Kime göre, neye göre caz?

Comments (0) Dünyadan, Genel, Güncel, Serbest Bölge

Branford Marsalis, Jazz Times’a verdiği röportajda Robert Glasper ve Kamasi Washington’ın caz müzisyenleri olmadıklarını söyledi.

Kaç yıldır süregelen bir tartışma olduğuna dair fikir birliği sağlanamayan bir mevzu, birkaç gün önce küt diye tekrar karşımıza çıktı. Cazı keşfedip üstüne çalışmaya başladığımdan beri kaç kez bu tip tartışmaların hararetlendiğini gördüğümü hatırlayamıyorum bile. Birkaç ayda bir muhakkak patlak veren bir konu olan cazda radikal gelenekselcilik, naçizane kullanmayı daha çok sevdiğim tamlamalardan caz polisliği ya da caz faşistliği, çok saygı duyduğumuz müzisyenleri karşı karşıya getirip duruyor.

Cazın ne olduğu, kimlerin caz müzisyeni olduğu, cazın nasıl yapılması yahut duyulması gerektiği, hangi müziklerin ya da sanatçıların caz çatısı altında toplanabileceği soruları sürekli bir kalıplaştırma ve sınır çizme çabasıyla belirli otoritelerin dilinde pelesenk olmuş durumda.

Bu tartışmaların başlangıcını 1960 sonrası cazda fusion ve free akımlarının popülerleşmesiyle 70ler olarak kabul edenler var, neo-traditionalists denilen neo-gelenekselci akımın ortaya çıktığı 1980leri kabul edenler var, tartışmayı çok daha eskiye götürenler de. Ki caz tarihine bakınca, Chicago stili ortaya çıktığında gelenekselcilerin Dixieland ve ragtime’a dönme yolundaki istekleri, bebop henüz ortaya çıkmamış ve caz, Amerika’da henüz popüler dans müziğiyken Charlie Parker’ın caz otoriteleri tarafından reddedilişi ve bebop’ın karmakarışık ve caza uymayan bir tarz olduğu yönündeki düşünceler, John Coltrane’in müziğine karşı yapılan muhalefet, Miles Davis’in geç zamanlarında yaptığı müziğe yönlendirilen eleştirileri düşününce tartışmaları cazın ortaya çıktığı döneme kadar götürebilmek ve süreç boyu benzer tartışmalara rastlamak mümkün.

Yeniliğe karşı direniş, statüskocu ve/veya eskiye dair nostaljik bakış insanlık tarihi kadar eski bir olgu. Toplumlar tarihinde sürekli karşılaşılan bu muhalefet elbet Batı müziği tarihinde de kendine yer bulmuş. Platon’un Devlet’inde belirtilen, daha sonra Aristoteles tarafından daha az sınırlamayla da olsa devam ettirilen müziğin kontrol altında tutulması, müzikte farklılık ve yeniliklere gidilmesiyle toplumda ortaya çıkabilecek düzensizlik tartışmalarından tutun, 14. yüzyılda kilise müziği ve seküler müzikte yenilik getiren Ars Nova’ya (Yeni Sanat’a) karşı insanlarda huzursuzluk oluşturduğu ve dünyevi zevkleri arttırarak insanları yoldan çıkarmaya teşvik ettiği yönünde getirilen argümanlara kadar sürekli ortaya çıkan bir mesele yeniye karşıtlık. Varoluşu boyunca, farklılık ve yenilik üzerine kafa yoran ve ilerlemeyi hedefleyen müzisyenin karşılaştığı bireysel yahut kolektif bir direnç bu.

En yakın ve bilinen örnekler olmaları sebebiyle isimlerini tekrar vereceğim, şu an cazdan ayrı düşünülemeyen Charlie Parker, John Coltrane, Miles Davis gibi müzisyenlerin yaşadıkları dönemlerde yaptıkları müziğin çeşitli kitlelerce kabul görmeyişini düşününce, 21. yüzyılda geçmişten ders alınarak bir ilerleme kat edilmesini diliyor insan. Küreselleşmenin boyutlarından bahsederken; ulus-devlet kavramının şeffaflaşması, sınırların ortadan kalkmaya başlaması, kültürlerin birbiriyle iç içe girişi; artık saf yerel ya da ulusal konseptler yerine glocal olarak adlandırılan küresel ve yerelin birlikteliği konuşulurken; katı çizgilerle müziği sınırlamanın, türleri birbirinden ayırma ve konu dahilinde, cazı bir kalıba koyma çabasının ne kadar mümkün olduğunu sorgulamak gerekiyor.

Türler bir pota içinde erirken ve siyasi sistemlerden tutun toplumlara, kültürlere kadar artık her şey iç içe geçmişken neden hâlâ muhafazakâr bir tutumla 1930ların, 1960ların cazını korumak ve sadece o dönemlerde yapılan müziği canlandırıp üstüne hiçbir farklılık eklemeksizin var olduğu şekilde günümüzde icra etme çabası var, çok büyük bir soru olarak varlığını koruyor. Gelişime açık olmayan, farklılıklardan beslenmeyen müzik nasıl ilerleyebilir? Yeni türler nasıl ortaya çıkabilir? Bu iç içe geçmişlik içerisinde sanatçılar ve ortaya koydukları müzik nasıl sınırlandırılabilir yahut tüm bu yorumlar kime göre ve neye göre, kimin kabul edeceği bir otorite tarafından resmi olarak kabul edilebilir? Sanatçının kapasitesi, bilgisi, geçmişi, eğitimi yalnız icra ettiği yahut ortaya koyduğu müzikle mi sınırlandırılmalı?

 

Bu tartışmaların sonuncusu, cazda neo-gelenekselci duruşun timsali Marsalis ailesinin üyesi Branford Marsalis’ten geldi. Ki şaşırdığım bir nokta aslında Branford Marsalis’in daha katı, Ortodoks bir caz görüşüne sahip Wynton Marsalis ile yine aynı sebepten zamanında tartışmaya düşmüş olması.

Marsalis, Jazz Times dergisine verdiği röportajda, caz ve hip-hop’ı bir araya getiren Robert Glasper ve Kamasi Washington’a dair modern sahne tarafından hiç hoş karşılanmayan birtakım açıklamalarda bulundu.

“Robert Glasper has a limited jazz vocabulary, and that’s not anything he would say is not true. I think it’s in his best interest to do that. Kamasi’s not a jazz player either. He’s a sax player. But his vocabulary is not jazz. It’s some jazz.

This is not something I want to go to war with. But I can listen to a Lester Young record, a Dexter Gordon or Wayne Shorter record, and ask, “Do you hear that lineage in his playing?” If you don’t, what makes it jazz? Improv? We’re back to that illusion again. The success that Kamasi has had—it’s awesome. But the people defending him as a jazz player are not jazz players. They have their own idea of what jazz is, and they are entitled to that. But so am I.”

Robert Glasper’ın caza dair kelime haznesinin sınırlı oluşu, Kamasi Washington’ın caz müzisyeni olmadığı, haznesinde biraz caz olduğu söylemleri üzerine Robert Glasper Instagram üzerinden kendisine cevap verdi. Kamasi Washington’dan bu olan bitene dair bir açıklama görmedim.

 

View this post on Instagram

It's sad that the very people who say they love jazz and supposedly wanna see it live and want more people to know about it are the same people who are killing it..smh… this post is what Brandford Marsalis had to say when asked about me and @kamasiwashington in a interview…how reckless, wrong and bitter sounding can u be??Have you heard my trio recordings??? Obvious not…Damn it sucks when your childhood heroes are afraid of change. Luckily the people who were and are the TRUE gate keepers of this music don't and didn't have that same narrow mind set..I have alot of respect for Brandford but this whole "that's not jazz" shit is wack and totally killing the music. And kills the dreams of young players who wanna have a place in this music and wanna expand it…NO other genre of music has to deal with dumb shit like this on this level..hints why jazz is in the state it's in now. The fact that u need to hear an obvious direct line between my music now and music from 100 years ago is an issue..ITS SUPPOSED TO SOUND DIFFERENT!!! It's Black Music it's in me already I don't need to be blatantly obvious or prove that i know bebob on every song I record.I AM, We ARE black music. I don't need to try so hard to prove what i already am.

A post shared by Robert Glasper (@robertglasper) on

 

Oldukça sert bir biçimde Branford Marsalis’in üslubunu eleştiren Glasper, haklı olduğunu düşündüğüm şekilde kendisine trio kayıtlarını dinleyip dinlemediğini sormuş. Robert Glasper’ın Mood (2004) ve Canvas (2005) albümlerini dinlemenizi rica edeyim öncelikle.

Yaptığı müzikle yüz yıl öncesinin müziği arasında direkt bir bağ kurmasının beklenmesine anlam verememiş, “Zaten farklı duyulması gerek!” diyerek. Bebop bildiğini kanıtlamak için kaydettiği her parçada açık açık bunu yansıtmak zorunda olmadığını belirtiyor. Ve asıl gelmek istediğim noktaya çok net bir şekilde vurgu yapıyor:

“‘Bu caz değil saçmalığı müziği tamamen öldürüyor. Bu müzik içerisinde yer almak isteyen ve onu genişletmek isteyen genç müzisyenlerin hayallerini öldürdüğü gibi. Hiçbir müzik türü bu seviyede saçmalıkla uğraşmak zorunda kalmıyor. Cazın şu an bu hâlde olmasını da açıklayan bir durum.”

Şimdi bu olan biten üzerine Robert Glasper ve Kamasi Washington tarafına yorumlarıyla dahil olanları listelemek istiyorum: Cory Henry, Terrace Martin, Derrick Hodge, Anthony Hamilton, Philip Cornish, Lupe Fiasco, Christian Scott, PJ Morton, Keyon Harrold, James Poyser, E. J. Strickland, Marcus Strickland, Miles Mosley, Shaun Martin, Ledisi, Nicholas Payton, Brandon Coleman, Sean Jones, Makaya McCraven.

Paylaşımı beğenenlerde ise Mark Guiliana, Kendrick Scott, Marcus Gilmore, Aaron Parks, Alfa Mist, James Francies, Walter Smith III, Eric Bloom, Taylor Eigsti gibi isimler var ek olarak.

Modern sahnenin en önemli isimlerinin çoğu yukarıda. Bir nevi tanrılar arası savaş bu. Gelenekselci tarafta hayran olduğumuz, yaptıkları müziklere taptığımız, caz tarihine katkıları yazıyla bitmeyecek Marsalisler (Wynton Marsalis’i de daha önce Christian Scott ile benzer bir tartışmaya girdiği için, Jason Marsalis’i de Jazz Nerds International tartışmasını başlattığı için dahil ediyorum), öbür tarafta ise cazın sınırlarını genişletmiş, farklı türleri ve bakış açılarını içine almış, çok daha farklı boyutlara ulaşan yenilikçi isimler…

Konuya dair gördüğüm en iyi yorum ise bu kadar ayrışmanın, kutuplaşmanın ve kavganın olduğu bir dönemde müzik sahnesinin kendi içinde bölünmesinin gerçekten gerekli olup olmadığı üzerine. Tartışma bir noktada siyahi müziğe bağlanıyor ve siyahilerin yaşadıkları siyasal, toplumsal ve ekonomik sıkıntılar bu kadar ciddiyken ve bir birlikteliğe ihtiyaç varken bu bölünme haklı olarak gereksiz görülüyor. Röportajlarda da sürekli uygulanan bir taktik aslında bu, ortalığı kızıştırmak için sorulan bu tip sorularda o tuzağa yine düşülmemesi gerektiği belirtilmiş bir başka taraftan da.

İşin müzik boyutu düşünüldüğündeyse insan, “Artık izin verin de müzik ilerlesin” demek istiyor. Müzik, yaşadığı ve icra edildiği dönemi ve hatta çok daha ilerisini yansıtırken, dünya çok daha farklı bir çerçevede ele alınırken, hâlâ kalıplaştırma ve etiket koyma çabası, kazanılamayacak gerici bir savaş gibi. Müzisyenlerinse sürekli uğraşmak zorunda kaldığı; bir yere, türe, sınıfa, gruba ya da her ne ise ona dahil edilmeme ve dışarıda bırakılma durumunun sadece yaratıcılığa karşı konulan bir engel olduğunu düşünüyorum.

Müzikologlar işin başından beri müzisyenlerin, yaşadıkları sosyokültürel ve politik çevrelerden etkilenerek, yalnız bireysel değil toplumsal deneyimler doğrultusunda da müziklerini icra ettiklerini söylüyor. Yapılan araştırmalar sonucu günümüzde tüm bu küreselleşme ve ilerleyen teknoloji sayesinde, ana akım siyasi ve toplumsal hareketlerle, gündemdeki tartışmalar ve konularla müziğin ilerleyişi ve gelişimi pozitif bir ilişki içerisinde görünmekte. Cazda siyasallaşmadaki artış; elektronik, hip-hop gibi farklı türler ve kültürlerle gerçekleşen eklemlenmenin önünde bu tip yorumlarla durmaksa cazı gereksiz bir şekilde geriye doğru çekme eyleminden başka bir şey değil gibi görünüyor.

İşin sonunda, herhangi bir kalıba girme ya da sokulma çabası olmaksızın yahut bilgisi sorgulanmaksızın müzisyen, müziğini dilediği gibi icra edebilse keşke. Tercihlere müdahale edilmese, seçilen yollara ağır eleştiriler getirilmese, konu radikalleştikçe gözlemlenen hakaretler hiç olmasa istiyor insan.

Benzer mevzular her köpürdüğünde “Asla bitmeyecek herhalde” dedirtebiliyor. Zira yeniliğe ve farklı seslere karşı direnç her zaman mevcut. Fakat ne olursa olsun, toplumlarda da, müzikte de o muhafazakâr güce karşı ilerleme bir şekilde gerçekleşiyor. Louis Armstrong zamanında nasıl bebop’a karşı pek dolu hissetmiyorduysa, bundan elli yıl sonra Marsalis kardeşlerin bu katı duruşuna da farklı şekilde bakılır belki.

Bu süreçteyse ilerleyenlere, yeniliğe ve gelişmeye taraf olanlara selam olsun.

Read article

Oldu mu O Kadar Ya: Kasabian – Leicester City

Comments (0) Serbest Bölge

 

 

Tarihler 2015 Ağustos’unu gösterdiğinde Leicester City‘nin İngiltere Premier Ligi‘inde şampiyon olmasına verilen bahis oranı tam 1’e 5000‘di. Ne mi oldu? Mucize! 2016’da Leicester City şampiyonluğunu ilan ettiğinde bu tekrarlanması çok zor yılın şarkısı aslında çoktan yazılmıştı bile: Underdog.

Şarkı yazımını da şampiyonluk konserini de kimseye bırakmayanlar ise Leicester’ın delikanlıları Kasabian‘dan başkası değildi elbette. Şampiyonluk sonrası King Power stadında verilen harika konserin üzerinden 3 yıl geçmiş. Oldu mu o kadar ya!

 

Read article

The David Gilmour Podcast

Comments (0) Genel, Hafta Sonu, Serbest Bölge

The David Gilmour Podcast

Sunucu: David Gilmour

Episode 1 – The Black Strat

Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her Cumartesi radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşacağız.

Bu hafta seçtiğimiz podcast Pink Floyd’un efsane gitaristi ve vokalisti David Gilmour’un ‘hayırlı bi iş için’ yaptığı The David Gilmour Podcast. Geçtiğimiz aylarda David Gilmour kendisine ait 120 gitarı açık arttırmayla satacağını ve gelirini de yaptığı yardım projelerine ve parçası olduğu derneklere bağışlayacağını duyurmuştu. 3 bölümlük podcast serisinin her bölümünde hem müzik tarihi için hem de kendisi için önemli gitarlardan bahsedeceğini duyuran Gilmour, podcastin ilk bölümünü de dün yayınladı. Üç bölüm David Gilmour fanlarını keser mi bilmiyoruz ama ustadan kısa kısa da olsa hikayeler duymak bile yeterince heyecan verici.

İlk bölümün konusu olan gitar ise adına kitap yazılmış, 1969’dan beri Gilmour’ın elinde olan The Black Strat. David Gilmour’ın The Black Strat’le döktürdüğü albümler arasında Wish You Were Here, Dark Side of the Moon ve The Wall da bulunuyor. Yani ismi tanıdık gelmese de sesini oldukça iyi tanıdığınız bir gitar bu Black Strat.

Aklınıza “Yahu niye böyle yapıyor? Kendisi için böylesine kıymetli bu gitarı nasıl satar bu adam?!” gibi sorular geliyor olabilir. Bu sorunun cevabı ve gitarın hikayesi için sizi podcaste alalım.

The David Gilmour Podcast – Episode 1: The Black Strat podcastini Spotify üzerinden dinleyebilirsiniz.

Read article

B’r Şeyler Eks’k, Albüm Lansmanıyla Dinleyicisine Kavuştu!

Comments (0) Albüm, Bizim Sahneler, Genel, Konser, Kritikler

Bu aralar farklı bir yöntem deneme kararı alıp albüm lansmanları olacağı zaman albümleri önden dinlemek yerine parçaları ilk defa konserlerde duymayı tercih ediyorum. Bu şekilde ekipleri oluşturan isimler, önceki çalışmaları ve albümlerin hikayeleri dışında (araştırmalarımızı eksik etmiyoruz elbet) ortaya çıkacak müzikten habersiz bir şekilde orada bulunup ortaya çıkan müzikle çoğu zaman şaşırmayı hedefliyorum. Kendime göre de önyargısız bir şekilde dinliyor oluyorum, neyle karşılaşacağımı çok da bilmeyerek. En son Mark Guiliana’nın beni albümden farklı bir şekilde ağzımı açık bıraktıran Amsterdam ve İstanbul’daki Beat Music konserleriyle alt etmesi ardından bu yöntem oldukça hoşuma gitmeye başladı.

Bu “bilinçsiz” gittiğim lansmanlar serisinden üstümde en muazzam etkiyi bırakan 29 Mayıs Çarşamba günü Kadıköy Sahnesi’nde çoğu zaman ağzım açık, geri kalan zamanda da şaşkınlıkla ellerim ağzımda dinlediğim B’r Şeyler Eks’k albüm lansmanı oldu. Çok uzun zamandır takip ettiğim, çok sevdiğim, müzik sahnesinin kült isimleri; vokalde Çağıl Kaya, saksafonlarda Tamer Temel ve Serhan Erkol, basta Alper Yılmaz ve davulda Volkan Öktem bir araya gelerek ortaya inanılmaz bir müzik çıkarmış. Bir yerlere ve mümkün olduğunca insana ulaşabilme ümidiyle de çorbada bizim de katkımız bulunsun diyerek tanıtmak istedim bu şahane oluşumu. Lütfen B’r Şeyler Eks’k ile tanışın:

Uzun soluklu bir ekip B’r Şeyler Eks’k; birbirini çok iyi tanımış ve naçizane, birbirine çok iyi karışmışlar artık. Tahmin edersiniz çok da bilinçsiz bir dinleme olmadı, zaten neyle karşılaşacağımı gerek Çağıl Kaya’nın müzikal yaklaşımından, gerek ekibi ve konserlerini uzaktan takip ettiğimden az biraz tahmin ediyordum. Fakat geriye kalan şaşırma payı tahmin edemeyeceğim seviyede oldu. Tadı damağımda kalmış.

İnanılmaz bir Türkçe rap-caz albümü kazandık bu albümle. “Memleketten çıkan müziğe bak of!” diye sağa sola dönüp dinlemeye gelen müzisyenler denizine gülümseyerek çığlıklar attığım bir konser oldu. Daha ilk parçayı duyar duymaz “Aaa çok tanıdık bir şeyler… Steve Lehman mı o? Sélébéyone! Yok artık!” dediğim, tadı damağımda kalan bir konser… Büyük koptuğum diyeceğim izninizle, müzisyenlerin hepsi kulağımda harika bir karışımla ve bu ekibin farkıyla çalıyordu sanki. Tabii bu cümle ardından onların kendi açıklamalarını aktarmayı görev bilirim:

Ekibe bakıp haliyle bir caz albümü beklentisine girilse de de gitar ve piyano gibi bir eşlik enstrümanı olmaksızın seslendirilen dinamik bir rap-caz albümü geliyor! Grubun müziği temelde Steve Lehman, Selebeyone, Kendrick Lamar gibi isimlerin müzikal yaklaşımlarından etkileniyor.

B’r Şeyler Eks’k sadece müzikten değil farklı sanat dallarından, günlük yaşamdan da beslenerek oluşmuş bir ekip. Bütün bu entelektüel kaygıların yanında dans ve büyü kısmını da es geçmemeye çalışıyor, yani eğlenmeyi önemsiyor.

Rage Against The Machine’in Killing In The Name parçasını Çağıl’dan dinledikten sonra eksik olan neydi diye sorgulamaya başladım. Konserin sonu kafamın içinde o soruyu döndürerek geldi, soramadım kendilerine. Üstünde düşünmek istedim, hâlâ düşünüyorum aslında. Başkaldırıyordu müzik, protestti; sözler uyandırıcı, tepki doluydu. Ritmik oyunlarla “Bana yapmamı söylediğin şeyi yapmayacağım” diyordu Çağıl. Sözler, yaşananlar birbiri ardına dökülüyordu. Çok güçlü bir ses vardı orada. Ve eksik olan tam olarak buydu benim için. Eksik olan sesimizdi. Tepkilerimizdi. Başkaldırmaktı. Müzikte ses çıkarabilmekti. Bir cümleydi. Bir tavırdı. Farkındalıktı. Her şey yolunda değildi ve bu gerçek sahnenin tam da ortasındaydı. Çok uzun süredir eksik olan, o akşam oradaydı sanki.

Çok güzeldi, hep olmasını dilediğim; mecburen dışarıda aradığım bir şeyleri buldum bu müzikte. Yolu çok açık olsun, dilerim daha büyük kitlelere ulaşsın, çok daha güzel mekanlarda yankılansın bu müzik. Müzikal olarak neyin ne kadar mümkün olup olmadığını sorgularken ve elde olanla neler yapılabileceğini düşünürken, tıkandığı zaman insanın dinleyerek zihnini genişletebileceği bir bakış açısına sahip bu ekibi oluşturan her bir isim. Bu birlikteliğin meyvesiyse ilham verici, aydınlatıcı, vizyon açıcı, bağımsız, özgürleştirici, farklı.

Savaş Tanrısı adlı parçalarından bir bölümle teşekkür ederim bu müziğe:

Fikri firarda düşüncesi hapis, düşüncesi habis dikte eder metni, tutulur mu nutku, çözülür mü dili, özü sözü dilim dilim sürülür mü?

Seçim örülür mü kilim gibi eksiksiz? Ve siz uyurken deliksiz, usul usul içeri girdi edepsiz oturdu vicdanına nefessiz kaldın ölüm gibi sessiz.

Diğerleri sustu, diğerleri sensin ebedi oyuna tek adımda geldin. Ölümü Şam’da ölümü Bağdat’ta
ve ölü mü diri mi demeyerek öğrendin.

Oğuz Atay’a çok büyük sevgiyle; B’r Şeyler Eks’k artık burada ey dinleyici, sen neredesin acaba?

 

Read article

Kayra’dan Bir Akşamda Yaşlanıp On Yıl Anlamayanlara: Bütün Ayazların Ortasında

Comments (0) Albüm, Bizim Sahneler, Genel, Güncel

Kayra’nın uzun zamandır beklenen solo albümü Bütün Ayazların Ortasında’nın ilk kısmı klibiyle birlikte 25 Ocak’ta Sony Basemode Records etiketiyle çıkmıştı. Albümün tefrika mantığıyla parça parça çıkacağını daha önceki konuşmalarımızda Kayra da belirtmişti. Açıkçası günümüz dinleyici alışkanlıkları göz önüne alındığında bu kararı mantıklı buluyorum. Bütün halde yayınlanan albümlerdeki şarkıların tümüne gerekli ehemmiyeti gösteremediğimizi düşünüyorum. Bunun yanında günümüzde müziğin dinlendiği mi yoksa hızlıca tüketildiği mi tartışması da cabası.

Kayra’ya bu albümde Da Poet, Beatific Vision, C1556 ve Radansa gibi prodüktörler eşlik ediyor. Albüm görselleri ise Naci Mert imzalı. Pürüzsüz bir elektronik altyapı ve berrakça işitilebilen, özen gösterilmiş enstrüman sesleri; gerçekten kaliteli bir şey dinliyorum hissini fazlasıyla veriyor.

Bütün Ayazların Ortasında, Veysel’in hikayesine odaklanan bir konsept albüm. Hayalet Islığı’nda da olduğu gibi Kayra’nın bu yöntemle hikaye aktarımında ne kadar başarılı olduğunu biliyoruz. İki albümün de hikayelerinde ortak noktalar bulmak mümkünse de aradan geçen 5 yılla beraber birçok farkı da kestirebilmek mümkün. Hayalet Islığı; Cenaze, Mevsim Olmayan Mekanlar ve Yangın gibi içeriğinde birden fazla hikaye barındıran bir albümdü. Misal Yangın, bir mahalleyle ve o mahalledeki bir kundaklama olayıyla  sınırları belirlenmiş, genç erkek öfkesine şahit olduğumuz bir hikayeyken; Bütün Ayazların Ortasında Part I’de gözüme çarpan şey otuzlarının ortasında, evliliğiyle ilgili sorunları olan, ilk ev dediği yere mecburi olarak dönen bir yetişkin erkeğin anlık değil sürece yayılmış öfkesiydi.

(Geçen yıl çıkan Hayırsız Evlat isimli tekli de Veysel’in hikayesini anlamamıza yardım edebilecek bir başka Kayra şarkısı.)

 

Bütün Ayazların Ortasında Part I; Yol, Çok Yaşlıyım ve Kafamda Cehennem şarkılarından oluşuyor.

Yol şarkısıyla başlıyor albüm ve uzun bir skit’le mevzuya giriyoruz. Daha baştan Veysel’den önce vakıf oluyoruz katakulliye . Bu da bize “Acaba ne yapacak Veysel bu meseleyi öğrenirse?” sorusunun alternatif cevaplarını kurgulatıyor. Ya da sade merak işte.

“Bir akşamda yaşlanırsın, on yıl anlamazsın.” ilk cümlesi Kayra’nın. Yeni gittiğiniz bir mekanda hoş geldin ritüeli olarak kafanızın duvara çarpılması. Aklımda kalan bir diğer cümle ise “Alnımın tam ortasında ‘enayi’ yazsın.” Diğer şarkılarla beraber daha da iyi anlaşılacaktır Veysel’in buradaki sitemi ve edilgenliği. Yine de Veysel’in başına gelenlerin tek sorumlusu başkalarıdır demek için erken.

“Çok Yaşlıyım” isimli parça her yönüyle ayrı bir yerde. Kayra’nın da yazarken ve kelimeleri seçerken zorlandığını söylediği bu şarkıyı Veysel’in tahminen Alzheimer hastası dedesinin ağzından dinliyoruz. Kendi ağzından anlattığı hikayesinde dede; prensiplerine sıkı sıkıya bağlı, iş ahlakı yüksek, tavizsizliği başına işler açmış, öfkeyi tatmış emekli bir zabıt katibi. Bu şarkıda dedenin aklının yerine geldiği zamanlarda durumunun ve yaşlılığının farkında olduğunu görüyoruz. Dedenin durumunda şimdiki zamanda bulunmak “sağlıklı” olmanın işareti olsa da bana bunun her zaman iyi bir şey olmayabileceğini düşündürttü. Dede de bu farkındalık anlarında “Yarına kapalı bir kapıyım, paslıyım.” diyerek hayıflanıyor.

 

 

Kafamda Cehennem albümün en vurucu şarkısı olmaya aday. Veysel’in kendi geçmişine yönelik bir projeksiyonla başlıyoruz; şafak saymalar, okul uzatmalar, belki mezun olmalar… derken bu kronolojik sıra şimdi’de sonlanıyor. Bahsettiğim “süreç öfkesi” tam da bu. Veysel’i evine -kendi kurduğu ve kaybetmenin eşiğinde olduğu ev değil; içine doğduğu, hep var olan evine- döndüren şey yalnızca anlık bir öfke, bir olay değil. Evde Veysel’i karşılayanın babası değil de dedesi olması da bu evin kadimliğini, köklülüğünü simgeliyor. Kafamda Cehennem, Veysel’in dertlerinin diskografisidir.

 

Kafamda Cehennem’e gelen video klip Part I’de yayınlanan üç şarkıdan da emareler taşıyan kompakt ve bu sayede hem estetik hem de işlevsel olmayı başarmış bir klip.

 

Olmadım Say, Kül Kalır ve Dişçi Koltuğu şarkılarından oluşan Bütün Ayazların Ortasında Part 2 ise 22 Mart 2019′ çıkmıştı.

 

 

Olmadım Say, Part 2’nin klibiyle gelen parçası ve gerek sözleri gerek keman melodisi ve gerek klibiyle hüznünü dinleyiciye geçiren, duygusal bir parça olmuş. Kül Kalır’da Kayra’ya Da Poet eşlik ediyor. Sözlerinden ve Kayra’nın söyleyiş tarzından çekincesiz, lafını esirgemeyen bir şarkı olmuş diyebilirim. Yine karşılaştığımız keman melodisi bu sefer biraz arabesk hissettiriyor Kül Kalır’ı.


Dişçi Koltuğu
albümdeki favori şarkılarımdan. Part 2 güzel bir geçiş partı, mevzunun dinlendiği ve demlendiği bir zaman platosu Veysel için, part 3’teki patlamanın da habercisi bir yandan.

 

 

 

 

Olmadım Say klibi de Kafamda Cehennem gibi Bedirhan Karakurluk imzası taşıyor.

 

23 Mayıs 19’da albümün tamamı dinleyiciyle buluştu nihayet. İlk iki part’taki 6 şarkı dışında 7 yeni şarkıyı da dinlemiş olduk böylece.

Veysel’in mevzusunun ve albümün beklentilerini yerine getirecek kalibrede 7 yeni şarkı çıktığını düşünüyorum. Özellikle “Hissederdim” adlı parça sanki 10 yıl evvel çıkmış da hala dinliyormuşum hissi uyandırdı bende.

Has Kepazelik has spoken word. İsyan var, manifesto var. Bunlar Kayra’da zaten vardı da bu sefer ders çıkarma da var. Gerçekten olgunluk eseri olduğuna bir kanıt daha. Resmi Evraklar da Has Kepazelik gibi spoken word formatında, Kayra’nın yarattığı Veysel karakterinin kendini ve herkesi sorguladığı bir parça.

Gelelim büyük sürprize. Uzun bir aradan sonra Karaçalı’yı Kayra’nın Bütün Ayazların Ortasında albümü sayesinde yine dinledik. Felaketimi Beklerken adlı şarkıda birlikte duyduğumuz ikili eski günlerdeki gibi. Felaketi bekleseler de sert ve diriler.

Kör Karanlık albümdeki bazı şarkılarda da gördüğümüz biçimde introsunda bir skit’e sahip. Albümün hikayesini epey güçlendiren, atmosferini hissettiren bu skitleri sevdim. Şarkının beat’i çok ince ve zarif dokunuşlar barındırması bakımından bana Erik Satie eserlerini anımsattı. Kayra şarkılarının karakteristik bir özelliği olan dinleyiciyi veyahut ikinci tekil şahsı sanki karşısındaymış gibi muhatap almasının çok iyi örneklerinden olmuş Kör Karanlık.

 

“Bense taşlı köy yolunda külüstür motorla”

 

Uzaktan, açık bir radyodan sanki bir Fikret Kızılok şarkısıymış gibi başlıyor Haciz. İşin aslı öyle değil. Önceden beridir Kayra dinleyenler için Yerel Radyo Mixtape gibi bir efsaneyi hatırlatacağım çünkü Haciz bana fazlasıyla Farazi v Kayra’nın Umuda Talim şarkısını hatırlattı nedense. Haciz’in daha sakin bir beat’i olmasına rağmen iki şarkının da akışını epey yakın buldum.

Albümün tamamıyla beraber Öfkemin Şafağı’na çekilen klip de yayınlandı. Caner Özçoban imzasını taşıyan klip şarkının hikayesini birebir yansıtmış. Gerçekten adıyla müsemma Öfkemin Şafağı. Veysel’in durup durup zorla sabrettiği tüm katakulliye artık yeter dediğini dinlemenin yanı sıra izleyebilmek de çok iyi olmuş.

Tüm bu hikayenin sonunun tatlıya bağlanmaması ya da bir intikam hikayesine dönüşmemesini kayda değer buluyorum. Zaten Kayra’nın da böyle bir şey amaçladığını düşünmüyorum. Sonunu düşünmeyi kime bıraktı bilinmez ama hikayeyi bu şekilde görece sonuçsuz bırakması hikayeyi benim nazarımda gerçeğe epey yakınsar kılan bir husus.

Son söz yerine:

Kayra şarkıları dumanı üstündeyken de soğukken de lezzetli, tadını çıkarın.

 

Henüz okumayanlar için RAP sayımızda gerçekleştirdiğimiz Kayra röportajı:

“Hayat mı Kayra mı?”

 

Albümün tamamını dinlemek için:

 

 

 

 

 

 

 

 

Read article

Anadolu Pop’un Keşfi

Comments (0) Bizim Sahneler, Genel, Serbest Bölge

Bu aralar dünyada neden Anadolu Pop popüler? Iggy Pop dün neden Gaye Su Akyol‘u övdü? Omar Souleyman neden Glastonbury festivaline çıktı? Selda Bağcan neden Avrupa’da çok konuşulmaya başladı? Khruangbin neden Anadolu pop’a yakın bir sound’da iş yapıyor?

Bu sorular neden önemli?

Globalleşme çok önemli bir mefhum, bunun sonuçlarından biri olan enformasyon teknolojileri ise en az onun kadar önemli bir mefhum. Bu iki mefhumun müzik piyasasına eklemlenmesi ise tam da çıbanın başı diyeceğimiz türden bir durum. Globalleşme ve enformasyon teknolojileri, müzik piyasasında oyunun kurallarını milenyumun hemen başında öylesine bir değiştirdi ki, sonrasında müzik piyasasının old school kahramanları bu alana kendini ayak uyduramazken buldular.

Kendi halinde bir tür: Anadolu Pop

Globalleşme ve enformasyon teknolojileri öylesine iki önemli mefhum ki, müziğin dolaşımını, üretimini, tüketimini yani her şeyini direkt etkiledi. 70’lerdeki ataları, ana akım şirketlere karşı alternatif ağ kurup, kendi hükümdarlıklarını kurmaya çalışırken, bu 2 mefhum sayesinde yeni nesil müziklerini çok rahat bir şekilde dağıtıma sunarken buldu. Misal bugün üçüncü yeniler dünya ile entegre bir şekilde müziklerini üretirken, garibim anadolu popçular müziklerini dar bir alanda ve dünyaya anlatamıyordu, paylaşamıyordu. Ancak Brian Eno– bakınız buram buram Anadolu Pop ezgileri içeren aşağıdaki Roxy Music şarkısı- gibi seyyahlar olacak da, ülkeye uğrayacak da, bizimkilerin şarkılarını dinleyecek de, etkilenecek de… Uzun iş. Yani 70’lerde bizimkilerin dünya ile entegrasyonu sıkıntılıydı. Sergen Yalçın’la Sıkıntı var!

Başlangıçtaki soruların aslında basit bir cevabı var; Batı bizim müziği geç keşfetti. Oysa Anadolu Pop hep buradaydı, ancak iletişimsel olanaklar sınırlıydı. Dönemin gençleri Batı müziklerini takip ediyordu, ancak üretimlerini onların kanallarına iletemiyordu. Bir kapalılık söz konusuydu. Eğer ulaştırabilselerdi, Batı’nın oryantalizm tutkusuyla belki de yaptıkları iş bambaşka noktalara evrilebilirdi, ama coğrafya bunu doğurdu. Coğrafya kader mi, değil mi pek bilinmese de, coğrafyanın ekonomik, siyasi ya da kültürel durumları üretilen müziğin niteliğini de, niceliğini de belirleyenlerden.

Şimdi Batı için Anadolu Pop yeni bir keşif alanı. Geç keşfettiler, ama iyi ki keşfettiler. Tam da üretim çıkmazına girdikleri şu günlerde, büyük bir kaynağa sahipler. Kültürel sömürü mü? Tadını çıkarın genjler!

Read article

Peter Murphy : Karaya Çıkan Yunus

Comments (0) #Ankara, Genel

Ankara dosyamız için ne yapsak diye düşündüğümüzde ilk olarak Ankaralı gruplar sorusuyla yola çıktık, sonra mekânlar dedik, sonra ise içimizden bir arkadaş Peter Murphy dedi. Nam-ı diğer Bauhaus‘un cool solisti, Beyhan Murphy’nin sevgili eşi, Post-punk’ın gotik prensi, yıllarca Ankara’da yaşamış, MFÖ‘den Mor ve Ötesi‘ne kadar birçok yerli grup ya da müzisyenle  işlere imza atan güzel insan.  O an aşırı yükseldik, ancak Peter Murphy’i nereden bulacaktık. Sonrasında aklımıza Peter Murhpy yapılan ve bir efsane olduğunu düşündüğümüz ROLL‘un 132. sayısında yayınlanan bir röportaj geldi. Sonrasında bu röportajı buraya taşımaya karar verdik. KARŞINIZDA BAUHAUS SOLİSTİ PETER MURPHY ve onun Ankara’sı.

“Post-punk’ın en okkalı gruplarından Bauhaus, çeyrek asır aradan sonra gıcır gıcır “Go Away White”ı yayınladı. Hızlı 80’lerin yorgunluğunu uzun yıllar yaşadığı Ankara’da atan, son zamanlarda da İstanbul’a taşınan şarkıcı Peter Murphy’nin gene başına ekşimenin tam sırasıydı… Bauhaus turnesinden Türkiye’ye dönüşte kapağı Cunda’ya atınca kendisine şehirlerarası bir telefon çaktık, “Deep” albümündeki klasiklerden “Go Away White”a uzandık.

Bu bir “Roll Call”, dolayısıyla “Deep” albümünüzdeki “Roll Call” la başlayalım mı?

Peter Murphy: Ben şarkılarımı genellikle bir fikirden yola çıkarak yazarım. “Roll Call”un, bildiğiniz gibi, birçok anlamı var. Bunlardan biri, okulda veya askerde yapılan yoklamadır. Bir de toplumsal olarak yapılan bir yoklama vardır. Bu kavramı bir şarkı olarak düşünmeye başladım. Genelde hızlı yazarım, fazla düşünmeden aklıma gelenleri kağıda dökerim. Çok fazla düşünürsen olmuyor, bozuluyor. (gülüyor) Yazdıktan sonra bir kenara koyuyorum. Sonra yazdığım dizelerden bir seçme yapıyorum. “Roll Call”daki fikir şu: Fan olunca, bir grubun veya bir takımın fanı olunca, kendini sınırlıyorsun. Milliyet konusunda da öyle.

Düşünün, insanlık diye bir şey var, bir sürü ülke var, bunlardan birinin sırf orada doğmuş olduğun için diğerlerinden daha iyi, daha üstün olduğunu iddia ediyorsun. Müzikte de aynı durum. Müzik diye bir şey var, bir sürü grup var. Kendini tek bir grubun fanı olarak tanımlıyorsan, fan olduğun grubun en iyi, en üstün olduğunu iddia ediyorsan, diğerlerini dışlıyorsan, kaybediyorsun demektir. Çünkü kendini sınırlamış oluyorsun. Duyabileceğin sevgiyi azaltıyorsun. “Roll Call” bir uyarı şarkısı, “kendini nasıl tanımladığını yeniden düşün” diyen bir şarkı.

1990 tarihli “Deep” in hit şarkısı “Cuts You Up” tı. “Cuts You Up”ın esin kaynağı neydi?

Hayat acı veriyor, o acılar da lazım.

Kendini bir aşık olarak görüyorum. Çocuk gibiyim, o kadar açığım. Mercan Dede benden daha edepli , daha akıllı. Ben ondan daha Türküm.

(gülüyor) Ben çok duygusalım. Çok kolay demoralize olabiliyorum, çok küçük şeylerden fena etkileniyorum. Dramatik bir kişiliğim var. Artistik yani, (gülüyor) Dolayısıyla, bir tanrı arayışı içinde oluyorum, bana yol göstersin diye. Gösteriyor da “Cuts You Up” o fikirden çıktı.

Aynı albümde “Mariene Dietrich’s Favourite Poem” diye bir şarkı var. Onun hikâyesi ne?

O çok kendiliğinden çıkmış bir şarkı. Mariene Dietrich takdir ettiğim bir sanatçı, ama hiç bir zaman fanı olmadım. Bir gün bir belgesel seyrettim, bir Dietrich biyografisi. Son yıllarında inzivaya çekilmişti. Kimsenin fotoğrafını çekmesine müsaade etmiyordu, söyleyişi vermiyordu. Nasıl olmuşsa, o belgeselin çekilmesini kabul etmiş. Ancak, kendisi görünmüyordu. Sadece sesi duyuluyordu. Kamera Dietrich’in evinin salonun geziniyor, söyleyişi başka bir odada yapılıyordu. Bu fikir çok hoşuma gitti. Ünlü bir şahsiyet, kendisi olarak konuşmak istiyordu. Bir ikon olarak değil. Konuşan Marlene Dietrich adlı ikon değil, bir insandı. Yaptığı şeyin çok cool olduğunu düşündüm, başlı başına bir sanat eseriydi. Soruların birçoğu, ikonlara sorulan standart sorulardı.

Fakat bir an geldi, bana o şarkıyı yazdıran olay oldu. Söyleyişiyi yapan kişi, “hepimiz bir gün bu dünyadan göçeceğiz, yaşınız itibariyle siz de ölüm hakkında düşünüyorsunuzdur. Neler söylemek istersiniz.” dedi. Uzun bir sessizlik oldu, sonra Marlene annesiyle olan ilişkisini anlattı, araları her zaman iyi olmamış. Annesinin ölümünden bir süre sonra mezarına gitmiş. Mezar taşındaki yazı şöyle bitiyormuş: “Kalp kırıklığıyla gitme.” Bunu o kadar gönülden söyledi ki… Ve o anda öyle ışıldadı ki… Marlene Dietrich oydu. Belgeseldeki son sözleri buydu: “Kalp kırıklığıyla gitme.” Beni çok derinden etkiledi. O anı şarkılaştırmak istedim. Marlene’e bir güzelleme yazmak istedim. Dinleyicilerim benim bir Marlene şarkısı yazacağımı akıllarından geçirmezlerdi, en azından o günlerde. Muhtemelen onların gözünde hiç cool olmayan bir durumdu. O bakımdan da hoşuma gitmişti, o şarkıyı yapmak. Koyu, sert, gerilimli bir post punk şarkısı yerine böyle yumuşak, duygusal bir şarkı…

Portekiz’de Elvis gibiyim. Hakikaten öyle. Dinleyiciler bütün şarkımı biliyor. Polonya ve diğer eski Doğu Bloku ülkeleri de çok ilgili benimle.

Madem söz ikonlardan, kült şahsiyetlerden açıldı, oradan devam edelim. Siz de bir ikon olarak telâkki ediliyorsunuz. O etiketle yaşamak nasıl bir şey?

Son Bauhaus turnesinde -36 konserlik bir turneyi yeni bitirdik- Amerika’daki konserlerde bir soru-cevap bölümü yaptık. (gülüyor) Bir tür stand-up komedisi gibi oldu. Sorulardan biri “tanrısal bir insan olmak nasıl bir duygu”ydu. Ben de “ bu çok güzel bir iltifat” dedim ve şöyle devam ettim: “Tanrıya ‘su’ diyelim, böyle bir mecaz üzerinden düşünelim. Ben de bir musluğun resmiyim. Sizin suyun, yani müziğin peşindesiniz. Bana baktığınızda bir musluk görüyorsunuz ve suyun kaynağımı olduğumu düşünüyorsunuz. Kaynak ben değilim. Ama böyle düşünmeniz normal, çünkü bu zorunlu bir toplumsal kurgu. Ben de sahneye çıktığımda size ihtiyaç duyuyorum.”

Turne kapsamında Portekiz ve Polonya’da konserler verdiniz. Orada ve Türkiye’de hayranlarınız olması çok acayip bir şey değil mi?

1980’lerde Türkiye’ye ilk geldiğimde-karımla beraber tatile gelmiştim- kimsenin beni ya da Bauhaus’u bilebileceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Fakat bilenler vardı, hem de gayet iyi biliyorlardı. Çok şaşırmıştım. Ama müzik böyle bir şey. Üstelik 1980’lerde, Türkiye gibi ülkelerde veya Doğu Bloku ülkelerinde plaklara, kasetlere ulaşmak çok zordu. Fakat, tıpkı suyun yolunu bulup dinleyicisine ulaşıyor. Küçük bir dere nehir olup denize ulaşıyor.

Türkiye’de yaşadığınız halde konserinize tanık olmadık, ama Portekiz ve Polonya’dan davet alıyorsunuz. Nasıl oluyor bu?

Türkiye’de konser vermeyi çok istiyorum. Organizatörlerin birçoğu kim olduğumu biliyor, ama yeterli sayıda seyirci gelmeyeceğini ve para kaybedeceklerini düşündükleri için konser düzenlemeye yanaşmıyorlar. Portekiz’e 1984’ten beri gidiyorum. 3-4 senede bir çağırıyorlar. Portekiz’de Elvis gibiyim. (gülüyor) Hakikaten öyle. Dinleyiciler bütün şarkımı biliyor. Polonya ve diğer eski Doğu Bloku ülkeleri de çok ilgili benimle.

Şu ikon meselesine dönelim. Sizin de ikonlarınız, kahramanlarınız var, öyle değil mi?

Vardı diyelim. İnsanın yaşı ilerledikçe o kahramanlar, sizin bir parçanız oluyor. Dolayısıyla, yetişme çağındayken kahramanlarınızın olması önemli bir şey.

Sizin kahramanlarınız kimlerdi?

Benim çocukluğumda “World At War” diye bir belgesel vardı, sunuculuğunu ünlü aktör Laurence Olivier yapıyordu. Gerçek görüntülerle bezeli bir belgeseldi. Babam ve amcam II. Dünya Savaşı’nda çarpışmışlardı. Nazilerin Yahudilere yaptıkları beni şoke etmişti. Babam “bunların hepsi gerçek” diyordu, “o temerküz kamplarına giren ilk müttefik askerlerinden biri amcandı.” Çocukluğunda benim kahramanların Britanya askerleriydi. (gülüyor) Sonraki kahramanım Julie Andrews’du- “The Sound of Music”in başrol oyuncusuydu. O kadın hayallerimi süslerdi. Yaşım biraz büyüyünce Oscar Wilde’ın “Dorian Gray’in Portresi”ni okudum ve hayran kaldım. Sonra da Wilde’ın diğer kitaplarını hatmettim. Edebiyat eğitimimi Wilde’dan aldım diyebilirim. 14 yaşımda filan, abilerimin plaklarına bakınırken Tyrannosaurus Rex (T-Rex) dikkatimi çekmişti. Kim bunlar dedim kendi kendime. Çok enteresan tiplerdi; ne kadın ne de erkek gibiydiler. Aseksüel bir halleri vardı. Marc Bolan’ın kahramanım olması öyle başladı.

Ardından Bowie geldi. Hiç unutmam lisede Daniel Ash’le (Bauhaus Gitaristi) koridorda yürürken bir müzik duyduk. Sanat odasından geliyordu. Bizden büyük sınıflardan iki çocuk bir plak dinliyordu. Ses çok güzel, sözler acayip cool’du. Dinledikler David Bowie’nin “Honky Dory” (1971) albümüydü. Biz o çocuklardan küçüktük, normalde bize “hadi git” çekmeleri gerekiyordu, o zamanlar adet öyleydi. (gülüyor). Ama hayır, “hadi gelin” dediler. Birkaç gün sonra, sınıf arkadaşım “Bowie’den haberin var mı?” dedi. “Evet” dedim, “bir albümünü dinledim, o zaman şu resme” bak dedim. Siyah beyaz bir fotoğraftı. “Ne bu?” dedim, “kim bu?” değil. “Ne bu?” “Bir uzaylı gibiydi, yakışıklı bir uzaylı. “ Ziggy Stardust’la böyle tanıştım. Para verip aldığım ilk albüm oydu. Çok küçük bir kasabada yaşıyordum. Benden ve Daniel Ash’ten başka Bowie dinleyen yoktu.

1973-74’ te Ziggy Stardust Ankara’da da patlamıştı.

Biliyorum, Eşim Beyhan da o sırada Ankara’daymış ve Bowie’ye vurulmuş. Sonra Bowie’nin çevresindeki isimlere takılmaya başladım. Lou Reed’e, Iggy Pop’a, Andy Warhol’a…

Paul Weller, geçen sayımızda naklettiğimiz söyleşide, “eskiden sevmezdim, artık günde beş vakit ‘Ziggy Stardust’ dinliyorum” diyor.

Paul Weller biraz geç kalmış. (gülüyor)

“Ziggy Stardust”ı bu kadar cazibeli kılan ne?

Yeni kuşaklar için veya Paul Weller gibi yeni keşfedenler için ne ifade ediyor, bilmiyorum, ben 1970’lerdeki cazibesini biliyorum. Bowie müthiş bir güzellik duygusu yayıyordu, bir erkeğin öyle güzellik duygusu verdiği görülmemişti.

Radiohead’le aramızda bir paralellik var. Bauhaus da çok deneysel işler yapıyordu. Ama bugünlerdeki asıl kahraman Sigur Ros.

Erkekler 17. Yüzyılda bütün kültürlerde tavus kuşu gibiydi. Cins-i latif erkeklerdi. Güzellikleriyle kadınları cezbediyorlardı. Ama 17. Yüzyıldan sonra, İngiltere’de çok baskıcı, çok tutucu bir kültür egemen oldu. Bowie o kültüre bir meydan okumaydı. Görüntüsüyle, sesiyle, müziğiyle fantastik bir hadiseydi. Bir devrimdi adeta. Bir güzellik duygusu saçtı Bowie. İnşaat işçileri bile saçlarını Bowie gibi boyamaya başladı.

Yeni kuşak rock’çulardan kahramanlarınız var mı?

Var tabii. Portishead, PJ Harvey… Antony and The Johnsons. Antony (Hegarty) mükemmel. Albümü bir elmas.

Bauhaus’un kurulduğu günlerde kendi olayımızdan başka bir şey düşünmüyorduk. Çok narsisttik. Biz işçi sınıfından geliyorduk, beş parasızdık.

The Editors?

Onları Rock’n Coke’ta seyrettim ve çok beğendim. Joy Division’la Bauhaus arasında bir yerdeler.

Pete Doherty?

Yabani çocuk! (gülüyor)

Bir söyleşide, “gerçekten ufuk açıcı eserler Radiohead ve Björk’ten geldi. Radiohead albümleri pekâlâ Bauhaus albümleri olabilirdi” diyorsunuz.

Doğru. Yaklaşımları açısından aramızda öyle bir paralellik var. Bauhaus olarak biz de çok deneysel işler yapıyorduk, plak şirketlerini ürküten bir anlayışımız vardı. Ufku çok açık, çok özgür, çok güçlü bir müzik yapıyorduk… Radiohead’in “OK Computer”ı mükemmel. “Kid A” de öyle. Bir dakika, az kalsın unutuyordum, benim bugünlerdeki asıl kahramanım Sigur Ros. Geçenlerde bir DVD’lerini seyrettim, müthişti. Görüntü de müzik de büyüleyici.

Bauhaus’un müzik sahnesine çıkmasıyla Thatcher’ın iktidara gelişi aynı günlere rastlıyor. Bugün geçmişe baktığınızda o günleri nasıl görüyorsunuz?

Bauhaus’un kurulduğu günlerde kendi olayımızdan başka bir şey düşünmüyorduk. Çok narsisttik. Biz işçi sınıfından geliyorduk, beş parasızdık. Başlangıçta Thatcher’in iyi işler yapacağını, ekonomiyi canlandıracağını düşünüyordum. Dolayısıyla, bir tepki göstermemiştim. Zaten müziğin siyasetle doğrudan ilişkilenmesinin yanında değilim. Müzik yapmak, şarkı yazmak, sanatla hemhal olmak maddi dünyayı aşan bir şey. Dinleyicilerin hayal gücünü harekete geçirmek, onlara siyasi mesaj vermekten daha faydalı bir iş.

Yeni albümünüzdeki “Too Much 21st Century” sosyo-politik bir şarkı ama.

O şarkının sözlerini Daniel (Ash) yazdı, ben orasına burasına bir kaç ekleme yaptım. “Give me one religion” (Bana bir tek din kâfi) benim yazdığım bir dize. O şarkıda Daniel’in fikirlerini tamamlayan dizeler yazdım sadece.

“Dust” albümünüzdeki “In Jungle Haze”de “terk edin şehrinizi, terk edin hayallerinizi” diyorsunuz. İngiltere’yi terk edip Türkiye’ye yerleşmek sizin için nasıl bir şeydi?

Bir bakıma hayallerimizi terk etmekti. Bu oruç dönemine gitmek istiyordum. O açıdan beni çok farklı bir hayatın beklediğini biliyordum.

Ankara’ya dair ilk izleniminiz nasıldı?

Havada feci bir kömür kokusu vardı. O günlerde hava kirliliği çok fazlaydı. Ama şehir hoşuma gitti, çok kıyak insanlar tanıdım.

Ankara’ya geldiğinizde Joe Strummer’ın doğduğu şehir olduğunu bilmiyordunuz…

Hayır, sonra öğrendim. Strummer çok kıyak bir adamdı, o da bir kahramandı. “Rock The Casbah” favori plaklarımdan biriydi. Jamaika’nın dub ve reggae’siyle rock’u harmanlamaları çok hoşuma gidiyordu. Bauhaus onlar gibi politik değil, ama tıpkı onlar gibi farklı müzikal gelenekleri bir araya getiriyoruz.

Namınız “Goth’un büyükbabası”. Bu adlandırmaya ne diyorsunuz?

İtirazım yok. (gülüyor)

Memleketiniz Northampton’ın İngiltere’nin en gotik şehri olduğu doğru mu?

Benim memleketim Welling, Northampton’a 10 km mesafede, küçük bir kasaba. Northampton’ın mimarisi gotiktir, o doğru. Ama kültürel veya müzikal anlamdaki gotikle alakası olmayan bir şehirdir.

Bir söyleşide “gotik Ann Rice, Marilyn Manson, Nine Inch Nails değildir” diyorsunuz. Gotik ne sizce?

Gotik 16. Yüzyılda ortaya çıkmış bir mimari tarzdır, ama günümüzde postmodern bir duyarlılığı ifade etmek için kullanılıyor. Biçimde güzellik arayan ve aleni olmayan, bilinmeyenle bir bağ, bir ilişki kurmak isteyen bir bakış açısıdır. Modern rock müziğinde kendilerini “goth” ilan edenlerin birçoğu ve onların kullandıkları terminoloji gotiğin bir karikatürü aslında. Gotiğin doğasında saf, katışıksız bir mistisizm vardır, ama mistik bir hareket değildir.

“Mercan Dede benden daha Batılı, ben ondan daha Doğuluyum” dediğinizi okuduk. O cümleyle ne kast etmiştiniz?

Mercan harikulade bir adam, o lafı Mercan’ı eleştirmek için söylemedim. Kendimi bir aşık olarak gördüğümü ifade etmek için söyledim. Ben bir çocuk gibiyim, o kadar açığım yani. Bu yüzden başım çok kolay belaya girebilir. Mercan benden daha edepli, daha akıllı. Ama ben Mercan’dan daha Türküm. (gülüyor)

Mor ve Ötesi’ni nasıl buluyorsunuz? Onlarla yakın ilişkiniz var.

Mor ve Ötesi’ni ilk duyduğumda Batılı bir rock grubu zannetmiştim. Bir sabah “Dünya Yalan Söylüyor” albümü çıktığı sıralarda, kızım odasında müzik dinliyordu. “Kim bunlar?” dedim, “çok iyiler”. Kulak kabartınca Türkçe söylediklerini fark ettim. Kızım, “gördün mü baba” dedi, “sana hep bunu anlatmaya çalışıyorum, yarın konserleri var, git kendi gözlerinle gör”. Kızımın tavsiyesine uyup gittim ve çok beğendim. Sonra onları aradım, tanışmak istediğimi söyledim. Teşekkür ettiler, “Dünya Yalan Söylüyor”un İngilizce versiyonunu yapmayı düşündüklerini söylediler. “Tamam” dedim “o işi ben üstleniyorum”. Beni Yedikule’de verdikleri konsere davet ettiler, orada tanıştık. O gece turneye çıkıyorlardı, Harun (Tekin) “sen de gel” dedi, ben de peki dedim ve iki hafta onlarla takıldım. Hatta “Sevda Çiçeği” ni sahnede onlarla beraber söyledim. Akabinde, “Dünya Yalan Söylüyor” un şarkı sözlerini İngilizceye çevirmeye başladım. Çeviri demek doğru değil aslında, sözleri yeniden yazdım. Zira şarkı sözlerini çevirmek mümkün değildir. Sonra, Harun’u albümün İngilizce versiyonu için antrene etmeye başladım. Çok hızlı yol aldık ve tamamladık.

O kayıtların akıbeti ne oldu?

Bende duruyor. Bir de grubun üyelerinde tabi.

Günışığına çıkacak mı?

Ona uğraşıyorum. Londra’da bağlantılar kurmaya çalışıyorum.

Eurovision maceraları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence şahaneydi. Eurovision’a katılmak postmodern bir fikirdi. Hatta punk bir hadiseydi. Çok cesur bir hareketti. Onlara “yapmayın, etmeyin” diyenler oldu çok. Ama “Deli”de, kendi çizgilerinden tavır vermediler. Eurovision şarkı yarışması bence bir komedi. Ve bir tekmeyi hak ediyor. Mor ve Ötesi’nin katılması öyle bir tekmeydi. Ayrıca Türkiye’yi temsilen katılmaları, dinleyici kitlelerini genişleten bir vasıta oldu.

Herkes şarkı söyleyebilir. Eğer iyi söyleyebiliyorsanız, alfabeyi bile şarkı gibi söyleyebilirsiniz ve harfler kendi başlarına bir anlam kazanır. Müzik, biçimi aşan bir hadisedir.

Türkiyeli gruplardan başka kimleri seviyorsunuz?

Duman’ı seviyorum. Bir de Mazhar Fuat Özkan’ın bazı şarkılarını. Bazı şarkıları plastik, ama bazıları dâhiyane.

Mesela?

“Buselik Makamına”. Onun İngilizcesini de (Big Love Of A Tiny Fool) yaptım, biliyorsunuz. Siz hangi şarkılarını seviyorsunuz?

Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemeyiz ama ilk aklımıza gelen “Ali Desidero”.

Fena değildir o. MFÖ çok yetenekli bir grup. Türkiye’nin Stones’u… Erkan Oğur’u çok beğeniyorum. Civan Gasparyan’la birlikte yazdığı “Fuad” müthiş bir albüm. Erkan 1986’da benim solo albümümde (Should The World Fall To Fall Apart) çalmıştı. Büyük gitarist.

“70’lerde Türkiye’de yayınlanıp neredeyse unutulan bazı plaklar, “Turkish funk” başlığı altında Batıda epey revaçta son zamanlarda. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Türkiye günümüzde dünyanın önemli ülkelerinden biri. Ve hakikaten, potansiyel olarak, bir kültür köprüsü. Dünyanın bir Batı-Doğu buluşmasına çok ihtiyacı var. “Turkish funk” denen şey, böyle bir buluşmanın müzikteki örneği. Ve müthiş bir cazibesi var, özellikle ritim bakımından. Çünkü Batılı kulakların hiç alışık olmadığı bir ritim bu. Biz Batılılar 4/4’e alışmışız. 5’li, 7’li, 10-11-12’li ritimler çok farklı geliyor.

“Go Away White”ın kapanış parçası “Zikir”in esin kaynağı neydi?

David’in (Bauhaus’un basçısı) gitarından çıkan tınılar yarım saat içinde o parçaya evrildi. “Zikir”i yarım saatte bitirdik. Anında yazdım o sözleri: “Seviyor/ Sevmiyor”. Ve söylemeye başladım. Kendiliğinden bir trans hali hasıl oldu. O hal Hint boyutuna gidebilirdi, genelde herkes öyle yapıyor. Ben zikire aşina olduğum için bu tarafa büktüm parçayı. Böylece Bauhaus’un damardan mistik bir şarkısı olmuş oldu. Bu benim için büyük başarı. (gülüyor)

Eurovision şarkı yarışması bence bir komedi. Ve bir tekmeyi hak ediyor. Mor ve Ötesi’nin katılması öyle bir tekmeydi. İlk duyduğumda Batılı bir rock grubu zannetmiştim.

“Go Away White”taki favori şarkınız hangisi?

Birkaç tane var, ama bir numaram “Adrenalin”.

“Sevda Çiçeği”ni Mor ve Ötesi’yle birlikte söylediniz, kendi kendinize mırıldandığınız Türkçe şarkılar da vardır herhalde. Türkçe şarkı söylemek size nasıl bir duygu veriyor?

Bir şarkıcı olarak hep şunu söylemişimdir: Herkes şarkı söyleyebilir. Eğer iyi söyleyebiliyorsanız, alfabeyi bile şarkı gibi söyleyebilirsiniz ve harfler kendi başlarına bir anlam kazanır. Müzik, biçimi aşan bir hadisedir. Müzik insan bedeninde rezonans yapar ve bedeni ruhanileştirir, ona makam kazandırır. Bu söylediğim mistik bir ahmaklık değil, fiziksel bir hakikat. Bütün müzisyenler bilir, performans esnasında bir an gelir, o anda seni bir şey teslim alır, sana işler, sen onun iletkeni olursun. Birçok müzisyen bu deneyimi yaşamıştır.

Sohbetimizin başında İngilizce cümle içinde “gönül” sözcüğünü kullandınız. Bir söyleşide de “kısmet”ten söz ediyorsunuz…

Kısmet. “Karma”dan daha iyi bir kelime. Çok hoşuma gidiyor.

Mark Twain de kullanıyor kısmet kelimesini…

Evet, kullanıyor. Türkiye’ye gelmeden önce çeşitli edebi metinlerde karşıma çıkan bir kelimeydi kısmet. Şairlerin, edebiyatçıların kullandığı bir kavramdı. Hakkında bir fikrim vardı yani. Ama Türkiye’de orijinal kullanımıyla karşılaşınca çok ilgimi çekti. Kavram olarak kader gibi, ama ondan epey farklı. Kader önceden yazılı olan, belirlenmiş olanı ifade ediyor. Kısmet öyle değil, ucu açık. Çok zengin bir içeriği var.

Gönül de öyle.

Evet, o yüzden İngilizceye çevirmesi çok zor. İngilizcedeki en yakın karşılığı “kalbin kalbi”. Kalp, birçok dinde tanrının mekânıdır. Gönül kalbi içeriyor, ama ondan daha geniş bir alana yayılıyor. Çok güzel, çok kapsayıcı bir kavram.

Yolda yeni bir proje var mı?

Yeni bir solo albüm hazırlıyorum. Hemen hemen bitti sayılır. Yıl sonunda ya da 2009 başında piyasaya çıkacağını umuyorum.

İsmi belli mi?

Bis isim koydum. “Merman” ama albümü o isimle mi çıkarırım, bilmiyorum. Merman, deniz adamı ya da deniz oğlanı demek. Denizkızının “mermaid”in erkeği. Belden aşağısı balık, belden yukarısı erkek. Çok az bulunan bir varlık. Ona bir âşık oldun mu, bir daha iflah olmazsın (gülüyor). Gözleri mavi ama çok özel bir mavi. Benimkiler gibi. (gülüyor)

En sevdiğiniz hayvanın yunus olduğunu duymuştuk.

Eskiden öyleydi, ama artık merman. Bazı yunuslar, karaya çıkmak istediklerinde kendilerini deniz adamına, “merman”a dönüştürürlermiş. (gülüyor)

Read article

bi’bak: Yerli Müzik // Murat Meriç

Comments (0) Genel, Hafta Sonu, Serbest Bölge

Küratör: Murat Meriç

Bölüm:2 – Anadolu-Pop’tan Türkçe söyleyen Avrupalılara

Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Bu haftadan itibaren her Cumartesi radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşacağız.

bi’bak

Bu hafta Berlin çıkışlı, kar amacı gütmeyen, sanatın, akademinin ve toplumsal gelişimin iç içe olduğu bağımsız bir sanat oluşumu olan, bi’bak’ın bi’bak audio uzantısında karşımızda çıkan, müzik tarihçisi Murat Meriç küratörlüğündeki podcast serisi Yerli Müzik’ten bahsedeceğiz.

Yerli Müzik, Türkiye siyasi tarihine müzikle ışık tutan bir seri. Biz bu hafta serinin 2. bölümü olan “Anadolu-Pop’tan Türkçe Söyleyen Avrupalılara”yı seçtik. Bu bölümde sizi 60’lardan esintiler, Türkçe sözlü müziğe yanaşan yabancı şarkıcılar, bozuk aksanlar ve Anadolu-pop bekliyor. Yerli Müzik, arşivlik denebilecek, kaliteli müzikle ve Murat Meriç’in kitaplarından, etkinliklerinden, YouTube videolarından alışkın olduğumuz harika anlatımıyla harmanlanmış başarılı bir seri. Türkiye’nin müzik tarihine dair yazılı kaynaklar bile oldukça azken sözlü ve sesli bir kaynak olması ve sadece müziğe değil siyasi tarihe ve toplumsal meselelere de ışık tutması açısından da bizi her bölümde oldukça memnun ediyor.

Bi’bak: Yerli Müzik podcastleri Spotify, Apple Podcasts, Google Podcasts, Overcast, Anchor, PodBean, PocketCasts ve RadioPublic üzerinden dinlenebilir.

Bi’bak: Yerli Müzik Facebook

Murat Meriç Twitter , Instagram

Read article

Eminem 19 Yıl Önce Tarihin En İyi Rap Albümü Yayınlandı

Comments (0) Genel, Serbest Bölge

Yeni binyıla girerken Amerikan rap piyasasında o güne kadar olmamış şeyler olmaya başlamıştı. 20’li yaşların ortasında sarı saçlı, beyaz, çocuksu suratlı genç bir adam makineli tüfekten çıkan mermi gibi sözlerle sağa sola, devlete, siyasetçilere, ailesine, geçmişine, geleceğine, toplumun her kesimine, müzik yapımcılarına, sinemacılara ve listeyi uzatmak istesek ardı arkası gelmeyecek neredeyse herkese öfke kusuyordu. İçinden çıkılması zor bir geçmişe sahipti. Acı, öfke, isyan sözlerine sinmişti. Yaşananlar çok enteresandı. Siyahi Tiger Woods beyazların elindeki golf dünyasının liderliğine yükselip herkesi şaşkına çevirirken, adını çok sevdiği m&m’s şekerlerinden alan Eminem de hiphop aleminde liderliğe kadar giden yolda yürüyüşüne başlamıştı. Ama ne yürüyüş! Hayatında hiçbir beyazın kapak olamadığı The Source’a kapak olacaktı…

99’da çıkan The Slim Shady LP müzik piyasasına bomba gibi düşmüş, ne kadar ödül varsa toplamış ve Eminem bir anda dünya çapında üne kavuşmuştu. Henüz o albümün salladığı rap piyasası kendisine gelememişken, 23 Mayıs 2000’de, yani tam 19 yıl önce bugün The Marshall Mathers LP raflardaki yerini aldı. Eminem iyi bir albüm ve ilgi çekici kliplerle patlamıştı. Sonra da düşüşe geçmesi bekleniyordu. Bir beyazın siyahilerin tekel olduğu alandaki başarısını şansa, pazarlamaya, farklılığına vb nedenlere bağlamak anlaşılır bir şeydi, çünkü Eminem başka beyazların da denediği ama başaramadığı işlere kalkışmıştı.

Herkes yanıldı… Ama ne yanılma…

23 Mayıs‘ta çıkan albüm ilk haftasında 2 milyona yakın satarak Guinness Rekorlar Kitabı‘na girdi. Hala birçok kişiye göre de gelmiş geçmiş en iyi rap albümü olarak gösterilen The Marshall Mathers LP rekor üstüne rekor kırıp ödüllere ambargo koydu. Albümü satın almak isteyenler saatlerce süren kuyruklar oluştururken, aylar öncesinden konser biletleri tükenmeye başlamıştı bile. Homofobik söylemleri nedeniyle çok sayıda eleştiri alan Eminem, siz mi beni eleştiriyorsunuz der gibi sonrasında Elton John ile düet yaptığı Stan parçasını ve büyük tartışmalara yol açan klibini bu albümle dünyaya duyurdu.

Kill You, The Real Slim Shady, I’m Back, Bitch Please II, Under the Influence, klibinde Marilyn Manson’un yer aldığı The Way I Am albümün öne çıkan parçalarıydı. Artık Eminem’in geçici bir isim olmadığı anlaşılmıştı. Albüm o kadar beğenildi ki, piyasa onun yokluğuna en fazla 2 yıl dayanabilecekti. Hayranlarından gelen baskılar The Eminem Show‘un onlarca konser, büyük turneler arasında yapılmasına neden oldu. Rap türünde ilk ve tek Oscarlı film müziği Lose Yourself de birbine yakın zamanlarda dünyayla buluştu. Kapılar bu albümle aşılmamış, yıkılmıştı.

Kanye West Eminem için “Kimse ondan daha iyi olmayacak” diyor. Evet, henüz dinlemediyseniz şimdi The Marshall Mathers LP‘i dinleyin, bakalım siz de Kanye gibi düşünecek misiniz? Teşekkürler Detroit’in tezenesi, bugüne kadar kulakları bayram ettirdiğin için.

Read article

Reptilians From Andromeda- Bloodlust of the Doll Witch

Comments (0) Albüm, Genel

Elektroniğin her yeri sarmaladığı, rap’in çalınmadığı yer kalmadığı şu günlerde Punk Rock üzerine üretmek her ne kadar bir tür deliliği barındırsa da, bu işe baş koyan cesaretli insanları yerli sahnede görmek oldukça sevindirici. En azından bu kısır döngü içerisinde kulağımıza iki farklı ses geliyor da, biraz farklı şeyler dinleyebiliyoruz. Sayıları bir elin parmağını geçmeyen bu işlerden bir tanesi de Reptilians From Andromeda.

2016 yılında çıkardıkları debut albümleri “Whatever”, 2018’de “Dialogues for Monkeys” adlı ikinci albümleri, sonrasında ise grup geçtiğimiz günlerde “Bloodlust of the Doll Witch” adlı yeni EP’sini yayınladı. 5 şarkıdan oluşan bu EP’nin kayıtlarında davuda Başak Karacan, bass gitarda Kerim Gönençer, gitarda Tolga Özbey ve vokalde is Aybike Çelik Özbey yer alıyor.

Punktan ne bekliyorsak o!

RFA, diğer albümlerde olduğu gibi yine sözünü çekinmemiş. Zaten Punk ya da Garage rock sınırlarında bir müzik icra eden grubun, liriklerde suya sabuna dokunmadan iş yapması beklenemezdi. Bu noktada albüm beklentileri karşılıyor. Albümdeki besteler ya da düzenlemeler de Garage grubundan ne bekleniyorsa, onu fazlasıyla karşılar nitelikte.

Vokaller için RFA’ye getirilen genel eleştiriler özellikle İngilizce telafuz üzerindendi, bu EP’de kayıt kalitesinden midir bilinmez ancak Aybike’nin telafuzunda herhangi bir problem yaşandığını söyleyemem. Bence iyi. Bunun yanı sıra Türkiye kökenli bir gruba telafuz üzerinden eleştiride bulunmak da ayrı bir anlamsızlık ama bu konuyu hiç uzatmak istemiyorum. Müzik üzerinden eleştirini yapsana yahu kardeş?

EP’ye gelince diğer albümlere kıyasla çok ciddi bir prodüksiyon farkı olduğundan bahsedebiliriz. Eğer albümü bandcamp’ten dinlediğim için değilse, bestelerde diğer albümlerden çok daha iyi bir ses dengesinin olduğunu belirtmek gerek. Bunda hiç kuşkusuz Mix & Mastering’in başına Fran Ashcroft’un geçmesiyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. EP’deki ses dengesi oldukça başarılı. Ben bundan kendi adıma memnunum. Şöyle ki; Garage rock her ne kadar ham ve kirli prodüksiyonlarıyla bilinen bir müzik türü olsa da, EP’nin prodüksiyon kalitesi oldukça iyi ve ben bundan fazlasıyla memnunum.

Sonuç olarak, her yerin aynı seslerle yankılandığı şu günlerde, yeni EP’si ile RFA yoklukta güzel bir soluk getirdi kulağıma. RFA’in her şeyden öte Türkiye’de Punk ruhunu ve duruşunu koruyan, gözeten ender işlerden biri. Sadece bu bile RFA’yı sarıp sarmalamak için bir neden!

Read article