Peter Murphy : Karaya Çıkan Yunus

Comments (0) #Ankara, Genel

Ankara dosyamız için ne yapsak diye düşündüğümüzde ilk olarak Ankaralı gruplar sorusuyla yola çıktık, sonra mekânlar dedik, sonra ise içimizden bir arkadaş Peter Murphy dedi. Nam-ı diğer Bauhaus‘un cool solisti, Beyhan Murphy’nin sevgili eşi, Post-punk’ın gotik prensi, yıllarca Ankara’da yaşamış, MFÖ‘den Mor ve Ötesi‘ne kadar birçok yerli grup ya da müzisyenle  işlere imza atan güzel insan.  O an aşırı yükseldik, ancak Peter Murphy’i nereden bulacaktık. Sonrasında aklımıza Peter Murhpy yapılan ve bir efsane olduğunu düşündüğümüz ROLL‘un 132. sayısında yayınlanan bir röportaj geldi. Sonrasında bu röportajı buraya taşımaya karar verdik. KARŞINIZDA BAUHAUS SOLİSTİ PETER MURPHY ve onun Ankara’sı.

“Post-punk’ın en okkalı gruplarından Bauhaus, çeyrek asır aradan sonra gıcır gıcır “Go Away White”ı yayınladı. Hızlı 80’lerin yorgunluğunu uzun yıllar yaşadığı Ankara’da atan, son zamanlarda da İstanbul’a taşınan şarkıcı Peter Murphy’nin gene başına ekşimenin tam sırasıydı… Bauhaus turnesinden Türkiye’ye dönüşte kapağı Cunda’ya atınca kendisine şehirlerarası bir telefon çaktık, “Deep” albümündeki klasiklerden “Go Away White”a uzandık.

Bu bir “Roll Call”, dolayısıyla “Deep” albümünüzdeki “Roll Call” la başlayalım mı?

Peter Murphy: Ben şarkılarımı genellikle bir fikirden yola çıkarak yazarım. “Roll Call”un, bildiğiniz gibi, birçok anlamı var. Bunlardan biri, okulda veya askerde yapılan yoklamadır. Bir de toplumsal olarak yapılan bir yoklama vardır. Bu kavramı bir şarkı olarak düşünmeye başladım. Genelde hızlı yazarım, fazla düşünmeden aklıma gelenleri kağıda dökerim. Çok fazla düşünürsen olmuyor, bozuluyor. (gülüyor) Yazdıktan sonra bir kenara koyuyorum. Sonra yazdığım dizelerden bir seçme yapıyorum. “Roll Call”daki fikir şu: Fan olunca, bir grubun veya bir takımın fanı olunca, kendini sınırlıyorsun. Milliyet konusunda da öyle.

Düşünün, insanlık diye bir şey var, bir sürü ülke var, bunlardan birinin sırf orada doğmuş olduğun için diğerlerinden daha iyi, daha üstün olduğunu iddia ediyorsun. Müzikte de aynı durum. Müzik diye bir şey var, bir sürü grup var. Kendini tek bir grubun fanı olarak tanımlıyorsan, fan olduğun grubun en iyi, en üstün olduğunu iddia ediyorsan, diğerlerini dışlıyorsan, kaybediyorsun demektir. Çünkü kendini sınırlamış oluyorsun. Duyabileceğin sevgiyi azaltıyorsun. “Roll Call” bir uyarı şarkısı, “kendini nasıl tanımladığını yeniden düşün” diyen bir şarkı.

1990 tarihli “Deep” in hit şarkısı “Cuts You Up” tı. “Cuts You Up”ın esin kaynağı neydi?

Hayat acı veriyor, o acılar da lazım.

Kendini bir aşık olarak görüyorum. Çocuk gibiyim, o kadar açığım. Mercan Dede benden daha edepli , daha akıllı. Ben ondan daha Türküm.

(gülüyor) Ben çok duygusalım. Çok kolay demoralize olabiliyorum, çok küçük şeylerden fena etkileniyorum. Dramatik bir kişiliğim var. Artistik yani, (gülüyor) Dolayısıyla, bir tanrı arayışı içinde oluyorum, bana yol göstersin diye. Gösteriyor da “Cuts You Up” o fikirden çıktı.

