından nasıl bir dönüşüm söz konusu?

Gece hayatı kültürünün değişiminden bahsetmemek elde değil. Ama değişim maalesef her zaman iyi anlamda olmuyor. İlk açıldığı zamanlarda annemlerin jenerasyonu geliyormuş, şimdi benim jenerasyonum da geliyor ve bu farklı yaş gruplarının aynı müzikle aynı yerde dans etmeleri bence paha biçilemez. Ama duvardaki fotoğraflar son yıllarda çalınmaya başladı. Bar duvarlarında bulunan siyah beyaz fotoğraflar kurulduğu ilk günden beri babamın tek tek topladığı orijinal fotograflar. Giderek çoğalmış ve şimdiki haline ulaşmış. Zaten istenilen fotoğraf bize söylendiğinde biz aynı şekilde yapıp hediye ediyoruz

Siyah Beyaz müdavimlerinin mekanla bu kadar çok aidiyetlik kurmasında ne etkili olmuş olabilir?

Geldiklerinde hep aynı şekilde bulmaları olabilir. Bir de hala ilk günden beri beraber çalıştığımız personellerimiz var. Bence en büyük neden bu olabilir.

Çocukluğunuz da dahil olmak üzere Siyah Beyaz’da çok zaman geçirdiğiniz düşünülürse oldukça fazla da anı biriktirmişsinizdir. Hem sizin buradaki hem de müşterilerle yaşadığınız ilginç ya da unutamadığınız birer anınızı anlatabilir misiniz?

Bütün çocukluğum Siyah Beyaz’da geçti. Bütün doğum günleri, kutlamalar. Anıdan çok hayatım diyebilirim. Ama bu önce sorduğunuz sorularla bağlantılı bir anı anlatabilirim. Bir gün barda dururken müşterilerden biri bana sitem ederek; “30 yıldır geliyoruz, hep aynı hep aynı” dedi. Ben de kendisine şu ana kadar aldığımız en güzel iltifat olduğunu söyledim.

Başka bir şehirde de Siyah Beyaz Galeri açmayı düşündünüz mü ya da düşünüyor musunuz?

Türkiye içinde başka bir şehirde galeri açmayı düşünmüyoruz, ama gelecekte ne olur nasıl gelişir onu bilmiyorum. Şu anda İstanbul’da bir ofisimiz var, ayrıca sergilere uygun mekanlar tutup oralarda da sergi yapıyoruz.

Son olarak bize biraz da Faruk Sade Sanat Fonu’ndan bahsedebilir misiniz?

Babamı 2016 ağustosta kaybettikten sonra O’nun adına birşeyler yapmak istedik. Fonu, babamın ODTÜ’deki Mimarlık eğitiminin ardından Paris’te edindiği sanatsal izlenimleri, 1984’te Türkiye’ye dönerek Galeri Siyah Beyaz’ı kurmasından ilhamla oluşturduk. Bu yıl ikinci desteklerimizi verdik. 35 yaş altı sanatın farklı disiplinlerinden adaylara gerçekleştirmek istedikleri projeleri gerçekleştirmeleri için destek veriyoruz. Bu sayede Faruk Sade’nin adını da ona tam yakışan şekilde yaşattığımızı düşünüyorum. Umarım beğenmiştir.

Read article

Rock tekrar yükselir mi? Politikse neden olmasın!

Comments (0) Genel, Serbest Bölge

 “1970’li yıllar önemli hem rock için hem de punk rock için bir dönüm noktası olarak düşünülebilir. Bu yıllarda punk rock ve ritüellerinin, başta İngiltere ve Amerika olmak üzere, Kıta Avrupası’nın müzik sahnelerinde önemli bir yer edinmiş, müzikte bağımsız ve alternatif söylemin yükselişinde kritik bir rol oynamıştı. Dönemin gençleri, rock müziğinin aykırı tavrını yavaş yavaş kaybettiğini, müzisyenlerin birer star haline gelip ekonomik anlamda zenginleştiğini ve popüler müziğe meşruiyet sağlayan canlılığın müzik sahnelerinde kaybedilmeye başladığını düşünüyordu. Bu noktada punk düşüncesi, özellikle yerellikle bağını koparan ve endüstriyelleşen rock müziğe karşı müzikte aradığını bulamayan gençlere hem bir ortaklık vurgusu yaratmış hem de ana akım müzik endüstrisinin dominasyonuna karşı bir antitez üretilmesine olanak sağlayan yaratıcı bir felsefi zemin üretmişti.

Özünü Kaybetmeye Başlayan Rock ve Asi Ruh Punk

Yukarıdaki cümleler, bu aralar Türkiye’de alternatif sahne üzerine yazdığım tezden minik bir kuple. Bu mini giriş, punk’ın neden o dönemde yükseldiğini belirtmek için alıntıladım. O dönemde gençler rock’ta istediği alternatifliği bulamıyordu. Rock isyankar ruhunu kaybetmiş, kendini ana akıma hapsetmişti. Kökenini 60’ların politik dünyasına dayandıran gençler, kimliklerini ifade etmek için kendilerine yeni yollar arıyorlardı. Tam da bu dönemde, punk denen bir şey ortaya çıktı. Rock’ın kaybettiği asi ruhuna sahip çıkan bu ethos, ana akıma karşı yerel unsurları savunan, gerektiğinde protestan bir yaklaşımla, ana akımlaşan her şeye karşı bir duruşa sahipti. Politikti ve dahası politizeydi. Bir müzikten türünden öte, bir kültürdü.

 

Siyasetten Kopuş ve Dijital Kriz

90’ların ortasına iyi ya da kötü direnen bu ethos, gün sonunda etkisini yitirdi ancak politika ile uzun bir süre kendini var etti. Politika isteyen gençlere, politikayı sağladı ve müzikte alternatif söylemin üretilmesinde, tahminimizin çok çok ötesinde bir alan açtı. Sonrasında müzikte politikayı kaybettik, rock asi ruhunu MTV‘ye ya da ana akıma bıraktı. Thom Yorke, The Eraser albümü ile elektronik alternatifini bizlere sundu. Ancak öyle bir albümdü ki, elektroniğin ilk ve en zirve albümüydü. (Bence) Bir daha hiçbir elektronik iş bu noktaya ulaşamadı. Kökeni 80’lere dayanan ve işçi sınıfından ziyade, üst sınıfın dinamiklerini barındıran elektronik müzik popülerleşmeye başladı, ancak elektronik popülerleştikçe, popüler müzik siyasetten uzaklaşmaya başladı. Uyuşturucu kullanımının artışı, gençlerin hipnotik ve tekrara dayalı elektronik müzik ile politikadan uzaklaşmasını sağlayan nedenlerden sadece biriydi. Elbette elektronik müzikte politik motifler vardı, ancak hiçbir zaman ne rock kadar, ne de punk kadar baskın bir noktada değildi. Olması gerek miydi? Bu da ayrıca tartışılması gereken bir konu. Ancak gençler politikadan uzaklaşırken, dünya otoriterleşmeye başlıyordu ve ekoloji başta olmak üzere yer küre bir dizi sorunla başbaşaydı.

Bunlar yaşanırken, müzik 2000’lerde dijitalleşme ile tanıştı. Dijitalleşme hem üretici bir olanaktı hem de müzik endüstrisinde bir kriz üretti. Dijitalleşme ile müzik özgürleşti. Artık bir müzisyen için, üretimlerini dağıtabilmek için majör distribüsyon ağlarına ihtiyaç yoktu. 70’lerdeki lokal plak şirketlerinin oluşturduğu alternatif dağıtım ağlarıyla nasıl ana akım firmaların dominasyonu kırıldıysa, 2000’lerin başındaki dijitalleşme ile benzer bir parallelik yaşandı. İnsanların artık müzik üretebilmek için ne teknik bilgiye ihtiyacı vardı, ne de teknik ekipmanlara. Dolayısıyla teknik geride kalmıştı artık. Teknik geride kalırken, üretimler çığ gibi büyüdü. Kalite, nicelik karşısında yıkıldı. Bu hıza rock ayak uyduramadı. Bir tür tükenmişlik sendromu içine girdiler. Punk gitmişti, veliahtı indie buna cevap veremedi, beyazın bohemine döndü. Metal bir süre kendine bir alan açsa da, o da çağa ayak uyduramadı ve bugüne geldik.

Şu an rap ve elektroniğin inanılmaz bir dominasyonu var. Bu öylesine bir dominasyon ki, başka hiçbir müzik türüne alan açılmıyor neredeyse. Eve gidiyorum rap, spotify inatla rap öneriyor, sokağa çıkıyorum arabalardan rap sesi yükseliyor, mekana gidiyorum bir şekilde rap çalıyor, okula geliyorum öğrencilerim rap dinliyor. Yani yeter!  Ancak rap de, günümüzde çıkış noktasındaki politikadan oldukça uzakta. Kapitalizm maalesef buraya da fazlasıyla eklemlendi.

Rock tekrar yükselir mi?

Çevremdeki orta yaşlı insanlar rock tekrar döner mi diye soruyolar, ki ben de artık bu sınıftayım, bende de benzer bir serzeniş var. Rock tekrar döner mi, yoksa geçmişe mazi mi dememiz gerekiyor?

Bu kadar laf salatasını, evet döner demek için yazdım. Dünya politikleşiyor. Gereğinden çok ciddi problemlerle karşı karşıya! İnsanların bir noktada politikaya ihtiyacı var. Avrupada gençler ekoloji üzerinden örgütleniyor. Trump, Putin, Maduro ya da Erdoğan gibi otoriter liderler var. Bu dönüşüm karşısında politikaya müzikte ihtiyacımız hiç olmadığı kadar var. Rock bu noktada büyük bir şansa sahip, çünkü kökeni tam da politika üzerinde şekilleniyor. Geçtiğimiz günlerde Damon Albarn müziğin daha politik olmasını gerektiğini belirtmişti. Yine Thom Yorke  yeni solo albümünün-yine elektronik olmakla birlikte- oldukça politik olacağı müjdesini geçtiğimiz günlerde vermişti. Albarn ve Yorke’a fazlasıyla katılmakla birlikte, gitar tekrar dönecekse bunun yollarından biri de politika olacaktır çünkü özünde bu var ve yükselen küresel politize ortamda, politikaya farklı sosyal mefhumlarda fazlasıyla ihtiyacımız var. Her mefhum toplumsal konulardan etkileneceği için, rock’ın tekrar yükselişi de politikayla olacaktır. Özüne dön ve kendine gel rock! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki kanda fazlasıyla ve fazlasıyla mevcuttur!

#herşeyçokgüzelolacak

Gümbür gümbür, kitleleri kendinden geçiren bir marşa sizce de ihtiyacımız yok mu? Sarı Yelekliler sokaklardayken, bir marşa ihtiyaç yok muydu? Kitleleri birleştirecek, kolektif bir ruh üretecek, otoriteye gençlerin isyanında 60’lardaki gibi kendilerini ifade edecek bir marşa, şarkıya ihtiyaç yok muydu? Fazlasıyla vardı. Bir antemik şarkı, yükseleşen otoriterleşmeye karşı çok da güzel olmaz mı? Athena’nın Her Şey Güzel Olacak’ı kitleleri çok da güzel birleştirmedi mi?

Athena örneği bu nedenle önemli. İnsanlar var olan, yıkıcı ve yakıcı dönüşüme karşı müzik tarafının sessiz kalmasını istemiyor. Bugünde bulamadıklarını geçmişten arayıp çıkardılar.  Athena örneği, fazlasıyla ihtimaller denizinin bir sonucu olsa da, insanların artık müzikten ne beklediğini de anlatıyor. Dünya bir noktaya giderken, müzisyenler ve her şeyin ötesinde rock kendi özüne dönerek, bu varoluş krizi atlatabilir. En azından sinyaller de bu yönde!

 

Read article

Milleti Üze Üze Ev Yaptıran Gruplar

Comments (0) Genel, Serbest Bölge

Radiohead ve Thom Yorke’un müzik dünyasındaki etkilerini anlatmaya ne hacet! Sadece müzikal anlamda da değil üstelik, onun kurumlarını da etkileyecek bir kapasiteden bahsediyorum.

Birçok düzeyde bu ikilinin, müzisyenler üzerindeki etkileri mevcut, bunu da anlatmaya ne hacet! Sadece bazıları çok baskın, bazıları daha ince dokunuşlarla. Hepsi bu!  İnce dokunuşlara aşinayız da, bu etkiler çok baskın olduğunda, bir şaşırmıyoruz da değil. Geçtiğimiz günlerde Josin’i dinlerken, aslında listemde çok sayıda “aşırı Radiohead etkileri” içeren grup/müzisyen olduğunu fark ettim. Bu grupların Spotify’da dinlenme oranlarının düşüklüğünü görünce ise oldukça da şaşırdım açıkçası. Sonrasında en iyisi bu grupları ben bir yazayım dedim.

Josin

Opera sanatçısı Alman Baba’dan ve Koreli Anne’den doğan Josin, geçtiğimiz yıllarda çıkardığı debut albümü hiç ses getirmeyenlerden. Ancak günümüz dünyasında bu gibi durumlara artık aşina olduğumuz da gün gibi açık. Bugün çoğu iyi müzisyen kendini ifade etme sıkıntısı yaşarken, diplerde kalıyor.

Josin de diplerde kalan iyi müzisyenlerden bir tanesi. Kendisinin müziğini tarif etmek gerekirse Thom Yorke’un yan projeleri ve  Radiohead’in Amnesiac döneminin çok baskın bir şekilde hissedildiğini söyleyebilirim. Bunun yanı sıra, nasıl bir ses aralığı varsa Josin’in, ortaya koyduğu eserlerde “Bu Thom değil mi abi?” derken buluyorsunuz kendinizi. Sakin elektronik altyapılarla alternatif bir Thom Yorke sesi arayanlar için Josin hiç kuşkusuz doğru bir adreslerden biri.

Zola Blood

Zola Blood 2014 yılında kurulan bir grup. Gariptir ki; grubun spotify istatistiklerine göre en çok dinlediği üçüncü şehir olarak İstanbul görünüyor. Ancak grubu bunca zaman maalesef İstanbul’da dinleme fırsatı edinemedik.

Zola Blood, Josin kadar diplerde kalan bir proje değil. Grup ilk EP’sini 2014 yılında çıkarmış. 2016 yılında ise “Infinite Games” adlı ilk albümlerini çıkarıyor. Özellikle Radiohead’in In Rainbows döneminin halet-i ruhiyesini andıran bu albüm, gerek vokalin Thom Yorke ağdalı vokalleri gerekse de güçlü elektronik altyapılarıyla ön plana çıkıyor. Atmosferik bir müzik arayanlar için Zola Blood oldukça ideal. Bir de Radiohead Türkiye’ye gelmiyorsa, en azından Zola Blood’ı Türkiye’de dinleyebiliriz. Bence oldukça uygun.

Kiev

Muhtemelen artık hayatta olmayan bir grup Kiev çünkü kısa bir araştırmaya grup hakkında hiçbir bilgiye erişemedim. Sadece Wikipedia’da grubun adıyla ironik bir şekilde Amerika çıkışlı olduğunu öğrendim. Bundan sonrasını onlar düşünsün! Ben elimden geleni yaptım.

Kiev de Radiohead’in izinde yürüyen gruplardan. Elektronik altyapılardan ziyade, enstrüman seslerinin daha baskın olduğu Kiev, Radiohead’in Amnesiac dönemini andırıyor. Kuşkusuz bu andırışta, metronom daha hızlı, rock tınıları ise biraz daha baskın. Grubun müziğinde klavye soloları ve saksafon kullanımı da mevcut. Özellikle saksafon grubun melodik yanını öne çıkarmış, ve oldukça da iyi bir hava kattığını söyleyebilirim.

Gariptir, artık hayatta olmayan bu grubun da en çok dinlediği 5. şehir de İstanbul. Bu duruma en az onlar kadar şaşıran bir kişi varsa, kuşkusuz o da benim.

The Envy Corps

Iowa’dan bu yazıya arz-ı endam eden The Envy Corps, Radiohead’in daha çok OK Computer dönemini andırmakta. Biraz antemik, yer yer New Order’ın ritmik hassasiyetlerine, yer yerse 90’ların shoegaze işlerine andıran sound’u ile farklılaşan grubun müziğine, fake Thom Yorke gırtlağı eklediğimizde ortaya çıkan iş The Envy Corps oluyor.

Diğer gruplar kadar baskın olmasa da Radiohead’in müziğinin etkilerinin baskın şekilde hissedildiği The Envy Corps alternatif rock sahnesinde farklı sesler arayanlar için oldukça ideal bir grup

Read article

ALARGA: “Ankara’nın kapalı hâli insanları birbirine yaklaştırıyor”

Comments (0) #Ankara, Bizim Sahneler, Genel, Röportajlar

Ankara sahnesi dediniz mi, orada oturup bir duracaksınız. Bu zamana Yeni Türkü’den Özge Fışkın’a, Çilekeş’den Son Feci Bisiklet’e, Pilli Bebek’ten TNK’ye kadar birçok önemli grubun ortaya çıkmasına sebep olan bu sahne, Alarga ile bize yine bir şeyler fısıldıyor. Ankara’nın son dönemlerde en umut verici gruplarından olan Alarga ile yazarlarımızdan İrem Elbir güzel bir sohbet gerçekleştirdi. 


Denizi olmayan Ankara’nın isminin rivayete göre gemi çapası anlamına gelen ancyra kelimesinden gelmesi ilginç. Alarga da bir gemicilik terimi, bu isme nasıl karar vermiştiniz?

Çağın: Ben de geçenlerde öğrendim, bilmem kaçıncı jeolojik zamanda Ankara’da deniz varmış. Ancyra ismi belki o kadar eskiden kalmadır. Alarga’nın ismiyse 2013’ten, “Müzik bir tanedir” fikrinin yaygınlaştığı, tarz ayrımı yapmanın sorgulanmaya yeni başlandığı zamanlardan kalma. Biz belirli bir tarzda değil, belirli bir duyumda (sound’da) müzik yapmak istiyorduk. Alarga ismi de bunun için çok güzel bir metafordu. Alargada durmuşsunuz, çapayı attığınız nokta etrafında, rüzgâra göre, dalgaya göre yönünüzü değiştiriyorsunuz; farklı tarzlara yüzünüzü çeviriyorsunuz, ama hep aynı duyumun etrafındasınız.

Ankara’da herkes herkesi tanır denilir. Bu “yakınlık” halinin müzik yapmaya nasıl bir etkisi var sizce?

Çağın: Herkesin herkesi tanımasından ziyade Ankara’da biri bir şey yapmaya çabaladığında insanlar ellerinden geldiğince destek olmaya çalışıyor. Yapılan işi sevip sevmemelerinin de pek bir önemi olmuyor. Günümüzde bu biraz kaybolmaya başladı gibi geliyor. Ana akım, alternatifin ana akımı, alternatifin alternatifi arasındaki dayanışmada uçurumlar oluşmaya başladığını hissediyorum.

Ozan: Kendinizi daha güvende hissediyorsunuz. Dayanışma oluyor herkesin arasında.

Ankara’nın alternatif müzik piyasasına etkisini ve özellikle mekanların bu konudaki tutumunu nasıl görüyorsunuz? Yeteri kadar destek olduklarını düşünüyor musunuz?

Çağın: Mekânlar da Ankara insanı gibi sevip sevmediklerine, para kazandırıp kazandırmayacağına tahmin ettiğinizden çok daha az önem vererek destek olmaya çalışıyor. Tabii bu söylediğim sadece ana akım sanatçıların çıktığı mekânlar için geçerli değil, çünkü oralarda hiç çalmadık. Alternatifin ana akımı ve alternatifin alternatifi mekânlar destekliyor, ancak onlar da dinleyiciler ve müzisyenler gibi birbirilerinden kopmuş durumda.

Ozan: Ülkemizin koşulları ve dönemin etkileri düşünüldüğünde ister istemez daha maddi odaklı düşünmek zorunda kalıyorlar, ama bu da bana normal geliyor. Fakat piyasanın önde gelen mekânları bu konuda olabildiğince destekleyici.

Mekanlardan bahsetmişken dinleyicileri es geçmek olmaz. Ankara dinleyicisi seçicidir denilir. Bu doğru mu sizce yoksa sadece bir şehir efsanesi mi? Ankara dinleyicisi için ideal kitlelerden biri denilebilir mi?

Ozan: Bunlar biraz 80-90’lardan kalan şeyler sanırım. Tabii ki her şehirdeki hissiyat farklı, ama o fark eskisi kadar değil gibi. Ankara özellikle seçicidir gibi bir durum halen var mı, pek emin değilim.

Ankara için Seattle benzetmesi çok yapılır. Peki bunun sebebi yalnızca “grilik” ve “kasvet” olarak açıklanabilir mi? Ankara’nın müzik sihri nereden geliyor?

Çağın: Sanırım 90’larda Ankara’dan çıkan ve takip eden yıllarda Türkiye’de yapılan müziğe önemli katkıları olan müzisyenler bu benzetmenin temelini oluşturuyor. Ankara’da o dönemde vakit öldürecek şeylerin azlığı, 80 sonrası ithal enstrüman ve iyi ekipmana erişimin kolaylaşması ve bu durumun kıymetinin çok iyi bilinmesinin etkileri 90’larda ve 2000’lerin başında kendisini gösterdi. Ankara’nın müzik sihri o zamanlar müzik çalışmaktan daha iyi bir şeyin olmamasından geliyormuş sanırım. Şu anda durum hâlâ böyle mi emin değilim.

Ozan: Şehrin müziği etkileyen bir yapısı olduğu aşikâr. Ankara’daki yaşantı, insanlar, diyaloglar, düzen vb. her şeyin etkisi mevcut. Grilik ve kasvet var, evet, ama Ankara’nın bu kapalı hâli insanları birbirine yaklaştırıyor bence. Samimiyet ve duygular çok daha ön planda gibi. Olumsuz görünen şey bazı noktalarda insanı olumlu yönde beslemeye başlıyor. Belki sihir budur.

İlk albüm Mono’da İngilizce şarkılar da vardı ama “Bilmende Fayda Var” tamamen Türkçe şarkılardan oluşuyor. Bu değişikliğin nedenini öğrenebilir miyiz?

Çağın: Bilmende Fayda Var sürecinde yaptığımız, ama sonradan Bilmende Fayda Var’da yayınlamamaya karar verdiğimiz 6 İngilizce şarkı var. İngilizce ve Türkçe şarkıları Türkiye’de karışık yayınladığımızda Türkçe şarkıların arasında İngilizce şarkıların kaybolduğunu gözlemledik. O nedenle İngilizce şarkıları ikişer şarkılık kısaçalarlar olarak yayınlamayı planlıyoruz. Ancak henüz nasıl ve nereden yayınlayacağımızla ilgili bir karara varmadık. Bilmende Fayda Var sonrasında aralarına eklenen yeni şarkılarla beraber harmanlayıp, 2019’un sonbaharına kadar bekleyeceğiz sanırım.

Müziğin dışında görsellerle de dinleyiciye hikayeler anlatıyorsunuz. O yüzden albüm kapaklarının hikayesini öğrenmek isteriz çünkü çok güzeller ☺

Çağın: Her iki albümde ve “Bu Şehrin Zaptiyesi” teklisinde Tuba Mücella Kiper ile çalıştık. Mono öncesinde SoundCloud üzerinden Mono’daki şarkıların altısını içeren üç kısaçalar yayınlamıştık. Her ikili kendi içinde bir bütünlük yaratıyordu, kısaçalarların kapakları da o bütünlükten esinlenerek ortaya çıkmıştı. İlk kısaçalar Uzakta’nın kapağı Eren Özgül’ün çizimleriyle, Inside Out ve 25.09 ise Zeynep Kılıçoğlu’nun fotoğraflarıyla ortaya çıkmıştı. Albüm kapağında ise kısaçalar kapaklarının müzikal olarak bulundukları bütünün içerisine görsel olarak yerleştirmek istiyordum. Bu alanda bir becerim olmadığı için kafamdakini anlayıp, fiziksel dünyaya dökebilecek birini bulmam gerekiyordu. Tuba bunu yapmakla kalmadı, hayal ettiğimden çok daha ileriye götürdü ve ortaya o güzel kapak çıktı. “Zaptiye” ve Bilmende Fayda Var’ın kapakları için ise demo kayıtları almaya başlar başlamaz Tuba’yla iletişime geçtik. O da önce güzel logomuz ve “Zaptiye”nin şahane kapağıyla, sonra da Bilmende Fayda Var’la çıkageldi.  

Mono albümü Ankara’da bilindik yürüme rotalarında (benim için özellikle Tunalı-Kızılay hattı) dinlenilmesi gereken bir albüm. Peki sizce Ankara’da belli yerlerin/mekanların şarkıları olsa hangi şarkı nereye ait olurdu?

Çağın: Mono’nun uzun yola daha çok yakıştığını düşünüyorum. Bilmende Fayda Var’daki çoğu şarkı ise dünyanın yuvarlak ve tek olmasından mütevellit, belirli mekânlardan ve zamanlardan ziyade, çeşitli mekânlardaki ve zamanlardaki farklı farklı insanı hatırlatıyor. Ama sanırım şu şarkıların mekân karşılıkları var.

“Hiçbir şey yokmuş gibi yapmayın”: Ulus Gar Meydanı

“Ankara küçük”: Corvus

“Gezegen tuzağı”: Ankara’nın tutmamış bütün müzik mekânları, yeterince dinlenmemiş tüm grupları, müzisyenleri.

“Bu şehrin zaptiyesi”: Ankara Arkabahçe Çizgi Roman Dükkânı. Benim en yakından tanıdığım zaptiye orada yaşıyor.

Ozan:  Bu çok kişisel ve dönemden döneme değişebilen bir şey bence. Şu anda şu şarkı derim, yarın başka bir havada, başka bir kafa yapısıyla, başka bir hissiyatla aslında burası buna daha uygun diyebilirim.

Bu 5 kelimeyi duyduğunuzda aklınıza gelen ilk şeyi söyleyebilir misiniz?

Seğmenler Parkı:

Çağın: Kıymet bilmeme. Seğmenler’in yeri birçoğumuz için çok ayrıdır. Son iki-üç yıldır artan taleple kolektif bir park kirletme başarısına imza atıldı. Parka yazık oluyor.

Ozan: Tuvalet yok ama candır.

AŞTİ:

Çağın: Sizi ilk otobüsle İstanbul’a göndermeye çalışan abiler.  

Ozan: Atom bombası.

Ankara döneri:

Çağın: Mutlu.

Ozan: Vazgeçilmez.

Güvenpark:

Çağın: 13 Mart 2016

Ozan: Dolmuşlar ve çiçekçiler

Hakan: Polis

Dinozor:

Çağın: Galvaniz

Ozan: Jurassic Park

Read article

Gavin Hayes: “Yeni Dredg Albümü Daha Rock Sound’lu Olacak”

Comments (0) Dünyadan, Genel

Uzun süredir yeni çalışmalarda bulunmayan alternatif rock grubu Dredg, Aralık 2019’da yeni albüm hazırlıklarını başladığını duyurmuştu. Hayranlarını oldukça heyecanlandıran bu haber ile grup en son 2011’de çıkardıkları albümünden tam 8 yıl sonra suskunluğuna bir son vermeyi hedefliyor.

Grubun vokali Gavin Hayes, albümün detaylarını geçtiğimiz günlerde katıldığı The Barnshow Podcast adlı podcast yayınında paylaştı. Bu podcast’te yeni albüm dışında grubun verdiği uzun ara, dinleyicilerinin Chuckles and Mr. Squeezy albümüne verdiği tepkiler ve yeni albümlerine bu sefer nasıl yaklaşacaklarına değindi. Konuşulanların arasında dinleyicilerini mutlu edecek en önemli şey, kuşkusuz pop ve elektronik tandanslı son albümlerinden ziyade,  daha rock bir sound’a sahip olacağı olsa gerek.  Hayes’in 8 yıllık ara ve yeni çalışmaları hakkında söyledikleri şu şekilde;

“Biz beraber müzik yapmayı seviyoruz, ana şey bu. Bizi dururken gerçekten düşünemiyorum. Sadece bir süreliğine herkes kendi işini yaptı ve sonrasında tekrar yazmaya devam ediyoruz. Yani, bence başka bir şey yapacağız ve birçok insanın “Ah, tekrar bir araya mı geliyorsunuz?” diyeceği hep aklımızdaydı. Ama ben hiçbir zaman gerçekten- ve hiçbirimiz, grup için de konuşursam- bizi ayrı olarak görmedim. Sadece, herkes kendi hayatını yaşamaya ve kendi işini yapmaya gitti. Mark başka bir gruba (Black Map) başladı ve herkes bir dallanıp budaklandı ve gruptan ayrı olarak kendi hayatlarını yaşadı. Kayıtlar arasında boşluklar olsa da bence bu sağlıklı ve uzun ömürlülük için en iyisi.”

“Sanırım amaç bu yıl bir tane albüm çıkarmak ve bundan sonra bir tane daha koyarsak şaşırmam. Kim bilir, belki bundan sekiz yıl sonra ya da on ya da dört. Kim bilir! Açıkçası artık genç değiliz, bu yüzden engel olan birçok şey var. Bizi müzik yapmayı seven dört kişi olarak görüyorum ve neden bunu yapmayı bırakacağımızı anlamıyorum.”

“Durmak için bir neden yok, yapmayı sevdiğimiz şey bu ve yapabildiğimiz sürece devam edeceğimizi düşünüyorum.”

“Son albümümüzü pek çok kişi beğenmedi. Fakat o albümdeki şarkılar bizim elimizdeki b-side’lardı ve en nihayetinde bunlar da bizim aklımızın bir tarafındaki müziklerdi. Bu b-side kayıtları, Dan The Automator birkaç beste daha ekleyerek tamamen eğlence amaçlı bir şekilde kaydedebileceğimizi önerdi ve son albümümüzde tüm olan biten de buydu.”

“Yeni albüm, dolayısıyla oldukça büyük bir dönüşü de işaret ediyor. Bunu geçmişe dönüş olarak nitelendirebilir miyiz emin değilim, ancak içerisinde bulunduğumuz orta yaş sendromu bizi, daha rock tandanslı bir müzik yapmaya itecek gibi gözüküyor. Bazı insanlar bunu duymaktan hoşlanacaktır, ancak bazıları ise eminim bunu da beğenmeyecektir.“

“Biz küçükken müzik yapan, ve bunu sadece yapmak için yapan kişilerdik. Çünkü müzik yapmayı seviyorduk. Kendi aramızda yine benzer bir duygu var, yine kendimizi bir odada müzik yaparken gibi hissediyoruz çünkü birlikte müzik çalmayı seviyoruz, grupta arkadaşlar olarak birbirimizi seviyoruz. Dolayısıyla sonuçta daha iyi işler çıkaracağımızı düşünüyorum, ya da en azından ben bu şekilde düşünüyorum çünkü biz yapmak istediğimiz işi yapacağız. ”

“Bazı prodüktörlerle tanıştık, bu endüstride çalışan insanlar bize bazı önerilerde bulundu. Sonuç olarak kimle konuşursak konuşalım çoğunluk benzer cümleler kuruyor, onlar da genelde şu şekilde oluyor: “Kayıtlarınızı kendiniz için yapın, fanlarınız için ve sadece eğlenin” diyorlar.”

Read article

30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Yeni Tool Albümü

Comments (0) Dünyadan, Genel

Yaptıkları her işte limitleri zorlayan  nadide grubumuz Tool en sonunda, yani en azından müzik dünyası açıklamalarını bu şekilde değerlendirmek istiyor, yeni albümlerinin çıkış tarihini 30 Ağustos 2019 olarak belirtti. Tabii bu tarihin altından da, garip başka bir durum da çıkabilir. Kendileri sağolsun bizleri şaşırtmayı şiar edinmiş gruplardan biri olduğu için müzik dünyası bu tarihe de kuşkuyla yaklaşsa da, artık albümün çıkış tarihinin netleştiğini belirtmemiz gerek. Bugün attıklarıyla tweet’le, grubun Birmingham, Alabama performansında  barkovizyondan 30 Ağustos Zafer Bayramı tarihini paylaşması ile ve hatta Maynard’ın konser sırasında barkovizyondaki bu görüntüyü konsere gelen ziyaretçileri sosyal medya mecralarında paylaşmalarını söylemesi ile artık albümün 30 Ağustos 2019‘da çıkacağına kesin gözüyle bakabiliriz.

Read article

13 Yıllık Tool Hasretinde Sona Geliyoruz: Invincible ve Descending

Comments (0) Genel

13 Yıldan bu yana biz fanileri bekletmekte hiç bir sıkıntı görmeyen Tool, en sonunda önümüzdeki gün/ay/yıllarda! yayınlanacak yeni albümden  Descending ve Invincible adlı iki şarkıyı geçtiğimiz günlerdeki Amerika turnesinde çaldı. Descending geçtiğimiz konserlerde enstrümental olarak çalınan bir şarkıydı, ancak bu kayıtlarda şarkılar sözleriyle birlikte performe edildi. 12 dakikalık gümbür gümbür bir progresif bir rock şarkısı.

 

Diğer şarkı ise Invincible. Bu şarkıyı da bir şehir efsanesi olarak farklı konserlerde duyulduğu iddia edilen ve bir reddit yorumuna göre de şarkının konser kayıdından çok daha uzun olduğu belirltilen Invincible’a ait. Bu şarkının mevcut youtube kayıtları çok iyi olmasa da, yine de Tool’un nerede bırakmıştık biz bu işi tadında, 10.000 days albümünün sound’unu andırdığını belirtmemiz gerek.

Bu iki şarkıyla bizleri 13 yıl sonunda biz fanileri mutlu eden Tool grubuna buradan teşekkürlerimizi sunuyor, önümüzdeki maçlarda da şu albümü artık yayınlayın diyoruz: Yeeeeter Maynard James Keenan Yeteeerrrr!

Read article

Maaşlar banka hesabına yattığında dinlenecek şarkılar

Comments (0) Genel

Ekonomik kriz, artan fiyatlar, enflasyon derken kendimizi adeta birer ekonomist olarak bulduğumuz dönemler yaşıyoruz. En son SWAP konusunda bayağı bir bilgilenmiştik, bakalım önümüzdeki maçlarda ne gibi ekonomik terimler karşımıza çıkacak. Bu ekonomik gündem içerisinde  maaş günü biz fakirleri garip bir haletiruhiyeye sokuyor. Peki ay başında ne dinlenir? Bu sorudan yola çıkarak size güzel bir liste hazırladık.

Read article

Dilber Ölmek Zorunda Mıydın?

Comments (0) Bizim Sahneler, Genel

Bizim bir whatsapp grubumuz var. Yaklaşık gün içerisinde 600 taneye yakın mesaj gönderiliyor. Dün gece İrem, Dilber Ay vefat etti dedi. Aznaur ise hemen karşılık olarak “Ölmek Zorunda Mıydın?” dedi. Aznaur’un ince göndermesini anlamayan ben, “Bir Gün daha yaşasaydın” diyerek konuyu devam ettirdim. Oysa Aznaur, orada Dilber Ay’ın Cüneyt Özdemir ile yaptığı bir röportajda yaşanan neşeli bir anı anlatmaya koyulmuş. Biraz geç anladım, ancak anladığımda Dilber Ay’ın samimiyeti ile geç de olsa tanışmış oldum.

Dilber Ay, şöyle bir kadındı, şöyle iyi bir müzisyendi demekten ziyade, Dilber Ay’ın neredeyse her yerde karşıma çıkan samimiyeti üzerine cümleler kurmak isterim. Samimiyeti bu ülkede kaybedeli çok oldu. Etik dışılığın, yeni bir norm olduğu Yeni Türkiye’de, samimiyet kaybettiklerimiz arasında. Samimiyetine inandıklarımız da her geçen gün birer birer bu ülkeyi terk ediyor. Bazısı gidiyor, bazısı bir daha hiç gelmemek üzere bu dünyadan ayrılıyor. Samimiyetine dair ekşi sözlükten bir entry’i buray bırakmak isterim;

“şu hayatta ne kadar güzel insan tanıdıysam hepsi de gapitalizimden nefret ediyorlardı. benim böyle şeylere pek ahlım ermez gardaş… ama bu gapitalizimin çoh şerefsiz bir şey olduğu besibelli…”

vecizesinin sahibi tatlı kişi.”

Samimiyetin en güzel karşılıklarından biri olan Dilber Ay’ı dün akşam kaybettik-ki zaten çok geç de kavuşmuştuk. Erken gitme hali bir tür klişedir, ancak Dilber geç gelip, erken gidenlerden oldu. Henüz 63 yaşında gözlerini hayata kapatan Dilber, ülkemizin en samimi ve önemli türkücülerinden biriydi. O meşhur gırtlağıyla uzun havaların vazgeçilmez ismiydi. Barak havası denen Antep yöresi havaları en çok onun sesine yakışırdı. Sigaralı gırtlağı, Barak havalarına öylesine yakışırdı ki, kendinizi rakı bardağında balık zannederdiniz. Ancak onunla çok geç tanıştık. Biz onunla tanışana kadar kendisi iki kez demir parmaklıklar ardına düşmüştü bile. Bir kez evlendi, bu evliliğinden 2 çocuğu olmuştu ancak mutlu değildi ki, bu evliliğine son verme kararı aldı.  60’a yakın çıkardığı albümle türkücülerin divası olarak hayatımıza dem vurdu, ancak popüler kültürün bir parçası olan hayatımız onu oldukça geç tanıdı. Popüler kültür onunla Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem Gülmez’in yönettiği Beynelmilel filmiyle tanıştı, ancak çok geç tanıştı.

Samimiyete hasret olduğumuz şu günlerde, “Gardaşım” deyişiyle kendisini çok özleyeceğiz.

Read article

Bir Portre: Hope Sandoval

Comments (0) Bir Portre, Genel

Hope Sandoval’ın The Telegraph’a verdiği röportajın başlığı yalnız kalmak istiyorumdu.. Röportajı okurken “galiba benim yazının başlığını da bulmuş oldum böylelikle” diye iç geçirdim. Hiç şaşırtıcı bir cümle değildi benim için. Hatta biraz düşünsem, başlık için bu anlama gelecek farklı bir kelime grubu bile seçebilirdim, ama gerek kalmadı.

Çoğumuz Hope Sandoval’ı Mazzy Star’ın minyon ve kendi halinde vokali olarak biliyoruz. Dönem insanları için kuşkusuz, bir vokalden de ötesiydi. Sahnede gözlerini kapatan, utangaç tavırlar içerisindeki bir kadındır.. Adının aksine, umutsuzluk getirir insanın aklına… Adı büyük bir tezatın ta kendisidir. Slowcore denilince aklıma gelen ilk seslerden biri, Fade Into You’daki vokal girişidir; yalnızlık ve sakinlik. Yalnız bir kadının sakinliği… Aslına bakılırsa, Slowcore benim için Hope’un ta kendisidir…

Ancak bu durumun benimle sınırlı kaldığını hiç zannetmiyorum. Hope, Slowcore ya da Sadcore (ne denirse densin) üzerine bir sohbete girişildiğinde akla gelen ilk seslerden biridir. Hope, Fade Into You gibi çıktığı dönemde binlerce kopya satmış, birçok önemli filmin ya da dizinin soundtrack’inde yer almış bir şarkının sesidir. Kırılgan Hope vokali olmasaydı, Fade Into You bu kadar etkileyici olur muydu sahi?

Slowcore ve Amerika Kırsalı

Slowcore ve Hope birlikteliği 90’lı yıllara dayanıyor. 90’larda Amerika kırsalında yaşayan bir grup genç için yaşanılan dünya bir tür tezatı ifade ediyordu. Kırsalda doğup büyümüş, içine kapanık, sakin, yer yer depresif bir grup insan, küreselleşme çığlıkları atılan dünyaya inat, sakinlikten yanaydı. Kırsalda yaşayan gençlerin müziğe yansıması ise sakinlikten, yani kırsalın sakinliğinden başka bir şey olmayacaktı pek tabii- sinema karşılığı için bkz Amerikan bağımsızları.–

Slowcore elbette akustik bir sound, düşük tempo, genellikle delay’lere bürünmüş hüzünbaz bir gitar, yer yer ambient bir tavır, minimal aranjmanlar ve kırgın lirikler vaat edecekti. Slowcore neo-liberalizm ve küreselleşme çığlıkları atılan bir 90’lar dünyasında, 70’lerin umutlarını yer yer oldukça karanlık bir tabloda barındırma çabasıydı. Bir nevi tutunabilme hikayesiydi de aynı zamanda…

Kırsalın Çelişkisi

O dönemin gençleri, hem yeniden etkilenecek hem de Folk Rock ya da Americana’dan kopamayan bir türü üreteceklerdi. Kırsalda yaşayanın büyük çelişkisi yine ortaya çıkıyor işte; modern olmak ya da olmamak. Mazzy Star 2013’te “Seasons Of Your Day”i çıkardığında Uncut’a verdiği bir röportaj var. Bu röportajın özellikle ilk bölümü, tam da modern ve geleneksel arasında kalan çelişkiyi gösteren birçok örneğe sahip.

Slowcore böyle doğdu diyebilirim. Üzerine eklenenlerle 90’lardan bugüne şöyle bir Slowcore kadrosu çıkarabilirim size. Cat Power, Hope Sandavol, Anna Lyne Williams, Mark Linkous, Mark Kozelek ya da Jason Molina… Buradaki müzisyenlerin çoğunluğunda görülen bir durum var; çekingenlik ya da içe kapanıklık.

Hope Sandoval

Sparklehorse’un beyni Mark Linkous intihar etmiş, Chan Marshall alkol kullanımı nedeniyle bir dönem müziği bırakmış ya da seyircilerin kendisine gülmesi nedeniyle sahnede hüngür hüngür ağlamış. Türkiye’ye kadar gelip göremediğim Tigress gibi akustik balladlarıyla gönüllerde yer etmiş Jason Molina ise 3-4 yıl önce hastalığı nedeniyle ölmüştü. Bu kadar aksilik, bir müzik türünde bir tesadüf olarak düşünülemez.

 

Amerika kırsalı 90’larda böyle bir sound ve ruh hali teslim etti. İnatla, böyle bir dünya da var dedi. Bu nedenle Hope, çoğu zaman bizi şaşırtabiliyor. Modern zamanlarda yalnızlığı övmek ya da utangaç olmak, bizler için bir tür anomali gibi bir şey adeta. Başrolünde Hope’un olduğu Mazzy Star ve Hope Sandoval and The Warm Inventions ise bu serüvenin en değerli yolculuklarından.

Hope Sandoval ve Mazzy Star

Mazzy Star 90’lı yılların alacakaranlığında ortaya çıktı. Dünya o dönemde neo-liberalizm adlı bir eğlence bulmuştu. David Roback ve Hope Sandovalgibi iki sıradan karakter ise bu çığlıkların aksine sakin bir hayat yaşıyordu. David Roback’ın gençliği The Doors, Love ya da Velvet Underground gibi grupları dinleyerek geçmiş. Hope ise abisinin mahalledeki gangsterle yaşadığı sıkıntılar nedeniyle bıçak sırtında bir gençlik yaşamıştı. Ergenliği genelde sessiz ve içe kapanık bir şekilde geçmişti. O da Roback gibi gençliğinde The Beatles dinlemekten hayranlık duyuyordu. Yolların kesişme anını Hope bize şu şekilde anlatıyor Uncut röportajında. “İkimiz de birbirimizin yaptığı müziği seviyorduk.”

Hope başka bir röportajında 90’ları efsanevi zamanlarolarak değerlendiriyor. Mazzy Star tam da böyle bir alacakaranlıkta ortaya çıkıyor. İkilinin yolları kesiştiğinde ortaya çıkan şey ise Mazzy Star’dı. Hope içine kapanık haliyle grubun duygusal tarafını, Roback ise ruhani tarafın teknik detaylarıyla ilgileniyordu. Bu iş bölümünün patlama noktası elbette Fade Into You ile olacaktı… Fade Into You, Hope’un adını hiçbir zaman vermediği eski erkek arkadaşı hakkındaki itiraflarından oluşuyordu. Hope, bu şarkıda geçmişteki bir ilişkisinde yaşadığı hayal kırıklığını dile getirir. İlişkinin hayal ettiği gibi olmamasını samimi ve naif bir dille anlatır;

“I look to you and I see nothing

I look to you to see the truth”

“Sana bakıyorum ve hiçbir şey göremiyorum,

Oysa sana gerçeği görmek için bakıyorum.”

 

İlişkiye dair ne kıran, ne döken iki kıta. Ancak yine de acıtıyor. Fade Into You’nun bulunduğu “So Tonight That I Might See” 1993’te bir milyodan fazla kopya satarak, yılın en satılan albümleri arasında platinumsertifikasını aldı. Fade Into You birçok dizide kullanıldı. Şu an ilk sahneye çıktığı günkü utangaçlığını koruyor. Hatta arkadaşlarıyla kayıt yaparken, görüşmemeyi tercih ettiğini söylüyor, özellikle internet teknolojilerinin bu işte çok işe yaradığını da belirtiyor.

17 Yıl Sonra Çıkan Bir Albüm: Among My Swan

Hope, Mazzy Star’ın Among My Swan’den tam 17 yıl sonra bir araya gelişini, geldiğinde, “biz zaten sürekli bir şeyler kaydediyorduk” diyerek esasında fiili ve duygusal bir ayrılığın olmadığını da özetliyordu. Hatta, “Seasons of Your Day”de çalınan bazı şarkıların, grubun kurulduğu zamanlarda kaydedilen şarkıları da barındırdığı belirtiliyor.

2013’te yayınlanan Mazzy Star albümü de üzerinden yıllar geçse de aynı tadı verebildi. Halen aynı sakinlik, sessizlik mevcut… Son albümlerinde de yollarından pek sapmadan devam etmişlerdi. Albüm çıktığında birkaç majör media outlet haricinde, neredeyse tüm kanallarda 8/10’luk bir albüm yapmışlardı.

Benim durduğum yer ise bazı grupların hiç değişmemesi gerektiği üzerine. Hope bunu yıllardan bu yana gerek naifliğiyle gerekse de kendi halindeliğiyle değişmeden anlatıyor. Hope hiç değişmedi. Oysa Hope’un yola çıkarken modern ve geleneksel arasında şekillenen bir ikilemi vardı. Bu ikilem sanki halen devam ediyor. Halen Americana ya da Folk Rock etkileri var, ancak modern rock da şarkılarında önemli bir etken ve yeniyi takip etmeye çalışıyorlar.

Hope Sandoval and the Warm Inventions

80’lerin sonu, 90’ların başı… Brit Pop’un sürekli pohpohlandığı bir dönem. Yine bir grup genç, sürekli olarak pohpohlanan Brit pop’a kıyasla daha atmosferik bir müziğe yelken açıyordu ve shoegaze olarak adlandırılan bir türü ortaya çıkarıyordu.

Jesus & Mary Chain, Cocteau Twins ya da My Bloody Valentine gibi grupların öncülüğünü ettiği bu tür, temel olarak 1960’ların saykoledeliğine göndermelerde bulunuyordu. Slowcore Amerika’daki büyük dönüşümün tam kırsalında Slowcore ortaya çıkarken, Büyük Britanya’nın gençleri ise daha atmosferik bir sound ile dönüşüme direniyorlardı. Farklı kıtalarda, benzer hikayeler ve ikilemler ile…

Hope Sandoval ve Colm Ó Cíosóig

Geçmişleri belki de karbon kopya kadar birbirine benzer iki kişinin yolu, 2000’li yıllarda bir araya geldi. Bir yandan Mazzy Star ile tahmin edemeyeceği, belki de hiç istemediği bir popülürlerlik elde eden Hope, bir diğer yanda ise My Bloody Valentine’ın halen aktif üyesi Colm Ó Cíosóig. Bu ikili bir araya geldiğinde ortaya çıkan şey ise; Hope Sandoval and The Warm Inventions.

İlk albümleri Bavarian Fruit Bread’i çıkarttıklarında Amerika 11 Eylül ile sarsılıyordu. Direndikleri dönüşüm, büyük bir ikonun-ikiz kulelerin– çöküşüyle başlamıştı. Ancak o ikonun çöküşü, onları 70’lere götürmedi, sadece yüzlerce masum insanın hayatını kaybetti. Debut albüm grubu ne shoegaze’e yakınlaştırdı, ne de Slowcore’a.

Yakınlaştıkları alan folk rock oldu. 2001 yılında çıkan albüm, akustik tınıların daha ön planda olduğu, elektrikli enstrümanların neredeyse düzenlemelerde hiç yer almadığı bir albümdü. Bu albüm, tamamen geleneği seçen bir debut’tu. O kırsalda büyüyen gençlerden, 11 Eylül gibi bir faciadan sonra ise gelenekten kopmak da beklenemezdi. Yüzlerini geleneğe döndüler. Belki de geçmişe daha da bağlandılar.

İkili debut albümden sonra tam 9 yıllık bir sessizliğe girdi. Bu sessizlikteki en temel durum ise, 11 Eylül’ün yaratmış olduğu ruhsal tahribattan başka bir şey değildi. Hope bunu “etrafımızdaki bomba patlama korkusu, müziği üretmemize de engel oluyordu” diyerek açıklıyor.

“Through The Devil Softly” çıktığında aldıkları tepkiler, folk olan tarzlarının, görece de olsa ambient bir tavra doğru yöneldiği üzerineydi. Ee!… Bu biraz beklenilen bir sonuçtu. Öte yandan, Colm’un arka planını ortaya çıkan ürünü de etkilemişti. Örneğin, Artık Hope’un vokalini “kendi halinde bir atmosferik hal” olarak da değerlendirebiliriz. Müzikte artık elektrik de vardı, gitarlar bazı şarkılarda elektriğe bulanmıştı. Biraz da delay’lar artmıştı. İkili ne Slowcore, ne de shoegaze yapıyordu. Tam da orta noktada buluşmuşlardı sonunda.

Sonuç Yerine

Slowcore’un temelinde sakinlik büyük yer tutuyor kuşkusuz. Bu sakinliğin dehlizlerinde ise kırsaldaki hayat yer alıyor. Bu yazıda, 90’larda kırsal ve müzik ilişkisini hayranı olduğum Hope üzerinden anlatmaya çalıştım. Hope Sandoval gençliğinden şu anki müzikal kariyerine kadar, bu ilişkiyi gözlemlemek çok da zor değil. Bunu bazen sahnedeki duruşuyla, bazen içe kapanıklığı ya da yalnızlığıyla, bazense Slowcore’dan asla uzaklaşamamasıyla anlayabiliriz. Kuşkusuz bu metin, Chan Mashall, Mark Linkous ya da Mark Kozelek üzerinden de yazılabilir. Bu müzisyenlerin çoğunluğunun hayatında benzer hikayeler var, ya da vardır muhtemelen. Birazcık deşildiğinde benzer kaybeden hikayeleri çıkacaktır. Lafın kısası Slowcore çoğunlukla Amerika kırsalının 90’lardaki bir fotoğrafı gibi. Bu fotoğraf ise gri, puslu ve yalnız… Her şeye rağmen umut veren Hope ise bu fotoğrafın en güzel yanı…

 

Read article