Michael League ile Sohbet: İstanbul Caz Festivali, Snarky Puppy, Türkiye ve Siyaset

Comments (0) Genel, Röportajlar

Bas gitarist, besteci, prodüktör, plak şirketi sahibi ve festival organizatörü gibi, isminin başına sayısız unvan koyabileceğimiz, modern piyasanın en önemli ekiplerinden Snarky Puppy ve Bokanté’nin kurucusu Michael League ile 26. İstanbul Caz Festivali öncesi uzunca konuşma imkânımız oldu.

Müzik dünyasında olan bitenlere ve siyasete kendimizi kaptırmadan önce UNIQ Açık Hava Sahnesi’nde 9 Temmuz’da gerçekleşecek Snarky Puppy konserinden, yeni Snarky albümünden, uzun süre burada kalan ve etrafı dolaşan Michael League’in Türkiye anılarından konuştuk. Herkesin cesaret edemediği soruları sormak istedim, röportajlarda bir türlü göremediğim fakat çok merak ettiğim o soruları sormak için daha uygun bir zaman olamazdı.

Fotoğraf: Selçuk Polat

Shai Maestro Trio / Fotoğraf: Selçuk Polat

26. İstanbul Caz Festivali biteli bir hafta oluyor. 17 Temmuz’da gerçekleşen Shai Maestro Trio konseri ve 18 Temmuz’da önce Makaya McCraven, daha sonra Jacob Collier ile inanılmaz iki gece geçirdik. Shai Maestro ve ekibi tüm salonu öne eğilmiş pür dikkat dinlerken ve dinlemeye gelen çoğu müzisyeni kendini sorgularken bırakırken (konuşmalarla sabit!), Jacob Collier kendi gibi multi-enstürmantal ekibi; sahne dekoru, ışıklandırması ve yüksek enerjisiyle UNIQ Açık Hava’yı tam da hak ettiği festival moduna soktu. Gecenin en sevdiğim kısmı en ön sıralarda oturan ‘ciddi’ ve bağırıp alkışladığınızda size garip bakan dinleyicilerin konserden tek tek ayrılmasıyla geriye kalan samimiyet ortamı olabilir. Herkesin ayağa kalkıp yanındakiyle dans etmesiyle kapanışı 18 Temmuz’da yapan festival, Jacob Collier’ın dört seri olarak çıkacak Djesse albümlerinin ikincisinin yayınlandığı tarihe de denk gelmiş oldu. Müthiş bir kutlama ortamıyla gece 12’ye yapılan geri sayım ardından şarkılar söylendi ve 26. İstanbul Caz Festivali harika bir kapanış gerçekleştirmiş oldu.

Fotoğraf: Emre Durmuş

Jacob Collier / Fotoğraf: Emre Durmuş

 

Biz de verdiğimiz sözü tutarak, festival ardından Michael League röportajımızın Türkçe çevirisini yayınlamayı görev biliriz. İyi okumalar!

  • Müzik konusunda tam bir gezginsiniz. Birçok farklı kültürden, müzik tarzından esinleniyorsunuz; dünyayı dolaşıyor ve farklı müzikler üzerinde çalışıyor ve yeni enstrümanlar öğreniyorsunuz. Tüm bunlar nasıl başladı? Size bu yolculukta kim ilham verdi?

Kendisi müzisyen olan erkek kardeşim ben henüz lisedeyken beni dünyadan müziklerle beslemeye başlayan ilk kişiydi sanırım. Meraklı biriyim, işin aslı bu. Yeni bir sound duyduğumda onu merak ediyorum. Bir an önce onu öğrenmek ve kendi yaptığım şeyde bir şekilde bir kısmını kullanabilmek istiyorum, saygılı bir şekilde tabii. Her şeyden çok kişisel bir özellik.

  • Bir yerde kardeşinizin aynı zamanda sizi caz ile tanıştıran kişi de olduğunu okumuştum. Sonrasında Texas’ta üniversiteye müzik okumaya gitmişsiniz. Ama her zaman okulda yaptıklarınızdan daha fazlasının olduğunu söylüyorsunuz ki bir noktada bu sizi okulu bırakmaya kadar götürmüş. Sizi, tanıdığımız Michael League yapan nedir? Ve daha spesifik olarak, kendinizi nasıl Erykah Badu ile bir kilisede çalarken buldunuz?

Ödevinizi iyi yapmışsınız!

Okulu bıraktığımda neredeyse her gece gig’lerim oluyordu. Bir sürü beyaz kilisesinde çalıyordum. Bir arkadaşım Texas’taki bir jam session’da çalmam için beni aradı. Ben de çalmaya gittim ve orada Philip Lassiter adında, o dönem sadece bir kilisenin orkestra lideri olan biriyle tanıştım. Tabii Philip daha sonra Prince’in tüm üflemeli bölümünün başına geçti ve Grammy ödüllü bir prodüktör oldu. Jam session’da Phil funky bir şeyler çaldığımı duyunca “Kiliselerde çalıyor musun?” diye sordu, ben de “Evet” dedim. “Benim kilisemde çalar mısın?” diye sordu, ben de “Evet, tabii” dedim, sonuçta çalma çalmadır.

Kiliseye gittiğimde birlikte çaldığım ekibin Roy Hargrove’un RH Factor grubu olduğunu fark ettim. Çalmaya başlayana kadar anlamamıştım ama birden saksafon tonunu tanıdım ve o trampet sound’unu. Sonra her şey oturmaya başladı tabii. Ve o insanlar sayesinde Dallas’taki oldukça zengin siyahi müzik sahnesinin bir parçası oldum; Eykah Badu’nun, Marcus Miller’ın, Roy Hargrove’un ekipleri bunlardan birkaçı. O müzisyenlerle çalmaya başlayınca benim çevrem de o oldu. Snarky Puppy’den çocukları çağırdım, onlara söyledim ve onlar da o çevrenin bir parçası oldular. Bu büyük ihtimalle hayatımı en biçimlendiren müzikal deneyimdi çünkü ilk defa gerçekten benim olan bir ses oluşturmuştum ve bu ses oldukça dışa vurumcuydu. Kendim olma konusunda gerçekten rahat olduğum ve herhangi ölü bir adam gibi çalmaya çalışmadığımı hissettiğim bir andı.

 Tarık Aslan benim öğretmenim 

  • Türkiye’ye gelip gittiğiniz oldu ve Tarık Aslan gibi müzisyenlerle çalıştınız. Sizi İstanbul’da jam session’larda ya da Türkiye’nin güney doğusunda ve ardından Orta Doğu’ya geçerken gördük. Tüm bunlar neydi, ne arıyordunuz tam olarak ve onu bulabildiniz mi?

Tarık Aslan benim öğretmenim. Türkiye’ye ne zaman gelsem onunla çalışıyordum. Güney Doğu’ya, Mardin’e onun düğünü için gitmiştik. Mısırlı Ahmet Ritimhanesi’nde öğretmenlik yapan Erdem Erol’dan dehollo (darbuka) öğrenmeye de başlamıştım. Bir noktada altı hafta orada kaldım, sonra birkaç günlüğüne ya da haftalığına; Tarık ile erbane ve Erdem ile dehollo çalışabileceğim ve onlardan ders alabilme fırsatı bulabildiğim her an gittim.

  • Sanırım bunu Snarky Puppy ve Bokanté’deki son albümlerinizde biraz duyabildik. Misal, Immigrance albümündeki son parçada?

O parçayı ud ile yazmaya başlamıştım ve kayıt sırasında da ud çaldım. O yüzden sanıyorum Türk müziğinden biraz hissiyata sahip. Ben Türk değilim, Türk müzisyen de değilim dolayısıyla bu müzik Türk müziğine benziyor diyemiyorum zira benim yetkim değil. Ama tabii, orada kaldığım zamanın etkisi olduğunu düşünüyorum üstünde. Bir de, parçayı yazarken Türkiye’de olduğumu düşününce mantıklı geliyor. Ama aynı zamanda biraz Arjantin hissiyatı da var parçada, tango gibi. Ve çok ilginç, Türk ve Arjantin müzikleri arasında benzerlikler var. Bir sürü Türk tango dansçıları var örneğin, dünyaca ünlü. Müzikal, kültürel bir ilişki olduğunu düşünüyorum aralarında.

  • Snarky Puppy ile buraya en son 2015’te gelmiştiniz. Ekibi tekrar getirmek nasıl bir his?

Harika. Türkiye’de son dört yılda oldukça güzel zaman geçirdim. Onları tekrar İstanbul’a getirmek çok özel çünkü orada bir sürü arkadaş edindim, orada müzik çalıştım. Çocukları şehre tekrar getirmek güzel olacak.

 İlk adım insanları dinlemek 

  • Bu kadar insanı tek bir ekipte toplamayı nasıl başarıyorsunuz? Kültürel olarak, mental olarak çok farklılar. Ve 15 yıl oldu, öyle değil mi? Ekip gittikçe büyüyor, bunu nasıl yapıyorsunuz?

İlk adım insanları dinlemek, tiranlık yapmamak. Herkese saygı duymak ve sadece kendi hisleri olduğunu ve bir şeylere kırılabileceklerini düşünmekten çok bu grubun onların değil, benim hayalim olduğunun farkına varmak sanırım. Bu benim hayatım, benim hayalim fakat ekipteki insanların kendi istekleri, gerçekleştirmek istediği kendi hayalleri olduğunu anlamalıyım. Ben de buna izin veren bir sistem yaratmaya çalışıyorum. Bu ekibin üyesi olabilecekleri ve bu topluluktan faydalanabilecekleri fakat “Hayır, o turneye gelmek istemiyorum, kendi turnem var”, “Hayır, kendi albümümü çıkarmak istiyorum ve birkaç ay üzerinde çalışmalıyım” gibi şeyler söyleyebilecekleri bir ortam olması lazım. Ve bunu yapmakta özgürler.

Çocuklar kendi ailelerini kurmaya başladılar, biri arayıp da “On ay turneye gelmek yerine kızımla olmak istiyorum” derse “Tabii ki, sıkıntı yok” diyorum. Normalde bu şekilde olmazdı herhalde, çünkü normal şartlarda bir grupta tek davulcu, tek perküsyoncu oluyor ama Snarky Puppy’de bizim üç davulcumuz, üç perküsyoncumuz, altı üflemelimiz var. Dolayısıyla her zaman bunu değiştirebiliyoruz. Bence bu, insanları ekibe yakın tutuyor. O kadar iyi müzisyenler ve iyi insanlar ki, onlarla birlikte olmaya ve birlikte turneye çıkmaya bayılıyorsun.

  • Festivalde kaçınızı görüyor olacağız peki?

Sanırım on.

  • Yeni albüm dışında konserde ne duymayı bekleyebiliriz?

Her gün farklı bir setlist’imiz oluyor ama her zaman çaldığımız parçalar olacak konserde. Aynı zamanda İstanbul’dan özel konuklarımız da olacak.

  • Festivale dair düşünceleriniz neler? Daha önce İstanbul Caz Festivali’nde yer almış mıydınız?

Bokanté iki yıl önce Beykoz Kundura’da çalmıştı İstanbul Caz Festivali’nde. Ve Bokanté ile orada olmaktan çok keyif almıştım. Yönetimi oldukça iyi tanıyorum. Festivalin tavrını da çok beğeniyorum. Özellikle terör saldırıları olduğunda, sanırım bir hafta öncesinde olmuştu, festivali devam ettirmelerini çok takdir etmiştim. Sanırım dört yıl önceydi bu. Bir kere Türkiye’yi çok seviyorum, sanırım bunu neredeyse iki ay orada yaşadığım gerçeğini düşünerek tahmin edebilirsiniz. Ama aynı zamanda insanların müziği takdir etme şeklini çok beğeniyorum. Orada olduğum zamanlarda konserlere giderdim ve insanların İstanbul’daki müziğe samimi bir sevgisi olduğunu görüyordum. Hâliyle, böyle insanlar için çalmak oldukça tazeleyici bir deneyim. Her zaman öyle olmuyor.

 

 Bulunduğumuz binaya biber gazı kapsülü atılmıştı 

  • Buraya birçok kez geldiğinize göre bir sürü çılgın anınız olmalı. Başınıza gelen en garip şey neydi?

Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Snarky Puppy ile çaldıktan birkaç ay sonra bir haftalığına Tarık ile çalışmak için tekrar gelmiştim. Normalde üç günlüğüne kalacaktım. Ama o kadar güzel zaman geçiriyordum ki uçuşumu sürekli bir sonraki güne erteleyip durdum. Bir gün daha geç gitme kararı almıştım ve İstiklal’e hemen yakın bir binada oldukça yüksek bir katta def/erbane provasındaydık. Caddeden gelen silah sesleri duydum ve herkes aşırı normal bir şekilde karşıladı bu durumu. Meğer, Onur Haftası için İstiklal’de yürüyüş planlanmış fakat güvenlik sıkıntısı sebebiyle yürüyüş iptal edilmiş. LGBTİ+ topluluğu da yasağa rağmen yürümeye karar vermiş. 20 dakikada bir polis gelip gidiyordu ve insanlara biber gazı sıkıyor ya da plastik kurşunla cevap veriyorlardı. Herkes çığlık atıyor, binalara giriyor, sonra tekrar sokaklara çıkıp çay içmeye gidiyordu. Ben de “Neler oluyor, dalga mı geçiyorsunuz benimle?” şeklinde şaşkınlık içindeydim.

Bu yaşanıp durdu. Bulunduğumuz binanın merdiven boşluğuna biber gazı kapsülü girdi ve bütün binayı gazla doldurdu. Beşinci kattaydık ve 25 kişi koşarak binayı boşaltmaya çalıştık. Sokak bloke edilmişti ve polisler kalabalık bir grup olduğumuz için geçmemize izin vermedi. Tarık onlara “Bakın, biz müzisyeniz, davullarımız var. Sadece buradan çıkmaya çalışıyoruz” dedi ama diğer yöne gitmemiz gerektiğini söylediler. Söyledikleri yöne gittiğimiz anda, orada bekleyen polisler bize ateş etmeye başladılar. Herkes sırtında erbanelerle farklı yönlere dağıldı. En son Taksim’den çıktığımızda taksilere bindik ve Karaköy’e gittik. Gittiğimizde birbirlerine “Eee bira içmek ister misiniz?” diye sordular, gittik bira içtik. Nasıl yani, biber gazına maruz kalıp plastik mermilerle vurulduktan sonra bira içmeye gidelim mi de ne demek?

  • Tadını beğendiniz mi bari?

Çok lezzetliydi. İki buçuk hafta boyunca tattım. Bolca limonla. Ben de “Peki, tamam. Hadi bakalım Türkiye…” diye düşündüm.

Ertesi gün uçağım kalktı ve vardığımda telefonum Atatürk Havalimanı’ndaki saldırıya dair gelen mesajlarla doluydu. Saldırıdan bir ya da iki saat önce uçmuşum. Çok ilginçti. Bir hafta önce cennet gibiyken son iki gün çılgınca geçti. Ama bir açıdan oldukça derindi, güzeldi de. Arkadaşım Tuğçe, Taksim’den kaçıp bira içtiğimiz zaman ağlayarak “Bunu gördüğün için çok üzgünüm, burada seni güzel ağırlayabilmek ve iyi hissetmen için çok çalışıyoruz ve bu tip şeyler oluyor, insanlar bizim hakkımızda yanlış düşünüyor” dedi. Türkiye’de misafirperverlik gerçekten harika. Bir gezgin olarak çok fazla şey düşünmemi sağladı bu olay, ilginç bir deneyimdi.

  • Solo bir albüm üzerinde çalıştığınızı duydum. Şu ana kadar nasıl gidiyor ve bize albümünüze dair ne söyleyebilirsiniz?

Oldukça ham durumda şu an. Parçaları yazmaya yeni başladım. Kaydettiğim milyonlarca fikrim var ama onları bir form hâline getirmeye ve parçaları bitirmeye daha yeni başlıyorum. Oldukça erken hakkında konuşmak için ama çok heyecanlıyım, bunu daha önce hiç yapmamıştım.

View this post on Instagram

Michael League – This is the first video in our #immigrance series, in which we offer a small peek into the lives and perspectives of musicians who have moved from their native country to a new one (for now, the United States). Since moving to New York from London, saxophonist @vinson_will has worked with the most respected names in jazz (Kurt Rosenwinkel, Ari Hoenig, Chris Potter, Gonzalo Rubalcaba, etc.) as well as artists such as Rufus Wainwright, Sean Lennon, and Sufjan Stevens. I decided to start with Will largely because of his perspective on the terminology used when talking about migrant people and our personal associations with specific words. #immigrance #england #immigrant #expat #migrant #semantics Video series by @simoncfyu.

A post shared by Snarky Puppy (@snarkypuppy) on

  • Snarky Puppy’nin yeni albümü hakkında konuşalım. Immigrance’ın tanıtım videolarında çalıştığınız insanların ve grup üyelerinin göçmenlik geçmişlerinden bahsettiniz. Bu fikrin Donald Trump ve aşırı sağcıların söylemleri sonrasında çıkmış olabileceğini düşündüm, bu konuya dair ekipçe bakış açınızı detaylandırabilir misiniz? Ve bu albümle ne söylemek istiyorsunuz?

Albüm başlığını bulmadan önce her şeyi kaydetmiş ve mix’lerini tamamlamıştık. Albümü bu fikirle yapmadık. Her şeyi mix’ledikten sonra, tekrar dinliyordum ve bunu bir gözlem olarak fark ettim. “Vay canına, bunda Türk esintileri var, bu parçada Fas etkisi, bu hip-hopvari bir şeylerden geliyor, bunda biraz funk var” gibi ve hiçbir müziğin aslında senin olmadığı gerçeğini düşündüğüm bir an yaşadım. Funk’ı bile bir noktada, benim ülkemden olmasına rağmen, öğrenmek zorunda kaldım. Ve funk’a dair hiçbir şey bilmeyen bir sürü Amerikalı var, arabesk bilmeyen birçok Türk olduğu gibi. Bir müziğin teknik olarak senin ülkenden olması, onun üzerine uzman olduğun ya da onu çalabilme yetin olduğu anlamına gelmiyor. Bu durum da beni müziğin kıtalar ve nesiller boyunca yaptığı yolculuğu düşünme üzerine itti. Ve tüm bunların ne kadar ilginç olduğuna dair.

Müzisyenler olarak sürekli müziğin göçünü takip ediyoruz ve o göçün bir parçasıyız aslında. Belki Türk bir çocuk Snarky Puppy’yi dinleyecek ve ondan esinlenerek kendi Türk kimliğiyle birleştirdiği garip bir müzik yapacak ve bu bir piyasa yaratıp müzik türü olacak. Ve belki de bundan 300 yıl sonra Japon bir çocuk onu keşfedecek, anlatabiliyor muyum? Her şey bir patika gibi.

Büyük ihtimalle tüm bunlar aklıma dünyada, özellikle Amerika’da tüm olan biten şeyler ve göçmenlerin Amerika’da şeytanlaştırılması üzerine geldi. Bir insanı göçmen olarak yaftalayıp şeytanlaştırma gibi saçma bir fikir, özellikle babası göçmen olan bir başkan tarafından, oldukça dar görüşlü. Bu röportaj serisini de bunu göstermek için yapıyorduk. Donald Trump’ı, Marie Le Penn’i, Nigel Farage’ı ve benzer popülist liderleri destekleyen bir sürü hayranımız var. Onlara bir göçmenin nasıl olduğunu göstermek istedim.

Ekibimizde Bobby Sparks diye bir üyemiz var. Komşusu ırkçı olmasına rağmen Bobby’yi çok seviyor. Onu sürekli evine davet ediyor ve siyahilere dair söylenip duruyormuş. Bobby de “Hey, ben de siyahım!” deyince, “Sen Bobby’sin!” diyormuş. Fark ettiğimizden daha çok böyle düşünüyoruz sanırım. Aynısını biz de Cumhuriyetçiler için yapıyoruz örneğin. Oysa insanoğlu bu; insanları şeytanlaştırmak yerine onlarla bağlanmak daha önemli, barış içinde olmak ve daha önce düşünmedikleri şeyleri onlara göstermek. Düşünmediğim şeylerin bana gösterilmesini çok isterim.

 Siyasi bir mesaj yaymaya çalışmıyoruz 

  • Herkes enstrümantal müziği dinlerken farklı bir fikre sahip oluyor. Siyasi ya da sosyal olarak bulunduğunuz yeri göstermeyi nasıl başarıyorsunuz? Ya da müzik aracılığıyla bir mesaj yaymayı?

Snarky Puppy doğası gereği siyasi değil. Siyasi bir mesaj yaymaya çalışmıyoruz. Sanırım, Bokanté’de olduğu gibi, sırf ekibi izleyerek anlaşılabilecek bir sosyal mesaj var. Farklı kültürlerden farklı insanlar birlikte müzik yapıyorlar ve herkesin tek bir şey olmasına çalışmaktansa birbirlerinin farklılıklarının altını çiziyorlar. Birbirimizin bireysel kişiliklerinden gerçekten keyif alıyoruz. Müzik, müzikle ilgili. Ama müziği, onu yaratan kişiden ya da onun o an yaratılmasını besleyen ve o isteği arttıran toplumdan ayıramazsınız. Albümde göçmenlik ya da popülizme dair spesifik bir parça olmamasına rağmen en azından o duyguyu yakalayabiliyorsunuz. Parçalar bizim için bile spesifik duygulara sahip.

Snarky Puppy’de mesaj çok direkt değil, yoruma açık. Fakat Bokanté’de oldukça düz ve net. Çünkü Malika onları işaret edecek sözler söylüyor ve ben ikisinden birini yapma seçeneğine sahip olmaktan memnunum.

  • Nina Simone’un bir müzisyenin bulunduğu zamanı yansıtma görevi olduğu söylemi hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Rage Against The Machine‘den Tom Morello ile yapılan güzel bir röportaj var. Diyor ki: “Her müzik siyasidir ve yaptığınız müzik o dönem siyasi olarak gerçekleşen olaylara seslenmiyorsa aslında var olan düzene onay veriyorsunuz demek bu. Eğer siyasi olarak yanlış olan şeyler hakkında şarkı söylemiyorsam, her şey yolunda diyorum ve bu yüzden ‘Baby Baby Baby’ adında bir parça yazıp söyleyebilirim.” Bir noktada Justin Bieber’ın da siyasi olduğunu söylüyor. O an insanlığın karşılaştığı herhangi bir konuyla yüzleşmeyerek, her şeyin yolunda olduğunu söylüyor. Bu noktaya katılıyor muyum emin değilim ama içinde oldukça gerçeklik olduğunu düşünüyorum.

Sizinki gibi bir ülkede bu açıklamaya katılmama lüksünüz pek yok. Benim ülkemde ise siyasi meseleler daha gizli. Çok büyükler fakat en azından sokakta biber gazı yemiyorsunuz ya da seçimler iptal edilip tekrarlanmıyor. Çok belirgin olmadığı için de ülkemdeki insanlar “Ah, politik olmayabilirim” diyebilme lüksüne sahip.

Amerika’da pop ile ilgilenenler dışında apolitik olmayı tercih eden az müzisyen var. Bunu daha çok hayranlar için tercih ettiklerini düşünüyorum. Eğer biraz olsun siyasi olan bir şey paylaşırsam insanlar hemen “Sus ve müziğini yap” diye eleştiriyor.

  • Sosyal ya da siyasi bir mesaj paylaştığınızda hayran kitlenizde bir azalma görüyor musunuz? Bu yüzden hayran kaybettiğiniz oluyor mu?

Bir keresinde Amerika’da gerçekleşen kadınlar yürüyüşüne (Women’s March) dair bir şey paylaşmış ve “Bu ekipteki herkesin şu an Washington DC’de yürüyen sizleri desteklediğini söylemek isteriz” demiştim. Trump’ın göreve başlama töreninden bir gün sonraydı ve “Aptal fikirlerini kendine sakla”, “Hayran kitlenizin yarısını kaybettiniz, tebrikler” gibi bir sürü yorum aldık. Amerika’nın yarısı bile Trump’ı desteklemiyor ve ülke dışında yalnızca %4 kabul görme oranı var. İnsanlar bunu bir şekilde göremiyor.

Dolayısıyla bu tip konuşmalara artık girmiyorum. Hatta sosyal medyadaki durumdan o kadar rahatsız oldum ki tüm hesaplarımı bıraktım. Artık sadece basın açıklaması olarak kullanıyoruz, yaptığımız bir şeyi paylaşıyoruz ve yorumlara aldırış etmiyoruz. O yorumları okumak ve onlara cevap vermekle harcayacağım zamanı kitap okuyarak ya da çalışarak geçiriyorum.

 Snarky Puppy’nin bir caz grubu olduğunu düşünmüyorum 

  • Zorunlu soru. Branford Marsalis, Kamasi Washington ve Robert Glasper arasında geçenler hakkında ne düşünüyorsunuz? Cazın ne olduğu ve olmadığı konusundaki bitmek bilmeyen tartışma hakkında ne söyleyebilirsiniz?

Önce tüm müzisyenlere hayranlığım ve saygım olduğunu belirterek başlayacağım. Bu tip şeylerin dramaya döndüğünü görmek gerçekten talihsizlik. Bence müzisyenler olarak birbirimizi alenen desteklememiz çok önemli. Normalde öyle olmasa ya da birbirimize hayran olmasak bile, en azından birbirimizi desteklememiz önemli. Hepimiz aynı sıkıntılardan geçiyoruz; hepimiz ülkeyi korkunç tur otobüslerinde dolaştık, hepimiz parasız ve seyircisiz gig’lerde çaldık, hepimiz çalışma odalarında becerilerimizi geliştirmek için sayısız saatler geçirdik ve bu tip şeylerin birbirimiz tarafından parçalanması bana kalırsa çok üzücü.

Ama aynı zamanda sanatçılar olarak dürüst olmamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Sanatçılar, doğaları gereği belirli fikirlere sahip, önyargılı, en azından özgün sese sahip olanlar. İki hafta kadar önce Snarky Puppy’nin yeşil odasında bu konuya dair çok uzun sohbetimiz oldu. Öncelikle, Snarky Puppy’nin bir caz grubu olduğunu düşünmüyorum. Bence, bir noktada bir piyano bas davul triosundan neredeyse daha fazla caz geleneği içerisindeyiz; çünkü o anki çevremizden ve toplumdan malzemeler alıp caz kökenlerimizden sahip olduğumuz bilgi ve istekle birleştiriyoruz. Ve iki, üç üyemiz dışında gruptaki herkesin caz kökenlerine sahip olduğunu söyleyebilirim. En azından yıllarca ve yıllarca caz üzerine çalışmış ve bu müziği yapmışlar. Bu bana göre Charles Mingus ya da Miles Davis parçaları yorumlamaktan daha çok caz geleneği içerisinde geliyor, çünkü caz geleneği zaten yenilik demek. Şu an, bu zamandan bir şeyler alıp kendini onlar aracılığıyla ifade etmek demek.

Öbür açıdan, Snarky Puppy’nin yaptığı şey benim için bol doğaçlamalı pop müziği. Eğer biri bana “Sizin yaptığınız caz değil” dese, “Evet, tamamen haklısın” derdim. Eğer biri bana kısıtlı caz haznemin olduğunu söylese… Yani… Müzisyen, görüldüğünden çok daha fazlası. Snarky Puppy ile dokuz ya da belki on dokuz konser boyunca hiç solo almadan çalabilirim ve belki o on dokuz konseri gören biri “Ah, doğaçlama yapmıyor” diyebilir. Bu doğaçlama yapmayı bilmediğim ya da yapmadığım için değil, beni doğaçlama yaparken görmediğin içindir. Ama bir başka sanatçı için böyle bir söylemde bulunmak…

Bence Branford’ın gerçekten söylemek istediği şey tam olarak negatif değildi. Kamasi ve Robert kendi şeyini yapıyor demek istedi belki. Bu cazdan daha az ya da daha çok önemli ya da geçerli demek değil. Bu, sadece başka bir şey. Ama sanırım bunu söyleme şekli haklı olarak Robert’dan bir tepkiye sebep oldu. Ve Kamasi bir şey söylemedi değil mi? Size garanti ediyorum “Yorum yok” derdi.

Caz topluluğunda böyle bir şey var; insanlar size manevi bir şekilde onayını veriyor. Saksafon gibi, cazın en ünlü enstrümanını çalarken, o enstrümanın ikonu olmuş birinden kendinle ilgili negatif algılanabilecek bir yorum almak zor olmalı. Dave Holland’ın “Evet, Michael League, bilemiyorum, caz haznesi yok onun” demesi gibi bir şey. Duyması zor olurdu. Ama aynı zamanda Branford’ın “Bu müzisyenler bir çeşit müzik yapıyor ve farklı bir kitleye ulaşıyorlar” gibi bir şey dediğini de düşünüyorum.

Ama eminim Kamasi Washington insanları caz saksafonuna karşı açtı ve şimdi onlar Branford Marsalis ve John Coltrane albümleri satın alıyor. Herhangi birinin doğru ya da yanlış olduğuna inanmıyorum. Asla bir başkasının yaptığı şeyin ne olduğunu söylemeye cüret etmem. Müzisyenler olarak söylem birbirimizi desteklediğimizde çok daha iyi.

  • Son olarak, size Türkiye’de hayranlık duyan genç müzisyenler için tavsiyeleriniz ne olurdu?

Genç Türk müzisyenler, müzikal olarak oldukça zengin bir yerden gelme avantajına sahip olarak başlıyorlar. Çok uzun ve antik bir tarihe sahip güzel müzik ve farklı kültürlerin karışımı olan bir coğrafya. Bu avantajda, o geleneğe ve onun geldiği yere dair bir şeyler öğrenmenin getirdiği bir sorumluluk var. Ve onu özgün ve gerçekten kendilerine ait olan bir şeye dönüştürme sorumluluğu. Çoğu zaman Avrupa’da ya da Orta Doğu’da gezip oralarda Amerikan müziğini Amerikalı gibi icra eden müzisyenlerle tanışıyoruz. Fakat Amerikalı olmadıkları ve o müziği yaratan kültürle zaman geçirmedikleri için, anlayabilme açısından çok fazla avantajları olmuyor. İdeal olarak, bir şeyde yenilik getirebilmek için onu anlayabilmek gerekiyor. Dolayısıyla, Türk olmanın ve o kültürde büyümenin inanılmaz bir avantajı var. Orada büyüme deneyimini kullanarak ve dünyadaki tüm kaydedilen müziklerin internet bağlantısı olan herkese erişilebilir olduğu gerçeğini göz önüne alarak yenilik getirebilme konusunda çok fazla seçenek var. Hangi ülkeden olursanız olun, geçerli olan aynı şeyler var tabii: çok ve uzun süre çalışmak zorundasınız, açık fikirli olmalısınız, enstrümanınızda teknik yeterliliğe sahip olduğunuz kadar duygusal bir bağa da sahip olmalısınız ve o duyguyu izleyiciye geçirerek onlarla iletişim kurabilmelisiniz. Ve sanıyorum, günümüzde ilk defa parçanın enstrümantal müzikte tekrar önemli oluşuna şahit oluyoruz. Vokal müzikte, mevzu hep parçayla ilgili olsa gerek. Ama enstrümantal müzikte bir noktada bu değişti ve çalımla ilgili olmaya başladı. Ve şimdi, bence, insanlar bunun tekrar önemli olduğunu hissediyor ve bu çok güzel bir şey. Nasıl besteleyeceğini öğrenmek ve karşı taraf tarafından anlaşılabilir bir şekilde onu çalmaya çabalamak harika bir yetenek.

Fotoğraf: Emre Durmuş

Fotoğraf: Emre Durmuş

9 Temmuz’da UNIQ Açık Hava’da gerçekleşen Snarky Puppy konseri inanılmaz keyifli geçti. Ne kadar gözlerim ve kulaklarım Lettieri ve Sput‘ı aramış da olsa geceyi harika müzisyenlerle inanılmaz eğlenerek bitirdik. Bahsedilen sürpriz konuklar Michael League’in öğretmenleri Tarık Aslan ve Erdem Erol liderliğinde 10 def ve 6 dehollodan oluşan Defjen müzik topluluğu ve eski Mısırlı Ahmet Ritimhane öğrencileriydi. Müziğe doyamayan seyircilerin yoğun alkış ve tezahüratlarıyla iki kere bis yapan ekip, konser sonrasında Immigrance albüm kapağını tasarlayan Zeycan Alkış ile kavuşarak ve tüm katılımcılarla tek tek sohbet edip fotoğraf çektirerek turnelerinin İstanbul ayağını sonlandırdı. Biz de İstanbul Caz Festivali ekibine hem bu röportaj için hem de böyle harika konserler için teşekkür edelim. Seneye görüşmek dileğiyle!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir