Arabesk ve Türkiye’deki ‘Acı’ Dolu Hikâyesi

Türkiye’de arabesk enteresan bir müzik türü olarak doğdu. İnsanlar çok da sever, nefret de eder. Ancak arabesk bir müzik kültürünün çok ötesinde bir türdür. Hiç acımadan etkiler. Karşındakini yok sayar, onu da yıkar. Kendine çatlaklar bulur, o çatlaklardan geçe geçe bugüne gelir. Arabesk Türkiye’de bugün artık bir üst yapı gibidir. Belirgin ya da değil, Türkiye’de çoğu müzik türünde derin etkilere sahiptir. Pop, rock, rap ve dahası…
Peki nedir bu arabesk? Neden bu kadar baskın? Kökeni memleket tarihinde nereye kadar gidiyor? Bu sorular bitmez, tükenmez de çünkü devingendir, değişir, dönüşür ve dönüştürür. Bu soruların hepsine cevap vermek, koca bir tezin konusu olur ancak bu yazı dizisinde arabesk müziğin nasıl bir kültüre sahip olduğunu, neleri kapsadığını ve varsa “yavşaklığını” tarihsel bir perspektif içerisinde anlatmaya koyulacağız.
Arabeskin Yok Sayılışı
Arabesk, Türkiye’de modern müziğin, ya da Türkiye modernleşmesinin önemli bir kilometre taşıydı. Bu sürecin kökeni, kuşku yok ki, 1930’lu yıllara kadar gitse de, arabesk ilk kitleselliğini 1960’lı yıllarda yaşamıştı. Dolayısıyla arabeskin tekrardan meydanlara çıkmasında, neredeyse 30 yıla yakın bir zaman aralığı var. Bu aralık ise arabeske uygulanan, baskıcı, yok sayan kurucu devlet politikalarının bir sonucuydu. Öyle ki, arabesk bu dönemde defalarca yasaklandı. Kamusal alanda bir müzik türü yasaklanmıştı. Türkiye’de arabesk çok acı çekti. Tanımının hakkını fazlasıyla verdi çünkü arabesk, Batı’yı arzulayan kurucu politikaların tam karşısında yer alıyordu. Batı yerine, Doğu’yu anlatıyordu. Vebanın ta kendisiydi, toplumun zehriydi. Ama onu yok saymak, yok olmayacağı anlamına gelmiyordu.
Kırsalın Çözülüşü
Meral Özbek’in “Popüler Kültür ve Orhan Gencebay arabeski” adlı kitabında, arabeskin geç popüler bir hal almasını, kurucu ideoloji ve Menderes iktidarının uyguladığı politikalar olarak belirtir. 1950’lerdeki şehirleşme politikaları ve ekonomik liberalizm, kırsalın çözülmesine neden olmuştu. Bu da şehirlere kırsaldan, kitlesel bir göçü ortaya çıkarmıştı. Ancak her göç mevhumunda olduğu gibi, kırsalın çözülmesi şehirli ve göç edenler arasında bir sosyal şehir alanlarında çatışma üretmişti. Ne de olsa, bir arada yaşamaya alışık değildi bu kitle. Çatışma yaşanması kaçınılmazdı, çatışıldı da.
Bu nedenledir ki, arabesk müzik göç edenlerin şehirli yaşama adaptasyon sürecinde kültürel problemlerinin konu edindiği gibi, aynı zamanda gündelik hayatlarında kırsala dair özlemlerini giderdiği ve göç edenlerin şehir hayatındaki sosyal histerilerinin ortaya çıktığı bir araç haline gelmişti. Dolayısıyla 1960’larda oldukça kısa bir süre içerisinde bu müzik türü göç edenlerin ya da alt sınıfın isyankâr ve asi sesi haline geldi. Ne de olsa bu kitle çoğunluktu ve hızlı bir şekilde kitlesel bir hal almıştı. Kısacası arabesk, kitlesel ve resmi ideoloji arasında kalan, 1960’larda sosyal ve politik değişimlerin etkisiyle ortaya çıkan kültürel konjonktürün de sonucuydu.
Nasıl Bir Müzik Türüydü?
Orhan Tekelioğlu, bir makalesinde Arabesk müziğin, yasaklamalara rağmen Mısır Radyosu, Hint kökenli film müziklerinden ya da Türk müziğindeki “özgür yorum” hareketi ile yapısallaştığını belirtir. Ancak ne olursa olsun, Arabesk müzik Türkiye’de sadece Doğu ile değil, aynı zamanda Batı müziğinden de etkilenerek ortaya çıkmıştır. Örnek vermek gerekirse, klasik müziğin yaylı kullanımı parçaların kompozisyonlarında önemli bir yer edinmekle birlikte Türk sanat müziği enstrümanları da icralarda aktif olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla arabeskin 60’larda ortaya çıkışı ve kitleselleşmesi, müzikal bir estetik ile birçok unsurun bir araya girerek ortaya çıkardığı bir tür senteze işaret etmekteydi.
