Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her hafta sonu radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz.
Bu haftaki podcast önerimiz hem sinemanın uçsuz bucaksız köşelerinde hem de müziğin götürdüğü yerlerde dolanmayı sevenler için. İskoç radyo programcısı Edith Bowman kolları sıvamış ve sevdiğimiz filmlerin bir bütün haline gelmesinde büyük payı olan ses tasarımcılarını, mühendislerini ve bestecileri bir bir konuk aldığı podcast olan Soundtracking’i yaratmış. Edith Bowman bazı bölümlerde filmlerin senaristlerini, yönetmenlerini veya prodüktörlerini konuk alıp film müzikleri ekseninde harika sohbetlerle de karşımıza çıkabiliyor. Birkaç yıldır süren ve podcastçilik müessesesinde artık ağır toplardan birisi kabul edilen Soundtracking’den sadece müzik ve sinema endüstrisine dair değil, podcast formatı ve sürdürülebilirlik gibi konulara dair de öğrenecek çok şey var.
Soundtracking’in en yeni bölümünde Edith Bowman’a. 28 Haziran’da ülkemizde vizyona giren, dünyada kendisinden başka kimsenin efsanevi müzik grubu The Beatles‘ı bilmediğini fark eden bir adamın hikayesini konu eden Yesterday’in senaristi Richard Curtis ve yönetmeni Danny Boyle eşlik ediyor.
Edith Bowman her bölümde bahsi geçen parçaları derlediği listeleri de Spotify üzerinden paylaşıyor. Bir yandan da kendi sosyal medya hesaplarından dinleyicileriyle iletişimi harikulade sürdürmeyi başarıyor. Belki de bu kadar uzun süredir bu endüstride başarılarla anılmasının ve sevilmesinin de sebebi budur (Hatta bu anlamda bana biraz Radyo Eksen’imizin biricik Gülşah Güray’ını da hatırlattı).
Soundtracking with Edith Bowman podcastinin 149. ve Richard Curtis ve Danny Boyle’un konuk olduğu bölümünü buradan dinleyebilir, podcastin resmi sayfasına ise buradan ulaşabilirsiniz.
Geçen ay, Neil Young’un o müthiş Archives* sitesinde Ken isimli bir kullanıcı, “New Crazy Horse” başlığıyla “Tamam, bunlarızevkle dinliyorum da bazen insan yeni şeyler de olsa diyor” diye yazınca Neil Young’dan kimsenin beklemediği bir yanıt geldi:
Artık tamamen umudumuzu yitirmiş, bunlar bir daha bir araya gelip de albüm yapmazlar derken…
Elbette bunu düşünmemizin nedenleri vardı. Neil Young, tam 7 yıldır Crazy Horse’u yine bir kenara bırakmış, gençlerden oluşan Promise of the Real grubu ile çevre işlerine tam dalmıştı. 2012’de çıkardıkları o müthiş Psychedelic Pill ikili albümünden bu yana yeni projelere girmiş, birçok yeni albüm çıkarmış, bu arada 40 yıllık eşinden boşanmış ve yeniden evlenmişti ama çıkardığı albümlerin hiçbiri Neil Young’u özellikle Crazy Horse ile birlikte sevenleri elbette pek tatmin etmemişti.
Ama, geçen yıl mayıs ayında Neil Young-Crazy Horse beraberliğinin doğasına uygun bir şekilde aniden ortaya çıktılar. Garip bir süreç sonunda çok “gizli” bir dizi konser verdiler. Bu çok ilginç 5 buluşma, California Fresno’da ve Bakersfield’da oldu. Afişlerde Neil Young adı geçmedi, “NYCH” olarak anons edildi. Sadece Archives sitesinden bilet satıldı ve sadece NYCH’u yıllardır deli gibi takip eden sınırlı sayıdaki (1.500!) gerçek dinleyici seyredebildi.
Ama konserlerde büyük bir süpriz vardı. 1975’ten beri aralıksız Crazy Horse’un gitaristi olan Poncho Sampedro yoktu! Yerine çook daha eski bir Crazy Horse elemanı olan Nils Lofgren vardı. Tam 45 yıl sonra geri dönmüştü Lofgren**. Gerçi o da 70’lerin başında Neil Young ile çalışmış büyük bir gitaristti. Üstelik en eski NYCH albümlerinden olan “After the Goldrush” ve “Tonight’s the Night” dönemlerinden kalma bir Crazy Horse üyesiydi. İyi de Crazy Horse’un ayrılmaz 3’lüsünden biri olan Sampedro’ya ne oldu? Hala muamma ama var bir şeyler***
Konserde 2014’de kalp krizi geçiren bascı Billy Talbot taş gibiydi. Ralph Molina, yine davulunu çok sağlam çalıyordu. Ama gözler esas Nils üzerindeydi tabii ki. 43 yıl sonra, eski üyesi de olsa, Young ile çalışmış bir isim de olsa, Sampedro’nun yerini almak kolay değildi. Ama müthiş bir performans verdi Nils. Üstelik (Bruce Springsteen ile çalan) grubu E Street Band’de olduğu gibi çok öne çıkmadan Young’a en iyi eşlik eden gitarcılardan (hatta eski günlerdeki gibi piyano da çalarak) biri olduğunu gösterdi.
O konserin aslında bir “test” olduğunu ancak yeni anlayabildik. İşte sitenin takipçilerinden Ken’e verdiği yanıtta ortaya çıktı ki, bunlar sadece konser vermekle kalmamışlar…
Nitekim geçen hafta bir fotoğraf yayınladılar.. Rocky dağlarının tepelerinde, arkalarında karlar, ekip bir arada… 2.800 metrelik Rocky dağlarında, eski günlerin mekanik aletlerinin olduğu stüdyoya girip kaydetmişler. Geçen gün Neil Young’ın yayınladığı mesaja bakılırsa, kayıtlar bitmiş, hepsi evlerine dönmüşler ve albümün yayınlanmasının ardından bir turne planlamaya başlamışlar bile. Young’un yazdığına göre “3 dakikadan 14 dakika uzunluğa kadar değişen” 11 parçadan oluşan, eski CH albümleri “ayarında”, adını henüz koymadıkları albümü büyük olasılıkla bu sonbaharda çıkaracaklar.
Dağın tepesi.. Mutlak sessizlik… lapa lapa yağan kar… yanan şömine.. dolapta şişelerce single malt ve daha başka şeyler…. 70’lik dinozorlar eski kayıt aletlerinin olduğu stüdyoya günlerce kapanıyorlar….
Tam old school işi…
Aklıma geçenlerde Archives’da yayınlanan bir NYCH kaydı geliyor hemen.. 22 Ocak 2012’de Neil Young’un California’daki devasa Broken Arrow çiftliğinde yapılan bu kayıt, 37 dakika süren bir jam session. 18:48’lik beyin uçuran jam’in yanısıra, meşhur Cortez The Killer’ın 18:11’lik bence en müthiş yorumu var… Dinlemeyen çok şey kaybeder**** Sadece bu kaydı dinlemek bile Neil Young-Crazy Horse birlikteliğinin neler doğurabileceği hakkında yeterince bilgi verir sanırım.
Evet, mükemmel bir old rock albümü vaad ediyor yazılanlar…
Ralph Molina, Billy Talbot ve Poncho Sampedro’nun (şimdilerde Nils Lofgren) her ne kadar Neil Young ile anılsa da kendi özgün tarihleri var. Evet, Neil Young albümleri dışında pek bilinmiyorlar. Ama gerçek saf rock’u hiçbir zaman terketmeden yıllardır Neil Young ile olsun, kendi kendilerine olsun, para ün şan şöhret değil iyi müzik peşinde olan güzel ve mütevazi insanlar bunlar. Şimdi 70’lerine geldiler, sağlık sorunları yaşıyorlar (biri kalp krizi geçirdi, biri otobüsten aşağı düştü, parmaklarını kırdı vs.) ama 1970’lerin old rock’ını hala iliklerinde hisseden ve sadık takipçilerine sadece onu sunabilen sağlam dinozorlar işte…
İşte onlardaki bu saflık, galiba Neil Young’u çekiyor.. Her şey değişse de bu 3 dinozorun olduğu yerden milim kımıldamamaları, tarzlarını, hayatı yaşama biçimlerini korumaları ve birlikte müzik yaparlarkenki o müthiş uyumları onu cezbediyor, içindeki o sağlam Rocker’ı canlandırıyor.
Şu bi gerçek ki, Neil Young istese Crazy Horse yerine çok daha efsanevi Crosby Stills Nash’i tekrar bir araya getirebilir ve mali olarak inanılmaz bir kazanç sağlayabilirdi. Ama işte bunu yapmıyor ve yine old rock’u saf haliyle birlikte mükemmel çaldıkları, kimsenin tanımadığı bu 3 dinozor arkadaşını, Crazy Horse’u- tekrar bir araya gelip çalma araları biraz açılsa da-tercih ediyor..
Evet, hem albümü bekliyoruz hem de turneyi*****
Gerçi 2019 turnesinde bu line-up mı olacak, Sampedro geri mi gelecek, Neil Young turneden vaz mı geçecek hiç belli olmaz. Şapkadan her zaman bir tavşan çıkabilir. Neil Young-Crazy Horse ilişkisi her zaman o belirsiz doğasını korumaya devam ediyor ama NYCH yolculuğu da bir şekilde devam ediyor…
Meraklısı için dipnotlar:
*Archives: Neil Young’un hayatı boyunca söylediği, çektiği, yazdığı, her türlü malzemeyi bir araya getirmeyi hedeflediği site.. değişik tasarımı, gazete formunda sürekli güncelenen giriş sayfası, yıllara, aylara, günlere göre delice tafsilatlı bir şekilde sınıflandırılmış müziği, her parçayı, videoyu dolu dolu dinlemeyi özendiren kalite tercihleri ile gerçekten bir sanatçı için çoook farklı bir site.. kimbilir kaç kişi çalışıyor burada (üyelik şart):
** Lafgren’in ağzından o süreç.. Tam eşiyle otururken Neil Young arıyor ve konsere çağırıyor. Aradan 50 yıl geçmiş; tereddütte kalıyor ve prova bile yapmadan konsere çıkıyor.. Sonra Winnipeg’deki konser için -15 derecede Dakota’da Crazy Horse’un diğer elemanlarıyla buluşup önden çalışıyor… Çok acayip bir hikaye:
*** 1975’den itibaren Crazy Horse’da elektrikli gitarda yer alan Poncho Sampedro’nun 43 yıl sonra niye ayrıldığı hala bir sır. Young, “şuan itibariyla bize katılamadı. İnşallah ilerde bize katılacak” gibi çok muğlak bir laf etti… Sampedro ise Uncut’a “Artık 70 yaşımdayım ve emekli oldum. Evde kalmak istiyorum. İnsanlar bana Crazy Horse‘ta olmamak acı değil mi diye soruyor. Hayır öyle değil, ben her zaman Crazy Horse’dayım, onun büyük bir parçasıyım” gibi mistik bir yanıt vermiş…
**** Bu jam session’ın kaydı, Spotify’da filan yok ama youtube’da var. Kulaklık takmazsanız hiç tıklamayın:
***** Turne demişken, NYCH’un yakınlara geldiğini duyunca, Türkiye’ye hiç gelmemiş olan bu efsaneleri dünya gözüyle görebilmek için 2013’deki Alchemy Tour’un Lucca (İtalya) ayağını eşiyle birlikte bizzat tecrübe eden biri olarak, Allah gecinden versin ama büyük ihtimalle NYCH’un son turnesi olacak 2019 sonunda başlayacak konserlerinden birini iki asla kaçırmamak şart. Meraklısı için küçük bir not: Neil Young, 12 Temmuz’da Hyde Park’ta Bob Dylan’la birlikte bir konser verecek. Bu konserin biletlerini mesele etti Neil Young. Çünkü festivalin sponsoru olan Barclays Bank’a kıl olduğu için (“fosil yakıtları finanse eden bir şey”), onayı olmadan bilet satışına başlanması üzerine konsere gelmiyorum açıklaması yaptı.. Bunun üzerine 12’sindeki konser festivalden ayrı, sponsorsuz yapılıyor.
****** Neil Young-Crazy Horse işbirliğinin tarihi 1973’e kadar geri gider… Neil Young ın arkadaşı olan ve aslında Crazy Horse’un kurucu şarkıcı-gitaristi olan efsane Danny Whitten’ın**** (aşırı dozdan rahmetli oldu aynı yıl) ile başlar hikaye… Danny’nin ölümünden sonra yerini alan, işte şimdi yeni çıkacak albümle tam 45 yıl sonra gruba geri dönen Nils’tir.
Bu Dipnotun dipnotu:Whitten demişken; Archives, büyük bir süpriz yaptı geçenlerde, Neil Young’un 1973 yılında Alabama Üniversitesi’nde verdiği, bugüne kadar kaydı olduğu bilinmeyen konserini yayınladı. “Tuscaloosa” adını taşıyan kaydın özelliği, Danny Whitten’in Young’u müthiş sarsan aşırı dozdan ölümünün ardından verdiği ilk konser olmasıydı. Young, Whitten’in ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Çünkü bu konser öncesi Whitten’in uyuşturucu yüzünden yaşadığı sefil durumu gören Young, böyle olmaz diyerek Whitten’i evine göndermiş, ama ne yazık ki LA’den ölüm haberi gelmişti. Konseri izlerken, dinlerken o karanlık havayı, depresif ortamı birebir soluyabiliyorsunuz. On yıllardır bu kaydı gizleyen Young’un nihayet yayınlama cesareti göstermesi de takdir edilesi…
Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her Cumartesi radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz.
Atlantic Records
Ahmet Ertegün
Atlantic Records’ın müzik tarihindeki önemini uzun uzun konuşabiliriz, sayfalarca anlatabiliriz. Milli gururumuz Ahmet Ertegün’ün Herb Abramson’la birlikte 1947’de Los Angeles’ta kurduğu plak şirketi, kuruluşundan bu yana küresel müzik sektörüne yön veren, oyunun kurallarını değiştiren sanatçıları dünyaya sundu. Led Zeppelin, AC/DC, Ray Charles, Bruno Mars, Cher, Paramore gibi farklı türlerde müzik icra eden birçok başarılı sanatçı ve grup kariyerlerinin öneli kilometre taşlarını Atlantic Records’la yaşadılar.
Atlantic Podcasts
Bu küçük özetten sonra gelelim haftanın müzik podcastine. Atlantic Records, Atlantic Podcasts adı altında iki yayınla karşımızda: Inside the Album ve What I’d Say. Bu hafta sizin için Inside the Album serisinin Vance Joy özel bölümünü seçtik. Bölüm boyunca prodüktör ve yazar Jesse Cannon’un anlatımıyla ve sorularıyla Vance Joy’un 2018’de yayınlanan “Nation of Two” albümünün ortaya çıkmasında katkıda bulunan birçok insanın anılarını ve görüşlerini dinliyoruz. Hem James Gabriel Keogh aka Vance Joy‘a hem de Avusturalyalı folk müzik sanatçısının kayıtlarında, markalaşma sürecinde ve albümün prodüksiyonunda emeği geçen farklı kişilere yöneltilen sorularla “Nation of Two” albümüne çok daha geniş bir açıyla yaklaşabiliyoruz.
Inside the Album serisi, bir albümün yaratılış sürecinde dışardan görünmeyen kahramanların süreci ne kadar büyük manevralarla şekillendirdiğini anlamak için çok önemli bir kaynak görevi görüyor. Aynı zamanda güncelliğini kaybetmeyen bir formatla yayınlar sürdüğü için, arşivlik bölümler ortaya çıkıyor.
Kargo denince aklıma lise zamanlarım geliyor. Lise dediğim ise 2000’li yıllar. O zamanlar Gaziantep’te yaşıyordum ve yine o zamanlara kadar popülerle ilişmemek için, o küçük kırsal kentte kendi alternatiflerimi üretmiştim. Çevremdekiler inatla Serdar Ortaç dinlemeye koyulurken; Grup Yorum, Kızılırmak gibi protest grupları dinlerken buldum kendimi. Ancak liseye gelirken, Koray Candemir’in Sade albümündeki “Aşk” adlı şarkıya ilişti gözüm. Ney ile kotarılmış bir şarkı Gaziantep’te yaşayan bir ergeni fazlasıyla tatmin etmişti. Sonrasında “Sade” albümü, sonrasında Kargo’nun “Sen Bir Meleksin”i, sonrasında kent ozanı MŞŞ’nin karanlık cümleleri, Koray’ın ahey ahey inlemeleri derken lisede kendimi azıllı bir Kargo fan’ı olarak buldum. Ancak beni asıl etkileyen ne fan’lığımdı, ne de grubun çetrefilli hikâyesi… Beni etkileyen Yalnız Mevsimi adlı albümün ta kendisiydi.
Kargo’nun hikâyesi uzun ve çetrefilli, ne de olsa Türkiye’nin ilk Boy band’lerindendi grup. Koray’ın oldukça Avrupai vokali, Selim’in Türkiye’den uzak düzenlemeleri, MŞŞ’nin karanlık dizeleri, Serkan’ın döneminin çok ötesinde klavye dokunuşları ve sessiz kahraman Burak. Burada Deniz Aytekin’i unutmamak gerek, grubun ilk vokali olarak Sil Baştan albümünde yer almıştı kendisi. Sonradan grubun “biz biraz sound’umuzu değiştirmek istiyoruz” yorumuyla Kemancı’da “Deniz Kızı” adlı grupla sahne almaya başladı
90’lar ve Müzik Piyasası
90’lar enteresan bir dönem… Bir yandan neoliberal küresel politikalar, bir diğer yandan bu politikaların toplumdaki her sosyal yapı üzerindeki derin etkisi… Müzik de, çoğu sosyal mefhum gibi bu politikalardan derin bir şekilde etkilenecekti, fazlasıyla etkilendi de… Müzik bu dönemde kurumsallaşmaya başladı. Misal Türk Pop müziği ortaya çıktı. Oysa Türkiye’de önceden de popüler müzik türleri vardı ancak ilk defa bu dönemde Türk pop müziği yurt dışındaki gibi prodüksiyonla, promosyonla üretilmeye başlandı. Özel TV kanallarında Türk pop müziği besteleri her gün yayınlanıyordu. Klipler ardı ardına yayınlanmaya başlandı. MTV gibi müzik kanallarıyla yurt dışında üretilen müzikler, Türkiye’de daha çok yankılanmaya başlandı. Dolayısıyla müzikal geçişkenlikler arttı, dönemin gençleri Batı’da üretilen müzikten daha çok etkilenmeye başladı.
Tüm bunlar yaşanırken; Kemancı, Captain Hook ve Roxy gibi mekânlar Taksim civarında birbiri ardına açılmaya başlandı. Bu mekânlar dönemin gençlerine adeta, gelin burada kendi müziğinizi üretin diyordu. Gençler ise kültürel geçişkenliğin daha fazla olduğu bu mekânlarda, genellikle rock çalıyordu. İşte tam da bu atmosfer içerisinde çıktı Kargo.
Bir Boyband olarak Kargo
MŞŞ ve Selim tarafından kurulan grup, sırtına rock imajını yükleyerek yola çıktı. Sil Baştan albümü, bahsettiği gibi alışık olduğumuz kadrodan çok daha farklıydı. Grubun o dönemdeki yaklaşımı biraz daha alternatifti. Sonrasında özellikle rock’a artan ilgi ve taleple, grup yolunu biraz değiştirme kararı aldı ve Raks Müzik ile anlaşarak ikinci albümleri “Yarına ne kaldı?” adlı albümü yayınladı.
Grup bir boy band gibi piyasaya sürüldü. Koray ise bu parçanın kendine has vokali ve ‘karizmatik’ haliyle önemli bir parçasıydı. Klipleri profesyonel bir şekilde çekildi. Ancak ne kadar grup bir boy band gibi konumlansa da, albümdeki parçalar gerek düzenlemesiyle gerekse de MŞŞ’nin karanlık sözleriyle diğerlerinden oldukça farklı bir noktada yer almaktaydı.
Şairin Elinde gibi bir şarkı bu albümde yer almaktaydı. Misal bu albümdeki sözler, bana sorarsanız üçüncü yenilerin hepsinin lirik kalitesinden çok daha yüksektir. İlk albümdeki başarıdan sonra ikinci albümleri hemen bir sonraki yıl yayınlandı. Ne de olsa ilgi görüyorlardı, plak şirketleri ise buradaki ilgiyi paraya çevirmek zorundaydı.
Sponsorluklar, Konserler ve Bir Kaza
İkinci albüm “Sevmek Zor” adıyla çıktı. Grup bu albümde Colins ile sponsorluk anlaşması imzalamış, artık popüler bir rock grubu haline gelmişti. Birbiri ardına düzenlenen konserler ve turneler, sponsorluk anlaşmaları ve Universal Müzik ile imzalanan yeni albüm sözleşmesi grup için artık bir sonraki seviyeyi işaret etmeye başlamıştı ki, bir trafik kazası yaşandı o dönem. Bu kaza sonrasında grup çevresine bakındığında kimseyi bulamadı. Hiç kimse yoktu çevrelerinde. Ne sponsorlar, ne plak şirketi, ne de büyüyen, gözleri kamıştıran şöhret basamakları… Yalnız kalmışlardı. Büyük bir karanlık içine gömülen grup, o yalnızlık atmosferi ile dönemin çok çok ötesinde bir albüme imza attı: Yalnızlık Mevsimi
Yalnızlık Mevsimi albüm kartonetinde bir bisiklet selesi barındırıyordu. Sil Baştan haricinde tüm albüm kapaklarında grup elemanlarının fotoğrafı varken, bu albümde grup o dönemin şartları düşünüldüğünde, bir bisiklet selesini albüm kapağını koyarak, endüstriyelleşen müzik endüstrisine karşı büyük bir meydan okuma içerisine girmişti – ki bu meydan okuma unutulmasın Universal Müziğe karşıdır.
Tek bir ‘catchy’ şarkı barındırmayan, Boğaziçi, Arabic Fahişe, Kaderin Dizaynı, Yalnızlar Çağı, Sürgün gibi kapkaranlık şarkılara sahip bir albümdü. Tamam, Kargo belki o döneme kadar da karanlık şarkılar yapmıştı ancak hiçbiri böylesine ağır değildi. MŞŞ’nin kalemi de zirve yapmıştır bu albümde. Kalemi hiç acımamıştır. Boğaziçi ve Arabic Fahişe’de bitmek bilmeyen Doğu-Batı ikilemimizi, Kaderin Dizaynı ya da Yalnızlar Çağı’nda ise yalnızlaşan modern bireyin çelişkilerini oldukça sert bir şekilde kaleme almaktan çekinmemişti. Yalnızlık Mevsimi, grubun Universal Müzik desteğinin de etkisiyle o zamana kadar yapılmış en iyi prodüksiyonlu işi olabilir. Tertemiz bir kayıt. Koray’ın vokali, gitarın kayıtlarının temizliği, Serkan’ın klavyesi ve ötesi… Hatta albüm dinlenildiğinde, şu diğer albümleri de bir remaster edilse mi diye düşünmeden edemiyor insan.
Bu albüm, nereden düştü aklıma ya da neden yazmak istedim bilemiyorum. Ancak aradan yıllar geçse bile, gerek ortaya çıkmasına sebep veren trajik hikâyesi ile gerekse standartlaşan müzik piyasasına sergilediği duruş ile döneminin çok çok ötesinde bir albümdür. Unutulmaması gerekir. Unutmayın, unutanlar, unutulanları, asla unutmazlar.
26. İstanbul Caz Festivali’nin resmi olarak başlamasına saatler kala hâlâ gidecekleri konserleri belirleyemeyenler, seçenekler arasında gidip gelenler, neler olup bittiğinden belki hiç haberi olmayanlar yahut ajandalarına birkaç konser daha eklemekten memnun olacak açık görüşlü müzikseverler için naçizane festival favorilerimi yazmayı bir görev bildim.
Uluslararası festivallerin en güzel kısmı, tabiatıyla, yurt dışından gelecek sanatçıları heyecanla beklemek oluyor. Ne mutlu ki yerli sanatçılarımızı dinleyebilmek ve kendilerine ulaşabilmek hem kendilerinin alçakgönüllülükleri ve samimiyetleri hem de organizatörlerin yardımlarıyla çok rahat. İstanbul’un da gerek mekanları gerek türlü festivalleri ve etkinlik organizasyonlarıyla bize bu seçeneği bolca sunan bir şehir olması cabası. İKSV , caz festivalinde yerli sahneden isimleri ve projeleri bir araya getirirken yıllardır rengarenk takvimler hazırlıyor. 2015 yılında düzenlenen 22. İstanbul Caz Festivali’nin Gece Gezmesi’nde Kadıköy sokaklarında bir konserden ötekine koştururken ne kadar eğlendiğimi hiç unutmam. Bu sene bir süredir devam eden Parklarda Caz, Gece Gezmesi ve Çocukça Bir Gün gibi etkinliklere iki yeni fikir daha eklenmiş ve Vitrin Turu ile Ah Şu Cazlar Blues’lar adlı iki proje aramıza katılmış.
Festival favorilerimi yerli sahneye tüm sevgilerimle, yabancı müzisyenlerden seçtim. Aydın Esen Group ve TÖZ Trio’yu lütfen kaçırmayın diyerek festivalin tüm programı için bu linkten siteye yönlendirelim. Ve başlayalım.
Snarky Puppy, Kamasi Washington, Shai Maestro ve Jacob Collier!
Dünyanın en köklü caz festivallerine baktığınızda, benim gözüm hep North Sea Jazz ve Newport Jazz tarafında oluyor, neredeyse her yıl konser takvimlerinde göreceğiniz muazzam ve genç isimler bu yıl bize de uğruyor. Köklerini uzun süredir salmış, bildiğimiz, uzun yıllardır tanıdığımız ya da cazı ana akım seviyesinde tutmuş yahut daha popüler talepten ötürü ilgi gören isimlerden ziyade eklektik, sınır genişleten, algıları zorlayan, fark yaratan, müziklerinde getirdikleri yeniliklerle eleştirilerden çok akılları alan müzisyenleri daha yakından takip ediyor ve festivallerinde kendilerini izlemeyi öncelik olarak alıyorum. Dolayısıyla burada çok daha fazla üstünde durulması gerektiğini, okuduğum yazılarda çok da fazla altının çizilmediğini düşündüğüm isimleri önereceğim. Ki normal şartlarda bu isimlerin tanıtıma dahi ihtiyacı yok, modern sahneyi kasıp kavuruyorlar bile.
1. Shake Stew / Snarky Puppy
En son 2015 yılında İstanbul’a gelen 2 Grammy ödüllü Snarky Puppy , Mart ayında yayınladıkları Immigrance adlı albümleri ardından yıl sonuna kadar devam edecek bir turneye çıktı. Yeni albüm, festival, turne ve etrafta olan bitenler hakkında ekibin kurucusu ve basçısı Michael League ile de bir röportaj yaptık, ayrıca yayında olacak. Şimdilik onların da festival için bizim kadar heyecanlı olduğunu söyleyelim. 9 Temmuz günü önce Shake Stew sahnede olacak, daha sonra Snarky Puppy’yi doya doya dinliyor olacağız.
2. Kamasi Washington
Bir diğer favori isim en son Branford Marsalis ’ten eksik caz haznesi olduğu ve caz müzisyeni olarak sayılmadığına dair gelen şok edici açıklamalarla bizim de gündemimize düşen ve hâlâ konuya dair herhangi bir şey söylemeyerek sessizliğini ve mütevazılığını koruyan muazzam Kamasi Washington . Sun Ra ve Alice Coltrane ’in modern birlikteliği olduğu söylenen; sosyal ve ruhani duruşu ile çok saygı toplayan Washington, 2018 yılında The Choice ve Heaven and Earth adlı albümlerini yayınlamıştı. İçinde Brandon Coleman ve Ronald Bruner Jr.’ın da olduğu harika bir ekiple 10 Temmuz Çarşamba günü festivale geliyor. Kendisini en son North Sea Jazz’de dinlemiş ve Malcolm X için bestelediği Malcolm’s Theme adlı parçasıyla gözyaşlarına boğulmuştum. En heyecanla beklediğim konserlerden dolayısıyla!
3. Shai Maestro Trio
Mark Guiliana ile Avishai Cohen Trio’da yıllarca yer alan, daha sonra kendi triosuyla modern sahnenin en harika ekiplerinden birini oluşturmuş olan Shai Maestro , geçen yıl ECM Records’dan The Dream Thief adlı beşinci albümünü yayınlamıştı. Festivalde aynı trio ile yer alıyor olacak; Jorge Roeder kontrbasta, Ofri Nehemya davulda. Kendisini benim gibi Gilad Hekselman konserinde kaçıranlar için telafiden çok daha fazlası olacağına şüphe yok!
4. Jacob Collier / Makaya McCraven
Son favori isim, modern sahnenin ve yeni neslin dahi isimlerinden multi-enstrümantalist Jacob Collier ! 2018 yılında yayınladığı Djesse albümünün uzun soluklu turnesinde İstanbul’a da uğrayacak Collier’dan önce ise Universal Beings albümünü geçtiğimiz yıl yayınlayan davulcu, ses kolajcısı, prodüktör Makaya McCraven sahne alıyor olacak.
Festival takvimi oldukça kalabalık, dolu dolu bir Temmuz ayı sunuyor cazla iç içe. Günler yaklaştıkça daha da heyecan doluyor insan. Kendi ajandamı paylaşıyor ve davet ediyorum. Konserlerde görüşür müyüz?
Parklarda Caz (30 Haziran Pazar – Fenerbahçe Parkı – 17:30)
Aydın Esen Group (5 Temmuz Cuma – UNIQ Hall – 19:30)
Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her Cumartesi radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz.
İngiltere’nin genç gurur kaynaklarından şarkı sözü yazarı ve müzisyen George Ezra, George Ezra & Friends podcast serisinde ilham aldığı ustalarını ve dostlarını mikrofon başında ağırlıyor. Programın bu zamana kadarki konukları arasında Nile Rodgers, Elton John, Ed Sheeran, Royal Blood’dan Ben Thatcher gibi isimler de var. Biz bu hafta London Grammar’dan tanıdığımız, sesiyle her seferinde dinleyicisini büyülemeyi başaran güzel kızımız Hannah Reid’in konuk olduğu bölümü sizler için seçtik.
Bölümün büyük kısmında George Ezra ve Hannah Reid’in şarkı yazım süreçlerine kulak veriyoruz. Zaman zaman iki sanatçının da pop kültürüne olan yakın ilgileri, hatta ortak ünlü dostlarını tatlılıkla çekiştirmeleri de keyfimize keyif katıyor. Bunların yanı sıra Hannah Reid’in ses tellerini koruma ve sahne öncesi yeme içme alışkanlıkları üzerine naçizane tavsiyelerini de duymak mümkün. Her bölümde bir başka harika konuğa kendi alanlarında sorular yönelten George Ezra’nın bu işe gerçekten meraktan ve paylaşıma verdiği değerden dolayı başladığı çok açık. Hannah Reid’in de bütün samimiyetiyle öngörünün çok da mümkün olmadığı endüstride yaşadığı yükselme ve alçalmaları paylaşıyor olması bölümü güzelleştiren önemli bir detay.
Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her Cumartesi radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz.
Radiohead’in Fake Plastic Trees şarkısı, podcastin başlığını gördüğünüzden beri kafanızda çalıyor olabilir, doğrudur. Fake Plastic Podcast’te tam da bu amaca yönelik bir başlıkla sadece ama sadece Radiohead konuşan insanları dinliyoruz. Alternate Thursdays adlı yaratıcı prodüksiyon işleri yapan bir ekibin elinden çıkan Fake Plastic Podcast’in her bir bölümü bir başka Radiohead şarkısına, klibine ya da canlı performansına ayrılıyor. Yer yer müzikologların, farklı sanatçıların ve uzmanların görüşlerinin alındığı seride ara ara sevdiğimiz Radiohead melodilerini duymak da kaçınılmaz. Bu hafta size podcastin en son yayınlanan bölümü olan “Daydreaming” / Radiohead Come Full Circle bölümünü seçtik. Alternate Thursdays kibi bu böölümde Radiohead’in 2016’da hepimizi sevindiren A Moon Shaped Pool albümünde yer alan Daydreaming parçasını inceliyor.
Podcasti harika yapan noktalardan birisi, bazı bölümlerde Radiohead’in adeta bir akademik tez konusu olarak ele alınıp, eser ortaya çıkarken kullanılan tekniklerin de konuya dair bilgisi olmayan insanların anlayabileceği şekilde anlatılması. Ayrıca şarkı sözü analizleri, Radiohead’in genre’lar arası kaymaları, grup üyeleriyle ilgili bilinmeyenler gibi birçok alt konuyu da seri boyunca duymanız mümkün.
“Şimdi on yaşına bastı, The Ecstatic albümü çıktığında ana rahmine düşen çocuklar“
Nazım Hikmet
Latife bir kenara, Yasiin Bey aka Mos Def’in efsanevi albümü çıkalı 10 yıl olmuş. Evet evet! Selda Bağcan – İnce İnce Bir Kar Yağar şarkısından sample kullanılan albümün ta kendisi. Sahi, oldu mu o kadar ya?
Underground vs. mainstream özellikle sosyolojik tartışmalarda bol bol kullanılan bir karşılaştırmadır. Ben bu tartışma ile ilk defa lisans zamanında Erkan Saka‘nın dersinde karşılaşmıştım. Erkan hoca underground’dan mainstream’a dönüşen bir fenomen var mı aklınızda, hadi bir örnek bulalım şuna dediğinde, aklıma o dönem artık popüler bir grup olan Mor ve Ötesi gelmişti. Sanırım yıl da 2008’di.
Arka sıralardan, “Hocam Mor ve Ötesi var.” dedim.
“Nasıl yani dedi?” Erkan Hoca.
“Hocam 5-10 yıl öncesinde rock gruplarını ya da rock’çıları satanist diye içeriye atıyorlardı. Şimdi Eurovision’a Mor ve Ötesi’ni gönderiyoruz. Rock grupları trend oldu” dedim.
Hoca haklısın, çok iyi örnek dedi. Sonrasında final sınavına çalışırken, arkadaşların ders notlarında bu anektodu görmüştüm. Güzel bir de sırıtmıştım, çünkü dersin bağlamına çok iyi uyan bir örnekti. Bu örnek, bu yazının da konusu haline geliyor: Underground ve mainstream arasındaki ilişki ya da gerilim.
Underground neydi? Mainstream neydi?
Underground kuşkusuz önemli bir alan. Modern bir fenomen. Varlığı mainstream’a fazlasıyla bağlı. Underground dediğimiz şey, biraz da mainstream hayatta olduğu için var. Yani diyalektik yine iş başında. İkisi de birbirinin varlığını etkileyen bir fenomen haline geliyor. Doğu ve Batı gibi, Siyah ya da Beyaz gibi… Doğu’yu kaldırdğımızda, Batı’yı nasıl anlatabiliriz ki?
Dolayısıyla bu ikili zıtlık, doğrunun iki ucunda olanlar arasında bir tür gerilim de yaratıyor. Underground’da yer alan biri, mainstream’in pratiklerine uzak olduğu ya da alışık olmadığı için onu bir tür öcü olarak görüyor. Bu da bahsettiğim gibi doğrunun iki ucunda olanlar için gerilim yaratıyor. Bu zamana kadar ben de bu gerilime sahiptim. En azından müzik tarafında, underground bir grubun mainstream’e geçişi beni çok tedirgin ederdi, ve hatta dinlemeyi bırakırdım. Bu konu üzerine çok da yazı yazmışlığım vardı. (bir ABV dememişliğim vardır, davayı sattılar demişliği vardır vs.). Bu yazıyı da şu gerilimden artık bir kurtulmak için ya da kurtulsak mı demek için yazıyorum.
Gerilimden ilişkiye
The Clash 1970’lerde underground bir grup olarak doğdu. Sonra dönemin Punk rock ortamının dinamikleriyle, bir anda kendini mainstream bir grupken buldu. Albümleri milyonlar sattı, dünyaca bilinen bir grup haline geldi. Yani underground’dan mainstream’e transfer oldu. Şimdi bu durum neden bir problemi doğursun ki? The Clash gibi bir grubu dinledik, bu neden kötü bir şey nitelendirilsin ki? Popülerin çiğliğini, tek düzeliğini kırmasında yardımı dokunmadı mı The Clash’in popülerliği? Ana akımı dönüştürmedi mi? Ana akımı Justin Bieber‘a mı bırakmak gerekti?
Mor ve Ötesi, 2005 yılında çıkardığı Dünya Yalan Söylüyor albümüne kadar neredeyse underground bir grupken, Dünya Yalan Söylüyor albümüyle bir anda ana akıma transfer oldu. 2005 yazında tüm Türkiye ‘gürültü’ye kulaklarını alıştırdı. Kötü mü oldu şimdi? Mainstream’de gençler Serdar Ortaç‘ın anlamsız sözlerle dolu, 2-3 notadan oluşan saçma sapan şarkılarını dinleyerek mi büyüseydi? Kötü mü oldu şimdi bu?
Sonuç Yerine
Underground ve Mainstream arasındaki tartışmalar hiç bitmez ve bitmeyecek de. Bu yazıda iki ucun birbiri ile ilişkisini biraz daha yakınlaştırmaya çalıştım. Çok uzaktalar. Oysa çok girift ve kompleks ilişkilerin döndüğü bir alanda yer alıyorlar. Arctic Monkeys’i tüm dünyanın dinlemesi kötü bir ‘şey’ değil. The Clash davayı hiç satmadı, sadece daha çok para kazandı. Mor ve Ötesi iyi müzik yaptığı için çok dinlendi ve popülerleşti.
Müziğin underground vs mainstream ilişkisinde, underground’un işlevlerinden biri popüler alanın tek düzeliğini kırmak, sanattan ya da yaratıcılıktan uzak tarafını, sanata ve yaratıcılığa çekmek de aynı zamanda. Dolayısıyla underground’dan mainstream’a gidenlere biraz da bu gözle bakmak gerekiyor. En azından popüler müziği Demet Akalın, Serdar Ortaç türevlerine bırakmamak gerek.
Digging Deep: The Robert Plant Podcast Sunucu: Robert Plant & Matt Everett Episode 1 – Calling to you
Podcast kültürü dünyada epeyce eski kabul edilmesine rağmen Türkiye’de son yıllarda popülerleşti. Bunda eski radyo kültürüne özlemin ve açtığımız her frekansın bize aynı müziği ve reklamları sunmasının etkisi elbette büyük. Hoparlörün öbür ucundaki mikrofondan başlayan ve zamanın nasıl geçtiğini fark ettirmeyen muhabbeti özlüyor galiba insanlar. Her Cumartesi radarımıza takılan, dinlemekten keyif aldığımız kültür, sanat ve müzik podcastlerini sizinle paylaşıyoruz.
Efsane David Gilmour’ın ardından bir başka rock efsanesi, Led Zeppelin’in biricik Robert Plant’i de geçtiğimiz hafta Digging Deep adlı podcastinin ilk bölümünü yayınladı. Robert Plant, kendisine aşağı yukarı her röportajda sorulan şarkıların hikayesi ve yaratım süreci gibi başlıklarda uzun uzun konuşmak istemiş olacak ki podcastle ilgili açıklamalarında hep bir ‘toplu cevap verme’ niyetine değiniyor. Bize göre hava hoş tabii, üstad anlatsın biz hep dinleriz.
Podcastin ilk bölümünde Robert Plant, 1993’te çıkan Fate of Nations albümünün açılış parçası olan “Calling to You”dan bahsediyor. Parçanın hikayesinin ve tamamlanma sürecinin detayları bir yana, Robert Plant’in uzun bir yolculuk olarak gördüğü podcast serisinin neden tam da bu zamanda başladığı, neden Plant’in bir iletişim aracı olarak podcasti seçtiği gibi soruların da cevaplarını araya serpiştirilmiş olarak duyabiliyoruz. Digging Deep’in ilerleyen bölümlerinde sürpriz konukların olacağı da söyleniyor. Led Zeppelin fanlarını fazlaca heyecanlandıran bu podcastin de takipçisiyiz.