Can Kazaz “Ben Sizden Kaçtım” albümü sonrasında sessizce İstanbul’u terk edenler arasındaydı. Ege’de bir köye yerleşen Can, şimdi doğa ile iç içe bir yaşam sürüyor. Bu yeni yaşamı yanında, müzikal kariyeri ise aktif bir şekilde devam ediyor. Kendisiyle 30 Ocak’ta IF Istanbul’daki konseri sonrasında yeni yaşam, İstanbul’dan ayrılışı ve performansı üzerine konuştuk.
Beşiktaş’a hızlı bir şekilde yürüyordum. Yoldaki üçüncü nesil kahvecidenMor ve Ötesi’nin 2000’lerde rock’ın Türkiye’de yeniden mainstream’leşmesini sağlayan şarkılardan biri olan “Cambaz” sesleri geliyordu. Balık Pazarı civarına geldiğimde ise yine akustik gitarın assolist olduğu sıradan bir bardan İzmir Marşı bağırışları geliyordu.
Geçmiş özlemi artık sokakta da kendine yer bulmuştu. Bunu ilk defa bu kadar arka arkaya net örneklerle hissetmiştim. Bu zamansal kargaşa içerisinde IF PerformanceHall’a doğru yokuşta yürürken buldum kendimi.
Aslına bakarsanız Can’ı akademik kimliğiyle santralistanbul’un uzun arnavut kaldırımlarında görmeye alışığım. Can’la son görüşmemizdesantralistanbul’da soğuk bir günde konu üçüncü “Ben Sizden Kaçtım”albümüydü.
Son karşılaştığımda ise İstanbul’dan ayrılacağını söylemişti…Ben akademide devam etmeyi seçerken, o akademiden uzaklaşmayı tercih etti. Dolayısıyla onu sahnede görmek ilk dakikalarda benim için biraz şaşırtıcıydı. Bunu itiraf etmem gerekir.
Kafamda arkadaş ve müzisyen karmaşası yaşanırken, Can şarkılarını söylemeye başlamıştı bile. Salı, 23:00’da başlayan bir konser için IF’in oldukça kalabalık bulduğumu söyleyebilirim. Fakat yine de konserin 23:00’da başlamasını pek sağlıklı bulmadığımı da belirtmem gerek.
23:00’da başlayan bir performansın en erken bitiş süresi 00:30 olacaktır. Eve dönüş yolculuğu düşünüldüğünde ise muhtemelen konsere gelen bir kişinin uykuya dalması en erken 02:00’yi bulacaktır. Bu gibi hafta içi yapılan duble performanslarda, mekânların zaman ayarlaması biraz daha tutarlı olmalı.
Can akademik kimliğinin aksine sahnede enerjik biriydi. Seyirciler de konser sırasında enerjisine ayak uydurabiliyorlardı.
Can sakinleştiğinde seyirciler salınmaya başlıyor, hızı artırdığında ise salınımı hemen dansa çeviriyorlardı. Tüm şarkılar neredeyse ezbere söyleniyordu. Konser saati nedeniyle çoğunluğu üniversite öğrencilerinden oluşan bir seyirci kitlesi vardı.
Yerli sahnenin canlı tarafına biraz uzak olduğum için seyircilerin bu yerleşik hareketleri beni biraz şaşırtmıştı. Ancak biraz uzaktan baktığınızda bu, alternatif yerli sahnenin yapısallaştığını ve kendi kitlesini üretebilecek düzeye geldiğini de fısıldıyordu.
Can sahnede seyircisiyle çok diyalog kuran biri değil. Bu hoşuma gitti çünkü sahnedeki kişilerin üretici kimliğiyle kutsal hale bürünmesine katlanamıyorum. Sahnedekinin en nihayetinde bir kişi olduğu unutulmaması gerek.
Can az konuştu ama konuştuğu sıralarda hep uzun cümleler kurdu. Bu gibi uzun cümleleri ben şehirden uzaklaşmasına yormuştum. Kuliste kendisine bunu sorduğumda da, esasen diğer konserlerde cümlelerinin uzunluğu ya da kısalığını pek hatırlamadığını ancak genelde seyirciyle diyaloğunun çok olmadığını belirtiyordu.
Can Kazaz’ın bir performansından kare.
Can’ın canlı performansı bence albümden çok daha iyi. Bu canlı performansın getirdiği özgürlük alanıyla fazlasıyla ilgili. Performansta enstrümanların sesleri albüm kayıtlarına göre biraz artmıştı. Sahnede çalanlar- gitarda Efe Demiral, bass gitarda Can Dedeoğlu, davulda Mertcan Bilgin, akustik gitar ve back vokalde ise İpek Ektaş– da albümün aksine daha fazla şey deneme imkânına sahipti. Örneğin, “Bir Ben Kalsam”çalınırken gitarın sesi artıyor, şarkının outro’sunda bulunan gitar solosu post-rock şarkılarında bolca duyulan gitar efektleriyle süsleniyordu.
Konser sırasında Can’dan sonra sahnede etkisi en baskın şey kuşkusuz klarnet olsa gerek. Can’a kuliste ekip arkadaşlarını sorduğumda, Onur Çalışkan’ın kadroya 1 sene önce eklendiğini belirtmişti.
Konser sırasında klarnet sololarında kendinden geçen bir kitle vardı… Seyircinin bu klarnet coşkusu aslında seyircinin müzikte neler aradığını bir kez daha gösteriyor. Bunca Yıl’da ise bu coşku adeta tavan yaptı. Can ise biss’te de yine“Bunca Yıl” çalarak seyircisini eve dönüş yolculuğuna hazırlıyordu.
Herkes çıktıktan sonra kulise doğru yol aldım. Artık sıra Can ile performansı ve İstanbul’dan ayrılışı üzerine konuşmaya gelmişti.
Nasıl geçti konser?
İyiydi, süper geçti. En son konser Ankara’daydı. Bir aylık bir aranın sonrasında şimdi daha yoğun bir programa gireceğiz. Dalga dalga yoğunlaşacak program.
İstanbul mu yoksa Ankara – İzmir’den oluşan bir konser dizisi mi?
Şimdi şubatta bir konserimiz var. Mart biraz daha Anadolu turnesi şeklinde geçecek. Bayağıdır insanlar bekliyordu.
ANADOLU’NUN YOĞUN İLGİSİ
Anadolu’dan tepkiler nasıl sahi?
Gittikçe arttı tabii zaman içinde. Özellikle büyük şehirlerden çok fazla tepki geliyor. Bir de oralara doğru dürüst pek gitmediğim için ama zaman geçti üzerinden. Beklenti halindeler, oradaki dinleyici kitlesi de büyüdü. Şimdi de İzmir’e ne zaman geliyorsun diye cümleler geliyor.
Anadolu ve İstanbul seyircisi arasında bir fark var mı sence?
Bence var. İstanbul dinleyicisi alıştı artık. Çok fazla konser oluyor. Ben gelmezsem, Justin Timberlake geliyor gibi bir piyasa var burada. Ama Ankara’daki insan dinlediği her müzisyene aç, daha doğrusu etkinliğe aç. Bu da sahneye çok güzel yansıyor. Sahnede çok eğleniyorum.
Can Kazaz
“BAZEN ŞARKILARI HİP HOP MODUNA GETİRMEK İSTEDİĞİM OLUYOR”
Peki İstanbul’daki çaldığın mekanlar arasında kitle olarak sence bir fark var mı?
Yani burada mesela ilk konser ve ikinci konserim arasında da bir fark var. Galiba mekanların kendi kitleleri yok artık, daha çok müzisyenlerin kendi kitlesi var. Onlar geliyorlar ve biz de onları çağırmaya çalışıyoruz daha çok.
Albüm kayıtlarına göre sahnende deneye daha açık gibi görünüyorsun. Sahnede ya da bundan sonraki albümlerde denemek istediğin farklı şeyler var mı?
Sahnede şarkılar haliyle biraz değişiyor çünkü albümdeki gibi çalmıyoruz. Onda da gruptaki arkadaşlarımın etkisi var. Haliyle canlıda biraz daha grup müziği ortaya çıkıyor. Şuraya yönelim dediğim şey şu olabilir; bende bir hip hop geçmişi var. Bazen şarkıları hip hop moduna getirmek istediğim oluyor. Sonra o bir sürü iş çünkü. Onun yerine hip hop yapan bir sürü değerli insan var, belki onlarla çalışabilirim. Orada bir döngüdeyim ve kırılacağını düşünüyorum, fakat bir noktada bir rap projesinin içinde olacağım. Özlüyorum, çünkü kanımda var.
Zaten Gezi döneminden de hip hop işlerin vardı diye hatırlıyorum.
Evet, zaten öncesinde de vardı. Gezi orada bir kırılma yarattı. Fakat o rüzgarla tekrardan akustiğe döndüm.
Can Kazaz’ın bir performansından kare.
“KÖY HAYATININ ETKİSİNİ GALİBA BİRKAÇ YIL SONRA GÖRECEĞİM”
Seyirci ile diyalog halindesin. Bu sefer çok uzun cümleler kurma niyetindeydin gibime geldi. Bu İstanbul’dan ayrılışınla alakalı olabilir mi?
Yani bazen her parça veya iki parçada bir kısa kısa cümleler kuruyordum. Bugün biraz daha farklı oldu. O parçaya özgü bir düşünce geldi o esnada. Yani aslında konuşmalarımı çok fazla kurgulamıyorum. Hatta hiç kurgulamıyorum diyebilirim. Şarkıyı söylerken ya da sonrasında bir his yaşıyorsun. O hissi konuşarak paylaşmayı seçiyorum. O yüzden bir parça uzun konuştum bu sefer. Aslına bakarsan çok fazla konuşmuyorum diyebilirim. Dediğin gibi belki İstanbul’dan ayrılışımla da alakalı olabilir. Sonuçta insanlar müzik dinlemeye geliyor, dozunda bırakmaya çalışıyorum.
Köyde hayat nasıl gidiyor?
Şahane yani. Çoğu zaman gelmek istemiyorum. Onarıcı tarım yapıyoruz aslında. Hayvancılık yani, hayvan etkisini kullanarak yapıyoruz. Ekosistemi normalde çalışması gerektiği gibi çalıştıracak bir yöntemler bütününü uygulamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla büyükbaş hayvan sürüsü büyütüyoruz. Onların gündelik ya da haftalık rutinlerine bağlıyız biraz da. Olabildiğince koşturuyoruz.
Bu yeni gündelik rutinin üretimlerini ya da bestelerini nasıl etkiliyor?
“Delayed Effect” mi diyeyim? Ertelenmiş bir etkisi var sanırım. Halen şehirle ilgili şeyler çıkıyor. Yani eskiye dair bir şeyler çıkıyor. Köy hayatının etkisini galiba birkaç sene sonra göreceğim. Bu sanki bir tür sindirme süreci gibime geliyor. Daha çok yeni benim için. Geçtiğimiz yaz köye geldim sonuçta.
ŞEHİRDEKİ MUTSUZLUK
İstanbul’dan ayrılmana neden olan şeyler nelerdi ki?
En standart cevabım şehirden mutlu olamama hali, benim kişisel olarak daha bir başıma olmam ya da köyde daha seyrek insan olması diyebilirim. Bunlar gerekçeler olabilir, ancak benim hayat görüşümle de ilişkili. “Ben Sizden Kaçtım” gibi bir albüm yapıp, bunun gereğini yapmak gibi de bakıyorum çünkü gerçekten öyle hissettiğim için öyle müzikler çıkıyor.
Köydekiler seni kim olarak biliyor?
Yerelle pek diyaloğum olmadı bu zamana kadar. Beni tanımıyorlar. Böyle kalması da hoşuma gidiyor çünkü İstanbul’da yavaş yavaş sokakta tanınma hali, bir yerden bir yere yürürken durdurup fotoğraf çektirmek istiyor insanlar. Bu elbette çok doğal. Sevdikleri bir kişiyle etkileşim kurmak tabii ki isteyecekler. Bununla ilgili bir sorunum yok ancak dediğim gibi karakterimle ilgili sanırım. Kendimi daha rahat hissediyorum köyde. Zaten orada bir kolektif vardı. Muhtemelen beni, şehirden kolektife gelen biri daha olarak düşünüyorlardır. Benimle müzisyen kimliğimden ziyade insanların ben olduğum için iletişim kurması daha samimi geliyor. Öbür türlüsünde bir inanamama hali var.
“YOLDA SÖZ YAZIYORUM”
Orada müzikal üretim süreçlerin nasıl gidiyor?
İş yapmadığım zamanlarda, hemen gitarımı alıp çalmaya başlıyorum. Onun dışında hayatıma yeni bir şey eklendi. Konserler nedeniyle yolculuklar daha sık olmaya başlandı. Köyden İstanbul’a gelirken, yolda söz yazmaya başladım. Çok geniş bir zaman diliminden bahsediyorum, en az 5 saat sürüyor. Yolculuklarda dışarısı akıyor ve bu gerçekten ilham verici bir şey.Orada otururken cümleler çıkmaya başladı. Bu kelimeleri bestelemeye başlıyorum sonra.
O zaman şarkılarındaki imgeler değişiyor diyebilir miyiz? Belki pastoralleşme hissedilebilir.
Pastoral kelimeler zaten benim şarkı sözlerimde aslında vardı, ancak bu daha da arttı galiba yolculuklarda. O anda gördüğüm şeyler, ister istemez kelimelerime yansıyor. Evet, pastoral yan arttı sanki şarkı sözlerimde.
Köyde kayıt yapıyor musun peki?
Evet, kayıt ortamını bir nebze taşıdım diyebilirim. Mini bir ev stüdyom var. Var olan ekipmanımı oraya taşıdım. Bildiğin küçük bir ev odası. Bir gitarım var, mikrofon setim var. Ses kartım var, onları bir araya getirip demo kayıtlar yapıyorum diyebilirim. Aslına birçok şeyi kaydedecek olanağım var. Vokal kaydedebiliyorum, gitar kaydedebiliyorum. Hani o anlamda bir eksikliğim yok.
Peki adaptasyon sorunu oluyor mu?
Zaten sakin bir insan olduğum için öyle bir sorunum yok diyebilirim. Köyde kendimi çok iyi hissediyorum, sonrasında şehre gelince kendimi çok kötü hissediyorum. Tekrardan köye döndüğümde bu his üzerine yazıyorum. Dolayısıyla halen sevmediğim şeyle ilgili yazma tandansım var benim. Bugün sahnede de söyledim, geldim yürüyemiyorum bile. Birileri yolumu kesiyor, birileri bulunduğum alanı işgal ediyor gibi hissediyorum. Bu çok tüketici bir şey.
Akademik kimliğin üzerinden müzik ve göçü konuşacak olursak, ne demek istersin?
Göç kelimesi işin içine girdiğinde, yol önemli bir noktaya geliyor. Çok fazla yol müziği vardır. Bu beni de etkiler her zaman. Yani bir kültürün taşınma süreci de var göç mevzusunda. Yani çok net hatırladığım bir durum var, Suriye’deki mevzuların başlangıcıydı. Suriye’den daha orta ve üst sınıf Türkiye’ye geliyordu. O insanların uğrak noktaları İstanbul olduğu için, İstanbul’da köşe köşe bazı mekanlarda Ortadoğu insanının kendi müziklerini ürettikleri ortamlar doğmaya başlamıştı. Ben uzaylı gibi bakıyordum. Aaa, ne kadar ilginç bir şey yapıyorlar diyordum. Böyle bir araya gelip müzik yapıyorlardı.
YENİ ALBÜM GELİYOR
Kulis nasıl geçer sizin tarafta? O rock star imgesi var mı kulisinizde?
Aslına bakarsan sanılanın aksine çok sakin geçer çünkü birazdan sahneye çıkacaksındır ve enerjiyi seyirciye saklamak gerekiyor. Öbür türlü dikkatim çok dağılıyor sahneye çıktığımda. Benim de aklımda bir kulis hayali vardı, ancak pek o tatta yaşamadığımızı söyleyebilirim. Sen de gördün, bizim kulis daha sakindir.
Yakın zamanda albüm, EP ya da farklı bir proje var m?
Şarkılar birikti. Sonbahara bir albüm daha kaydetmek gibi bir fikrim var.
Farklı kimselerle çalışacak mısın?
O kadar netleşmedi. Onları bir aranje etmek gerekiyor. Farklı müzisyenlerle çalışma soruna gelecek olursam, bu sanırım aranjmandan sonra ortaya çıkacak hissiyat ile ilişkili. Zaten çok az düetim vardır. Bir tane Eda Sena Şenceylan ile yaptım. Bir de The Sun’da Deniz Özçelik ile var ama daha çok o back vokal gibiydi.
Yazar, radyocu, müzisyen Ayça Şen kurumsal hayattan elini ayağını çekti ve ailesiyle birlikte İstanbul’dan İzmir’e taşındı. Bağımsız radyo hayalinin peşinden tutkuyla giden Şen, gösterilerine de devam ediyor. Onu İstanbul’da olduğu sırada yakaladık ve hayatını konuştuk
İzmir’e taşınma kararı aldığınızda hissettiğiniz şu muydu: “İstanbul’dan gerçekten çok sıkıldık.”
İzmir’de bir yaz geçirdik, İstanbul’a döndüğümüzde “Kentsel dönüşümün olduğu yerlerde duramayacağız.” dedik ve bir gün içerisinde karar verdik. Evin içi zaten bomba atılmış gibi inşaat tozlarıyla doluydu… Toni zaten, İzmir levanteni. Kararımızı verdik ve tatlı bir çarşamba günü taşındık.
Biraz daha açalım o zaman… İstanbul’dan ayrılmanıza neden olan şeyler nelerdi? Siyasi mi, yoksa şehrin kaosu mu seni İstanbul’dan ayrılmaya itti?
İstanbul’dan ayrılmadan önce artık bardağı bir damla bile dolduracak damlam kalmamıştı. O yaz 3 ay boyunca Ildırı Köyü, Çeşme ve Sakız Adası‘nda kalınca İstanbul’a dönüşümüz tam bir trajedi oldu. Döndüğümüz hafta okullar açılmıştı ve Memo 7.sınıfa başlamıştı, fakat evde kimse mutlu değildi. Toni ile İstanbul’a dönüşümüzün üçüncü gecesi filandı, birbirimize baktık, kısa bir sessizlik oldu, “Burada mı kalacağız?” dedik ve ertesi gün İzmir’e apar topar gelip okul ve ev bakıp, 3 gün içinde taşındık. Toni İzmirliydi, bense; seneler önce girdiğim depresyonda terapistim: “Sizin kesinlikle yeşil ve doğal ortamlarda olmanız gerek yoksa hep depresyona girersiniz.” demişti, kalktık geldik. Politik bir durumu da var elbette. Burası çok daha özgür.
“HAYATTA HER ŞEY BİTİYOR”
17 milyonluk bir şehir sizi ve yapmak istediklerinizi kısıtlamış gibi ki 9 yıl sonra yeni bir şarkıyla döndünüz. İstanbul’dan ayrılışınız müzikal üretiminizi nasıl etkiledi?
Buraya gelirken gerek arkadaşlarım, gerekse ben acaba sıkılır mıyım dedim ama başımı kaşıyacak vaktim yok. Kürek mahkumu gibiyim. Hiç aralıksız üretiyorum. Resim, yazı, şarkı. Meğer gerçekten doğada olmak insanın kendi doğasına dönmesine yarıyormuş.
Toni, İzmir doğumlu mu?
Evet ama onlar 1800’lerde mi 1600’lerde mi ne İtalya’dan göç etmişler. Belki de o bizden daha bile Osmanlı hatta. Biz İstanbul’da tanıştık ama o Atina’da da yaşadı. Toni, beynelmilel biri aslında.
Peki, Tarık Akan üzerine şarkı yapma fikri nasıl doğdu?
Hayatta her şey bitiyor, Tarık Akan gibi bir çocukluk idolümüz bile göçüp gidiyor, başka ne gitmeyecek ki?
Yakın geçmişe duyulan yoğun bir özlem var. Tarık Akan parçası bir özlemin parçası mı yoksa sevdiğin bir sanatçıya saygı duruşu mu?
Tarık Akan burada geçmişteki değer verdiğimiz, bizi oluşturan değerlerin bir prototipi. Onların en güzel hali. Hepimiz ona aşıktık.
İlk albüme dönersek; ilk albüm beklentini karşıladın mı?
Hayır.
Bunun sebebi neydi?
Menajer… Tamamen menajer yüzünden güzelim albüm güme gitti. Telefonlarına bakmıyor, ulaşılamıyor… Yıllar sonra görüştüğüm arkadaşlarım; “Biz sana ulaşmaya çalıştık, bilmem ne festivaline çağıracaktık, ulaşamadık bir türlü.” dediler.
Menajere ulaşamayanlar, direkt seninle iletişim kuramıyorlar mıydı? Tanıdık değiller miydi?
Hayır değillerdi. Radyo dolayısıyla, dinleyicilerle bir araya geldik ve sonra arkadaş olunca, eskiye dair hikayeleri anlatınca çıktı bu gerçekler.
İlk albümün prodüktörleri Serkan Hökenek ve Mor ve Ötesi’nden Burak Güven’di, değil mi?
Evet, güzel albümdü o. Belki bakarsın ileride değerini bulur.
Tarık Akan parçasının dönüşleri nasıl sizce?
Güzel. Bu şarkıların yanında ben stand-up da yapıyorum. O stand-up’ta bir ton şarkı var. Tarık Akan da onlardan bir tanesi ve şarkı için dönüşler çok güzel oluyor. Gösteriye gelenler seviyorlar. Daha az şarkı söyle, daha çok konuş diyen de oluyor tabii. Ben gösteride de hem şarkı, hem geyik yapıyorum. Albüm kafasıyla şarkı söyleyip, bir de komiklik yapan şu anda yok. Ama ben sadece komiklik yapmıyorum orada. Hayatın içinden hikayeler anlatıyorum. Artık hikayeleri daha belirgin, daha komik hale getirdim, şarkıları azalttım.
Gösterinin süresi azaldı mı?
2 saate indirdim. Hem gösteriyi 2 saate indirdim, hem de 15-16 şarkı söylüyordum, konser gibi. Şimdi 10 şarkı söylüyorum.
“HAYVAN GİBİ BESTE YAPIYORUM”
Şarkıları albüm haline getirecek misiniz?
Olacak, ama olacak dediğim işte bağımsız plak kafası olacak. CD Baby diye bir yerden kendim çıkarıyorum. Yurt dışında bazı bağımsız plak şirketleri var böyle. Onlar üzerinden ilerliyoruz.
Hayvan gibi beste yapıyorum. Elimde, yirmi tane kayda girecek şarkı var, daha bugün bir tane daha şarkı yazdım. Haftada bir şarkı çıkıyor. İshal oldum!
Stand-up gösterileriniz için sürekli İstanbul-İzmir arasında gidip geliyorsunuz ve radyo programı için tüm ekipmanlarınızı da taşıyorsunuz. Zor değil mi? Aslında tatil gibi de bir yandan, çünkü başka bir şehre gidiyorsunuz… Sabah erken kalkmak filan… Zor aslında…
Yok bee. Çocukluğumdan beri düstur edindiğim bir şarkı vardı. Sabah erken kalkar, bacak arasından sarkar. Şaka şaka.
İzmir üzerinden radyoda üretimde bulunmak nasıl gidiyor? Zorlukları var mı?
Evden yayın yapmak çok zevkli. Bizi duyup buraya gelen çok sayıda insan var. Tabii fiziki durumu müsait olanlar. Bunun dışında harika bir şey. Komşularımız bile yayına çıkıyor.
Aslında geçen sene başladı. Sonra uzun bir süre bıraktım. Ardından tekrar yapmaya başladım işte.
Dövme stüdyosu açmayı düşünmüyor musunuz?
İzmir’deki evimizde en üst katı stüdyo yaptık zaten. Daha yeni başladım bu işi yapmaya aslında. Artık kurumsal tarafta mevzu olmayınca, bütün yeteneklerimle hayata saldırmaya karar verdim.
İstanbul’dan sonra izmir, özel radyolardan sonra Radyo Karavan. Hayatınızda büyük dönüşümler söz konusu… Radyo Karavan’a iten süreçler nelerdi?
Kurumsalda bana iş kalmadı. Başka seçeneğim yoktu. Bağımsız radyomuz ya olacak, ya olacak. Ama gösterilere de bekleriz yaneee.
Rembetika kelimesinin genelde dört ayrı kullanımı mevcuttur. Bunlar; Rembetiko/ Rembetika tekil ve çoğul ayrımlardır. Rebetiko/ Rebetika şeklindeki ayrım ise Yunanların sözcüğün ortasındaki “μπ” harflerinden m’yi net çıkarmamalarından ötürü söylendiği gibi yazılmasından gelir.
Türk-Yunan Mübadelesinin Rembetika’nın Gelişim Sürecine Etkileri
Mübadele Bahsi
Bahsini edeceğim mübadele veya bir başka deyişle zorunlu göç, 1920’li yıllarda (1922, 1923-1926) Türkiye ve Yunanistan toprakları arasında gerçekleşen kitlesel yer değiştirmedir. İki ülke arasındaki bu “insan değiş-tokuşu”, 30 Ocak 1923’te Lozan’da imzalanan Türk ve Yunan Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’e dayanır. Trajiktir ki taraf hükümetlerce imzalanan bu protokol dünyadaki ilk resmi zorunlu göç anlaşmasıdır.
Mübadele sonucunda yaklaşık 550 000’i Müslüman (Batı Trakya Müslümanları hariç), 1,2 milyonu Ortodoks (İstanbul Ortodoksları hariç) olmak üzere toplam yaklaşık 1,7 milyon insan yer değiştirmiş, bir başka deyişle yerlerinden edilmiştir. Rumların önemli kısmı, Türk tarafının “Büyük Zafer” dediği; Yunanların ise “Küçük Asya Felaketi” olarak adlandırdıkları, 1922’de sonlanan Türk-Yunan Savaşı sonrası acil koşullar altında Yunanistan topraklarına göç etmişlerdir.
Bu bilgiler ışığında Lozan’da imzalanan protokolün hali hazırda vuku bulmuş olan göç hareketine resmiyet kazandırdığını ve antlaşmaya Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türkleri dahil ettiğini söyleyebiliriz.
Mübadelenin iki ülke için de birtakım sonuçları olmuştur. Bu sonuçların etkileri; toplumsal kırılmalar, ekonomik istikrarsızlık, kentleşme problemleri, çeşitli üretim alanlarında kalifiye insan eksikliği olarak zuhur etmiştir. İki taraf için de hayatın tüm kılcal damarlarını etkileyen mübadele kaçınılmaz olarak müziği de es geçmemiştir.
Yunan sanatçı Kalliopi Lemos’un “Devr-i Âlem–Round Voyage” ismini verdiği bu enstalasyon; Yunan adaları kıyılarında bulunan iki ahşap teknenin onarılıp alt alta konulmasıyla göçü ve yer değiştiren hayatları simgeliyor. Eser, İstanbul Bilgi Üniversitesi santralİstanbul kampüsünde sergilenmektedir. http://kalliopilemos.com/project/round-voyage-crossings/
Rembetika (ρεμπέτικα)
Bir Küçük Telaffuz Meselesi
Rembetika kelimesinin genelde dört ayrı kullanımı mevcuttur. Bunlar; Rembetiko/ Rembetika tekil ve çoğul ayrımlardır. Rebetiko/ Rebetikaşeklindeki ayrım ise Yunanların sözcüğün ortasındaki “μπ” harflerinden m’yi net çıkarmamalarından ötürü söylendiği gibi yazılmasından gelir.
Nedir?
Rembetika, “rembet” kelimesinden gelir. Rembet, altkültürü ve bu altkültüre mensup insanları tanımlar. Rembetleri altkültürle birlikte zikretmemizin sebepleri; otoriteyle pek barışık olmamaları, ekonomik olarak alt tabakalarda yer almaları, taşrada veya kentlerin dış çeperlerinde yaşamaları ve keyif verici madde kullanımının yaygın olduğu tekkelerdevakit geçirmelerine dayanır.
Rembetika, ekseriyetle tekke kültüründe çalınıp söylenen, şarkı sözlerinin içeriğini gündelik dertlerin, aşkların ve aşk acılarının, keyif verici madde kullanımının ve buna övgünün oluşturduğu bir müzik türüdür.
Buzuki ve baglama (ğ ile okunmaz) ile icra edilen Rembetika şarkıları yalnızca; esrar, haşhaş ve nargile kullanılan tekkelerde değil, “amane”kahvelerinde de kendine yer bulmuştur. Bu isim muhtemelen mani kahvelerinden ve şarkılar icra edilirken yapılan doğaçlamalar sırasında hem düşünmek hem de nefeslenmek için tekrar edilen “aman aman”ikilemesinden gelir. Şarkılarda Türkçe kelimelere rast gelmek mümkün olduğu gibi birkaç Rembetika şarkıcısının bir araya gelerek aşık atışmasına benzer nitelikte karşılıklı şarkı söyledikleri de olur. Yeterince coşku, dinleyicileri dans için cüretlendirecektir; tsiftetelli (çiftetelli), hassapiko (kasap) ve zembekiko gibi tanıdık danslara denk gelmek de cabası. Elbette bu benzerliklere şaşmamalı çünkü uzun yıllardır birlikte yaşamış insan topluluklarında görülmesi normal olan, hayatın her alanına sirayet eden alışverişler hasıl olmuştur.
Yine de Rembetika için tek bir tanım yapmak mümkün değildir. Bu yazıyı oluştururken de pek çok kez yararlandığım Gail Holst’un Rembetikaisimli kitabındaki Rembetika tanımlarına göz atacak olursak:
“ ‘Rembetikolar sade insanların söyledikleri kısa, basit şarkılardır.’ Elias Petropulos, Rembetika Tragoudia”
“ ‘Yunan kent altproleteryasının 19. yüzyıldan başlayarak, 50’li yıllara kadar süren şarkıları…’ Olivier Revault d’Allones, La Création Artistique et les Promesses de la Liberté”
“ ‘Yunan kentlerindeki altproleter kitlelerin sanatsal potansiyelinin bir ifade biçimi.’ Stathis Damianakis’in Paris’te yapılan ilk Avrupa Etnografya konferansında sunduğu konuşmadan.”
“ ‘Rembet… acı çeken, kendisine haksız muamele yapılan, izlenen insandır. Rembetikolar O’nun için yazılmıştır.’ Tassos Skorelis ve Mikis Oikonomides, Bir Rembet: Yorgos Rovertakis”
“ ‘Rembetiko şarkıları rembetler tarafından, rembetler için yazılmışlardır… Rembet, bir derde düşmüş olan ve bunu dışa vuran adamdır.’ Yorgos Rovertakis”
gibi birden çok ve ortak yargıya varılamamış tanımlar olduğunu görürüz.
Fotoğraf, Gail Holst’un Rembetika isimli kitabından alınmıştır.
Rembetika müziği özellikle Atina, Pire, Larissa, Hermupolis, Selanik, İstanbul ve İzmir’de icra edilmiştir. Hatta mübadele sonrası bir süre Pire veİzmir Tavrı gibi gözlenen ayrımlara yazının ilerleyen safhalarında değineceğim.
Yıllar İçerisinde Rembetika
Rembetika, sanılanın aksine mübadele sonucu ortaya çıkmış bir müzik türü değildir. Başlangıcı 1920’lerin evveline, 19. yüzyılın ikinci yarısına dayanır.
Erken dönem Rembetika’nın en önemli adresi Pire olmuştur. Bu dönemde Rembetika müziğine kentliler ve yönetici elitler uzak durmuş ve hatta onu “doğulu” bir başka deyişle “aşağı” addetmişlerdir. Bağımsızlığından itibaren yüzünü batıya dönmüş olan (en azından bunu arzuladığını düşünüyorum) Yunanistan, bu bağlamda batıcı ve ilerlemeci olarak resmedilebilir. Batıcı veya ilerlemeci olmanın dışında geleneksel sol da muhafazakar sağ da Rembetika’yı kendilerince sebeplerle sahiplenmemişlerdir.
Mübadele
Mübadele öncesi nüfusu 4 milyon dolaylarında olan Yunanistan’a mübadele ile birlikte 1,2 milyon kişinin göçmesi kaçınılmaz olarak ekonomik, kültürel, demografik ve barınma ihtiyacı gibi sorunlar doğurmuştur. Mübadele mağdurları ekonomik istikrarsızlık, dışlanma ve yeterli olmayan barınma alanları gibi sebeplerden de muzdarip olmuşlardır. Bu olumsuzluklar neticesinde altkültüre eklemlenen insan sayısı artmış haliyle Rembetika da payına düşeni almıştır. Tabii ki bu etkinin yalnızca olumsuz sonuçlarını görmemek gerekir, bu olumsuzluklar bir yandan da Rembetika için daha fazla yayılma alanı, yeni insanlar, yeni dertler ve yeni yorumlarla hemhal olmak, zenginleşmek demektir.
30’lu yıllara doğru Rembetika artık kentte de dinlenir olmuştur. Bunun bir sebebi de artık yalnızca tekkelerde değil amane kahvelerinde de Rembetika’nın icra ediliyor oluşudur. Bu dönemde Rembetika için iki tavırdan bahsedebiliriz, bunlar; Pire ve İzmir Tavırlarıdır. Pire Tavrı’nı genel olarak anlatmak gerekirse neredeyse 30’lu yılların sonuna kadar sadece erkeklerin icra ettiği, tekkede karşılaştığımız, şarkı girizgahlarında uzun, emprovize taksimlerin çalındığı, hapishane ve esrar deneyimlerinin şarkıların içeriği olabildiği bir tavır diyebiliriz. İzmir Tavrı ise deyim yerindeyse kentle ve kent yaşamıyla daha barışıktır. Şehirde kurulan kahvelerde, kadın müzisyenlerin de katıldığı, duygusal ve zengin süslemeli şarkıların çalınıp söylendiği, orkestral ve sendikal olarak daha profesyonelyöntemlere sahip bir tavırdır. Bu dönemde Atina ve Pireli müzisyenlerin Pire Caddesi’ndeki Microasia kahvesinde dernekleşmeleri profesyonelleşmelerine örnek olarak gösterilebilir. Bu iki tavrın birbirini beslediğini düşünmekle birlikte Gail Holst, İzmir Tavrı’nın Rembetika’nın ana direği olmadığını belirtir.
Fotoğraf, Gail Holst’un Rembetika isimli kitabından alınmıştır.
Yine 30’lu yılların Rembetika için önemi bu dönemde Yunanistan’da faaliyete başlamış ve Rembetika kayıtları da yapan EMI, Odeon, Columbia ve H.M.V. gibi plak şirketleridir. 78’lik plaklardaki süre kısıtı bazı Rembetika şarkılarının girizgahlarındaki uzun taksimlerin eskisi gibi kullanılmasına müsaade etmese de plak şirketlerinin yaygınlık ve bilinirlik açısından Rembetika’ya katkıları yadsınamaz.
Fotoğraf, Gail Holst’un Rembetika isimli kitabından alınmıştır.
Sıkıntılı Yıllar
1936 ile 1941 yılları arasında Yunanistan, Metaksas diktatoryası altındadır. Her otoriter rejim gibi Metaksas da gündelik hayattaki varlığını yasaklar, kısıtlar ve tutuklamalarla hissettirmiştir. Bu dönemdeki uyuşturucu yasaklarının yanı sıra bazı şarkı sözlerine uygulanan sansür ve suçlu bulunan Rembetika şarkıcılarına verilen cezalar bu müziği olumsuz anlamda etkilemiştir. Akabinde başlayan II. Dünya Savaşı ve Yunanistan’ın önce İtalya sonra da Almanya tarafından işgali pek çok kayba sebep olmuştur. Rembetika her ne kadar bir ideoloji veya bir direniş hareketi için motive edici, besleyici bir müzik türü olmasa da bazı şarkıların içeriği işgalci kuvvetlere yapılan baskınlar, çalınan eşyalar ve yiğitlik hikayelerini içerir. II. Dünya Savaşı’nı takip eden süreçte 1946 ve 1949 yılları arasında Yunan İç Savaşı yaşanmıştır.
Fotoğraf, Gail Holst’un Rembetika isimli kitabından alınmıştır.
50’ler
Bu dönemde Rembetika; Vasilis Tsitsanis, Manolis Chiotis gibi profesyonel buzuki ustalarıyla popülerleşerek ve daha batılı bir tarzda yeniden hayat bulmuştur. Enstrüman yapılarında değişiklik( buzukiye 4.telin eklenmesi) ve elektrikli enstrümanlara geçilmesi bu dönemde olmuştur.
Fotoğraf, Gail Holst’un Rembetika isimli kitabından alınmıştır.
Albaylar Cuntası ve Rembetika
Diktatörlük, Cihan Harbi ve İç Savaş derken Yunanistan, 60’ların sonunda darbeyi de yaşamıştır. 1967 yılında yönetimi ele geçiren subaylar 1974’e kadar yönetimi ellerinde tutacaklardır. Tabii ki sancılı olan bu süreçte Rembetika dinleyicilerinin refleksif tepkilerine şahit olunmuştur. 1969 yılında Rembetika’nın ilk derlemecilerinden olan Elias Petropoulos’un sansürü delmesinden ötürü tutuklanması geniş yankı bulmuş ve Rembetika’nın o dönemde popülerleşmesini sağlamıştır. 70’lerin başında Rembetika’nın en büyük ustalarından sayılan Stratos Payoumtzis, Markos Vamvakaris, Yiannis Papaioannou ve Kostas ‘Nouros’ Marsellos gibi isimlerin vefat etmeleri sonucu şarkılarından oluşan albümlerin tekrar basımları da Rembetika’yı o dönem revaçta kılmıştır.
Yukarıda bahsedilen Rembetika için önemli isimlerin akıbetlerinin yanı sıra Albaylar Cuntası’nın Amerika Birleşik Devletleri ve NATO ile olan yakın ilişkileri ve Rembetika’yı yozlazmış bulan tavrı halkın nezdinde Rembetika’yı daha da desteklenir kılıyordu. Öyle ki halkın bu desteğini Stathis Gauntlett, Batı karşıtlığının yansıması olarak yorumlarken; Gail Holst, tam da devletin ceberut yüzünü gösterdiği o dönemde Rembetika’nın argo, yer yer şifreli, polisi iğneleyen dilinin halk tarafından sevildiğini ve bu dilin gençlere hitap ettiğini söylemiştir. Bu iki yorum da birbiriyle çelişmiyor. Ancak bu yorumları ölçekleri itibariyle major ve minor gözlemler olarak değerlendirebiliriz.
Fotoğraf, Gail Holst’un Rembetika isimli kitabından alınmıştır.
Günümüze Gelirken
Gauntlett’in ilgili makalesinde değindiği bir olayla yazının Rembetika’nın tarihsel süreciyle ilgili kısmını sonlandıracağım. Bu olay,1994 yılında Stavros Xarchakos’un Küçük Asya göçmeni bestecilerinin Rembetika şarkılarına yer verdiği “Aman… Amen” adlı bir dizi konserle Rembetika’ya, onun temsilcilerine ve göçmenlere bir saygı duruşunda bulunması ve “Biz Batı’ya ait değiliz; Batı bize minnattar olmalıdır.” şeklindeki fikrini açık açık dile getirmesidir.
Sonuç Yerine
Geçtiğimiz yüzyılda Rembetika’nın tekkelerden major politiğe değin etkilediği ve de etkilendiği geniş skalayı ve jenerasyonları göstermesi, müziğin hayatın tüm kılcal damarlarına sirayet etmesi düşüncesi bakımından oldukça önemli bir örnek teşkil etmektedir.
Yazı boyunca Rembetika’nın başat temsilcilerine yer yer değinmekle birlikte sadece isimlerden oluşan kuru bir listenin yeterli olmayacağı kanaatindeyim. Bu yüzden araştırmalarım boyunca not ettiğim sanatçıların eserlerini derlediğim bir çalma listesini yazının devamında bir bağlantı olarak paylaşmayı uygun gördüm. Bu listenin yanı sıra günümüzde Rembetika türünde eser veren sanatçılardan bazıları ise Babis Tsertos, Agathonas Iakovidis, Vinicio CaposselaveBabis Golesgibi müzisyenler ve Türkiye’den Tatavla KeyfiveCafe Aman İstanbuladlı gruplardır.
*Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin 30/01/1923 Tarihli Sözleşme ve Protokol
*Lozan Sözleşmesi’nin Sonuçları: Genel Bir Bakış – Renée Hirschon
*Ege’yi Geçerken – Renée Hirschon
*Yeniden Kurulan Yaşamlar 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi – Müfide Pekin
*Şarkiyatçılık ve Garbiyatçılık Arasında Küçük Asya Göçmenlerinin Yunan Popüler Müziğine Katkısı ve Bu Katkının Onaylanması – Stathis Gauntlett
*İzmir ve Çevresi Rum Halk Müziğine Genel Bir Bakış – Muammer Ketencoğlu
*Küçük Asya Araştırmaları Merkezi ve Küçük Asya’da Yunan Kültürel Geleneği – Paschalis M. Kitromilides
*Rembetika – Gail Holst
AC DC Muhtemelen William ile Margret, yeni ve nispeten daha rahat bir hayat için çıktıkları yolda hayatlarını değiştirecek şeyin yanlarındaki çocukları George, Malcolm ve daha henüz sekiz yaşında olan Angus ile onların içinde çakacak Rock’n Roll kıvılcımı olduğunu akıllarına bile getirmemişti.
Karla gelen… ya da giden…
1963 kışı Avrupa’da yaşanan en sert kışlardan biri olmuştu. Özellikle Britanya’da, kar neredeyse ilkbahara kadar aralıksız yağarak yaşamı felç etmişti. Kalabalık ailesini geçindirmekte zorlanan William Young, bir de doğanın hayatını zorlamasından iyice sıkılmış, bir çıkış yolu aramaya başlamıştı. Bir akşam evde televizyon izlerken gördüğü Avustralya’da yeni bir hayat vadeden reklam, aile için bu çıkış yolunun habercisi olmuştu. William ve eşi Margret, o gün şanslarını Avustralya’da denemeye karar vermişti. Haziran ayı geldiğinde de altı çocukları ile birlikte Sidney’e giden uçaktaki yerlerini aldılar. Muhtemelen William ile Margret, yeni ve nispeten daha rahat bir hayat için çıktıkları yolda hayatlarını değiştirecek şeyin yanlarındaki çocukları George, Malcolm ve daha henüz sekiz yaşında olan Angus ile onların içinde çakacak Rock’n Roll kıvılcımı olduğunu akıllarına bile getirmemişti. Ailede zaten müzik aşkı daha göç yollarına düşmeden yüzünü göstermişti. O gün Sidney’e giden kadroda yer almayan Young’ların iki numarası Alex, grubu “The Bobby Patrick Big Six” ile Hamburg’da bir dizi konsere çıkıyor ve ailenin müzikle olan alakasının ilk izlerini veriyordu.
Göçmen mahallesi çocukları
Sidney’in varoşlarında bir göçmen mahallesine yerleştirildiler. Burada daha sonra çıkacak büyük yangının ilk kıvılcımı çakıldı. Angus ve Malcolm’ın büyük abileri George Young, mahallede Hollanda göçmeni olan sarı kafa bir çocukla tanıştı: Harry Vanda – ki bu Vanda tabii ki aslında van den Berg’in kısaltmasıydı. Birkaç sohbet sonunda ikisi de Beatles, Animals, Who gibi daha sonra “British Invasion” olarak adlandırılacak akıma ilgi duyduklarını farketti ve Rock’n Roll’a ilgi duyan herkes gibi birbirlerine aynı soruyu sordular: “Bir grup mu kursak?” Evet, kurdular!
Yanlarına kendileri gibi Avrupa’da doğup, daha sonra Avustralya’ya göç etmiş üç kişiyi daha aldılar. “The Easybeats”in ilk adımları böylece atıldı. Bu beş göçmen genç, henüz albüm çıkarmadan yayınladıkları dört single ile Avustralya’da büyük ses getirdi. Öyle ki Avustralya’nın Beatles’ı olarak anılmaya başladılar. Hatta o dönemde dünyada nasıl Beatlemania akımı varsa, Avustralya’da da aynı şekilde Easyfever akımı patlamıştı. Bu artan ilgiyle grup 1965’te ilk albümleri Easy’i yayınladı. Ülke listelerinde dördüncü sıraya kadar yükselen albüm, tamamı Avustralyalılar tarafından yazılmış şarkılardan oluşan ilk rock albümü olma özelliğini de taşıyordu.
Hızlı yaşa…
Easybeats’in bu yükselişi Britanya’dan da duyuldu ve grup 1966’da Londra’ya giderek United Artist’le sözleşme imzaladı. George için hayat o dönem çok hızlı akıyordu. 1963’te yeni bir hayat için ailesiyle birlikte terk ettiği Britanya’ya üç sene sonra bir yıldız adayı olarak döndü. Göçle başlayan kariyer yine göçle parlamaya devam ediyordu. Londra’da önce geçmişte Avustralya’da yayınladıkları single’lardan bir toplama albüm yayınlayarak, Britanya’ya bir selam verdiler. Birkaç ay sonra ise yeni single’ları Friday on My Mind’ı çıkardılar ve boom! Single İngiltere’de altıncı sıraya yükselirken, 1 milyonun üzerinde satış yaparak, altın plak ödülü kazandı. Bu arada küçük bir not; şarkı daha sonraki yıllarda David Bowie ve Gary Moore gibi pek çok müzisyen tarafından da cover’landı.
Genç öl…
Friday on My Mind’la gelen bu başarı gruba Rolling Stones’la Avrupa turnesine çıkmanın kapılarını açtı: 10 ülkede tam 35 konser verdiler. George ve Harry’nin grup mu kursak demelerinden üç yıl sonra Stones’la Avrupa’yı geziyorlardı. Muhtemelen bu kadar hızlısını onlar da hayal etmemişti. Turne sonrası Londra’da kayıt stüdyosuna kapandılar ve İngiltere’de son kez liste görecekleri “Falling Off The Edge of The World”ü yayınladılar. Bu hızlı yükselişin çöküşü de aynı şekilde oldu ve grup hem gelen ticari başarısızlıklar hem de kendi içlerinde çıkan sorunların da etkisiyle 1969 yılında dağıldı. Güüümmm!
Büyüğün peşinde iki küçük
Bu arada Avustralya’daki iki kardeş Malcolm ve Angus, abileri George’un izlerini takip etmeye başlamıştı. Okulla araları pek iyi değildi. Kanlarına bulaşan Rock’n Roll virüsünün de etkisiyle ikili sırayla okulu bırakıp, farklı yerel gruplarda gitar çalmaya başladı. 1973 yılında Malcolm ve Angus piyasadan tanıdıkları Galler göçmeni şarkıcı Dave Evans’ı da yanlarına alarak AC/DC’nin kepenklerini resmen açtı. Grup ilk zamanlar Free, Who, Rolling Stones gibi grupların cover’ları arasına kendi şarkılarını da sıkıştıran bir pub grubuydu. Angus sahnede her gece başka bir kostüm giyerek farklı karakterleri oynuyor; bir gün Superman olurken, başka bir gün sahneye Zorro ya da Spiderman olarak çıkıyordu. Müziklerine ilgi her geçen gün artıyordu. Artık işi bir sonraki aşamaya taşıma karar verdiler ve 1974’ün yazında ilk single’ları “Can I Sit Next to You Girl”ü yayınladılar. AC/DC deyince aklımıza gelen o Rock’n Roll sound’undan uzaktı. Hani bilmeseniz 70’lerin herhangi bir Glam Rock grubu diye dinleyebilirsiniz. Single çok başarılı olmadı. Zaten Dave’in gruba getirdiği bu Glam sound’undan memnun olmayan Young biraderler, onunla yollarını ayırıp vokale kendileri gibi İskoç göçmeni olan Bon Scott’ı geçirdi. Scott, geçmişinde Avustralya’daki bazı gruplarda vokalistlik yapmış ve davul çalmıştı. Sahne ve kayıt tecrübesi de vardı. Bon, Malcolm’dan yedi, Angus’tan da dokuz yaş büyüktü. Sokaktan gelmiş, hapis yatmış, hem yaşça hem de hayat tecrübesiyle biraderlerden çok daha görmüş geçirmiş bir isimdi. Tam aradıkları Rock’n Roll figürünü bulmuşlardı.
İlk adım
Hızla stüdyoya girip, 10 günde albüm kaydettiler ve 1975 yılının başında yayınladılar: “High Voltage”. Albümde hala ilk dönemdeki Glam sound’unun izleri vardı ve daha sonraki albümlerden farklı olarak bu kez Malcolm lead, Angus ise ritim gitar çalmıştı. Albümün ardından yoğun bir konser serisi başladı. Bon Scott sahnede devleşiyor, bir frontman nasıl olmalının dersini veriyordu adeta. Angus ise elinde gitarı, üstünde okul kıyafeti ile sahnenin tozunu atıyordu. İyice dikkat çekmeye başlamışlardı.
…ve yine Britanya
1975’in Aralık ayında ikinci albümleri TNT’yi yayınladılar ve Avustralya’ya “Buranın kralı biziz!” mesajını gönderdiler. Albüm bugün bildiğimiz, AC/DC deyince kulağımızda çalan o blues ritimli, sert Rock’n Roll’un duyulduğu ilk albümdü. Ayrıca bir şarkıda Bon Scott’ı gayda çalarken duyabiliyorduk. Bu albümle birlikte grup üyeleri aynı yıllar önce abilerinin yaptığı gibi Britanya’ya geri döndü. Sırasıyla önce Atlanic Records ile anlaştılar, akabinde de Britanya’da turneye başladılar. O dönem, İngiltere’de Punk akımının yavaş yavaş kendini göstermeye başladığı yıllardı ve AC/DC, müzik basınında bazen “Avustralyalı Punk-Rock grubu” olarak adlandırılıyordu. Bazı noktalar itibarıyla çok da hatalı bir tabir değildi. Müzikal olarak AC/DC de dönemin Punk grupları gibi Rock’n Roll’un temeline ait riff’lerle müzik yaparken, sözler Punk gruplarına yakın, işçi sınıfına ait tatlar taşıyordu. Ancak o dönemde grubun ciddi olarak sevmediği bir tabirdir bu, çünkü Punk’ı Glam gibi geçici bir akım olarak görürken Rock’n Roll’un bu müziğin temeli olarak, daima kalıcılığını koruyacağını düşünüyorlardı. Bu yüzden de kendilerinin bir Rock’n Roll grubu olduğunu söylüyorlardı.
Zirveye yolculuk, köklere selam…
Turnenin sonunda grup yeni albüm için stüdyoya girerek, 1976’nın sonbaharında üçüncü albümleri “Dirty Deeds Done Dirt Cheap”i, 1977’nin mart ayında ise en özel albümlerinden birini “Let There Be Rock”ı yayınladılar. Albüm pek çok müzik eleştirmeni tarafından grubun ilk gerçek albümü olarak kabul edildi. Öyle bir sound yakalamışlardı ki gitarlar ve davullar, dinlediğinizde sanki yanı başınızda çalıyorlarmışçasına çiğ, sert ve öfkeliydi. Bon Scott’ın vokali ise o en sarhoş haliyle sizin yanınızda bağıra çağıra söylüyormuş gibiydi. Grup, Whole Lotta Rosie şarkısıyla müziğinin kökeni olarak gördüğü Elvis Presley ile Little Richard gibi isimlere saygısını sunarken, Let There Be Rock’ta ikonları olan Chuck Berry’e, Roll Over Beethoven’da haber yolladığı Tchaikovsky’nin haberi aldığını söyleyerek izindeyiz mesajı veriyordu.
Albümden sonra önce Black Sabbath’la, ardından da Rainbow’la Avrupa turnesi yaptılar. Grup, Avrupa’dan sonra hedefini Amerika’ya çevirdi. ’77 yazında ilk kez Amerika’ya gittiler. CBGB’s ve Whiskey a Go Go gibi ikonik mekanlarda konserler verdiler. Amerika sonrası yeni albüm için önceki her albümlerinde yaptıkları gibi yine Avustralya’ya döndüler. 1978’te “Powerage” yani grubun en underrated olarak kabul edilen albümü yayınlandı. Pek çok dinleyici için grubun en iyi albümü olarak anıldı ki bu grupta Keith Richards, Scott Ian ve Eddie Van Halen da vardı. Avrupa ve Amerika turnelerinden sonra, bir konser albümü yayınlamaya karar verdiler ve Glasgow konserlerini 1978 yılında “If You Want Blood, You’ve Got It” adıyla yayınladılar. Albümün kapağında ilginç bir ayrıntı da vardı. Okul üniformalı Angus, Bon Scott tarafından göğsüne gitar saplanarak öldürülmüştü. Bu AC/DC’de bir dönemin kapanışına da işaretti. Albüm Britanya’da grup için o güne kadar ki en yüksek sırayı görerek, 13.’lüğe kadar yükseldi. O dönem bir konser albümü için ulaşılabilecek önemli bir yerdir bu.
Cehenneme giden yol…
Ve 1979 yılı… AC/DC, Avrupa ve Britanya’da istediği yere gelmişti ve sıra Amerika’daydı. Yaz aylarında “Highway to Hell” albümü yayınlandı. Yine bildikleri işi yapmış ancak daha profesyonel dokunuşlarla, her bakımdan üst düzey bir albüm olmuştu. Highway to Hell şarkısı, çalmaya çalıştıkları günden beri sürekli stüdyo ve konserlerde geçen altı yılın coşkulu bir ağıtı gibiydi. Albümün kapağında ise bir önceki albümde Bon Scott tarafından öldürülen okullu Angus’un iblis boynuzları ve kuyruğu ile geri dönüşü vardı. Grup, albümle Amerika’da 17. sırayı görüp, yeni kıtaya gerçek anlamda merhaba demiş oldu. Artık adları üst düzey gruplarla birlikte anılıyordu. Yine yollara düştüler ve altı ayda tam 101 konser verdiler.
Ayyaş şairin ölümü… Yoksa bu bir son mu?
Her şey tam bir Rock’n Roll hikayesi gibi ilerlemeye devam ediyordu. İlk albümlerinde sözünü ettikleri zirveye giden yolda karşılarına çıkan engelleri teker teker aşarak, artık bulundukları konumun tadını çıkarmaya başlamaları gereken zamanlar gelmişti. Ancak öyle olmadı. Turnenin bitiminden dört hafta sonra ikonik vokalistleri Bon Scott, arabasında alkol koması nedeniyle ölü bulundu. 1963’de Britanya’nın soğuğundan kaçmak için Avustralya’ya göçerek başlayan hikaye, 1980’de Londra’da son bulmadı tabii ki! Bundan sonraki kısmı hemen hemen herkesin bildiği, o belki de dünyanın en büyük what a comeback’inin yaşandığı, dünya tarihinde bir hard rock grubunun çıkabileceği en yüksek zirveye çıktıkları o yaslı ama ışıltılı hikaye… Belki onu daha sonra, başka bir yerde anlatırım, kim bilir. Kendinize dikkat edin, Rock’n Roll’dan uzak durmayın. Ciao!!!
Hayatı, dönemin müzik listeleri kadar renkli, Punk-rock’ın Türkiye’deki öncüsü! Gençliğinde Led Zeppelin’den tüm üyelerinin imzaladığı bir mektup alacak kadar da yetenekli… Şimdi 70 yaşında olan Tünay Akdeniz’le müzikteki ilk adımlarından bugüne, hayatını konuştuk
Karabük’ten başlayalım… 60’lı yıllarda Karabük’te müzik sahnesi nasıldı?
Oldukça iyiydi. Karabük her anlamda çoğu ilden daha ileriydi. Kültürel anlamda da Türkiye’de Fitaş’tan sonra ikinci yazlık sinema Karabük’teydi. Tüm emekçilerin, memurların, işçilerin, mühendislerin ayrı kulüpleri vardı. Bu kulüplere İstanbul’dan müzisyen getirterek o alanlarda müzik yapılırdı. Haftada üç gün müzik olurdu. Hatta Ramazan ayında bile devam ederdi. Müthiş bir yazlık sineması vardı, Türkiye’de bir taneydi. Gelenler ona hayran kalıyordu. Yani kültürel açıdan çok renkli bir yerdi. O zamanlar en azından üç dört tane amatör orkestra vardı. Biri de bizim grubumuz olan Gölgeler Orkestrası’ydı. Çok iyi olmasa da kendi çapımızda Avrupa’daki müzikleri 45’likler aracılığıyla plakçıdan temin edip, o günün şarkılarını yapıyorduk. Ben davul çalıyordum o zamanlar, gitar çalmıyordum henüz.
Tünay Akdeniz
Peki o dönem plakları Karabük’ten nasıl ediniyordunuz?
Karabük’teki plakçıdan ediniyorduk ya da İstanbul’a gittiğimiz zaman oradaki plakçılardan alıyorduk. Gazeteden takip ediyorduk. Milliyet Gazetesi’nin daha sonra adı “Hey” olan iki sayfalık müzik eki vardı; ekte şarkı sözleri, şarkı notaları, dünya müzik piyasalarından haberler ve dünya müzik listeleri yer alıyordu, bir numarada şu var, iki numara bu var diye ama seçim yapmaksızın. Mesela Fransa’dan bile bir sürü şarkı oluyordu, İtalya’dan da şarkılar vardı. Listede Johnny Hallyday vardı, Beatles zaten o zaman hep liste başıydı. Yardbirds’ler, Jimi Hendrix’ler… Daha sonra bu müzik eki, aynı çatı altında Hey Dergisi olarak çıkmaya başladı.
“PINK FLOYD SEVMEM”
Anadolu’da Rock ile müzikal ilişkiniz nasıl ortaya çıktı? Ailenizde rock müziği dinleniyor muydu?
Hayır, ailede müzisyen de yok. Sadece babamın sesi güzelmiş, konservatuarı kazanmış rahmetli. Aileden tepki görmüş. “Yani çalgıcı mı olacaksın” denmiş. O da gitmiş maden mühendisi olmuş. İçinde bir ukdeydi, tahmin ediyorum. Ailede benden başka müzisyen yok. Ne baba tarafında, ne anne tarafında.
Rock’a gelince, bunu biraz da şuna bağlıyorum; insanın karakterinin bir parçası olarak müziği düşünürsek, bu müzik karakteri içerisinde benim biraz daha hard müziğe ilgim vardı demek… Demek ki diyorum; çünkü mesela ben Beatles sevmem pek. Çünkü bana hitap etmiyordu, çok romantik şarkılar… Rolling Stones’u da sevmem mesela. Ben üç gitar bir davulla yapılan SERT müzik türlerini severim. O zamanlar The Yardbirds, The Artwoods vs. vardı. Az kişi bilir… Onları dinlerdim veya o sound’a yakın daha sert, içinde klavye olmayan müzikler dinlerdim. Rock’ta klavye sevmiyorum.
Tünay Akdeniz ve Grup Çığrışım.
O dönemde popülariteye sahip Anadolu Rock furyasına kendinizi kaptırmamış gözüküyorsunuz. Neden daha zor bir yolda yürümeyi seçmiştiniz?
Anadolu Rock olayını başından beri sevmedim. Bence kolaya kaçılmış bir müzik türüydü. Yani bilinen şarkı ya da türküleri Batı sound’unda çalmak. Bas, davul, distortion gitar. Bu benim fikrim. Hiçbir şeyde kolaya kaçmayı sevmem, sevmedim de. Bence üretmek lazım. O zaman üretilmedi mi peki? Evet, üretildi fakat ritim olarak benimsediğimiz, kulağımızın yatkın olduğu ritimlerle çalındı. Bu da satışı artırıyordu. Toplumun kulağına hoş geliyordu. Olay müzikte olsa keşke, neticesinde yapımcısı da sanatçısı da para bekliyor. Ben bu düşüncenin içinde olmadım. İlk plağım “Salak” kapağının iç kısmında aynen şunu yazdım:
“Çalışıp uğraştık, ülkemizde denenmemiş söz ve müzikle bu değişik 45’liği hazırladık. Başarabildiysek ne mutlu, başaramadıysak yeni yapıtlar hazırlayacağız.”
Rolling Stones’u niye sevmiyordunuz? Orada görece rock bir sound’u var diyebiliriz?
Bana hitap etmiyordu. Yani hep aynı düze şeyler, aynı düze ritimler. Çok fazla atraksiyonu olmayan şarkılar gibi geliyordu. Mesela Deep Purple, Uriah Heep vs. de içinde org olduğu için bana pek hitap etmez. Biliyorum, dinliyorum. Bütün albümlerini ya da 45’likleri biliyorum ama Deep Purple beni pikabıma koyayım da bir Deep Purple dinleyeyim moduna hiç getiremedi. Pink Floyd sevmem çünkü benim halet-i ruhiyem o tarafa çok dönük değil. O biraz daha melankolik yaşayan insanlarla ilgili belki de. Sözlerini de bilemediğimiz için o zamanlar, gerçi hala da çok çözemiyoruz.
Tek düze olmamayı neden sevmiyorsunuz peki?
Tüm insanlar belli bir tür dinlese diğer türlere gerek kalmazdı. Yani herkesin mutlaka beyninde canlandırdığı bir müzik türü var. Zaten bu da çok sesliği getirir. Benim yaptığım “Salak” ve “Babam Yazdı Ben Besteledim” de tek düze olmayan şarkılardır. İçinde iki üç tane ritim değişikliği vardır. Dinlerken ritimsel anlamda başka bir pasaja geçince, insanın belli bir ritme alışan kulağı yeniden o şarkıya yönleniyor. Yani öyle çok tek düze tabir edilen şarkıları sevmiyorum. Tek düze şarkı yapmadım mı? Yaptım. Bir tane rock’n roll yaptım. Buna da tek düze demek müziğe aykırı olur neticede. Rock’n roll büyük bir olaydır.İkinci plağımda bir tane daha yaptım ama ona da modülasyon koydum. Biliyorsun modülasyon genelde tek düze giden şarkılarda kullanılır. İnsan kulağını biraz daha cezbetmek için yarım ses veya tam ses modülasyonları yapılır. Mesela Zagerand Evans’ın, In The Year 2525’ı vardır ve bu şarkı tek düze bir şarkıdır aslında. In The Year 2525’da en azından dörde yakın modülasyon vardır.
KARABÜK’TE TENEKE DAVUL ÇALAN BİR EFSANE
Karabük’ten 1968’de İstanbul’a taşınıyorsunuz. Neler hissettiniz? Gerçi ara sıra gidiyordum İstanbul’a demiştiniz ama…
Evet gidiyordum. Akrabalarım oradaydı. Liselerarası yarışmanın ikincisine biz de katıldık Karabük Sanat Lisesi olarak. O sıralar ‘aranje’ diyorduk, şimdi ‘düzenleme’ mi diyelim? İlk kez Türkçe şarkıları düzenleyerek gitmiştik yarışmaya. Sonradan şart koşuldu, liseler arası yarışmada yoktu bu kural; “Şarkılarınızdan bir tanesi halk müziği ya da sanat müziği düzenlemesi olsun.” dediler. Benden bir sene sonra Yeşim gitti yarışmaya. Aynı okulda okuyorduk, aynı müdürlüğe bağlıydık. Kız Sanat Enstitüsü ve Erkek Sanat Enstitüsü . Yeşim de Karabüklüdür, yani Karabüklü derken uzun yıllar orada yaşamışlar. Babası Karabük Demir Çelik Fabrikalarında çalışıyordu. Çoğumuzun babası gibi.
Peki Karabük’te müziğe nasıl başladınız?
Karabük’te davul çalıyorum, ondan önce bağlama vardı. Ben Sivas Divriği doğumluyum. Kütüğüm, baba memleketim Trabzon ama babam maden mühendisi olduğu için Sivas Divriği Purunsur Köyü’nde (Köyün günümüzdeki adı Demirdağ) doğdum. Orada Alevi dedelerinin bağlama çalmaları, söylemeleri çok hoşuma gitmişti. Bana babam Erzincan’dan bir bağlama getirtmişti. Bağlamayla darbukayı orada öğrendim ve 1964-65 yıllarında, Avrupa’da grup olaylarının patladığı dönemde, fabrikada yapılmış, üstü hayvan derileri kaplı teneke bir davulla başladım. Şimdiki davullar nerdeee! O zaman o deriler gevşediğinde lambaları yakardık. Lambalar sıcaklık verdiği için o deriler tekrar gerilirdi… Yani öyle iptidai şartlardan bahsediyorum… Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın lojmanlarının alt katında bodrumlar vardı. Grubumuzdaki solist arkadaşımın ailesi bodrumlarında çalışmamıza müsaade etti. Gitarlarımız, amfilerimiz ve davulum orada dururdu. Genellikle hafta sonları çalışırdık, fakat bazen hafta içi çalıştığımız da olurdu. Hatta ben her boş dersimde gidip egzersiz yapardım. Orada iyi bir davulcu olmuştum zaten.
Siz İstanbul’a üniversite için mi gelmiştiniz?
Evet, üniversite için gelmiştim. İstanbul’a geldiğim dönemlerde ise rock müzik daha çok ilerlemişti. İlerlemişti derken, boyut değiştirdi. Underground denen bir olay çıktı, Woodstock’tan sonra. İşte Afro Rock, Santana şudur budur gibi şeyler. Santana’yı da sevmem pek. Sonra Led Zeppelin girdi hayatıma. Fitaş sinemasının alt katında uzunlamasına dükkanlar yapmışlardı. En uçta da plakçı vardı. Hiç unutmuyorum 75 Liraya Led Zeppelin II almıştım. Ama hep Led Zeppelin dinledim mi, hayır. “The Song Remains The Same”den sonra o da bitti, çünkü üretmek gerekiyor. Üretemeyince bitti. Sonra rock’ın içinde türevler oluşmaya başladı. O türevlerden tabii ki kendime uygun grupları bulmakta zorlanmadım. Ancak bir tek türe de bağlı kalamadım. Evet Led Zeppelin’in hayatımdaki yeri ayrı ama ben trash, death, heavy, hard, doom, speed vs. türleri de severek dinlerim. İlk plağımın hikayesi de şöyle; 1971’de Modern Folk Üçlüsü ile patlayan bir folk furyası vardı. İlk 45’liğimdeki 4 tane türküyü 12 telli gitar, bağlama, flüt, tumba kaşıkla icra ettik. Ben bazı şarkılarda saz çaldım, bazı şarkılarda 12 telli gitar çaldım, bazı şarkılarda da söyledim.
LED ZEPPELIN İLE NASIL İLETİŞİME GEÇTİ ?
Eski bir röportajınızda ilk albümünüz için provaları, Kadıköy’de bir düğün salonunda yaptığınızı söylüyorsunuz…
Evet, üniversitede okurken Kadıköy’de bir düğün salonu vardı, Eski Süreyya Sineması’nın (Şimdi ki Süreyya Operası) aşağısında çalıştığımız bir düğün salonuydu. Tabii, şimdiki düğün salonlarıyla ilgisi yok. Orada Rock çalmıyorduk ama günün popüler şarkılarını icra ediyorduk. Oyun havasını ise bir bağlama grubu gelip çalıyordu. Düğün salonuna gidip, ‘bir plak projemiz var’ diyerek rica ettim. O dönemde yaptığım bestelerin provasını, evde sandalye minderi üzerinde ritim tutarak yapıyordum. Arkadaşım da ilk plağımda kullandığım normal akustik gitarla eşlik ediyordu.
Stüdyo süreciniz nasıldı peki?
Besteler ve sözler bana aitti zaten. Düğün salonu sağ olsun prova konusunda çok yardımcı oldu. Orada şarkıların girişini, sololarını, finalini oturttuk. Stüdyoya girmeden evvel onların yapılması gerekiyordu. Hayatımızda ilk kez stüdyoya gireceğiz, ne olduğunu da bilmiyoruz. Şat Yapım, Fitaş binasının arkasından çıktığınızda, karşınızdaki binanın sanırım 4. katındaydı. O zamanlar Melike Demirağ, Cici Kızlar, Esmeray, Füsun Önal, İskender Doğan gibi bir çok sanatçının plak kayıtları o stüdyoda yapılmıştı. Mazhar, Fuat orada stüdyo müzisyenliği yapıyordu. Henüz grup halinde değillerdi. Hatta Mazhar biz kayıttayken stüdyoya geldi. Kayıt arasında bize hangi cesaretle Türkiye’de böyle bir müzik yapıyorsunuz, maddi hiçbir şeye kanmamışsınız demişti. Ben de plaktaki sözlerin aynısını kendisine söylemiştim.
Plağınızı yurt dışına, plak şirketlerine gönderiyorsunuz ve Led Zeppelin’den size cevap geliyor. Bu süreçten bahsedebilir misiniz?
Folk müzikten sonra asıl dinlediğim müzik türünde bir şeyler yapmak amacındaydım. Rahmetli babam 1975’te “Oğlum bir şarkıyı çalışarak icra edebilirsin ama sen öyle bir şey yapmalısın ki ileride senin şarkılarını başkaları söylesin, önemli olan budur” demişti. Bu hiç aklımdan çıkmadı.
Ve dileğiniz gerçekleşti…
Evet. İş Bankası’nın düzenlediği kültür etkinliklerinde Türkiye’de 68’den sonraki en iyi rock ya da diğer türlere ait 12 şarkının içinde Salak da vardı ve konserde Can Bonomo seslendirdi. Geçmişe dönecek olursak, yeni evlenmiştim, Mecidiyeköy’deki evimde 6 telini söktüğüm 12 telli gitarımla “Salak” ve “Babam Yazdı Ben Söyledim”i besteledim. Evde ve düğün salonunda yaptığımız provalardan sonra Şat Yapım’a gittik kayıt için ve bana çok yardımcı oldular. Bugün bile kendilerine çok müteşekkirim. Şanar Yurdatapan ile rahmetli Atilla Özdemiroğlu stüdyonun sahibiydi. Hurşit Yenigün sanatçıların şarkı düzenlemelerini yapıyordu. Soyadını şimdi hatırlayamadığım, İngiltere’deki stüdyolarda çalışmış, o sırada Türkiye’de olan sevgili Taner ve Baha Boduroğlu kayıt yapıyordu. Plak yapmak için o bant çıktığı zaman kopyasını alıp Unkapanı’na gittim. Koltuğumun altında bantlarla çok dolaştım. En sonunda yağmurlu bir bayram arefesi günü gittim. Tatil günüydü, sadece Kent Plak açıktı. Ümit Abi (Güner) herhalde halime acıdı. Sırılsıklamım, başımdan aşağıya yağmur suları akıyordu. “Tamam, bantın kalsın, yardımcı olacağız” dedi. Sonra ortağı Nazmi Abi (Şenel) İngiltere’den geldi, onunla konuşmuşlar. Nazmi Abi büyük destek vermiş plağın çıkması için. Neticesinde ilk plağım çıktı, iyi ki o plağı yapmışlar gerek Ümit Abi’ye, gerek Nazmi Abi’ye bugün bile sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. İkisini de saygı ve sevgiyle anıyorum. Nazmi Abi ile hala konuşur görüşürüz, ama Ümit Abi’yi çok aramama rağmen irtibat kuramadım. Dünyadaki rock müzik piyasasını takip etmek için o zamanlar Melody Maker alıyordum. Aslında içinde rock’la ilgili pek bir şey de yoktu ama Türkiye’ye gelen tek müzik dergisi oydu. Oradan plak şirketlerinin adreslerini alıp, plakları oralara gönderdim. Şarkılarımın ne anlattığını İngilizce olarak babamın bir arkadaşına yazdırdım. Hepsi, “Yapma şansımız yok” tarzı iki satır teşekkür mektubuyla plağımı geri gönderdi. Tabii yapılamazdı ama benim ilk heyecanımdı ya tutarsa gibi bir şeydi. Fakat Swan Song Records’tan ilginç ve uzun bir cevap geldi. Swan Song Records, Atlantic Records’a bağlıydı ancak sahibi Led Zeppelin’di. Mektupta, Avrupa piyasasında bu plağı yapma şanslarının olmadığını ancak çok beğendiklerini ve daha sonraki çalışmalarımızı da göndermemizi rica ediyorlardı. Led Zeppelin’in 4 üyesi tarafından da imzalanan mektup benim için büyük bir anlam taşıyordu. Hala sakladığım bu mektup Hey Dergisi’nde yayınlandı o dönemde.
“SENİN YAPTIĞIN MÜZİĞİ ANLAMAMIŞIZ”
Plağınız yayınlandıktan sonra nasıl eleştiriler geldi?
Plağımla ilgili yapılan eleştiriler olumluydu zaten ve o zaman ülkedeki disco furyası nedeniyle pek de önemsemedim. Hey Dergisi yöneticisi sevgili abim Doğan Şener yıllar sonra telefon görüşmemizde aynen şunları söyledi: “Senin yaptığın müziği anlamamışız, sen aslında bu ülkede yıllar sonrasının müziğini yapmışsın. “Yıllar sonra 45’liklerim ilgi görmeye başlayınca, müziğimin punk olmadığını yazıyorlardı. Bunu neye göre söylediklerini çözmüş değilim. Söze, müziğe, ritime? Neye göre? Bu türün babası Sex Pistols ile The Clash arasında da ritm farkı var. Biri rock ritmiyle, biri 2/4’lükle çalmış. Sex Pistols’tan sonra dünyadaki Punk gruplarının pek çoğu bu ritmi takip etti. Athena punk ise, ben de hayli hayli Punk’ım. Bunu Athena’ya saygısızlık anlamında söylemiyorum. Şarkılarında 2/4 ritm kullandıkları için mi punk oluyor? Punk sadece müzikle, ritimle ve armoniyle açıklanabilecek bir şey değildir. Punk bir tavırdır, serzeniştir. Bir şeye karşı olma durumudur. Yaptığım müziğin punk olmadığını düşünsem bile fikir punk. Her ne kadar punk olsa da Türkiye’de kırmızı çizgileri aşamıyorsun. Her şeyi eleştiremiyorsun, hükümeti eleştiremiyorsun. Bir İngiltere ya da bir Avrupa ülkesi gibi olmadığımız için, bu işler o zaman da sıkıntılı işlerdi. Ben de bu nedenle başka konuları işledim. Daha mizahi konular yani. Bu mizahı işlerken de şunu düşündüm. Müzik sert gelebilir, bunu yumuşatmak için mizahi sözler kullandım.
“TRT’Yİ DANIŞTAY’DA DAVA EDEN İLK KİŞİ OLDUM”
TRT, bestelerinizi yayınlamadığı için dava açmışsınız. Sizce neden yayınlamıyordu bestelerinizi o dönemde?
Yaşadığım şu: Son dönemde de oluyor, TRT birçok şarkıyı yasakladı. Denetleme Kurulu şarkı sözlerini denetliyordu, müziği denetliyordu, neyini denetliyorsa artık? Evet prozodi var mıdır, gitarın akordu bozuk mudur, kontraya düşülmüş mü bunlar denetlenebilir. Benim “Salak”’tan sonra yayımlanmış birçok şarkı sözümde salak kelimesinin çok ilerisinde sözler kullanıldı ve TRT’de çalındı. Yasaklara karşıyım ama o dönem öyleydi maalesef. TRT Denetleme Kurulu, Hafif Batı Müziği dediğimiz şeyi denetliyordu ve bunun başında da bağlama sanatçısı vardı o dönem. Bu kişiye o zamanki adıyla; Türk Hafif Müzik denetletiyorsunuz. Tamam, “Salak”tan dolayı denetimi geçemeyebilir, “Babam Yazdı Ben Besteledim” içerisinde de “aahh dedim oohhh dedi seviştik” diye söz var o da geçmedi, ona da tamam. Rock’n Roll’um geçmedi. En son “Dişi Denen Canlı”’ya sözler basit diye yayımlanması uygun değil dediler. Sözler basit deyince bugün Türkiye ve dünyadaki şairleri inkar etmiş oluyorsun. Sözler basit olmaz, olamaz. İnsanın içinde bir şey vardır, o onu iki satırla da anlatır, on kıtayla da anlatılır. İnsan beynindekini şiire dökmüşse, senin basit deme hakkın yok. O zaman Karacaoğlan, Yunus Emre, Aşık Veysel gibi halk ozanlarını ve birçok şairi inkar ediyorsun.Bir şiire basit diyemezsin. Ben de gittim Danıştay’a, dava açtım. 1979’da dava açtıktan 1 ay sonra askere gittim. İlk cevap Denizli’deki bölüğüme geldi TRT’den. Avukatım da yok. Üniversitede beraber okuduğum Denizlili bir arkadaşım vardı, ona söyledim, avukat arkadaşından yazışma örneklerini getirdi. Başlık, gelişme, sonuç o örneğe göre ordu evinin bürosunda akşamları cevap yazıp gönderiyordum, gelen cevaba göre tekrar yazıp yolluyordum. Ben yazıyorum, TRT cevaplıyor. TRT’nin avukatı kadınmış. Dişi Denen Canlı’nın sözlerinden alınmış. İnsanları aşağıladığımı, insan haklarını ve kadın haklarını ihlal ettiğimi söylediler. “Kadınlar erkekleri hep aldatıyormuş gibi bakıyorsunuz” dediler. Ben liseli bir kızdan bahsetmişim. Okul zamanı ile okul tatil olduktan sonraki halet-i ruhiyesi, giyimi, kuşamı arasındaki farkları anlatıyorum. Okulda gördüğün bir kızı yazlık mekanda saçı, giyimi ile falan tanıyamazsın. Gerçi şimdi fark etmiyor. O zamanlar üniformalar okulda makyajsız falan, hangisine kanacağız diyorum. Evde oturan bir kadınla, giyinip sokağa çıkan kadın arasında çok fark var. Güzel bir şekilde giyiniyor, kuşanıyor. Saçını makyajını yapıyor, evde görsen bir başka. Hangisini gerçek olarak kabul edelim demek istemiştim, avukat başka türlü anladı. Ve askerliğim bittikten kısa süre sonra İstanbul’daki adresime nihayet Danıştay’dan “Yüce Türk Milleti Adına” diye başlayan nihai karar geldi. Davayı kaybettim ama o güne kadar yapılmamış bir şey yaptım ve TRT’yi Danıştay’da dava eden ilk kişi oldum.
Tünay Akdeniz’in Danıştay’a açtığı davanın basın yansıması.
Aslında bakarsanız fazlasıyla punk bir tavır da var, yani devlete müzik üzerinden bir dava açmak…
Evet, var. İnsanın doğası punk olursa bu gayet doğal. Ama şimdi öyle bir şey yok, açamazsın. Zaten artık neden açsınlar ki, neticede o zaman tek radyo, televizyon TRT idi, şimdi bir sürü mecra var. Herkes halinden memnun. Tanıdığın olursa, adamını bulursan, her radyoda şarkın çalınır, her kanala da çıkarsın.
SAĞCI GENÇLER YANLIŞ KİŞİYİ VURUYOR
Sonrasında Üsküdar’da dükkan açıyorsunuz. Neden bir yer açma gereği duydunuz?
Ben askere geç gittim. Üniversiteyi dondurdum, o zamanlar çok olay vardı, anarşi dolayısıyla okula gidemez oldum. Hiçbir yerde, hiçbir partiye kaydım yoktu. 1 oyum var, onu da seçime gider, verirdim.
Bir yandan da o dönemde dünyayı gençlik olayları kasıp kavuruyor, sizin için nasıl geçiyordu?
Askere 1979’da gittim. 78’in Eylül’ünde Kuzguncuk koruluğunda arkadaşlarla top oynarken Üsküdar tarafından gelen sağcı gençler bir şekilde solcu gençlerin orada top oynayacağı haberini almışlar ve pusu kurmuşlar vurmak için. Bu bir itham değil, suçlular bulunamasa da olayı o kesimden gençlerin yaptığı belirlendi. Tam da uygun yerdi, iki tarafı da bayır ve top mutlaka bir yerlere kaçıyor. Aşağıya top gidince almaya ben gittim ve inerken silah sesleri duydum. Henüz iki adım attım, iki karartı gördüm, akşam üstüydü ve hedef olduğumu anladım. Arkamı dönüp yukarı çıkmaya çalışırken belimden vuruldum. Haydarpaşa’da hastanenin doktorlarının söylediği şu: belimden kurşun giriyor, omuriliğin üstünden geçip kalp hizamdan çıkıyor… Sonra iyileştim, askere gidip geldim. Döndüğümde ihtilal olduğu için eski çalıştığım Sirkeci’deki Karabük Demir Çelik Fabrikaları İstanbul Mümessilliği’ne tazmiatımı alamadığım halde iş başvurusunda bulundum ama alınmadım. İhtilal Konseyi Tüm devlet dairelerinde işe alımları durdurmuş. Bir şey yapmam gerekiyordu, evliydim ve çocuğum vardı. Elimde kendime aldığım long player’ım vardı. Askerdeyken de her çarşı iznine çıktığımda Hey dergisi alıyordum. Orada müzikle ilgili gelişmeler falan vardı. Bakıyorum rock müzik çok revaçta. Bizim dönemde dinlediğimizden başka bir tür olmuş. İşte AC/DC çıkmış, Judas Priest çıkmış, Iron Maiden ve Krokus gibi gruplar vardı listelerde. Döndüğümde ne yapabilirim derken Hey dergisine elimdeki long playler’ı kullanabileceğim bir ilan vereyim dedim. Orada küçük ilanlar bölümü vardı. Sağolsun sevgili Hulusi Tunca da yardımcı oldu. Rock plakları ve kasetleri doldurulur diye ilan verdikten sonra kendime bir tane posta kutusu kiraladım Kuzguncuk’ta. Öylece başlamış oldum ve baktım potansiyeli iyi, çünkü insanlar arıyor ama bulamıyor.
Siz bu fırsatı oldukça iyi değerlendirdiniz?
Türkiye’de satışta olan dünyaca ünlü müzik dergisi Melody Maker, Almanların pop dergileri, başka dergiler derken oradaki rock gruplarının eserlerini getirmeye başladım. Bu dergiler çok rock ağırlıklı değildi ama Almanların Metal Hammer’ı tamamen rock içerikliydi… Ben de tanıdıklar vasıtasıyla günü gününe birçok plağı dışarıdan getirttim. Bu sayede Türkiye’deki dinleyicilerin bilmediği birçok grubu tanıtmaya başladım. Slayer, Metellica, Anthrax, Mercyful Fate, Metal Church, Yngwie Malmsteen, Bon Jovi, Manowar bunlardan bazıları. Bir müddet evde kayıt yapıp postayla gönderdikten sonra, Üsküdar Paşakapısı’nda dükkan açtım. Rock Dinleyen ya da seven belli bir kesim 80’lerde gerek Hey, gerek birkaç disko tarzı yabancı dergi sayesinde Judas Priest, AC/DC, Thin Lizzy gibi sanatçıları, grupları biliyor ama edinemiyordu. Ben de sürekli aynı şeyleri dinlemeyi sevmem bir rock sever olarak, o yüzden kendi sevdiğim bu türün değişik gruplarını meraklarım doğrultusunda takip edip tekdüzelikten çıkma mantığıyla insanlarla buluşturmaya başladım. Dergileri çok sıkı takip ederdim. Hangi gün çıkacak, hangi listede kimin albümü kaç puan almış falan… Almancam çok iyi değildi ama yıldızlara bakardım yani bir albüm fazla yıldız aldıysa o iyidir deyip incelerdim. O dönemlerde Alman Lisesi’nden çocuklar gelirdi dükkanıma ve onlar da merakla incelerlerdi. Tercüme yaptırırdım, bilgilenir ve not alıp siparişlerimi verirdim. Böyle başladım ama ana neden işsiz olmamdı. İyi ki o dükkanı açmışım. Bugün bile dükkan sayesinde edindiğim dostlarım var. Türkiye’deki gençlere böyle hizmet verdiğim, ufuklarını açtığım için de çok mutluyum.
Tünay Akdeniz ve Çığrışım.
LİSE ÖĞRENCİSİ ŞEBNEM FERAH’IN LİSTELERİ
Peki kimler geliyordu genellikle dükkanı ziyarete?
Aklıma gelenler şöyle: Alpay Şalt gelirdi, Pentegram’dan Hakan Utangaç, Cenk Ünnü, Tarkan Gözübüyük, Kod Müzik’ten Necati Tüfenk… Abdülkadir Elçioğlu postayla isterdi benden, Güven Erkin Erkal’ı tanıdım yine, Afşin Akın var, Mazhar Şiringöz var, Eloy Hakan var yani aklıma hemen gelenler şu an bunlar. Röportajı okuyup da bizi unutmuşsun abi diyenler lütfen bağışlasın, o kadar çok ki… Şebnem Ferah Bursa’da lise öğrencisiymiş o zaman, Tarkan’ın sınıf arkadaşıymış sonradan öğrendim. Tarkan, Bursa’daki arkadaşlarından kasetlere dolacak grupların listesiyle gelir, cumartesi dolan kasetleri alır, yeni listeyi verir ve giderdi. Bunların için de sevgili Şebnem de varmış.
12 Eylül’de Türkiye’de rock keskin bir şekilde baltalanıyor. Sizin dükkanınız da o zaman telif nedenleriyle kapanıyor ve Karabük’e geri dönüyorsunuz. Karabük’te punk’ı ya da rock’ı nasıl yaşadınız? Daha zor olmalı?
Öncesinde şöyle bir şey var, ihtilal öncesi konserlerin çoğu zaten yapılamıyordu. Mesela Erkin Koray yapıyordu ama Cem Karaca falan yapamıyordu ya da yapmıyordu. Benim ilk konserim de Salak yeni çıktıktan sonra olmuştu. Erkin Koray kendi konseri öncesi ön grup olarak çıkmamızı istemişti. Hey dergisi aracılığıyla bana ulaşmış sonrasında Mecidiyeköy’de buluşmuştuk. Yanılmıyorsam Gayrettepe’de Melodi Sineması’nda vermiştik konseri. Üç şarkı çalmıştık: “Salak”, “Babam Yazdı Ben Besteledim”, bir de şimdi hatırlamıyorum yabancı bir şarkı çalmıştık. Dükkana gelecek olursak, telif hakları yasası çıktı. Unkapanı’ndaki plak babaları çok baskı yapmıştı hükümete. Kasetçiler kayıt yapıyor biz para kazanamıyoruz diye. Halbuki tam tersi kayıt yapmak için her plakçı bir tane long play alıyordu. Neyse ellerinde mahkeme kararıyla dükkanı bastılar ve bütün her şeyi topladılar 1986 Nisan – Mayıs ayları gibiydi.
40 YIL SONRAKİ KONSER
Geri alabildiniz mi el konulan malzemeleri?
Aldık ama alıncaya kadar neler çektik. Türkiye’de telif hakları olmadığı için bütün her şeyi topladılar ama bunun ağababası Unkapanı’ndaydı. Bütün mekanizmaları birbirine bağlıyor, düğmeye basıyor ve iki dakikada ikiyüz elli tane kaset çıkıyor. Ben 45 dakikada bir tane kaset dolduruyorum. Neyse ondan sonra bastılar aldılar ama hakim karar veremiyor çünkü o zaman daha telif hakkı diye bir şey yok Türkiye’de. Yani kanunda yeri yok. Mesela terzinin dikiş makinesini dükkanında yediemin olarak bırakabiliyor çünkü oradan para kazanıyor diye. Biz demağdur olanlar olarak avukat tuttuk ama hakime bunu anlatamadık. Anlatamıyorum çünkü kanunda telif hakları yok, neye göre karar verecek? Ondan sonra Unkapanı’na gittim, orada tanıdıklarım vardı uzun süre Unkapa’nında Nazmi Abi ile çalışmış ve daha sonra korsan LP furyasında birkaç LP çıkarmıştım. Yardımcı oldular ve benim cihazlarım iki buçuk ay sonra dükkana geri geldi. Ama tabii bütün cihazlar rutubetten mahvolmuş, götürdüm tamire ama çok sıkıntılı bir işti yani lanet olsun dedim sonrasında. Karabük Demir Çelik Fabrikaları’nın İstanbul Temsilciliği’nde çalışıyordum Sirkeci’de. Alım-satım yapan bir büroydu. Fabrikanın ihtiyaçlarını karşılıyordu. Özal, küçülme politikası sonucu kapattı. Bana Karabük’e gelmek istiyorsan gel dediler. Ben de 1986’nın 30 Eylül’ünde Karabük’e taşındım. 92’ye kadar Karabük’ten gönderdim. Karabük’te zaten yıllar sonra bırak rock müziği doğru dürüst müzik dinleyen bile kalmamıştı. Orada eskiden tanıdığım arkadaşlarım vardı. Onların orkestrasına girdim. Gitar çalıp şarkı söylemeye başladım. Kaliteli müzik yapıyorduk. İnsanların özlem duyduğu nostaljik müzikleri falan çalıyorduk grup arkadaşımla beraber. Oradaki müzik yaşamım öyle devam etti.
O dönemde yine galiba plakları Türkiye’deki insanlar sizden istiyorlar ve siz de gönderiyormuşsunuz?
İstanbul’a geliyordu plaklar çünkü kargo çok gecikiyordu bir de açıyorlar, bakıyorlar falan kırılıyordu bazen. İstanbul merkez olduğu için ve yakın olduğu için oradan bir adres vermiştim ve hafta sonları gidip alıp dönüyordum, kaydediyordum. 92’de Erzincan depreminde annemi ve yeğenimi kaybedince o furyadan da biraz geri kaldım. Zaten yavaş yavaş internet denen bir ortam başlamıştı. 92’den sonra kaset doldurma işleri bitti benim için.
Son olarak Long Play’iniz çıktı ve İstanbul’da “Laneth Bir Gece 2”’de çaldınız. Nasıl geçti bu performans sizin için?
Benim için açıkçası mükemmel ötesiydi. Çünkü benim hiç hayal edemeyeceğim bir şeydi o. Sevgili Çağlan Tekil teklifi getirdi sağ olsun. Kendisine de bir kez daha teşekkür ediyorum. Zaten ondan önce long play’im çıktı. Onun için de teşekkür etmem gerekiyor. Çünkü çok uğraştım yıllar boyunca bütün bu şarkıları bir araya toplamak için. Bana son zamanlarda Facebook’tan soruyorlardı plaklarını nereden bulabiliriz diye. Ben de bulamazsınız diyordum veya bize MP3 formatında gönderebilir misin diye bir talep vardı ve istekler çoğalmaya başlamıştı. Mart 2017’de Sevgili Murat Beşer’in aracılığıyla Ironhand Records ile görüştük. Ercan Demirel ve Cem Şeftalicioğlu Ironhand Records olarak, Ercan Almanya’dan, Cem de İstanbul’dan işleri hallediyordu. Bana bir teklifle geldiler ve hiç düşünmeden kabul ettim. İyi ki de etmişim. Kendilerine müteşekkirim. Yıllardır toprak altında kalmış ama çürümemiş tohuma su verip canlandırdıkları için. Üstelik CD düşünürken ben, long play oldu olay. Çok titiz çalışmayla sesler yeniden düzeltildi, iki buçuk ay kadar bunlarla uğraşıldı ve mastering yapıldı. Orijinal stüdyo bantlarının elimde olması bu titiz çalışmanın daha da güzel olmasını sağladı. Long play’im çıktıktan sonra Sevgili Alpay ve Karabük’te tanıdığım Çağatay Ateş ulaştı bana. Alpay arayıp “Abi konser işin olursa eleman bulmak için uğraşma, biz senin her türlü arkandayız” dediler ve bu beni çok gururlandırdı açıkçası. Sonrasında onların vasıtasıyla Taylan’ı ve Cem’i tanıdım, bas gitarda Cem ve gitarda Taylan. Onlar prova yaptılar, sonra ben gittim iki gün prova yaptık, sonra da konsere çıktık. Mükemmeldi, hayal edemeyeceğim bir şeydi. Açık olmak gerekirse inanamadım, heyecanlandım, duygulandım. Yani kırk iki kırk üç sene sonra yaptığım plakla beraber şarkılarını söylüyorsun sahnede. Bu benim için tarif edilemez bir duygu. Plağın çıkmasından, sahnede çalmama kadar yardımcı olan herkese teşekkür ediyorum.
ŞİMDİ SIRADA ANKARA KONSERİ VAR
Dinleyicilerin tepkileri nasıldı konserde?
Mükemmeldi. Aslında hiç de tahmin etmezdim çünkü yaşa vurursak olayı ben onları 44 sene önce yaptım yani şimdi 70 yaşındayım. Yani 44 sene sonra genç bir kesimin veya rockçı bir kesimle birlikte “Salak”’ı beraber söylemek… Yani demek ki bir bilgi var, geçmişe yönelik bir araştırmacılık var, çünkü bunu nerden bilecekler? Dolayısıyla ben o zaman özel radyo ve televizyon olmadığı için bunları yeteri kadar duyuramadığımı düşünüyordum ama 40 küsür sene sonra bu benim için çok güzel bir olay oldu. Benim için gelenler de oldu, diğer gruplar için de gelenler vardı tabii ama şarkılarımı bilen kesim için ilk konserimdi. Konserin özelliği de oydu, dört beş tane grubun olması. Benim için çok güzeldi… Şimdi ikinci konserim 25 Nisan 2018’de Ankara Noxus’ta, Gitarizma ile birlikte. İlk konserimdeki aynı kadro yani, ancak benim şarkılarımın haricinde onlar kendi programlarını yapacaklar ve yanılmıyorsam Thin Lizzy şarkıları olacak.
Afrikalı kölelerin Avrupalılar tarafından satılmak üzere, Amerika kıtasına götürülmeleri, çekilen ağır çilenin yüzlerce yılda günümüze taşınması… Kölelik bitti mi, Afroamerikanlar mutlu mu, Obama ya da Colin Powellduygu olarak siyahi mi; bunlar geçmişte olduğu gibi günümüzde de tartışılıyor ve görünen o ki uzunca bir süre tartışılacak. Vatandaşların eşitliğini kağıt üzerinden okursak bugün tabii ki bir siyahinin ABD başkanı, savunma bakanı, dolar milyarderi, vali olduğunu görebiliriz, fakat akıllarda “60 yılda gerçekten de ABD ve dünya bu kadar değişti mi ki?” sorusu, şaşkınlığı da olacaktır.
Obama, siyahilerin toplu taşıma araçlarında oturmasının yasak olduğu 1955’te, bir beyaza yer vermeyip tarihin en büyük sivil itaatsizlik eylemini başlatan Rosa Parks’ın koltuğunda
Bizim bu tartışmaya sayfalarımız, günlerimiz, yıllarımız yetmez ama hiphop içerikli sayımızın sunuşunda ucundan da olsa gayet üzücü bu tarihe değinmesek olmaz. Günümüzde hiphop artık sadece bir isyanın aracı olmasa da, geldiği yeri, çıkış noktasını unutamayız. Zaten siz de Türkçe rap sanatçılarının, graffiticilerin, dansçıların hikayelerini okurken aslında onların da ciddi bir kavganın parçası olduğunu göreceksiniz.
Funk, blues, soul, jazz esintilerinin 1970’lerde ABD’de güçlü bir rüzgara dönüşmesi, sonucunda ortaya çıkan Hiphop kasırgasının Türkçe konuşanları nasıl etkilediği, onların da hiphopa nasıl katkı sağladını anlatmaya çalışacağız.
1980’lerin sonu 90’ların başı elle tutulur Türkçe eserlerin önce Almanya‘da, sonra Türkiye ve dünyanın birçok ülkesinde icra edilmeye başladığı yıllar. Sadece rap müzik değil, breakdancecılar ve graffiticiler de o günden bugüne etkilerini arttırarak geliyor. 90’ların başında Türkçe rap yapan çok az sayıda kişi ve gruptan bahsederken, 2000’lerin başında “Ben ağırlıklı olarak Türkçe rap” dinliyorum diyebilirdi bir kişi. Günümüzde ise “Ben sadece Türkçe rap seviyor ve dinliyorum” demek çok kolay. Tabii ki sadece tek bir müziğe tutkuyla bağlı olmayalım, güzel neredeyse onu bulalım, ama artık sadece Türkçe rap dinleyebilmenin de rahatlığını hatırlatalım, bu kısa bir süre öncesine kadar imkansızdı… Biz isim verip, adını anamadığımız kişilerin kalbini kırmayalım, ama basit bir Youtube gezintisi esnasında Türkçe rap kliplerinin 250 milyon, 100 milyon, 50 milyon, 30 milyon izlenme sayılarına ulaştığını görebilirsiniz. Düşünün geçmişi çok yeni olan bir tür, sabun köpüğü muamelesi görmeden beğenilerek milyonlarca kere dinleniyor, görüntüleniyor, konserleri tıka basa doluyor.
Ne mutlu ki bize Türkçe rapin ağırlıklı olduğu hiphop kültürünü size tek bir sayıda anlatabilmemiz artık mümkün değil. Bundan sonra hiphopcular olarak sık sık karşınıza hem sayı içeriklerinde, hem de blogumuz aracılığıyla çıkacağız. Flow Radyo ile ortak hazırladığımız bu sayımıza verdiğini değerli katkılar nedeniyle Nilce Bıçakcıoğlu‘na özel olarak teşekkürü bir borç biliriz. Bugünden itibaren okumaya başlayabileceğiniz sayımızı sadece bir giriş olarak düşünmeniz ve beğenmeniz dileğiyle…
İçinde sosyal ve siyasal anlamda birçok önemli olayı ve tabii ki birçok olumsuzluğu da barındıran dolu dolu bir yılı, 2018’i geride bıraktığımız şu günlerde, bu koca yıldan kalan ve benim için güzel bir şeyden, Lycia isimli gruptan ve son albümünden bahsetmek istiyorum. Bir önceki albümü olan 2013 tarihli “Quiet Moments” albümünden 5 yıl sonra Lycia, 2018’in sonlarında “In Flickers” isimli bir albüm yayınlayarak dinleyicileri için bu yıla bir veda armağanı bırakmış oldu. Uzun bir aradan sonra çıkan bu albüm, benim gibi Lycia severler için önemli ve değerli.
Lycia’nın aslında uzun bir geçmişi bulunuyor. 1988 yılında kurulmuş olan grup, 30 yılını devirmiş durumda. Lycia bu 30 yıl içerisinde tam 11 albüm yayımladı. Mike VanPortfleet, David Galas, TaraVanflower ve John Fair’den oluşan grup, Arizona çıkışlı. Fakat dinlediğinizde, çıktığı coğrafya ve iklimle çok da uyumlu olmayan bir şekilde; karanlık, soğuk ve depresif dalgalar algılıyor, İskandinav ülkelerinden çıkma bir grup dinlediğinizi zannedebiliyorsunuz. Nitekim yıllar önce ilk dinlediğimde ben de böyle düşünmüş, Amerikalı olduklarını öğrendiğimde biraz şaşırmıştım. Sevdiğim ve dinlediğim birçok şarkılarının arasında, ara sıra açıp defalarca peş peşe dinlediğim “Drifting” isimli parçalarının bende çok ayrı bir yeri var. İnsanı alıp başka diyarlara götüren, içinde gerçekten de umutsuz ve umarsızca sürüklendiğiniz, bir insanın morali bozukken dinlemesinin, bünyesinde çeşitli olumsuz etkiler bırakabileceğini düşündüğüm bu şarkının müdavimi olduğumu da belirtmek isterim. Evet, “Drifting” isimli birçok şarkı, hatta birçok popüler şarkı var, fakat isminin hakkını en iyi veren “Drifting”lerden birinin bu olduğunu söylersem çok da abartmış olmam herhalde.
Lycia, kategorize edilmesi zor bir grup. Çeşitli akımlar arasında gezinen, daha çok bir sentez gibi görünen grubun kurucusu Mike VanPortfleet de, kategorize edilmelerinin zor olduğunu, kendilerini herhangi bir janr dahilinde görmediklerini belirtiyor. Kesin ve keskin bir şekilde kategorize etmekten de kaçınarak, grubun çalışmalarının, darkwave, gotik, post-punk, dark ambient gibi türlerden öğeler taşıdığını söyleyebiliriz.
In Flickers albümünde dikkatimi çekenler; The Path, Late Night Solitude, 34 Palms ve Autumn into Winter isimli şarkılar. The Path, önceki albümlerdeki birçok şarkıdan esintiler taşıyan, Lycia severlerin beğeneceği bir parça olmuş. Late Night Solitude, gergin ve karanlık hisler uyandıran, dark ambient türüne daha yakın bir çalışma olarak dikkat çekiyor. Yeni albümdeki bir diğer çalışma olan 34 Palms, Lycia külliyatının özeti mahiyetinde, adeta klasik bir Lycia şarkısı. Bir Lycia şarkısı nasıl olur sorusuna cevap verilmesi gerektiğinde, uzun tanımlamalara girilmek istenmiyorsa bu şarkı dinletilerek örnek verilebilir. Albümün en beğendiğim şarkısı ise, biraz evvel yıllardır bağımlısı olduğunu belirttiğim Drifting şarkısını andıran bir hüznü ve salınma hissini tetikleyen Autumn into Winter.
In Flickers’da yer alan Mist ve Failure gibi şarkılarda, aslında Lycia’nın tarzında sık görülmeyen tekno ve elektronik vuruşlar var. Bu şarkıların, grubun ilk yıllarında ayrılan ve 28 yıl sonra gruba tekrar katılan John Fair’in imzasını taşıyan parçalar olduğunu da belirtelim.
Sıradan bir çarşambayı perşembeye bağlayan bir gece olmasını beklediğim o gece hiç de umduğum gibi bir gece olmadı, umduğumdan çok daha fazlasını bulmuştum çünkü. Ertesi gün için heyecanla Can Kazaz’dan “Sürsün Bahar tüm dijital platformlarda!” haberini beklerken tam uyumaya yeltendiğim anda bir baktım ki beklediğim haber erken gelmiş, albüm 00.00’da dijital platformlarda yayınlanmış. Sabahı bekleyemezdim tabi ve yarım saatlik yolculuk başladı.
Sürsün Bahar’ın ilk saniyeleri… Kemanın girişiyle kalp ritmimin hızlandığını fark ettim. Ardından Can Kazaz’ın huzurlu sesini duyunca bir sakinlik çöktü yavaştan. Hüznün ve sevdiğiniz birinin kaybının bu denli güzel anlatılabileceğini ummamıştım. Bu duygunun ‘“Sürsün bahar sen gelirsin diye…” şeklinde ifade edilmesi de başka bir muazzamlık boyutu.
Hüzne dair düşüncelere dalmışken Keşke Uyuyabilsem‘in girişindeki gitarı duymamla şimdiki durak neresi acaba diye düşündüm ve albümü dinlemeye başlamadan önceki yorgunluğum aklıma geldi. Şarkıyla haftalardır savaştığım şeyin “içimin bağırtısı” olduğuna karar verdim. Sonunda bulmuştum bunun ne olduğunu. Zihnin freni zaten yok 🙂 Uyumak ne mümkün!
Keşke Uyuyabilsem‘in şöyle bir önemi de var albümün ilk klibi bu şarkıya geldi. Klipte uyuyan insanların muhtemel olarak kendi sükunetlerini sağladıkları için uyuduğu düşünülebilir ama niyeyse benim aklıma ilk gelen şey “dertlerinden kaçabilen” insanlar bunlar oldu. Belki yanlış ama alımlama farkı işte 🙂 Tabii klip başlarken görmeyi beklediğim bir şey vardı: Bir Ben Kalsam beyaz kupası. Hasan Kuyucu’nun çektiği klipin başlarında Can Kazaz’ı çay bardağıyla görünce sanırım beyaz kupaya elveda denmiş diye düşündüm ama sonra ufukta o güzel kupa göründü. Bir Ben Kalsam’dan beri beyaz kupalarla tuhaf bir bağ kurmaya başlamıştım, o yüzden onu görmek beni mutlu etti.
Uyuyamıyorsak dertlenmenin zamanı geldi ve Sürekli Dert başladı. Gitar sesine eşlik eden klarnet sesi aşamadığımız dertlere dair duyguyu sonuna kadar veriyor. “Nasılsın?” sorusuna dürüstlükle “yorgunum” demenin ardından gelen yadırgama bu ara çok sık başıma gelen bir durum. O yüzden hislerime tercüman daha iyi bir şarkı olamazdı. Yorgunluğunuzun üstüne, kendinizle yaptığınız hesaplaşmada “Kim getirdi beni bu hale? / Bu halim niye?” diye sorduğunuzda bulamadığınız cevabın sıkıntısına dair Sürekli Dert.
Ardından Barış Demirel’in trompetiyle eşlik ettiği şarkı Değil mi? geliyor ve sorgulamaya devam edeceğimiz bir başka şarkının sinyali veriliyor. Bu şarkıda yaylıların kullanılmış olması şarkının güzelliğine güzellik katmış, onlar olmasaydı eksik kalırmış. (Can Kazaz’ın diğer albümlerine göre yaylı kullanımın fazla olduğu bir albüm ve iyi ki de öyle olmuş) Taşıdığımız yüklerin ağırlığına dair bir haykırış Değil mi?. Özellikle trompetin eşliği bu isyanı güzel dile getirmiş ve Can Kazaz’ın huzurlu sesi bu haykırışı sakinlikle bütünleştirmiş.
Serüven devam ederken kalabalık bir şarkı Duyar Mısın? beliriyor. Chromas Choir, şarkıya eşlik edince sorulan sorular, umulan hayaller birdenbire çoğalıyor. Albümün bu kısmına kadar yorgunluk, hüzün ve dert gibi duraklara uğradım ama umudun eksilmesine dair bir yola hiç sapmadım çünkü ışıktan medet umarken karanlıkta batsak da umut hep var.
Umudun bitmediğinin habercisi güvercin değil de Leylek olabilir mesela 🙂 Yola çıkmanın heyecanını ve huzurunu hissettiğim bir şarkı oldu Leylek. Bir bilinmeze doğru uçup gidiyor da olunabilir ama “Şimdi yola çıksam yetişir miyim leyleklere?” sorusunun cevabı da gitme serüvenine atılmadan bilinmez. Şarkıdaki gitara kardeş yan flüt sesi umut etmeye dair inancı teşvik edercesine cıvıldıyor gibi. Ormanın içinde minik bir sincapla karşılaşmış gibi mutluluk ve huzur hissediyor insan bu şarkıda.
Sincapla karşılaştıktan sonra güneş vuruyor sanki yüzüme gecenin kör karanlığında ve bir esinti hissediyorum. (Hayır odamın camı açık değil) Fark ediyorum ki Begoa Ensemble etkisi. Yaylıların gücü adına dedirten cinsten bir güzellikle Güneş ve Rüzgar başlıyor. İnsanların doğaya yıkıcı etkisinin hissedildiği şarkıda bu sefer kendimizle değil doğayla yüz yüze geliyoruz. Hürmetin kuruşla ölçüldüğü bir düzende, güneş ve rüzgarın yetebileceğinin fark edilmesinin umudunu taşıyarak başka bir durağa doğru yol alıyoruz.
Bir durak ki en çok gitmeyi istediğim… Sen Diye şarkısının yeni albümde olacağını duyduğumda hem çok mutlu olmuş hem de endişelenmiştim çünkü şarkının hali hazırdaki kaydını çok seviyordum ve değişikliğe uğrayacak olması beni korkutmuştu. Tabii sonuç, endişelenmeme gerek olmadığını gösterdi. Yollar ve Su albümünün bağlamına uymadığı için o albüme koyulmayan bu şarkı iyi ki beklemiş belki de. İnat etmenin en güzel hali olarak düşündüğüm bir şarkı Sen Diye. Geride bırakılanlar ve zamanın da değiştirmeye gücünün yetmediği duygularla boğuşurken akla düşene dair Sen Diye. Kavuşamayanların kavuşması ümidiyle son durağa yaklaşıyorum.
Yirmi Yedi ıslıkla başlıyor, sanki yarım saatlik maceramın bitişini hatırlatır gibi. Sakin başlayan şarkıda “aleve doğru yürümeyle” yükseliş yaklaşıyor ve nakaratta yolculuğun da yavaş yavaş sonuna gelmenin etkisiyle “ciğer kalmıyor”. Sonra Can Kazaz’ın tekrar sükunete bürünen sesiyle yanmaya devam ederken serüvenin sonu geliyor. Yanan tohumlar, sürsün bahar deyip filizleniyor.
Ben Sizden Kaçtım albümünden sonraki albümün daha geç geleceğini düşünmüştüm ama Sürsün Bahar iyi ki erken geldi. Can Kazaz şarkılarında genel olarak hissedilen doğa teması bu albümde daha da yoğun. Bunda özellikle yaylıların kullanımının etkisi olduğunu düşünüyorum. Hüzünlendiğinizde de mutluluk ve umut inancınızı yitirmediğiniz bir albüm Sürsün Bahar. Duyguların harmanlandığı bu şarkılar müziğin gücünü bir kez daha kanıtlıyor.
Peki bu güzel albümde kimler neler yapmış derseniz; söz, müzik ve düzenleme Can Kazaz’a; mix ve mastering Barış Büyük’e ait. Albümde Can Kazaz’a eşlik eden isimler ise Barış Demirel, Begoa Ensemble ve Chromas Choir. Albüm, ayrıca Can Kazaz’ın bir müzik şirketi etiketiyle (Universal Music) yayınlanan ilk albümü. Sürsün Bahar’ı dijital platformlarda ve müzik marketlerde bulmanız mümkün. İyi dinlemeler.
Geri dönüşünü ‘İnsanlar bir şeyi severek yapınca hayata tutunabiliyormuş’ cümlesiyle anlatıyor. Psikoloğunun ‘Tekrar rap müzik yapmalısın’ sözünden aldığı cesaretle bastonuyla geri dönen Yener ‘artık’ Çevik şimdi daha ünlü, daha güçlü ve daha üretken
Hiphop ve umut, birbiriyle uyumlu iki sözcük. Çünkü bu kültüre ucundan kıyısından bulaşan hemen herkesin hayatta bir “yırtma” amacı var. Fransa‘da “Arap” ya da “Afrikalı“, Almanya‘da “göçmen“, İskandinavülkelerinde “azınlık”, Amerika’da “siyahi” olmak kimliğinizin bir parçasıysa hiphopa bulaşmanız da kaçınılmaz. Hiphopun belirgin özelliklerinden biri “dikkat çekmek”. Şöyle ki, bir yerde rap çalıyorsa onu dinlemek zorundasınız, çünkü şarkıyı söyleyen kişi, 5 dakikalık esere sığacak sözleri 10 saniyede size aktarmaya çalışır. Yolda yürürken çevrenizdeki bir sürü şeyi görmezsiniz, ama dev bir grafiti görülmek zorundadır. Kulüpte ya da sokakta dansa kendisini kaptırmış insanlara dikkat kesilmeyebilirsiniz, peki kafasının üstünde dönerek breakdance yapan bir gence?
Maddi geliri yok denilecek seviyede düşük, sosyal problemlerin en belalılarıyla uğraşan, hayata 0-3 yenik başlamış kitlelerin bu kültürü yaratması, ilk yıllarından sonra içinden yıldızlarını çıkarması, birçok “karanlık” örnek kadar, hikayeleriyle umut ve cesaret verici isimleri de ilgililerin “dikkat”ine sundu. Rap söylemek, dansçı olmak, grafiti yapmak yaşanılan hayattan da kaçış kapısı oldu. Önceki yazımda kısa da olsa yaşamını anlatmaya çalıştığım Ceza da elektrik teknisyenliğinden bugün geldiği noktayla ilham verici bir hikayeye sahip. Ben de şimdi size hiphopun içinden çıkardığı üç umut dolu ismi anlatacağım.
AYAĞA RAP MÜZİKLE KALKTI
Yeraltı Operasyonu‘yla 90’ların sonunda “dikkat”leri çeken, birkaç yıl öncesine kadar sadece Yener adıyla tanınan Yener Çevik, İzmir‘den İstanbul‘a dolu dolu yaşanmış bir hikayeye sahip. 90’larda rap müzik yapmaya başlayıp bugüne gelmek zaten başlı başına başarı, ama ölümcül trafik kazasından kurtulup hayata tutunmak… İşportacılık yapıp kazandığıyla hayatına devam etmeye çalışan, hayali müziğiyle varolmak olan biri Yener. Takipçilerinin farklı bir yere koyduğu, müziğindeki arabesk tonlarıyla kendi kitlesini yaratan, sokakları tam içinden anlatıyor. 2012 yılında geçirdiği trafik kazası sonrası ayağa rap müzikle kalkabildi. Öyle bir kaza ki altı takla atan araçtan çıkan Yener iki yılı yatalak, üçüncü yılı bastonlarla, sonrası da tek bastonla hayatına devam ediyor. Fiziksel-psikolojik tedaviler de cabası. Geri dönüşünü “İnsanlar bir şeyi severek yapınca hayata tutunabiliyormuş” cümlesiyle anlatıyor. Psikoloğunun “Tekrar rap müzik yapmalısın” sözünden aldığı cesaretle bastonuyla geri dönen Yener “artık” Çevik şimdi daha ünlü, daha güçlü ve daha üretken.
SOKAKLARDAN MADONNA’NIN YANINA
Cezayir asıllı Fransız breakdanscı “Lilou” Ali Ramdani’yi dünya şu an aktif olan isimler içinde “En iyi b-boy” olarak tanıyor. 2005 ve 2009 yıllarında Red Bull BC One dünya şampiyonu olan Lilou‘nun hikayesi de 0-3 yenik başlanan hayata 4-3 galip devam etme üzerine kurulu. Cezayir’den Fransa’ya göç etmiş Müslüman bir ailenin çocuğu olan Lilou da hayata sokaklarda başlıyor. Rap müzik ve breakdance ile geçen yılların ardından çok çalışarak mükemmelleştirdiği özel yeteneği ve dans stili onu Madonna‘nın koreografı yapıyor. Hayali de umut dolu. Lilou Vakfı aracılığıyla kimsesiz çocuklara dans öğretmek.
DÜŞTÜKÇE DAHA YÜKSEĞE ÇIKIYOR
Tanımadığı babası, “sorunlu” annesi, sonra manevi babası olan amcasının ölümü… Bir çocuk daha ne yaşasın? Amerika’nın otomotiv devi Detroitşehri için dev kadar karanlık kelimesini de kullanabiliriz. Otomotiv sektöründe çalışan Siyahi işçi nüfusunun yoğunluğu, her tarafa yayılmış araç fabrikaları, atölyeleri, terk edilmiş sokakları, her yerinden akan karamsarlık. Şehir zaten hikayesine uygun olarak, 2008’de ABD’de patlayan ve tüm dünyayı derinden etkileyen ekonomik krizle birlikte 2013 yılında iflasını da açıklamıştı. Eminem bu karanlık şehirden “yırtan” isimlerden biri. Hayatı istikrarlı bir borsa grafik tablosu gibi… Başlangıç, hafif yükseliş, düşüş, sonra hızlı yükseliş, tekrar düşüş, tekrar yükseliş, kriz anları ve tekrar tekrar zirve denemeleri… Hiçbir okulda ve işte dikiş tutturamamayan Eminem‘i de hayata bağlayan müzik. Ne Detroit’ten çocukluk arkadaşlarıyla kurduğu D12 ile ne de solo çalışmalarıyla “başarılı” olunamayan yıllar, ne ailesiyle yaşadığı sorunlar, ne de genç yaşta kaybetmeye başladığı yakınları onu yıldırmıyor. N.W.A grubunun efsane üyesi Dr Dre‘nin eline geçen kayıtlar, Eminem’i çok kısa sürede zirveye taşıyor. Hem de tamamına yakınının siyahi olduğu bir piyasada “beyaz rapçi” gibi o zamanın ruhuna aykırı biçimde. “The Source’a kapak olan ilk beyaz” durumu anlatıyor olsa gerek. Lose Yourself ile müzik dalında ilk defa bir rap şarkısının Oscar‘a aday gösterilmesi, Eminem’in törende şarkı sözlerindeki argo kısımları sansür etmesinin istenmesi üzerine geceye katılmayacağını açıklaması, bir de üstüne ödülü kazanması… Umut ve cesaret onun hikayesindeki iki belirgin kelime. Ve bu hikayeyle en zor zamanlarda ayağa kalkabileceğimizi hatırlatıyor. Tıpkı Lose Yourself‘i bitirirken söylediği “Kafana koyduğun her şeyi yapabilirsin adamım” sözlerindeki gibi…
Spor yorumcusu kimliğiyle tanıdığımız Ali Ece ile aslında sadece müzisyen yönünü konuşmak için buluştuk. Tabii karşımızdaki isim Ali Ece olunca konu kaçınılmaz olarak futbola da geldi. Gazetecilikten istifa edip başına geçtiği Stüdyo Frekans’dan, 2000’lerin ortasında günümüz alternatif yerli sahnenin doğuşuna ev sahipliği yapan mekânlardan Peyote’ye ve tabii ki Hakan Orman’a, teknik direktör Biliç’ten Selda Bağcan’a son 20 yılın müzik piyasasına farklı bir açıdan ışık tutmaya çalıştık.
Yıl 2000’lerin ortası. Rock’ın Türkiye’de görece ana akımlaşmaya başladığı bir dönem. MFÖ, Duman ya da Şebnem Ferah gibi isimler kariyerlerinin zirve dönemlerini yaşıyorlar. Sen o dönemde Stüdyo Frekans’ta ancak günümüzde ‘popüler’ sayabileceğimiz yerli bağımsız sahnesinden insanlarla çalışıyorsun. O dönemi biraz anlatır mısın?
Ben Stüdyo Frekans’a ilk defa 2001 yazında gittim. O zamanlar Yapı Kredi Yayınları’nda çalışıyordum. Adından da anlaşılacağı gibi Unknown Pleasures isimli, Joy Division coverları yapan bir grubumuz vardı. Aslına bakarsanız, Joy Division coverlayarak çalmayı öğreniyorduk. O stüdyoda çok eğlendik. Evrim ve Aytunç işletiyordu orayı. Yazın işleri seyrekleşiyordu. O dönemde genelde biz gidiyorduk. Lakin Frekans o zamanın en kaliteli stüdyolarından biriydi. Nezih ve kaliteli insanlar diyebileceğim “Türkiye’deki cazcılar” hep Frekans’a gelirdi. Ben doğru düzgün caza hep orada aşina oldum. Hatta Türkiye’de cazın o kadar iyi olduğunu da Frekans’ta öğrendim desem abartmış olmam.
İSTİFA EDİP ORTAK OLDUM
Stüdyo Frekans’ı açarken umutlarınız, beklentileriniz nelerdi?
Aytunç ve Evrim çok iyi işler yapmalarına rağmen, o günkü şartlarda ekonomik olarak hayal kırıklığına uğradılar. Bir süre sonra stüdyoya gelmemeye başladılar ve Aytunç askere gideceği için satmaya karar verdiler. Ben de o zaman bir gazetenin spor servisinde çalışıyordum. Klasik 2000’ler ortası Türk spor basını: Müdür yardımcısı oluyoruz ama hiç zam yapılmıyor! Ben de bu süreçten çok sıkılıyordum. En sonunda bir gün istifa ettim. Az bir tazminat alabiliyordum zaten. Onu aldım, sonra Dinar Bandosu’ndan Asaf (Zeki Yüksel) abiyle gittik Stüdyo Frekans’ı aldık. Amacımız “24 Hour Party People”daki gibi bir ortam yaratmaktı. O film Joy Division’ın Happy Mondays öncesinde piyasanın çok dışında gözükmesini ancak sonrasında insanların hayallerini hayata geçirebilmek için akıllarını, yüreklerini ortaya koyuşlarını, sonra da piyasanın kendisine dönüşmelerini anlatır. Filmden çok etkilenmiştim. Ana karakter Tony Wilson vardı. Adam müzik kadar futbol da seviyor tabii, Manchester United taraftarı. Bunu görünce, “Bizim gibi insanmış, biz de böyle bir şey yapabiliriz” dedim.
Dinar Bandosu’nun adını Meriç Güleç, Ece Ayhan etkisiyle Stüdyo Frekans’ta koymuştu. Sonrasında gruptan ayrılmıştı. O dönemde bizim kitle Ece Ayhan’ı çok seviyordu tabii. Bu anlattıklarım Yapı Kredi Yayınları’nda çalıştığım zamanlara denk geliyor zaten. Ece Ayhan’ın tüm kitaplarını bedava okuma mutluluğuna erişmiştim çünkü son düzelti görevi bana verilmişti. Stüdyoyu aldığımızda, Dinar Bandosu dağılmıştı. Askerlik sorunları, yurt dışına gidenler, başka grup kuranlar derken bir tek Asaf Abi, Yılmaz ve ben kalmıştık. Orayı açınca Dinar Bandosu’nu devam ettirebiliriz dedik. Özellikle Replikas yaptığı işle bize Erkin Koray’la Joy Divisionarasında bir yer olduğunu göstermişti. Bunu da gayet derin Türkçe sözlerle oldurabiliyorlardı üstelik. İlk Replikas konserine gidişimin hemen sonrasında eve gidip, Dinar Bandosu’nun da ilk şarkısı olan Saykodelikzade Mahmut Paşa’yı yazmıştım. Sözleri de İlber Ortaylı’nın biz öğrencilerini trollemesinden yola çıkarak yazılmıştır aslında. Bir gün derste söylemişti bu ismi bize, biz de “Hocam böyle biri olabilir mi” diye sormuştuk. O da “Kesin vardır” diye bize laf atıyordu, en sonunda “Siz bu kafayla işte…” dedi. (gülüşmeler.) Öyle yani, olmayan bir kişidir aslında Saykodelikzade Mahmut Paşa.
O dönemde hangi alternatif gruplar Stüdyo Frekans’a geliyordu? Nasıl bir üretim süreci vardı?
O dönemde yeni kuşakla ortaklaşa neler yapabiliriz dedik. DDRgeldi o sıralar yanımıza, nam-ı diğer Doğu Almanya. Zaten evleri de yakındı stüdyoya. Sonrasında Ars Longa geldi. Ars Longa çok iyidir, çok eleman değiştirdiler ama bir grubu yürütmek kolay iş değil. O gruplar öyledir yani. Yeni Türkü de öyle, Kesmeşeker de öyle. Sonra bir gece DANdadaDANgeldi. Bakıyorsun, “Burak Irmaknasıl org çalıyor öyle abi?” diye soruyorsun, babası neyzen çıkıyor. Bakıyorsun, stüdyoya Korhan Futacıgeliyor, saksafonu wah wah pedalıyla çalıyor, onu bırakıp distortion kullanarak vokal yapıyor; dibin düşüyor! Hatta biz oradan DANdadaDAN’dan Feryin’i Dinar Bandosu’na transfer ettik. O Türkiye’nin en iyi basçılarından biridir, hatta dünyanın en iyi basçılarından biridir de sadece o farkında değil. Sorun şuydu aslında, DDR’ciler DANdadaDAN’ın müziğini beğenmiyor, DANdadaDANcılar DDR’nin müziği sevmiyordu. Eee, biz ne yapalım? Biz ikisini de beğeniyorduk. O ikisini bir arada tutmak falan sıkıntılıydı. Bu şunun gibi: Erdal İnönü, Türk solunu birleştirmek için diğer siyasilerle balıkçıya gidiyorlar. CHP, DSP, SHP dönemlerinden bahsediyorum. Erdal İnönü de o zamanlar başbakan yardımcısı. Garson gelip “Efendim ne yersiniz?” diye soruyor. Erdal İnönü de “Sen zahmet etme, biz birazdan birbirimizi yiyeceğiz” diyor.
Bu arada bizle beraber Replikas konserlerine gelen farklı gruplar da varmış. Misal Ayyuka. Biz Ayyuka ile böyle bir suni gerilim yaratmaya çalıştık. Hani Oasis ile Blur atışır ya, onun gibi… Ama gün sonunda geceleri çorba içiyorduk. Hâlbuki gerçekten onlar başlangıçta bizden iyi çalıyordu. Sonra Ayyuka’nın gitarcısı ve beyni olan arkadaşla Lig TV’de beraber çalıştık. O dönemde müzik yapanlar bir yandan da çalışıyordu, ayrı meslekleri vardı. Ben ise sadece müzikten para kazanayım dedim. Burayı açtık. Stüdyoyu su basınca tıpış tıpış asıl mesleğim olan spor medyasına geri döndürdüler!
Peki, Stüdyo’nun eski döneminden müzisyenlerle nasıl bir iletişim kurdunuz?
Eski müşterileri de küstürmemek gerekti çünkü her şeyden önce düzgün karakterli insanlardı. Cazcılar olsun, pop şarkıcılar olsun. Ben pop şarkıcılarla tanışana kadar popçuların iyi olacağını düşünmüyordum. Pentagram’ın “Popçular Dışarı” mottosunun da etkisi vardır tabii. Ancak o dönemde popçularla sadece ticari bir ilişki kurmak istemedik. Onlarla konuştukça şunu gördük; onlar farklı türde müzik yapmak istiyorlar, ama işte çocukları var, aileleri var. Evlerini geçindirmek için yapmak zorunda kaldıkları müzikleri yapıyorlar ve aslında çok çok iyi müzisyenler. O dönemde katı kalıplar vardı. Şu an, pek yok o kadar katı kalıplar. Şimdikilerin şansı kalıpları tek potada eritebilmelerinde gizli. Ben öyle dar kalıpları sevmem. Misal babam “Biz sizin yaşınızdayken Caddebostan’da Rolling Stones mu Beatles mı tartışması yapardık” diyor. Ya tartışılır mı bu? Onun karşıtı uyduruk piyasa şarkıcısı kardeşim, bu konunun nesini tartışıyorsunuz siz? Piyasanın kendisi olmuş taş gibi 2 rock grubu. Onları koruyacağınıza, o mu daha iyi bu mu daha iyi diye tartışarak aptalca zaman kaybediyorsunuz!
Underground rock sahnesi nasıldı? Hazır nostalji özlemi varken orta sınıfta, nasıl anlatırsınız o dönemleri? Bağımsız Yerli’nin bu hale geleceğini tahmin ediyor muydunuz?
Replikas’ın davulcusu Orçun’u anlatmak istiyorum. Adam tam anlamıyla, 2000’lerin gerçek yeraltı Türk Rock’n Roll’uydu. Aynı anda bir sürü grubu vardı. Gidersin Peyote’ye, bakarsın kimler çalıyormuş diye, grup üçüncü şarkıya gelir, bir anda arkadan Orçun sahneye çıkar. Yani çalanlar istemese bile Orçun çıkardı o sahneye. Hoşuna gidiyor, şarkının parçası olmak istiyor. Dinar Bandosu’nun bir Peyote konserinde arkamda darbuka çalınıyor, farkında değilim. Kendi kendime “Lan çok güzel darbuka sesi geliyor” diyorum ama o an çaldığımız şarkılar arasında darbukalı olanı yok! Orçun bir yerden darbuka bulmuş, arkamda takılıyor öyle. Öyle şeyler çok güzeldi birbirine destek veriyorsun. Desteklediğimiz ölçüde umut vericiydi. Ben bazen DDR ile synthesizer çalardım, başkalarına gitarla eşlik ederdim. Basçısı olmayan basçı bulana kadar bana çaldırırdı vs… Çok güzel, temiz hatıralar…
REPLİKAS NEYİ BAŞARDI?
Beyoğlu’nda 2000’den fazla alkollü içecek ruhsatına sahip mekânın olduğu bir dönemden bahsediyoruz aslında…
Gerçi o mekânların hepsi şimdi buraya (Kadıköy) geldi de, o dönemde benim şanssızlığım yine Kadıköy’de oturmaktı belki de. Gençliğim yıllarca gitar taşımakla, yokuş çıkmakla geçti. Benim bir tane pedal çantam var rahmetli dedemden kalma bir bond çanta. O çanta yüzünden kaç tane polis “Bu nedir?” diye beni çevirdi. Polislerden biri çok orijinaldi. Durdurdu beni, ne bunlar dedi. “Yaa, gitar pedalı” dedim, polis bana “Ee bir tane iki tane pedal olur” dedi. Ee biliyor işte polis, çalıyor evinde gitarı. Bir tane iki tane olur diyor. Açıp internetten gösteriyordum, kardeşim bak diyorum “woongwooong” diye ses çıkarır bu. Polis onu biliyorum diyordu. Ne yapabilir ki adam, emir kulu!
Şimdiki gibi kalabalık oluyor muydu o dönem konserler? Şu an yerli sahne için ciddi bir talep söz konusu.
İlk Dinar Bandosu konserimiz bir resim sergisinin altında olmuştu misal. Sonrasında ufaktan konserler vermeye başladık. O dönemde daha çok müzisyenler diğer müzisyenlerin konserine gidiyordu. Onların 3-5 arkadaşı geliyordu. Böyle devam ederken, bir gün Peyote’de çaldık, bir baktık yer kalmadı. Sonra dedim ne oluyor, bu ne biçim iş bu. Olamaz falan filan. Ama bir yandan da grup kulaktan kulağa yayılıyordu. Ee bir yanda, DANdadaDAN çalıyor. İşte o sıralar çok umutlanmıştım. Sonrasında birileri gruptan ayrıldı, plak şirketleri hemen bu alana üşüştü. Bir anda çok kötüye sardı her şey. Çok erken yaşandı bu olaylar. Maalesef müzikal akım anlamında bebek o dönem prematüre doğdu. Olsun ama şimdi küçük kardeşi ya da kuzeni sound çok daha sağlıklı ve sağlam adımlarla ilerliyor.
Beğendiğiniz grup ya da müzisyenler kimlerdi?
Replikas’a çok yazık oldu vallahi. Replikas yeni bir Türkçe Rock yapılabileceğini gösterdi. Çok kişiyi etkiledi. O dönem Duman da, Kesmeşeker de önemli işler yapıyordu tabii ancak Replikas piyasadaki “Bu tutar abi, bu tutmaz abi” ezberinin çok daha ötesinde bir şey yaptı. Misal DANdadaDAN şimdi çıksa, ortalık yangın yeri olur. Replikas’ın plağı şimdi basılsa, 100 lira eder en azından. Yani pazarlaman ne kadar iyiyse, müziğini o kadar iyi satabilirsin ama plakta öyle tek şarkıyla geçiştiremezsin, tüm şarkılar iyi olmalı. Mesela Mariah Carey internete şarkı sızdı diye ağlamıştı. Ee, sen bir tane, bilemedin 2 tane iyi şarkı koyuyorsun. Sonra denizi dolduran beton gibi kalanı doldurmak için dolduruyorsun. Olmaz ki öyle! David Bowie’nin de dediği gibi, “Bu musluktan akan su gibiydi”, kaynağı kalmadı. Şimdi tekrar plak formatına dönüş biraz da bu yüzden zaten.
Buradan cümleler Spotify’a gelecek gibi sanki?
Yok, vallahi bende yok. Zaten var o şarkılar bende. Ne yapayım ben onu, ama çok başarılı iş o ayrı. Ee Mp3 olmasaydı, insanlar 60’lardaki 70’lerdeki süper işleri dinleyemeyecekti ki! Benim NTVSpor’da Onur Tuğrul adlı o zaman Fenerbahçe muhabiri olan bir arkadaşım vardı. “Abi sen iyi dinliyorsundur söyle bir şeyler” dedi. “NEU! dinle” dedim, “Spotify’da yok abi” cevabını verdi. Onur 1 ay sonra yanıma geldi: “Abi ne iyiymiş bu grup”. Yani Spotify sürekli toparlıyor, bu iyi bir şey. Spotify gibi mecralar ya da gelişmeler olmasa gençler 60’ları dinleyemeyecek ki… O Replikas’ın albümü şimdi olsaydı, plağı kesinlikle çok satardı. Kesmeşeker ilk albümünü şimdi yapsa, müthiş rağbet görürdü. Çok iyi gruplar dağıldı gitti. Replikas değişti diye giydirdiler ya o dönemde, ya popçular gibi aynı mı kalsalardı? Radiohead elektronik yapınca bir şey yok, Replikas yapınca “Auuuuwww”? Hadi canım sen de!
Ayyuka, Düş Macunu, DDR, Kafabindünya gibi gruplarla “Frekans Vol:1”i yayınlamışsınız. Dönemi düşündüğünüzde büyük bir risk almışsınız aslına bakılırsa…
İyi bir albümdür o. Masrafını çıkarmıştık. Bandrollüdür, legaldir yani. Her şeyin parasını ödedik. Kimse de rencide olmasın diye herkesin de payını vermiştik. Ee tabii şey var, “Bizim şarkı niye beşinci sırada, öbürü niye ikinci sırada”. Bunlar olacak artık, yapacak bir şey yok. Frekans CD’sinden çıkardığımız tüm gruplar Peyote’de sahne almıştı. O dönem Peyote çok etkiliydi. Büyük çoğunluğu Peyote sahnesinde kabul gördü. İzleyicileri geldi, orayı mekân edindiler. Peyote demişken Hakan Orman çok önemlidir, değerlidir. Allah rahmet eylesin, müthiş bir insandı. Sürekli elma yerdi. Çok da keyifle yerdi. Hakan Abi’yi ne zaman düşünsem, elma çekiyor canım. Pek sevmem aslında yeşil elmayı.
“PEYOTE’YE AĞLAMAMAK İÇİN GİTMİYORUM”
O yıllar bize yabancı geliyor, biraz ayrıntılı anlatabilir misiniz?
Hakan Abi Punk, progresif ya da elektronik ayrımını aşmış biriydi. Kendi de yıllarca birçok mekânı kurdu. Müzik direktörlüğünü yaptı. Her yeni şeyi takip etti, icra etti ama onları da trend tüketiciliğine indirgemedi. Objektif ve sübjektif olarak, kendisi ve insanların hoşuna gidenler arasında bir sentez yaptı. Çok iyiydi o dönem. Zaten bir yere gittiğinde orada Hakan Abi varsa, o senin dikkatini çeker zaten. “Vayy adama bak Brad Pitt’e benziyor” dersin içinden. Hakikaten öyle bir tiptir. Sonra bir bakıyorsun Brian Enogibi müzikleri de bu adam DJ kabininde çalıyormuş. Gruplar üzerinde etkisi de çok iyiydi bence, mesela Dinar Bandosu’nda Hakan Abi’nin grubu kurarken söylediği güzel ve çok değerli şeyleri geliştirdik fakat sonra o dönem dile getirdiği eleştirel sözlere kulak tıkadık. Ben kişisel olarak o sürecin hata olduğunu düşünüyorum. Ama maalesef Hakan Abi de toprak oldu. Ben de artık Dinar Bandosu’nda çalmıyorum.
Hakan Orman
O zaman, Hakan Abi’yi sadece Peyote üzerinden okumamak gerek…
Hakan Abi menajer gibiydi ama para almıyordu aksine mekânın hasılatını kendisi hariç herkese dağıtıyordu. Sanat direktörü gibiydi ama hiç tepeden inmecilik, ukalalık yapmazdı. Her şeyi münasip dille anlatırdı. Bütün bunları kendinde taşımaktan artık kendine zarar vermeye başlamıştı. O elim kazayı geçirdiğinde de muhtemelen artık o kadar yorulmuştu ki, zihinsel olarak karşıdan karşıya bakma refleksini bir anlığına kaybetmiş olabilir. Büyük ihtimal öyle bir şeydir çünkü hakikaten herkesi sırtında taşıdı. Valla ben Hakan Abi öldükten sonra Peyote’ye bir kez daha gidebildim. Peyote’yi kötülemek için ya da her şey Hakan Abi’den ibaretti mesajı vermek için söylemiyorum. Gidince aklıma o geliyor, çok üzülüyorum. Bu yaşta da insanların arasında ağlamak istemiyorum. O yüzden Hakan Ormanöldükten sonra sadece bir kez gidebildim. Eşim o esnada yanımda olup koluma girmese oracıkta üzüntüden yere yığılıyordum. Gidiyorsun ve ruhsal açıdan Everest’in insani versiyonu Hakan Orman yok!
Sizin zamanın sahnesi ve şu anki sahne arasında ne gibi benzerlikler ya da farklılıklar var?
Benim solo albümümün adı Retro Fütürist ya da Retro Gelecek olacak. O dönemin müzik ortamını anlatabilir diye o isimleri düşündüm. Dinar Bandosu’nun ilk albümünde kendi aramızda yaşadığımız, zamanından önce fazla kasmamız ya da bazı sesler için geç kalmamız gibi durumlar vardı. Misal şimdi Retro Fütürist döneminin ikincisi yaşanıyor. Jakuzi’nin yaptığı müzik bu ikinci dönemin altını büyük ölçüde özetleyerek dolduruyor. Teknik ve öz arasında rekabet değil aksine işbirliği olmalı. Tekniğin bir kısmı artı teknolojik de ister istemez. Bilgisayarı kullanacaksın tabii. Popçu bir kullanıyorsa, sen iki kullanacaksın çünkü sen daha kreatif müzik yapıyorsun. Şu an elektronik aletleri kullananlar ticari olarak daha kârlılar. Tabii sadece analog olarak da çok güzel albümler yapılıyor. Onlar müthiş oluyor, onlara bir şey demiyorum. Ancak Jakuzi gibi grupların kullandığı prodüksiyon tarzı ya da self yapımcılık da bir tür zorunluluk, maliyeti indirip kalan enerjisini de müziğini yaymak için kullanıyorlar. Ben hücum kayıt da yaptım, makaraya kayıt da yaptım. Öbür türlü analog kayıtları yapmak isteyen halen yapabilir. Şimdi grup elemanları daha az kişiden oluşuyor. Bilgisayardan çok seslilik sağlanabiliyor. Eee, şimdi synthesizerlar da gelişti, insancıllaştı ve tabii fiyat olarak ucuzladı. Bir tane Doğu Alman orgum vardı. DDR onunla çalıyordu, öbür grup istiyordu ona da veriyordum. Benim dışımda herkes çaldı, halen bende de değil org. Ama daha eskiden daha da zorluydu bu denemeler. İnanmayacaksınız, synthesizerların akordunu yapıyormuşsunuz. Voltaj yetersiz olup kayıt sırasında sesi gidiyormuş. Barış Manço’nun 2023 albümü bu şekilde kaydediliyor, hatta King Crimson bile aynı sorunlarla albümü kaydediyor.
“SERDAR ORTAÇ HEP PİNK FLOYD SÖYLESİN”
Vega’nın “Delinin Yıldızı” albümü kamuoyunda ciddi bir etki yarattı. Metropolde yaşayan orta sınıf bu aralar büyük bir nostalji duygusuyla çalkalanıyor? O dönemi yakından takip eden biri olarak böyle bir nostalji patlaması yaşanacağını düşünüyor muydunuz?
Onlar o müziği yapmaktan hoşlandıkları için yapıyorlar. Ya bu nostalji meselesi garip. Flört’e de aynı eleştiriyi yapıyorlar ama alakası yok. Elemanlar o müzikleri seviyor kardeşim. Vega geri dönmüş işte, Vega yokken daha mı iyiydi hayatın? Mesela Vega’nın rakibi Dumandeğil ki, hepsinin rakibi Serdar Ortaç! Ben öyle bakıyorum olaylara. Serdar Ortaç’a da Pink Floyd söyledi diye kızıyorlar. Ee ne güzel işte. Hep söylesin, hep Pink Floyd söylesin hatta. Kendi şarkılarını söyleyeceğine sürekli Pink Floyd söylesin… Daha güzel, kendi şarkısından çok daha güzel çünkü.
Bu durum ülkenin politik gündeminden bağımsız olmasa gerek…
Ülkedeki belirsizlikten dolayı, sosyal sınıflar da bir yerden sonra belirsizleşti. Ya halen işçi sınıfından çıkan bir grup var mı mesela? Az sayıdadır. Bizde işçi sınıfı, o sınıftan kopmak için 70-80’lerde arabesk yaptı. Arabeskin çelişkisi de buydu zaten; o müziği, babasının yaptığı mesleği yapmamak için yapıyor, ama anlattıkları babasının hayatı. O yüzden herkese de, sen şöyle yapıyorsun diyemeyiz.
“VAPURDAKİ KONSERİMİZDE YOLCULAR GÖBEK ATTI”
Kadıköy vapurunda verdiğiniz konser nasıl gerçekleşti?
Bizim en çok kazandığımız konser o mesela. İstanbul Kültür Başkenti projesinde yaptığımız konserdi. Bizim menajer Deniz Kahya, artık nasıl konuştuysa hayatımızda müzikten kazandığımız en çok parayı o konserden kazanmıştık. Şöyle bir şeydi: Vapur Karaköy-Kadıköy arası bir sefer yapacak, biz de çalacağız. Onlara dedik ki “Yaa bir kere çalmak olur mu?” Bak bir kere biz parayı konser öncesinde almıştık. Hayatta böyle bir şeyi yaşamamışız. Parayı cebimize koymuşuz yani. Ancak öyle bir ortam oldu ki, oradan bir yankesici paraları yürütse gram umrumuzda değil. Bütün vapur bizim şarkılarımızla göbek atıyor, dans ediyor. İşte sefer bitti, bir tane beyefendi geldi. Kendisi organizatörmüş. “Ali Bey teşekkürler” dedi, Ben de “Ne teşekkürü yeni yolcular giriyor, biz daha çalarız” cevabını verdim, “Yorulmasaydınız” dediler, “Ne yorulması ya, daha yeni başlıyoruz!” dedim. Biz bazen Balans’ta, Peyote’de, Nayah’ta falan seyirci sayısı 15’e düşene kadar çalardık, 4 saat hiç durmadan çaldığımız bile olmuştu.
Vapurda göbek atan yolcular size neyi gösterdi?
Neymiş? Ezberci, salak ve sözde “Halkla İlişkiler” uzmanı şarlatan aksini iddia etse de şans verilince halka inebilirmişsin. Halk bize inmiş kardeşim, sana ne gerisinden! Sen adi piyon prodüktör, yıllarca ne dinletmek istiyorsan, neyi zararsız görüyorsan onu dinletmişsin. Bence asıl o şarkılar kültürü, toplumsal yapıyı bozdu. Garip bile olmayan oksimoron bir popüler müzik türettin! Bencillik, ego ve dahası var sadece sözlerde. Levent Yüksel’i ya da Tarkan’ı kast etmiyorum elbette. Bütün şarkılar “Ben en güzelim, sen kimsin?” türevinden oluşuyor. Sosyal dokuyu bozan o şarkılar değil miydi? Bizde ne vardı ki? İstanbul’u anlat, tarihsel konulara değin. O konserde bir amca vardı. Takım elbiseli, belli ki eski bankacı amca. Böyle vardır ya hani pardösülü, elinde şemsiye. 18:15 vapurunda görürsün bu amcaları. Adam konser sırasında çantayı bırakmadan göbek attı. Biz 3 sefer gittik geldik, amca vapurdan inmeden 3 sefer boyunca durmadan dans etti. En son bize abi nerede ineceksiniz diye sordular, Kadıköy mü Karaköy mü diye. O saatte dönmek imkânsız bizim için yani. Vapur bittikten sonra Karaköy’den nasıl döneceksin! Bu bir gün sonra Kadıköy Belediyesi’nin kulağına gitmiş. “Siz vapurda konser yapmışsınız, bizimle de bir şey yapar mısınız” diyerek bizi aradılar. Biz de yok dedik. Öbüründen o kadar çok para kazanmıştık ki… Üff… Bütün gruba 3 bin lira gibi bir para vermişler eh nihayetinde. Tabii o paralar aynen müzik enstrümanlarını yenilemeye harcandı! İşte öyle, halen halk o müziği beğenir mi diyorlar, bak işte gördük beğeniyor muymuş işte?
GİTARINI İSTEYEN ERKAN OĞUR’A NE CEVAP VERDİ?
Stüdyo Frekans’ı su basmıştı. Böyle unutamadığınız anılarınız oldu mu?
Kadıköy Caferağa’da belli sokakları halen su basıyor, yapacak bir şey yok. Ben şu an oralarda üçüncü katta ailemle beraber oturuyorum. Ancak 12 yıl önce şöyle bir şey olmuştu. İsmail Soyberk ülkenin en iyi basçılarından bir tanesidir. Benim o su baskınında bir anfim gitmişti. İsmail Abi dedi ki; “Altı yandıysa yandı. Üst kafayı alsana sen, o 80 model Alman Hartke” dedi. “Nasıl yani” dedim. “Oğlum git kafasını sök ve al” diye cevapladı. Solo albümümün bütün baslarını o sökük kafayla yaptım. Bir de o dönem benimle çalışmaya gelen gençler olurdu. Onlara “Abi kasada para yok, şurada elektrik parasını toplayamıyoruz, her an kesilebilir” diyordum. Onlar da bunları dememe rağmen gitmezlerdi. Bir gün gençler internetten yemek satan yeni bir dükkân bulmuşlar. Biz de yemek söyledik, bekliyoruz işte. Bir anda Akın Eldes yemeklerle geldi. Bir anda ayağı kalkıp, “Aman abiiii” dedim. Aman estağfurullah derken bir anda ortalık Kemal Sunal, Şener Şenfilmine döndü. Akın abi “Ya olur mu, eşimin dükkânı” diyor, ben de aman abi olur mu ya diye sayıklıyorum. Sonra utandık yemek söylemeye, biz onların dükkânına yemeğe gittik. O da bizim yanımıza geldi.
Bir başka gün, Luthier İsmail’in dükkanında Erkan Oğur benim gitarı çalıyordu. Fender Coronado‘mu, bir de sordu “Çalabilir miyim?” diye. Erkan Abi’ye “Abi ne izni gitarı al götür evine abi” dedim. Erkan abi bir çalıyor zaten, sen bir daha gitara bakamıyorsun, “Bu şaheser adamdan sonra o gitarı nasıl çalacağım ki? Başka enstrümana mı geçsem?” diyorsun kendi kendine…
“AKKALE VE BAĞCAN İLERİDE EDITH PIAF GİBİ OLACAK”
Günümüzde yerli sahne nasıl? Kimleri dinliyorsunuz, beğeniyor musun yeni nesil işleri?
Valla hepsini beğeniyorum, arasında az beğendiklerim de var. Varsın bizim çocuklar yapsınlar. Harika bence, tek bir kötü laf etmeyeceğim. Onların rakibi piyasa, birbirleri değil. Serdar Ortaçrakip. Popçular rakip yani. Sağolsun, Hakan Tamar’dan büyük çoğunluğunu öğreniyorum. Mete Avunduk’un mekânında çalıyor. Orada Hakan’ın çaldıklarını dinlemek çok hoşuma gidiyor. Bir sürü grup öğrenip not alıyorum. Plağı varsa plağını, CD’si var CD’sini alıyorum. Hakikaten yeniler arasında beğenmediklerim yok, çok beğenmediklerim var sadece. Onlar da bana kalsın.
Yerli isimlerden bahsetmişken, Brian Eno sence Belkıs Akkale’yi neden seviyor? Oryantalist bir bakışı olabilir mi?
Yok bence tam tersi. Brian Eno daha ilk albümlerinde batı rock ya da pop standartlarını aşmıştı zaten. Sonra Ambient, daha sonra Talking Headsgidiyor böyle. Talking Heads’in elemanı gibiydi aslında. Oradan Afrika sularına daldı. Zaten Afrika müziğine girdiğiniz zaman, dünya müziğinin yarısı demek. Sadece fiziksel bir coğrafi alandan bahsetmiyorum, Amerika’daki Afro Amerikan müzik etkisinden Latin Amerika’daki müziklere kadar… Büyük bir etkiden söz ediyorum. Çok normal ve bu benim de çok hoşuma giden bir şey. Dedem öldükten sonra ben rahmetli babaannemde kalırdım. Rahmetli babaannem de Belkıs Akkale’yi çok severdi. Ben de evinin arka odasında kasetten Brian Eno dinlerdim. Ama o zaman Brian Eno’nun Belkıs Akkale’yi bu kadar çok sevebileceği aklıma gelmezdi. O yüzden çok hoşuma gidiyor bu durum. Ayrıca Eno’nun araştırmacı ruhu, MP3’ün olmadığı dönemlerde bunu yapmış olması, zaten onun ne kadar değerli bir müzik madencisi olduğunu gösterir. Misal Brian Eno dönemi Roxy Music’in “If there is something” böyle bir şarkıdır. Şarkı buram buram doğu melodileri kokar. Belkıs Akkale, Selda Bağcan yıllar ilerledikçe daha da kıymetli olacak, Fransa’daki Edith Piaf gibi olacak.
Eskisi gibi cayır cayır antemik şarkılar çıkmıyor artık? Niye böyle oldu sizce? Elektronik mi bozdu Indie’yi?
Bir kere Noel Gallagher ile Johnny Marr halen devam ediyor. Ben buna bakarım. Bunların sololarında grupları dönemindeki solist tahakkümüne karşı bir isyan var. “Biz de söylüyoruz işte Morrisey, Liam beyler”… Kapris yapmayın bize artık. Hakikaten öyledir. İkisinin de solo albümleri çok iyidir. Indie bunlar halen. Ancak niye antemik şarkılar yok? Antemik şarkılar ortaya çıktığında Thatcher döneminin de sonuydu. Muazzam bir coşku geldi tabii. Sonra Tony Blair hepsini hayal kırıklığına uğrattı. Mahvetti insanları ve beklentilerini. 2000’lerin ortasında yapılan albümlerde bu hayal kırıklığının yoğun etkisi vardır. Misal Ian Brown’un yaptığı bazı kayıtlar genellikle Irak Savaşı’nı konu aldı. Aldatılma, çok büyük aldatılma hissi ve akabinde daha karamsar müzikler ortaya çıkmaya başladı. Yaşadığın şartlarla ilintili. Misal şu anda çok büyük bir Stoner patlaması var. Onun da buralara uğramasını bekliyorum. Ama elektronik mevzusunda durum şöyle: Elektronik ile yeni Indielerin ilişkisi liberallerin sosyal demokratları yutması gibi ama elektronik böyle neo-liberaller gibi yıkıcı değil, ilerlemeci. Şimdi Indie sadece yolunu arıyor. Ee tabii, midi çıktı ve kafalar karıştı biraz. Örneğin The Foals var, şarkı güzel başlıyor, sonra basit kalıyor. Foals, The Verve’e göre çok basit bir müzik. The Stone Roses’a göre de basit bir müzik. Aslında sorunuzda ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum, ama şöyle düşünün, bir süre sonra sosyal demokratlar neo-liberallerden ayrışmaya başladı. Aynı şey Indie için de olacaktır. İnsanlar her şeyin hep aynı gideceğini, düzenin hiç değişmeyeceğine inanıyorlar. Oysa dünya 15-20 yılda bir düzenli ya da düzensiz olarak değişiyor.
Kasabian, Leicester City Şampiyonluğunda “Underdog”u binlerce kişiyle söyledi. Şampiyonluk şarkısı oldu adeta. Futbol, şehir ve müzik 90’lardaki gibi bereketli değil, niye böyle oldu Ada?
Eski Indie’cilerin hepsi iyi futbolcu. Misal The Verve’ün solisti Richard Ashcroftaltyapıda bayağı Wigan’da oynuyor. George Best misal, futbolculuk kısmından gece hayatı kısmına geçti, yani müziğe yoğunlaştı. Serge Pizzaro da öyle bir adam. Ben en son Manchester City şampiyon olduğunda Johnny Marr ve Noel Gallageher’in suratının güldüğünü gördüm çünkü Noel, Manchester City 3. ligteyken de takımı destekliyordu. O da bilirdi, Manchester’da oturup, United’ı tutmayı. Oasis müzikte şampiyonlar ligini aldığı zaman, United da futbolda Şampiyonlar Ligi’ni alıyordu, ama biz City’liyiz dediler. Bu bizde olsa, United’lılar albümümü almaz derler ve böyle işlere girişmezler. Kasabian’ın Fire’ı Premier League’in resmi şarkısıydı. Bu süper bir şeydi. O sayede geniş kitlelere ulaşabildiler. Manchester’a gelelim. Alex Ferguson’la birlikte United sahada başarılı oldu, City ise Oasis ile müzik sahnesinde başarılıydı. “Sevinmek için sevmedik biz City”i gibi bir çıkışı vardı.
Manchester United, yerlilerini niye bu kadar kaybetti?
Fergusonsonrası, Ferguson’a kıyasla çok başarısızlar. United her sene ligde başarılı olan bir takımdı. Ferguson bıraktı ve Ada’da ezeli rakibi Liverpool’u destekleyen birisi olarak kurtulduk diyeceğim. Mourinho tabii iyi ama Ferguson gibisi yok şu an için. Geldiğinde 86’ydı, sonbahardı. İlk açıklamasında “Liverpool’u tahtından indireceğim” dedi. O öyle bir Liverpool’du ki; ya şampiyon oluyordu ya da şampiyonlar ligi şampiyonu. Adam onu indirdi. Biz de onun büyüklüğünü kabul ettik. Yapacak bir şey yok. Müziklere gelince, İngiltere’ye 7 yıl aradan sonra Özgür Buzbaş’la gittim. Leicester City- Sevilla maçına gitmiştik. “Manchester’da kalalım” dedim. Şehirde halen plakçılar vardı her yerde. Fiyatları da Londra’ya kıyasla çok daha düşüktü tabii. Manchester’da iyi bir müzik ortamı var. Ancak Factory 251 gibi bir yer yok artık. Belki de bu nedenle eskisi gibi gruplar türemiyor oradan. Liverpool’dan da Beatles’dan sonra Echo and the Bunnymen, Teardrop Explodes çıktı, Coral çıktı, başka çok çarpıcı bir şey yok. Çok beklentiye girmemek gerek.
BİLİÇ’LE TELEFONDA ŞARKI ALIŞVERİŞİ
Peki, Steven Harris, Heavy Metal ve Biliç. Bu üçlü teoride uydu sanki, ama başarı anlamında Biliç ilk senesi haricinde biraz daha soft takıldı gibimize geliyor? Beklentilerin altında mı kaldı Heavy Metalci Biliç? Sert bir riff bekliyorduk oysa.
Heavy Metal futbolunu oynatan Jurgen Klopp’tur. Sürekli karşı pres, yüksek tempo oyunu ancak Lovren gibi stoperler olunca, olmuyor tabii. Bu şeye benziyor, davulcun kazmaysa hızlı bir müzik çalamazsın. Ancak ligde 9. olursun. Zaten Lovren’i sevdiğim tek an, Beşiktaş maçında penaltıyı uzaya attığı andı. Biliç’e gelecek olursak, çok sevdiğim bir arkadaşım. İstanbul’dayken belli saatlerde bazen bana telefon açıp, kendi çaldığı gitarla şarkılar dinletirdi. Ben ona Black Sabbath çalıyordum. O “Black Sabbath’i babam da çalar” diyordu. Sonra beni arayıp sen şunu çalabilir misin diye başka bir şey dinletiyordu. Biliç’e Beşiktaşlı arkadaşlar çok güzel bir siyah beyaz gitar hediye ettiler. Onu çalıp, “Bak sen Queens of Stone Ageçalabiliyor musun?” diye sorardı. Arkadaşlık bir yere kadar ancak teknik direktörlükte Beşiktaş’ta son 3 ayı çok başarısız olmasa da, başarısızdı… West Ham United’da da tam kovulacakken bir şeyler oluyor. Dün Tottenham maçı, eyvah 2-0 oldu dedik. Sonra yaptı yine yapacağını, geriden gelip Tottenham’ı yendi. Yapıyor işte bunları. Biliç West Ham’ın da eski bir futbolcusuydu, iyi de bir futbolcusuydu. Ancak teknik direktör olarak çok daha zor bir görev devraldı.