Önce Arabesk Vardı
Sevemedim Karagözlüm, Goca Dünya, Bir Teselli Ver, Hor Görme Garibi gibi besteler özellikle 1960’lı yılların son çeyreğinde toplumun büyük kesimi tarafından ilgi görmüştü. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, önceleri Türk Sanat Müziği üzerine solistlik yapan Müslüm Gürses, bir inşaat işçisi İbrahim Tatlıses’in keşfedilişi ile bu tür artık Türkiye’de kitlesel bir hal almıştı. Bu öylesine bir etkiydi ki, benzetmek gerekirse son bir yıldan bu yana rap’in dominasyonuna benzetilebilir. Önce Arabesk vardı. Dolmuşta, takside, meyhanede, gazinoda yani her yerde çalıyordu. Sadece TRT’ye uğramamıştı çünkü kurucu ideolojinin doktrini çevresinde bir medya politikası güden TRT için halen bir tür vebaydı.
1980’lere bu şekilde geldi arabesk. Arabeskin 1980’li ve 1990’lı yıllarda yaşadıkları ise bu yazı dizisinin bir sonraki kısmında…
Gülten Kaya Hayaloğlu: Iron Maiden’dan Fadolara Ahmet Kaya

Öyle bir müzisyen düşünün ki, yaptığı şarkılar kategorize edilemediği için yeni bir tarz “yaratılsın”, new ageden senfoniye her alandan beslenen bu isim müziğe ait tüm sınırları zorlasın. Öyle bir insan düşünün ki, müzik kadar demokrasiyle de derdi olsun, doğru bildiğinden geri adım atmamak uğruna sürgünü göze alsın… Peki, Ahmet Kaya müzikal olarak nasıl besleniyordu ve son günlerindeki hayalleri neydi? Aklımızdakileri Gülten Kaya’ya sorduk
Ahmet Kaya’nın müzisyen kimliği genelde, müziğinin bir parçası olan politik konular nedeniyle biraz geri planda kaldı. Onu en yakından tanıyan kişilerden biri olarak Ahmet Kaya müzisyen olarak sizce nasıl biriydi?
Bu soruyu nesnel olarak yanıtlamak gerekirse; Ahmet Kaya müziğini, kendi kişisel ve sınıfsal arka planından, yaşadığı coğrafyadan ve toplumsal/tarihsel dönemden koparmadan değerlendirmek gerekir. Onu ve müziğini var eden, şekillendiren dinamiklere bakıldığında, bu etkenlerin izlerini, bir müzik insanının yanısıra, aynı zamanda bir muhalif olduğunu, şarkılarda kendi döneminin tanıklığını yaptığını görmek mümkün. Bana göre onun sanatçı kimliğini toplumcu gerçekçilik içersinde ele almak da mümkün. Dolayısıyla hem kendisini, hem de kendisi olarak ürettiği müziği toplumsal kimliğinden koparmadan değerlendirmek lazım.
İçine doğduğu kültür/dönem, onun kişisel yapı taşlarını oluşturan koşullar/olaylar dizisi, bireysel/düşünsel gelişimi vb onun varoluşunu açıklamaya yarayacak ara başlıklar aslında.
SEKTÖRDE YARATTIĞI ŞAŞKINLIK NEDENİYLE YENİ KATEGORİ BULUNDU
Müzikal olarak nelerden beslenirdi?
Tüm bunların yanısıra, gerek sokakta gerekse sanatta “mevcut” ve “verili” olanı reddetmeden, onu geliştirmeye ve giderek aşmaya çabalayan bir müzikal yolculuğu olduğunu da görürüz. Ve/fakat “devrimci” bir yaklaşımla, kendisine sunulana rıza göstermeyen, değişime ve onun sonsuzluğuna inanan yaklaşımı kendi müziğine çok hakim kıldığını görüyoruz. Müzikal açıdan beslendiği ya da etkilendiği tek bir tür, tarz, enstrüman, üslup yok. Adeta bir “deneysel arayış müziği” için yola koyulmuş. Sadece geleneksel sazlara yaslanmadan, batı enstrümanlarını onlarla buluşturmuş, farklı ses ve ritmler aramış, mevcut kalıpların dışına çıkarak, cesaretle, kendine has bir sound oluşturmaya çalışmıştır. Tam da bu nedenle onun müziği tanımlanamamıştır. Sektörde yarattığı şaşkınlıkla onun müziğini tanımlamak için de “özgün” diye bir kategori bulunmuştur. Çünkü Ahmet Kaya müziği yeni bir kulvardır aslında.
İLTİFATLARA İTİBAR ETMEYEN BİR SANATÇI
Stüdyoda kayıt süreçlerinde nasıl bir kişiydi? Müzisyen olarak kendi doğrularına mı yoksa stüdyodaki ortak fikre mi inanırdı?
Ahmet çok hızlı üretebilen bir müzik insanıydı. Besteyi yaparken, o duygunun ve o müzikal trafiğin içine hangi enstrümanları katacağını daha baştan kendi aklının içinde kurar, nerede ne istediğini de aranjörüne söylerdi. Eğer bir şarkının içinde bir kaç saniye için bir arp sesi duyuyorsa, o koca arp o stüdyoya gelirdi. Onunla çalışanlar, bu çalışmayı hep bir şans olarak kaydetmiştir hafızasına. Hem çok dikkatli hem çok eğlenceli, aynı zamanda hem çok gergin fakat bir kaç dakika sonrasında çok relax, titiz, hatayı duysa da müthiş bir olgunlukla telafisine olanak tanıyan biriydi. Kayıtlar stüdyoda bulunan herkes için çok eğlenceli geçerdi. Olmazsa olmazlarından iki kişiden biri duayen tonmaister rahmetli Sıtkı Acim, diğeri de kaçınılmaz olarak ben olurdum. İltifatlara pek itibar etmez ve gerilse de eleştirilerimizi/ düşüncelerimizi büyük bir dikkatle dinlerdi. Şöyle söyleyeyim; İstanbul dışında olduğum için bulunamadığım bir kayıt bir türlü tamamlanamamış ve ben döner dönmez de iki-üç gün içinde bitmişti. Ortak fikre değer verirdi elbette ama aslolan hep en güvendiği algı olurdu.
Stüdyodaki diğer müzisyen arkadaşlarıyla nasıl bir diyaloğu vardı?
Dediğim gibi çok eğlenceli geçerdi kayıtlar. Ahmet disiplini sevmeyen, özgür bir ruhtu ve o anda bir eşlik içine sinmezse derhal notaları müzisyenin önünden alır ve doğaçlama çalmasını da isteyebilirdi. Ki İlyas Tetik, Erdinç Şenyaylar gibi müzisyen arkadaşlar bunu çok defa yaşamışlardır. Hem çok titiz hem çok eğlenceli çalışırdı. Bazen stüdyoyu bir restauranta çevirdiği de olurdu. Kayıt disiplininden ziyade, herkesin eseri dinleyip hissetmesi ve iyice sindirmesi için sohbet masaları etrafında yenilir içilir ve şarkı üzerine konuşulurdu. Müzisyenlere, o şarkının derdini, ruhunu anlatmayı ve onların da bunu hissetmesini sağlardı. Okumaları genellikle gece yapmayı tercih eder, sesi yorulana kadar devam ederdi. Sevdikleri ve güvendikleri oradaysa ve keyfi yerindeyse bir defada okuyup çıktığı da olurdu. Bir de genç müzisyenlere şans vermeyi çok severdi. Risk alır ve örneğin henüz yetişmekte olan bir tonmaister’a mix denemeleri yaptırabilirdi.
“ONUNLA ÇALIŞANLAR KAHKALARINI ANLATIR”
Stüdyodayken unutamadığınız bir anınız var mı?
Elbette çok var. Keşke stüdyo süreçlerindeki müzik mutfağının görüntü kayıtları olsaymış diye çok hayıflanırım. 90’lı yılların ikinci yarısına kadar kayıt stüdyoları çok azdı İstanbul’da ve A grubu müzisyenler de genellikle aynı stüdyoyu tercih ederlerdi. Bundan dolayı bir müzisyenin saati dolmadan bir başkasının kayıt saati gelir ve bu çakışmadan bile bir eğlence doğardı. Ahmet Kaya hızlı çalışan biriydi. O yıllarda meslek birlikleri ve Bakanlık denetimleri de olmadığı için müzik insanları albüm satışlarını çok kontrol edemezlerdi. İtiraf etmeliyim ki bazen işimiz bitmiş olsa da stüdyoya fazladan yayılıp, yapımcının hiç değilse saat ücretine para harcamasından keyif alır, stüdyonun ve çalışanların tarafında dururdu. On kişi isek yirmi kişilik yemek siparişi verdirir, yemek paketlerini çalışanlar evlerine götürsün isterdi. Özel anıları burada anlatmam çok zor ama şu kadarını söyleyeyim, bugün onunla çalışmış hangi müzisyene sorsanız size sadece kahkahalarını anlatır.
Ahmet Kaya bir gece içerisinde Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı. Müzisyen olarak Paris’te nasıl yaşıyordu?
Avrupa’da konserler, turneler yapmaya devam etti. Uçak fobisi nedeniyle orada bir araba aldı ve genellikle de Avrupa konserleri yapmayı tercih etti. Denizaşırı, uzak mesafeleri hep reddetti. Buradaki orkestrasından bazı arkadaşlarımız ve orada tanıştığı müzisyenlerle yaptı bu konserleri. Son yıllarda kendi yapım şirketimizi ve kayıt stüdyomuzu kurmuş ve son albümün kayıtarını da orada yapmıştık. Gitmesi nedeniyle yarım kalan bu albümün kayıtları çok düşündürüyordu onu. Birkaç defa dengeler ve bir ön mix yaptırarak Paris’e götürdüm ama pek benimsemedi. Okumaları hep yeniden yapmak istiyordu. Bir mahkemesi sonuçlanmış ve ceza almıştı. Dönüş yolları giderek kapatıldığı için Fransa’nın güneyinde Bordeaux bölgesi civarında sakin bir yer bulup, stüdyo açmayı ve bir süreliğine orada yaşamayı düşünüyordu. Bu projesini tonmaisterı Sıtkı Acim’le konuşmuştu, çünkü onu istiyordu yanında. O da kabul etti ve biz 2000 yılı yaz aylarında böyle bir mekan bulmak için epeyce dolaştık güneyi.
Paris’te yaşadığı dönemde müzik üzerine planları nelerdi?
Sözünü ettiğim o stüdyo projesi gerçekleşseydi, burada koşullar düzelene ve üst mahkemeden karar belli olana kadar çalışmalarını orada sürdürecekti ve/fakat buna zamanı yetmedi. Ne yerleşik olabiliyor, ne dönebiliyordu ve bu psikoloji onu ve üretimini çok etkiliyordu. Kürtçe ve Fransızca dil çalışıyordu yoğun olarak. Hem Kürtçe şarkı yazabilmek, üretebilmek hem de oradaki günlük hayatını kolaylaştırabilmek için. Bir de sinema yapmak istiyordu. Aklında hikayeler vardı ve zaman zaman arabayla kasabalara, köylere gider, aklındaki mekanları arardı. Müzikal planları da hayatı gibi kesintiye uğradı maalesef.
DENEYSEL ÇALIŞMALAR YAPAN GENÇLER ÇOK İLGİSİNİ ÇEKERDİ
O dönemde dijital araç ve gereçler gündelik hayatta bu kadar baskın değildi. Türkiye’de müzik tarafında olanları nasıl takip ediyordunuz?
Ahmet daha Türkiye’de iken internet kullanmaya başlamıştı (commodore’u filan da ilk kullananlardandı). Zaten dijital ağırlıklı bir stüdyo kurmuştuk. Son derece donanımlıydı bu konularda ama doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye’de kendini çok tekrarlayan ve tıkanmış olduğunu düşündüğü popüler müzik alanında neler olup bittiği ile pek ilgilenmiyordu. Onun ilgisini daha çok genç ve alternatif/deneysel işler yapanlar çekiyordu. Gerisi zaten her evde olan TV’ler sayesinde, istemesek de yeterince hayatımıza giriyordu popüler işler.
Fransa’da yapılan müzikler hakkında neler düşünüyordu?
Bu soruyu nasıl yanıtlamalıyım bilemedim. Teknik açıdan mı, müzikalite açısından mı? Şöyle söyleyeyim; Bizler Fransa müziği ile Edith Piaf, Slyvie Vartan, elektronik müzikte Jean Michel Jarre gibi müzik insanları üzerinden tanışmış bir kuşağız. Rock, Jazz ve alternative deneysel işler onun ilgi alanıydı daha çok. Fransız radyo ve TV’lerinde de o örnekleri dinlerdi rastladıkça. Ha, new age ilgi alanındaydı tabi.
Ahmet Kaya’nın ilk albümünden son albümüne kadar sanatında denemeler yapmaktan çekinmeyen bir kimliğe sahipti. Sizce Fransa’da yapılan müziklerden etkileniyor muydu?
Etkilenmek demeyelim ama Noir Désir’i beğenirdi. Şunu söyleyeyim: Kızımız Melis büyüdükçe ve evde dinlediğimiz albümleri algıladıkça şaşırıyordu. Iron Maiden’dan fadolara kadar geniş bir scala vardı dinlediklerimiz içersinde.
Bir besteci olarak ona tüm müzikal sınırların az geldiğini görüyordum. “Doğada, bir yerlerde 8. ve 9. notalar da vardır, biliyorum, bulmalıyız” derdi hep. Ahmet müziği Dünya’nın neresine ait olduğuna bakmadan dinlerdi ve etkilendiği müziklerin hangi ülkelere ait olduğuna bakmaz, kategorize etmezdi. Şu söz de ona aittir; “ ‘Do’ Adıyaman’da da Afrika’da da aynı “do”dur.
Vefatından önce kafasında müziğinde yeni bir türe açılma/yorumunda değişiklik yapma niyeti fikri hiç olmuş muydu?
Bir besteci olarak o hep hissettiğini yaptı ama elbette “yerel” içersindeki normları, sınırları ve olanakları zorlayarak. Ama aklında iki şey vardı: Biri koleksiyona yönelik senfonik çalışmalar yapmak (ki Attila İlhan ile buna dair fikirlerini de paylaşmıştı), diğeri de geleneksel müziğin içindeki dinamizmi açığa çıkarmak ve ağırlıkla vurmalı sazlara dayalı işler yapmak. Mesela deyiş ve semah gibi yapılardaki ritmi yükseltmek ve bu müziklerdeki dinamik ruhun altını çizmek.
Hip-hop, Suç, Ceza

Ön yargıları bulunanlara karşı biz hip-hop savunucularının elindeki en büyük kozlardan biri kuşkusuz kültürün ana öğelerini sosyal konuların oluşturması. Ya da öyleydi. Ama bence arada bir etken daha var.
Norm Ender’in son dissiyle -maalesef- gündeme gelen konu, rap’in “aşık atışmasına” benzetilmesiydi. Ana akım televizyon kanalları kültürle yeni tanıştığı için kültürün her müzik türünden/kültüründen beslendiğini yeni anlayabildi. Evet, Freestyle yarışmaları aslında direkt Anadolu kültürünün günümüze taşınmış en önemli özelliklerinden birini andırıyor. Ancak en azından benim ve benim gibi bu kültürü seven insanların hip-hop kültüründe en sevdiği taraflardan birisi de kendi kendine bir edebiyat yaratmış olması.Sadece sözlerin kafiyeli bir şekilde bir araya gelmesi değil buradaki konu.
İç içe iki fenomen: Hip-hop ve edebiyat
Önce şuradan başlayayım; ortalama bir kitap okuyucusuyum ve geçen gün Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” kitabını okurken aklıma geldi. Ben Proust’u ilk kez Kayra’nın “Resmen Hüsran” parçasından duydum. Ben Hakan Günday’ı ilk kez “Üç Kitap ve Naralar” parçasında duydum. Ve yaşım çok küçükken.
Daha edebiyattan ilham alan birçok rapçi, sanatçı.
Saian, Çağrı Sinci, Ceza, Gazapizm, İmpala…
Geçen ay İmpala ile röportaj yaptığımda rap ile edebiyat arasındaki ilişkiyi sormuştum. Sorduktan sonra da aklıma “acaba zorlama mı oldu?” diye gelmişti. Bu yazıyı yazarken araştırmalarımda anladım ki, aslında zorlama değil. Evet, rapçiler büyük tahsiller yapmış, büyük okullarda okumuş, 5-6 dil bilen entelektüellerden değiller. Kesinlikle değiller. Zaten bir bakıma bu yüzden bu işin içindeler. Ama sosyal medya sayesinde/yüzünden “manik depresif” isimli ciddi hastalığın bile moda olduğu şu değişken dönemde, (ya da like uğruna hava atılabildiği, sırf zorluk yaşadığından bahsetmek için) biraz daha doğru yoldan sanat elde etmek isteyen alt/orta kesme onlar hitap ediyor. Bu da bir gerçek. Ben de onlardan biriyim. Şiir de okusam, dil de öğrensem, araştırma da yapsam, rap’ten vazgeçemiyorum. Kulaklığı taktığımda bana bir şeyler kazandırdığını hissedebiliyorum. Ha, kaç kişi bunun farkında orası muamma.
Aşık atışmasının ötesinde
Ağaçkakan’ın “2011 de Berbat Bir Yıldı” parçasındaki şu sözleri,
“Olağanüstü çirkin iltifatlar, determinist palavra
Sınanmış bir efkarın getirdiği vicdani martavallar
Esvabımız bir gölge ve giydik onu
Gökyüzüne limit koyan gökdelense bulut geçti onu
Sırtına Hitler’in bıyıklarından heybe ördüm tel tel
Yolculuğun bittiği yerde
Benim doğum lekemi gören keşişlerin kehanetiyle yaşıyorum
Velhasıl varlığım insandan hallice
Ve sigaram var yok gibi
Kül oldu
Ne denli gafil avlanmak ister içimden bir parça
Hoş geldim punduna
Kristal günahkarın sarnıcında harlanan ateş köz gibi
Mahvoldu
Benim gölgemle mezhebim ve atalarımla mesleğim bir paradoks
Çözerken zamanım ziyan oldu
Yok. 2011 de berbat bir yıldı
Günler haftalar ve aylar sayıldı”
Ve bunun gibi birçok örnek beni “aşık atışmasından” öte bir şeylerin olduğuna inandırıyor.
No.1’in 2007 yılında çıkardığı “Full Time Tradegy” albümündeki haykırışı, -ki ciddi şekilde haykırış- bana şairlerin hayatının başlarında yazdığı palazlanmamış ve yayımlanmamış şiirleri andırıyor. Yani kendi kendine edebiyat oluşturuyor deme sebebim şu anki gençlerin anladığı dilden sanatsal şekilde konuşabiliyor olmaları.
Küçümsemek yerine
Geçen hafta Red Bull Music Festival’de doğaçlama şekilde mikrofonu alan ve aynı tempoda ilerleyen altyapının üstüne bir şeyler söyleyen gençleri görünce de aynı şey aklıma geldi. 18 yaşında, eğitiminden, belki ailesinden, çevresinden, kendilerince birçok sorundan müzdarip olan bu gençler kafasındakileri kağıda dökmeye alışık değiller. Artık yine kağıda ama bir müziğe aktarmak üzere dökülüyorlar. Ve bu böyle devam edecek. Küçümsemek yerine bir yerlerinden kabullenmeyi seçmeliyiz sanki.
Şairleri küçük gördüğüm anlaşılabilir tüm yazı toplanınca. Neden artık rapçilerin bu görevi gördüğünü anlatmak da benim gibi toplumdan anlamayan birinin işi değil. Şimdi belki tüm bu satırlar size bir şey anlatmamıştır. Anlatamamıştır. Zaten bu konuyu örneksiz anlatabilmek de çok iyi yazarların işi olurdu.
Aşağıdaki Spotify listesi, bana göre rap ile edebiyat ilişkisini anlatabilen şarkılardan oluşuyor.
Bana hip hop’tan nasıl hoşlanıyorsun diye sorana, bu listeyi açardım. Kendime de kıyak.
İstanbul’da Etnik Tınılar: Hindi Zahra Konseri

Hindi Zahra’yı yıllardır takip etmeme rağmen bir türlü canlı dinleme imkanı bulamamıştım. Açıkçası ilgiyle dinlediğim sanatçıların gerek başarısız canlı performansları, gerekse de başarısız setlist seçimleri nedeniyle hayal kırıklığı yaşadığım için söz konusu çekincem Hindi Zahra için de geçerliydi. Ancak durum öyle olmadı.
Zorlu PSM Studio’da gerçekleşen konsere ilk şarkısından sonra Türkçe sıcak bir “teşekkürler” mesajı ile başlayan Hindi Zahra, seyirciyi ısıtmak için ikinci parça seçimini en sevilen eserlerinden olan “Imik Si Mik” ‘ten yana kullandı. Konserinde “Set me Free” , “The Blues” ve “The Moon is Full” gibi sevilen eserlerini seslendiren Hindi Zahra, en beğendiğim performansını ara vermeden önce akustik gitar eşliğinde Berberice seslendirdiği eser ile vererek beğenimi kazandı.
Şarkı arasında Fas asıllı olduğunu ve orada dünyaya geldiğini belirten Hindi Zahra, babasının işi nedeniyle birçok ülkeyi gördüğünü ve gittiği ülkelerde yaşadığını belirtti. Bu yüzden, kendisine özellikle Facebook üzerinden gelen “Neden bu süreçte Türkiye’ye gidiyorsun?” sorusuna kalplerin ve müziğin bir yere bağlı olmadığını, bu yüzden de kendi memleketinin kendi müziği olduğunu söylediğini dinleyiciler ile paylaştı. Zahra sözlerini “Kim ya da nereli olursanız olun müzik bizim bölgemiz ve bunu sizinle paylaşmaktan gurur duyuyorum” diyerek noktaladı.
Postmodern psychedelia: Altın Gün

Müziğin yaratıma ve dolayısıyla üretime büyük katkısı olduğuna inananlardanım. Türk pyschedelic rock’ı da bu topraklarda yaratılan ve üretimi tetikleyen başlıca türlerden. Altın Gün, bu türden aldığı üretim gücünü çekinmeden yine bu tür üzerinde kullanan ve ona seviye atlatan bir grup.
Sözlerini bildiğiniz ya da en azından sözlerine aşina olduğunuz bir şarkıyı elbette daha önce dinlemişsinizdir. Dinlemişsinizdir ki sözlerine aşinasınızdır ya da baştan sona ezbere biliyorsunuzdur. Fakat işte bu söylediklerim Altın Gün için geçerli değil. Onları özel kılan, insanlara sözlerine aşina oldukları şarkıları, ilk defa dinliyormuş hissi veriyor oluşları.
Tame Impala’nın Ön Grubu
Sıfırdan bir üretim yapmadıkları için yaptıkları işi küçümseyenler, eleştirenler olabilir fakat Beyoğlu’ndaki ya da Kadıköy’deki onlarca barda yüzlerce grubun senelerdir yapmaya çalıştıkları cover’ları, Amerika’da Tame Impala’nın ön grubu olarak sahneye koyuyor oluşları bu eleştirilerin geri çekilmesi için yeterli olacaktır.
Biraz grubu tanıyalım. 6 kişiler. Bir araya geliş hikayeleri epey ilgi çekici. Basçı Jasper Verhulst konser için geldiği İstanbul’da Türk psychedelic rock’ından çok etkileniyor. Yanına gitarist Ben Rider ve baterist Nic Mauskovic’i alan Jasper, grup kurma hasebiyle Facebook’ta Türk müzisyen arayışlarına başlıyor. Bu arayış sonuç veriyor ve vokalist Merve Daşdemir’in yanısıra vokal, saz ve tuşlularda Erdinç Ecevit Yıldız gruba dahil oluyor. Perküsyonist Gino Groeneveld’in de katılımıyla grup ilk halini alıyor. İlk hali diyorum çünkü grup günümüzde davulcu değişimine gitmiş durumda. Grubun bagetleri artık Daniel Smniek’e emanet.
İlk olarak 2017 yılında “Goca Dünya” single’ını yayınlayan grup, sonrasında 4 single ve 2 albüm daha yayınladı. Son olarak Ekim ayının başında “Gelin Halayı” ve “Dıv Dıv” şarkılarından oluşan albümü de sevenlerine sunan ekip, şu sıralar turne için Amerika’da bulunuyor.
KEXP’ye İkinci Sefer
Gençtiğimiz günlerde müzik kanalı KEXP’e ikinci kez konuk olan Altın Gün, “Gece” albümündeki şarkılardan mini bir konser verdi. Grubu merak edip tanımak isteyenler ya da hali hazırda tanıyor olup iyi bir performansa aç olanlar videoyu KEXP youtube kanalında bulabilirler. İzleyenler ilk kez konuk oldukları 2018 yılındaki performanslarını da izlemeden geçemeyeceklerdir.
Şanı ülke sınırlarını çoktan aşan ve zaten oluşurken misyonu bu olan grubun yolu epey uzun görünüyor zira beslendikleri kaynak tahmin edemeyeceğiniz kadar güçlü ve bir o kadar da bonkör. Bizlere şimdiden afiyet olsun.
Konuk Yazar: Enes Koca
İşte Ben Hep Indie Falan: The Lumineers ve “III”

Dile dolanan parçayı bestelemek kimi gruplar için kolay, kimisi için zor olsa da dinlemek çoğumuz için her daim keyifli oluyor. Bunun son dekattaki en güzel örneklerinden biri de The Lumineers. Birleşik Devletlerdeki eyaletlerin müziğin gerek biçimine gerekse ruhuna nasıl rötuşlar yapabildiği biraz daha ilgili olan dinleyiciler için apaçık ortada olan bir gerçek. Sözgelimi; caz dendiğinde akla ilk gelen bölgelerden olan Chicago oldukça ünlü caz festivalinin yanı sıra, kendi özgün tarzına bile sahip. Malumun başka bir ilanı olarak, Denver da benzer bir şekilde deneysel, alternatif ve indie rock/folk türlerinin en önemli kavşaklarından. Şehir günümüze dek DeVotchKa, The Fray, Paper Bird ve Wovenhand gibi isimlerden sonra en büyük patlamasını The Lumineers ile yaptı ve gözlerin bir kere daha kendisine çevrilmesini sağladı. İlgilisine ufak not: Denver ayrıca gothic country türü ile de ünlü, onu da bir başka yazıda irdeleriz.
Kulaklara Çalınan Grup: The Lumineers
Özellikle son 2-3 senede sosyal medya vasıtasıyla “alternatifin alternatifi, kedilinin böceklisi, battaniyelinin vintage’lısı” bir kafeye kendi rızanız ya da popülist mahalle baskısı ile gittiyseniz kulağınıza illa ki birkaç The Lumineers parçası çalınmıştır. Bu edilgen maruz kalma durumu öncelikle beni hayli üzmekte. Popüler kültürün ya da ona öykünen alternatif inisiyatiflerin dalgasına ayak uyduran ve bunu asla inkâr etmeyen biri olarak temel üzüntüm grubun popüler olması değil aslında, hak ettiği değeri görmemesi. Kahvenin son yudumuna bir sigara yakmak misali o çalma listeleri için birkaç gömlek fazla olduğunu düşünüyorum yalnızca, etkin dinlemeyi hak ediyorlar.
Tipik Indie Folk Kadifeliği
Peki bu günlere nasıl geldiler? Grup Wesley Schultz (vokal, gitar) ve Jeremiah Fraites (davul) tarafından oluşturuldu ve yıllar içerisinde çeşitli üyeleri değişti (Bunlardan bir tanesi geçen sene gruptan ayrılan ve benim oldukça beğendiğim grupta geri vokal ve çellist olan Neyla Pekarek, bu senenin başında solo kariyerinde hayli neşeli bir eser üretti, tavsiye ederim). Grup 2012’de kendi isimlerini taşıyan ilk albümleriyle iddialı bir giriş yaptı ve Amerika ve Kanada listelerde 2 numaraya kadar yükseldi. Tipik indie folk kadifeliğinde olan ve yine tipik minör yürüyüşlerle bezenmiş albüm uzun yolda baştan sona dinlenmeye epey uygun. Albümün en bilinen eseri yüz milyonlarca dinlenen “Ho Hey” olsa da favorim “Slow It Down”. Albümün deluxe versiyonunda Slow It Down’un bir de çok güzel canlı performansı bulunmakta, bu aslında bir bakıma grubun stüdyo sanatçısı olmadığı turnusolü görevini görüyor. Plase olarak Big Parade’i gösterebilirim.
Boğulmaya Karşı Verilen Refleks
Grubun 3 albümlük diskografi tarihinin en güzelinin halen o olduğunu düşündüğüm “Cleopatra” isimli 2.albüm, 2016 yılında piyasaya sürüldüğünde grubu ayrıca ilk kez listede zirveye oturttu. Biraz daha folk dokunuşlarının hâkim ve piyanonun birden çok parçada baskın enstrüman olduğu albümün açılış ve tarafımca en güzel parçası “Sleep on the Floor”. Parça kendisi kadar video klibi ile de, boğulmaya karşı verilen reflekse benzeyen ve mental olarak hayatta kalmak için elzem olan uzun yolculukların harika bir örneğini teşkil ediyor. Kendisini izleyen “Ophelia” ve albüme adını veren “Cleopatra” albümün en güzel parçaları listesinde sırasıyla 2. ve 3. sıraları alıyorlar.
Çizgiyi Bozmadan
Son olarak iki hafta önce parça parça yayınlanması tamamlanan “III” isimli albümden iki tekli sene içerisinde dinleyiciler ile buluşmuştu. Yine birkaç parçada ana enstrüman olan piyano, kalan parçaların çoğunda iyi bir eşlikçi. Bir önceki albüme göre epey sakin olan albümde neredeyse tek coşkulu eser, tekli olarak da paylaşılan “Gloria”. Özellikle “Salt and the Sea” parçasının dinlenilmesini şiddetle tavsiye ediyorum. Bonus parçalardan “Democracy” de gayet güzel. Bir kere daha grup sevilen çizgisinde albüm yapmış ve güzel de dinlenme sayıları/satış rakamları almaya başlamışa benziyorlar. Albüme genel itibarı ile 8/10 puan verebilirim. En popüler dönemlerinden birini yaşayan ve hiçbir zaman popülerlikte zirveye oturmayacak olsa da her zaman sabit bir dinleyici kitlesine hitap edecek indie folk türü, bu albümle etkili bir lokomotif edinmişe benziyor bir kere daha.
Hayırlı Cumalar // 20.09.2019

20 Eylül 2019 tarihli Hayırlı Cumalar seansımızda yerli hip hop sahnemizde oldukça iyi bir gün geçirdiğimizi söylememiz mümkün. Ceg‘den Kayra‘ya birçok isim bugün oldukça güzel parçalar paylaşıma sundu.
Ceg – Sokaklar:
Mahkeme süreçlerini geride bırakmaya çalışan Ceg, seri üretime başladı. “Cegıd” mahlasını taşırken yaptığı parçalara uzaklaştığını söyleyen dinleyicileri, “Sokaklar” şarkısıyla geri adım atabilir.
Server Uraz ft. Dehhan – Selim Muran – Sana Söz:
Epidemik etiketiyle çıkan parça Server Uraz’ın albümden sonraki single çalışmalarına devam eder. Dehhan ve Selim Muran’ın da çeşitlilik kattığı parçanın klibi ise izlenilesi.
Murda ft. Ezhel – AYA:
Uluslararası piyasaya “yavaş yavaş” açılan Ezhel, “Olay” olan “Olay” parçasının ardından Murda ile bir diğer parçasını yayımladı. AYA, şu açıdan da önemli: Beatte Afrobeat esintilerini görebiliyoruz. Trap akımından sonra yayılmaya başlayan Afrobeat hakkında yeni bir yazı da gelecek.
Şehinşah ft. Hidra – İmza:
Şehinşah, Hidra ile Karma Company adında bir plak şirketi kuruyor. İkili öncesinde de çalışmalarına devam ediyor. Kariyerinin başındaki, o tarz Şehinşah sesine son parçalarında daha fazla rastlıyoruz ve bu devam edecek gibi.
Farazi ft. Kodes Kahra – Kaybetme Sanatı:
Beat, sözler son derece başarılı ve parça sizi karanlığına hapsediyor. Bu tarzı tutanlara birebir!
Gang Starr ft. J. Cole – Family and Royatly:
Son dönemde her işini çok beğendiğimiz için sıkıldığımız(!) J. Cole, bir düetle daha karşımızda ve seviyenin çıktığı nokta korkutucu.
KÖK$VL – Ötede Dur:
Yepyeni, herkesten farklı, hatta ABD’deki müadillerinden bile, KÖK$VL kendi kitlesini oluşturdu ve ilerlemesine de devam ediyor. Red Keys Music’in en “tutan” sanatçısı da olabilir.
Plase: Kemba – Gilda (Albüm)