Aynı albümde “Mariene Dietrich’s Favourite Poem” diye bir şarkı var. Onun hikâyesi ne?

O çok kendiliğinden çıkmış bir şarkı. Mariene Dietrich takdir ettiğim bir sanatçı, ama hiç bir zaman fanı olmadım. Bir gün bir belgesel seyrettim, bir Dietrich biyografisi. Son yıllarında inzivaya çekilmişti. Kimsenin fotoğrafını çekmesine müsaade etmiyordu, söyleyişi vermiyordu. Nasıl olmuşsa, o belgeselin çekilmesini kabul etmiş. Ancak, kendisi görünmüyordu. Sadece sesi duyuluyordu. Kamera Dietrich’in evinin salonun geziniyor, söyleyişi başka bir odada yapılıyordu. Bu fikir çok hoşuma gitti. Ünlü bir şahsiyet, kendisi olarak konuşmak istiyordu. Bir ikon olarak değil. Konuşan Marlene Dietrich adlı ikon değil, bir insandı. Yaptığı şeyin çok cool olduğunu düşündüm, başlı başına bir sanat eseriydi. Soruların birçoğu, ikonlara sorulan standart sorulardı.

Fakat bir an geldi, bana o şarkıyı yazdıran olay oldu. Söyleyişiyi yapan kişi, “hepimiz bir gün bu dünyadan göçeceğiz, yaşınız itibariyle siz de ölüm hakkında düşünüyorsunuzdur. Neler söylemek istersiniz.” dedi. Uzun bir sessizlik oldu, sonra Marlene annesiyle olan ilişkisini anlattı, araları her zaman iyi olmamış. Annesinin ölümünden bir süre sonra mezarına gitmiş. Mezar taşındaki yazı şöyle bitiyormuş: “Kalp kırıklığıyla gitme.” Bunu o kadar gönülden söyledi ki… Ve o anda öyle ışıldadı ki… Marlene Dietrich oydu. Belgeseldeki son sözleri buydu: “Kalp kırıklığıyla gitme.” Beni çok derinden etkiledi. O anı şarkılaştırmak istedim. Marlene’e bir güzelleme yazmak istedim. Dinleyicilerim benim bir Marlene şarkısı yazacağımı akıllarından geçirmezlerdi, en azından o günlerde. Muhtemelen onların gözünde hiç cool olmayan bir durumdu. O bakımdan da hoşuma gitmişti, o şarkıyı yapmak. Koyu, sert, gerilimli bir post punk şarkısı yerine böyle yumuşak, duygusal bir şarkı…

Portekiz’de Elvis gibiyim. Hakikaten öyle. Dinleyiciler bütün şarkımı biliyor. Polonya ve diğer eski Doğu Bloku ülkeleri de çok ilgili benimle.

Madem söz ikonlardan, kült şahsiyetlerden açıldı, oradan devam edelim. Siz de bir ikon olarak telâkki ediliyorsunuz. O etiketle yaşamak nasıl bir şey?

Son Bauhaus turnesinde -36 konserlik bir turneyi yeni bitirdik- Amerika’daki konserlerde bir soru-cevap bölümü yaptık. (gülüyor) Bir tür stand-up komedisi gibi oldu. Sorulardan biri “tanrısal bir insan olmak nasıl bir duygu”ydu. Ben de “ bu çok güzel bir iltifat” dedim ve şöyle devam ettim: “Tanrıya ‘su’ diyelim, böyle bir mecaz üzerinden düşünelim. Ben de bir musluğun resmiyim. Sizin suyun, yani müziğin peşindesiniz. Bana baktığınızda bir musluk görüyorsunuz ve suyun kaynağımı olduğumu düşünüyorsunuz. Kaynak ben değilim. Ama böyle düşünmeniz normal, çünkü bu zorunlu bir toplumsal kurgu. Ben de sahneye çıktığımda size ihtiyaç duyuyorum.”

Turne kapsamında Portekiz ve Polonya’da konserler verdiniz. Orada ve Türkiye’de hayranlarınız olması çok acayip bir şey değil mi?

1980’lerde Türkiye’ye ilk geldiğimde-karımla beraber tatile gelmiştim- kimsenin beni ya da Bauhaus’u bilebileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Fakat bilenler vardı, hem de gayet iyi biliyorlardı. Çok şaşırmıştım. Ama müzik böyle bir şey. Üstelik 1980’lerde, Türkiye gibi ülkelerde veya Doğu Bloku ülkelerinde plaklara, kasetlere ulaşmak çok zordu. Fakat, tıpkı suyun yolunu bulup dinleyicisine ulaşıyor. Küçük bir dere nehir olup denize ulaşıyor.

Türkiye’de yaşadığınız halde konserinize tanık olmadık, ama Portekiz ve Polonya’dan davet alıyorsunuz. Nasıl oluyor bu?

Türkiye’de konser vermeyi çok istiyorum. Organizatörlerin birçoğu kim olduğumu biliyor, ama yeterli sayıda seyirci gelmeyeceğini ve para kaybedeceklerini düşündükleri için konser düzenlemeye yanaşmıyorlar. Portekiz’e 1984’ten beri gidiyorum. 3-4 senede bir çağırıyorlar. Portekiz’de Elvis gibiyim. (gülüyor) Hakikaten öyle. Dinleyiciler bütün şarkımı biliyor. Polonya ve diğer eski Doğu Bloku ülkeleri de çok ilgili benimle.

Şu ikon meselesine dönelim. Sizin de ikonlarınız, kahramanlarınız var, öyle değil mi?

Vardı diyelim. İnsanın yaşı ilerledikçe o kahramanlar, sizin bir parçanız oluyor. Dolayısıyla, yetişme çağındayken kahramanlarınızın olması önemli bir şey.

Sizin kahramanlarınız kimlerdi?

Benim çocukluğumda “World At War” diye bir belgesel vardı, sunuculuğunu ünlü aktör Laurence Olivier yapıyordu. Gerçek görüntülerle bezeli bir belgeseldi. Babam ve amcam II. Dünya Savaşı’nda çarpışmışlardı. Nazilerin Yahudilere yaptıkları beni şoke etmişti. Babam “bunların hepsi gerçek” diyordu, “o temerküz kamplarına giren ilk müttefik askerlerinden biri amcandı.” Çocukluğunda benim kahramanların Britanya askerleriydi. (gülüyor) Sonraki kahramanım Julie Andrews’du- “The Sound of Music”in başrol oyuncusuydu. O kadın hayallerimi süslerdi. Yaşım biraz büyüyünce Oscar Wilde’ın “Dorian Gray’in Portresi”ni okudum ve hayran kaldım. Sonra da Wilde’ın diğer kitaplarını hatmettim. Edebiyat eğitimimi Wilde’dan aldım diyebilirim. 14 yaşımda filan, abilerimin plaklarına bakınırken Tyrannosaurus Rex (T-Rex) dikkatimi çekmişti. Kim bunlar dedim kendi kendime. Çok enteresan tiplerdi; ne kadın ne de erkek gibiydiler. Aseksüel bir halleri vardı. Marc Bolan’ın kahramanım olması öyle başladı.

Ardından Bowie geldi. Hiç unutmam lisede Daniel Ash’le (Bauhaus Gitaristi) koridorda yürürken bir müzik duyduk. Sanat odasından geliyordu. Bizden büyük sınıflardan iki çocuk bir plak dinliyordu. Ses çok güzel, sözler acayip cool’du. Dinledikler David Bowie’nin “Honky Dory” (1971) albümüydü. Biz o çocuklardan küçüktük, normalde bize “hadi git” çekmeleri gerekiyordu, o zamanlar adet öyleydi. (gülüyor). Ama hayır, “hadi gelin” dediler. Birkaç gün sonra, sınıf arkadaşım “Bowie’den haberin var mı?” dedi. “Evet” dedim, “bir albümünü dinledim, o zaman şu resme” bak dedim. Siyah beyaz bir fotoğraftı. “Ne bu?” dedim, “kim bu?” değil. “Ne bu?” “Bir uzaylı gibiydi, yakışıklı bir uzaylı. “ Ziggy Stardust’la böyle tanıştım. Para verip aldığım ilk albüm oydu. Çok küçük bir kasabada yaşıyordum. Benden ve Daniel Ash’ten başka Bowie dinleyen yoktu.

1973-74’ te Ziggy Stardust Ankara’da da patlamıştı.

Biliyorum, Eşim Beyhan da o sırada Ankara’daymış ve Bowie’ye vurulmuş. Sonra Bowie’nin çevresindeki isimlere takılmaya başladım. Lou Reed’e, Iggy Pop’a, Andy Warhol’a…

Paul Weller, geçen sayımızda naklettiğimiz söyleşide, “eskiden sevmezdim, artık günde beş vakit ‘Ziggy Stardust’ dinliyorum” diyor.

Paul Weller biraz geç kalmış. (gülüyor)

“Ziggy Stardust”ı bu kadar cazibeli kılan ne?

Yeni kuşaklar için veya Paul Weller gibi yeni keşfedenler için ne ifade ediyor, bilmiyorum, ben 1970’lerdeki cazibesini biliyorum. Bowie müthiş bir güzellik duygusu yayıyordu, bir erkeğin öyle güzellik duygusu verdiği görülmemişti.

Radiohead’le aramızda bir paralellik var. Bauhaus da çok deneysel işler yapıyordu. Ama bugünlerdeki asıl kahraman Sigur Ros.

Erkekler 17. Yüzyılda bütün kültürlerde tavus kuşu gibiydi. Cins-i latif erkeklerdi. Güzellikleriyle kadınları cezbediyorlardı. Ama 17. Yüzyıldan sonra, İngiltere’de çok baskıcı, çok tutucu bir kültür egemen oldu. Bowie o kültüre bir meydan okumaydı. Görüntüsüyle, sesiyle, müziğiyle fantastik bir hadiseydi. Bir devrimdi adeta. Bir güzellik duygusu saçtı Bowie. İnşaat işçileri bile saçlarını Bowie gibi boyamaya başladı.

Yeni kuşak rock’çulardan kahramanlarınız var mı?

Var tabii. Portishead, PJ Harvey… Antony and The Johnsons. Antony (Hegarty) mükemmel. Albümü bir elmas.

Bauhaus’un kurulduğu günlerde kendi olayımızdan başka bir şey düşünmüyorduk. Çok narsisttik. Biz işçi sınıfından geliyorduk, beş parasızdık.

The Editors?

Onları Rock’n Coke’ta seyrettim ve çok beğendim. Joy Division’la Bauhaus arasında bir yerdeler.

Pete Doherty?

Yabani çocuk! (gülüyor)

Bir söyleşide, “gerçekten ufuk açıcı eserler Radiohead ve Björk’ten geldi. Radiohead albümleri pekâlâ Bauhaus albümleri olabilirdi” diyorsunuz.

Doğru. Yaklaşımları açısından aramızda öyle bir paralellik var. Bauhaus olarak biz de çok deneysel işler yapıyorduk, plak şirketlerini ürküten bir anlayışımız vardı. Ufku çok açık, çok özgür, çok güçlü bir müzik yapıyorduk… Radiohead’in “OK Computer”ı mükemmel. “Kid A” de öyle. Bir dakika, az kalsın unutuyordum, benim bugünlerdeki asıl kahramanım Sigur Ros. Geçenlerde bir DVD’lerini seyrettim, müthişti. Görüntü de müzik de büyüleyici.

Bauhaus’un müzik sahnesine çıkmasıyla Thatcher’ın iktidara gelişi aynı günlere rastlıyor. Bugün geçmişe baktığınızda o günleri nasıl görüyorsunuz?

Bauhaus’un kurulduğu günlerde kendi olayımızdan başka bir şey düşünmüyorduk. Çok narsisttik. Biz işçi sınıfından geliyorduk, beş parasızdık. Başlangıçta Thatcher’in iyi işler yapacağını, ekonomiyi canlandıracağını düşünüyordum. Dolayısıyla, bir tepki göstermemiştim. Zaten müziğin siyasetle doğrudan ilişkilenmesinin yanında değilim. Müzik yapmak, şarkı yazmak, sanatla hemhal olmak maddi dünyayı aşan bir şey. Dinleyicilerin hayal gücünü harekete geçirmek, onlara siyasi mesaj vermekten daha faydalı bir iş.

Yeni albümünüzdeki “Too Much 21st Century” sosyo-politik bir şarkı ama.

O şarkının sözlerini Daniel (Ash) yazdı, ben orasına burasına bir kaç ekleme yaptım. “Give me one religion” (Bana bir tek din kâfi) benim yazdığım bir dize. O şarkıda Daniel’in fikirlerini tamamlayan dizeler yazdım sadece.

“Dust” albümünüzdeki “In Jungle Haze”de “terk edin şehrinizi, terk edin hayallerinizi” diyorsunuz. İngiltere’yi terk edip Türkiye’ye yerleşmek sizin için nasıl bir şeydi?

Bir bakıma hayallerimizi terk etmekti. Bu oruç dönemine gitmek istiyordum. O açıdan beni çok farklı bir hayatın beklediğini biliyordum.

Ankara’ya dair ilk izleniminiz nasıldı?

Havada feci bir kömür kokusu vardı. O günlerde hava kirliliği çok fazlaydı. Ama şehir hoşuma gitti, çok kıyak insanlar tanıdım.

Ankara’ya geldiğinizde Joe Strummer’ın doğduğu şehir olduğunu bilmiyordunuz…

Hayır, sonra öğrendim. Strummer çok kıyak bir adamdı, o da bir kahramandı. “Rock The Casbah” favori plaklarımdan biriydi. Jamaika’nın dub ve reggae’siyle rock’u harmanlamaları çok hoşuma gidiyordu. Bauhaus onlar gibi politik değil, ama tıpkı onlar gibi farklı müzikal gelenekleri bir araya getiriyoruz.

Namınız “Goth’un büyükbabası”. Bu adlandırmaya ne diyorsunuz?

İtirazım yok. (gülüyor)

Memleketiniz Northampton’ın İngiltere’nin en gotik şehri olduğu doğru mu?

Benim memleketim Welling, Northampton’a 10 km mesafede, küçük bir kasaba. Northampton’ın mimarisi gotiktir, o doğru. Ama kültürel veya müzikal anlamdaki gotikle alakası olmayan bir şehirdir.

Bir söyleşide “gotik Ann Rice, Marilyn Manson, Nine Inch Nails değildir” diyorsunuz. Gotik ne sizce?

Gotik 16. Yüzyılda ortaya çıkmış bir mimari tarzdır, ama günümüzde postmodern bir duyarlılığı ifade etmek için kullanılıyor. Biçimde güzellik arayan ve aleni olmayan, bilinmeyenle bir bağ, bir ilişki kurmak isteyen bir bakış açısıdır. Modern rock müziğinde kendilerini “goth” ilan edenlerin birçoğu ve onların kullandıkları terminoloji gotiğin bir karikatürü aslında. Gotiğin doğasında saf, katışıksız bir mistisizm vardır, ama mistik bir hareket değildir.

“Mercan Dede benden daha Batılı, ben ondan daha Doğuluyum” dediğinizi okuduk. O cümleyle ne kast etmiştiniz?

Mercan harikulade bir adam, o lafı Mercan’ı eleştirmek için söylemedim. Kendimi bir aşık olarak gördüğümü ifade etmek için söyledim. Ben bir çocuk gibiyim, o kadar açığım yani. Bu yüzden başım çok kolay belaya girebilir. Mercan benden daha edepli, daha akıllı. Ama ben Mercan’dan daha Türküm. (gülüyor)

Mor ve Ötesi’ni nasıl buluyorsunuz? Onlarla yakın ilişkiniz var.

Mor ve Ötesi’ni ilk duyduğumda Batılı bir rock grubu zannetmiştim. Bir sabah “Dünya Yalan Söylüyor” albümü çıktığı sıralarda, kızım odasında müzik dinliyordu. “Kim bunlar?” dedim, “çok iyiler”. Kulak kabartınca Türkçe söylediklerini fark ettim. Kızım, “gördün mü baba” dedi, “sana hep bunu anlatmaya çalışıyorum, yarın konserleri var, git kendi gözlerinle gör”. Kızımın tavsiyesine uyup gittim ve çok beğendim. Sonra onları aradım, tanışmak istediğimi söyledim. Teşekkür ettiler, “Dünya Yalan Söylüyor”un İngilizce versiyonunu yapmayı düşündüklerini söylediler. “Tamam” dedim “o işi ben üstleniyorum”. Beni Yedikule’de verdikleri konsere davet ettiler, orada tanıştık. O gece turneye çıkıyorlardı, Harun (Tekin) “sen de gel” dedi, ben de peki dedim ve iki hafta onlarla takıldım. Hatta “Sevda Çiçeği” ni sahnede onlarla beraber söyledim. Akabinde, “Dünya Yalan Söylüyor” un şarkı sözlerini İngilizceye çevirmeye başladım. Çeviri demek doğru değil aslında, sözleri yeniden yazdım. Zira şarkı sözlerini çevirmek mümkün değildir. Sonra, Harun’u albümün İngilizce versiyonu için antrene etmeye başladım. Çok hızlı yol aldık ve tamamladık.

O kayıtların akıbeti ne oldu?

Bende duruyor. Bir de grubun üyelerinde tabi.

Günışığına çıkacak mı?

Ona uğraşıyorum. Londra’da bağlantılar kurmaya çalışıyorum.

Eurovision maceraları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence şahaneydi. Eurovision’a katılmak postmodern bir fikirdi. Hatta punk bir hadiseydi. Çok cesur bir hareketti. Onlara “yapmayın, etmeyin” diyenler oldu çok. Ama “Deli”de, kendi çizgilerinden tavır vermediler. Eurovision şarkı yarışması bence bir komedi. Ve bir tekmeyi hak ediyor. Mor ve Ötesi’nin katılması öyle bir tekmeydi. Ayrıca Türkiye’yi temsilen katılmaları, dinleyici kitlelerini genişleten bir vasıta oldu.

Herkes şarkı söyleyebilir. Eğer iyi söyleyebiliyorsanız, alfabeyi bile şarkı gibi söyleyebilirsiniz ve harfler kendi başlarına bir anlam kazanır. Müzik, biçimi aşan bir hadisedir.

Türkiyeli gruplardan başka kimleri seviyorsunuz?

Duman’ı seviyorum. Bir de Mazhar Fuat Özkan’ın bazı şarkılarını. Bazı şarkıları plastik, ama bazıları dâhiyane.

Mesela?

“Buselik Makamına”. Onun İngilizcesini de (Big Love Of A Tiny Fool) yaptım, biliyorsunuz. Siz hangi şarkılarını seviyorsunuz?

Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemeyiz ama ilk aklımıza gelen “Ali Desidero”.

Fena değildir o. MFÖ çok yetenekli bir grup. Türkiye’nin Stones’u… Erkan Oğur’u çok beğeniyorum. Civan Gasparyan’la birlikte yazdığı “Fuad” müthiş bir albüm. Erkan 1986’da benim solo albümümde (Should The World Fall To Fall Apart) çalmıştı. Büyük gitarist.

“70’lerde Türkiye’de yayınlanıp neredeyse unutulan bazı plaklar, “Turkish funk” başlığı altında Batıda epey revaçta son zamanlarda. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Türkiye günümüzde dünyanın önemli ülkelerinden biri. Ve hakikaten, potansiyel olarak, bir kültür köprüsü. Dünyanın bir Batı-Doğu buluşmasına çok ihtiyacı var. “Turkish funk” denen şey, böyle bir buluşmanın müzikteki örneği. Ve müthiş bir cazibesi var, özellikle ritim bakımından. Çünkü Batılı kulakların hiç alışık olmadığı bir ritim bu. Biz Batılılar 4/4’e alışmışız. 5’li, 7’li, 10-11-12’li ritimler çok farklı geliyor.

“Go Away White”ın kapanış parçası “Zikir”in esin kaynağı neydi?

David’in (Bauhaus’un basçısı) gitarından çıkan tınılar yarım saat içinde o parçaya evrildi. “Zikir”i yarım saatte bitirdik. Anında yazdım o sözleri: “Seviyor/ Sevmiyor”. Ve söylemeye başladım. Kendiliğinden bir trans hali hasıl oldu. O hal Hint boyutuna gidebilirdi, genelde herkes öyle yapıyor. Ben zikire aşina olduğum için bu tarafa büktüm parçayı. Böylece Bauhaus’un damardan mistik bir şarkısı olmuş oldu. Bu benim için büyük başarı. (gülüyor)

Eurovision şarkı yarışması bence bir komedi. Ve bir tekmeyi hak ediyor. Mor ve Ötesi’nin katılması öyle bir tekmeydi. İlk duyduğumda Batılı bir rock grubu zannetmiştim.

“Go Away White”taki favori şarkınız hangisi?

Birkaç tane var, ama bir numaram “Adrenalin”.

“Sevda Çiçeği”ni Mor ve Ötesi’yle birlikte söylediniz, kendi kendinize mırıldandığınız Türkçe şarkılar da vardır herhalde. Türkçe şarkı söylemek size nasıl bir duygu veriyor?

Bir şarkıcı olarak hep şunu söylemişimdir: Herkes şarkı söyleyebilir. Eğer iyi söyleyebiliyorsanız, alfabeyi bile şarkı gibi söyleyebilirsiniz ve harfler kendi başlarına bir anlam kazanır. Müzik, biçimi aşan bir hadisedir. Müzik insan bedeninde rezonans yapar ve bedeni ruhanileştirir, ona makam kazandırır. Bu söylediğim mistik bir ahmaklık değil, fiziksel bir hakikat. Bütün müzisyenler bilir, performans esnasında bir an gelir, o anda seni bir şey teslim alır, sana işler, sen onun iletkeni olursun. Birçok müzisyen bu deneyimi yaşamıştır.

Sohbetimizin başında İngilizce cümle içinde “gönül” sözcüğünü kullandınız. Bir söyleşide de “kısmet”ten söz ediyorsunuz…

Kısmet. “Karma”dan daha iyi bir kelime. Çok hoşuma gidiyor.

Mark Twain de kullanıyor kısmet kelimesini…

Evet, kullanıyor. Türkiye’ye gelmeden önce çeşitli edebi metinlerde karşıma çıkan bir kelimeydi kısmet. Şairlerin, edebiyatçıların kullandığı bir kavramdı. Hakkında bir fikrim vardı yani. Ama Türkiye’de orijinal kullanımıyla karşılaşınca çok ilgimi çekti. Kavram olarak kader gibi, ama ondan epey farklı. Kader önceden yazılı olan, belirlenmiş olanı ifade ediyor. Kısmet öyle değil, ucu açık. Çok zengin bir içeriği var.

Gönül de öyle.

Evet, o yüzden İngilizceye çevirmesi çok zor. İngilizcedeki en yakın karşılığı “kalbin kalbi”. Kalp, birçok dinde tanrının mekânıdır. Gönül kalbi içeriyor, ama ondan daha geniş bir alana yayılıyor. Çok güzel, çok kapsayıcı bir kavram.

Yolda yeni bir proje var mı?

Yeni bir solo albüm hazırlıyorum. Hemen hemen bitti sayılır. Yıl sonunda ya da 2009 başında piyasaya çıkacağını umuyorum.

İsmi belli mi?

Bis isim koydum. “Merman” ama albümü o isimle mi çıkarırım, bilmiyorum. Merman, deniz adamı ya da deniz oğlanı demek. Denizkızının “mermaid”in erkeği. Belden aşağısı balık, belden yukarısı erkek. Çok az bulunan bir varlık. Ona bir âşık oldun mu, bir daha iflah olmazsın (gülüyor). Gözleri mavi ama çok özel bir mavi. Benimkiler gibi. (gülüyor)

En sevdiğiniz hayvanın yunus olduğunu duymuştuk.

Eskiden öyleydi, ama artık merman. Bazı yunuslar, karaya çıkmak istediklerinde kendilerini deniz adamına, “merman”a dönüştürürlermiş. (gülüyor)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir